Baldaros: Melek Gözyaşları

By momomonnnn___

1 0 0

Murphy ailesi nesilden nesle aktarılan yüce bir göreve sahipler. Öyle ki eğer bu görev yerine getirilmez ise... More

1.: EDMUND GREEN

1 0 0
By momomonnnn___

Önsöz: Bu kitap içerisinde yayımlanacak olan her bölümü, bana yazımında yardım eden güzel Sam'e adıyorum. Sam, benim hayatımı kurtardı ve ben de ona bütün hayatımın kitabını adıyorum.

İyi okumalar, güzel Sam.


Edmund günlük hayatının etrafında döndüğü o lanet yere tekrar gidiyor ve bunun için daha fazla para almalıyım diye içinden sinirli sinirli düşünüyordu. Sabah, sakarlığından mı yoksa henüz genç olduğundan mı - Edmund'un bunu durup analiz edecek ve uzun bir şikayet mektubu yazacak vakti yoktu tabii - bir posta güvercini penceresini kırarak içeri dalmıştı. O sırada Edmund da gönüllü olarak çalıştığı kütüphanenin ilk akşam vardiyasından dönmüştü. Gece sığınmak için içeri girmeye çalışan sarhoşlar, onunla flört etmeye çalışan anneannesi yaşında bayanlar, ebeveynlerine haber vermeden gelen küçük çocukların Edmund'a "nolur! annem gelip sorarsa beni görmediğini söyle, nolur!" diye yalvarışları... Bütün bu güzellikler akşam vardiyasının sadece ilk yarım saatinde yaşanmıştı ve Edmund devamını hatırlamak bile istemiyordu.

Edmund bunları kafasından geçirirken penceresini kıran güvercin kafasının üstüne buraya geliş amacı olan mektubu atıp önce sağlam pencereye çarparak sonra ise kırık pencereden pek de güven uyandırmayan bir yamuklukla uçarak uzaklaştı. Green ailesinin tek yaşayan varisi - yani Edmund - o an bir aristokrata yakışmayan kelimeleri dilinin ucunda dolandırıyordu, ama yatağının başında asılı duran anneannesinin portresi ve ona karşı duyduğu saygıya öfkesi yenik düştü. En sonunda yatakta yarı oturan bi' pozisyona geçti ve mektubu açıp okumaya başladı.

SAYGIDEĞER KONSEY ÜYESİ EDMUND GREEN,

Bugün saat 10.30'da gerçekleşecek olan A.E. şahsının davasının son bulacağı konsey binasında gerçekleşecek olan toplantıya MUTLAKA gelin.

-Pythagoras Kenti, Yüksek Konsey Topluluğu.

Mektup kısa ve öz bir şekilde yazılmıştı. Yüksek Konsey'in gönderdiği mektupları bu yüzden seviyordu, uzun uzun vakit harcamak yerine davetiye sebebini söylüyorlardı sadece.

Green, biraz yatıp tavanı izledi ve mektubu tekrar okudu. «A.E.» yani Aaron Ericson. Delinin teki, 2 torunu haricinde bütün ailesini akşam yemeğinde öldürüp sonra ise çocuklara, normal bir insanın dilinin dönmeyeceği şeyler yapıp ölüme terk eden adam. Bugün son duruşma gerçekleşecekti, ama Edmund duruşmanın sonunu çoktan biliyordu. Aaron'u aç Güney Kaplanlarının olduğu bir kafese kapatacaklar. Eğer ölmezse geri kalan ömrünü kentin iğrenç hapishanelerinde çürüyerek geçirecek. Eğer şans onun tarafındaysa ölürdü tabii.

Bütün bu karamsar düşüncelerden sonra kendisini kalkmaya zorladı. Saati, duvarda asılı olan yuvarlak saate bakarak öğrendi, henüz 08.15'i gösteriyordu yani hazırlanmak ve trene binmek için vakti vardı. Çok onurlu bir görev olsa da Yüksek Konsey toplantılarından nefret ederdi.

Sorun şu ki; Yüksek Konsey'in üyesi olmak sorumluluk, dakiklik ve sağlam bir sinir sistemi gerektirir. Aslında Edmund pek de bu kriterleri karşılayan biri olmasa da Konsey'den henüz atılmamasının bir sebebi vardı. Annesi Konsey'de ona vaat edilen yeri istememekle kalmamış, henüz on altı yaşındayken Edmund'a hamile kalıp evden kaçmış, beş yıl sonra geri döndüğünde ise Edmund'un anneannesi Delilah ve dedesi Marvin'le kavga edip, zavallı Edmund'u ebeveynlerinin kafasına kar gibi indirip ortadan kaybolmuştu. O günden beri annesi Konsey üyesi olma hakkını tamamen yitirip soy ağacından yok edilmişti.

Edmund omuzlarını silkip eski günlerin hatıralarını üstünden atmaya çalıştı. Anneannesi önce kızını, sonra ise torununu yetiştirebilmek için hiç Konsey'e katılmamıştı, dedesi ise tam on yıl orada görev yaptıktan sonra bir kasım akşamı başka bir suçlunun paramparça edilerek idam edildiği bir duruşmadan sonra sinir krizi geçirip Yüksek Konsey Topluluğu'nu terk etmişti.

Düşünceler bir bir, düzensizce aklında birbirlerinin yerini aldığı sırada Edmund üstünü değiştirmişti bile. İpeksi beyaz gömleğinin üstüne kumaş yeleğini giydi ve yeleğin iç cebine dedesinin ona on altıncı doğum gününde hediye ettiği en değerli eşyası olan işlemeli gümüş cep saatini koydu. Kendisi için özel olarak dikilmiş olan siyahtan ziyade ışıkta çok koyu bir lacivert olarak görünen kumaş pantolonunu giydi. Bütün bu kıyafetler hiç de yeni değildi aslında ama Edmund eşyalarına sahip çıkmakta ustaydı. Bütün eşyalar, kıyafetler ve büyü malzemeleri ilk günkü hallerinde derli toplu bir şekilde; raflarda, askılıklarda, dolaplarda ve bazıları ise hala kutularında sapasağlam duruyordu.

Duvarda asılı duran boy aynasından kendisine şöyle bi' baktı. Saçları dağınıktı ama duruşma salonunda başlarını pelerinin kapüşonuyla kapatarak oturdukları için hiç uğraşmadanq pelerinini sırtına attı ve ayakkabılarını giyip evinden çıktı.

Konsey binasına daha yakın olsun diye tuttuğu evin kirasını düşünüyordu yoldayken. Yanında tıpkı onun gibi pek çok büyücü, kurt adam, vampir ve bunun gibi yaratıklar pek de mutlu olmayan yüz ifadeleriyle okula, işe gidiyorlardu. Edmund da normalde yılın bu döneminde okulda olurdu. Sonuçta aylardan mart, sınav stresinin tavan yaptığı dönem. Ne yazık ki Saint Maria - okulunun adı yüzyılın en güçlü kadın ve hayvan hakları savunmacısının adını taşıyor - şu anda ilaçlama için kapalıydı. Farelerden ve örümceklerden geçilmez olan okulu en sonunda ilaçlamak için karantinaya almışlardı. Yeni ve temiz okuluna dönmek için sabırsızlanan Edmund, Güney Ekspresinin durduğu tek istasyona doğru giden bir tramvaya bindi. Gürültü ve kokulardan başına anında ağrılar girdi ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Şu anda Pazar sokağından geçiyorlardı, farklı ülkelerden ve şehirlerden gelen tüccarların "yirmi kapuk! otuz kapuk!" diye bağırışlarını duyuyor, Uzak Batıdan gelen ağır kokulu baharatların tramvayın arkasında bıraktığı rüzgarla uçuşmalarını seyrediyordu.

Duruşma salonunda yapacağı tek şey saatler boyunca oturmak ve en sonda ise oy verme amaçlı el kaldırmaktı. Bütün bunları, tıpkı günlük rutininin yarısını gördüğü gibi, zaman kaybı olarak görüyordu. Şu anda OKEPS'e çalışmam gerekiyor burada dikilip vakit harcamam değil, diye düşünüyordu Edmund.

OKEPS, Ortak Kamu Eğitim Personeli Sınavı'nın kısaltmasıydı. Bu sınav, devlet okullarında öğretmen olabilmek için hazırlanmış ve kendi içinde farklı bölümlere ayrılan bir sınavdı. Edmund öğretmen olmak istiyordu, üstelik bir kartografya ustasının olabileceği en bariz bölümün öğretmeni. Coğrafya. Edmund'un çocuklarla arasında özel bir bağ yoktu ama öğrenmek ve öğretmek mi, işte buna bayılırdı! Ancak Edmund OKEPS'ye ikinci defa girecekti, önceki sefer taban puanı yetmiş olan sınavdan hayatında aldığı en kötü notu almıştı; kırk puan. Daha sonra tam üç yıl boyunca hazırlanmasına ve yazılı kısımda taban puanı geçebilmesine rağmen haritacılıktan kalmıştı. Sınıf tekrarı yapmak zorunda bile kaldığı bu gıcık dersle işini acilen bitirmek, hayaliydi. OKEPS, sadece yazılı sınavdan aldığınız puana değil, sınavını girdiğiniz bölümdeki puanlarınıza da bakıyor ve onların ortalamasını çıkartıyordu. Edmund temel dersinden kaldığı için hayallerinin üniversitesi olan "Aperox Şirinzade 1578 Üniversitesi"ne girememesini bırak, hiçbir yere yerleşemeyip yatılı okulunda mezuna kalmıştı.

OKEPS'in bir diğer özelliği de iki senede bir düzenleniyor olmasıydı. Yani bir kere geçemediğinizde iki yıllık bir hazırlık süreci veriyorlardı, lakin sınava girmek için sadece 3 hakkınız oluyordu, eğer 3 defa üst üste geçemezseniz bir daha asla OKEPS sınavına giremezdiniz.

Edmund, yirmi dakika sonra tramvaydan indi. En sonunda Bridgestone tren istasyonuna varmışlardı. Pythagoras çok büyük ve bir o kadar da pahalı bir şehirdi. Tıpkı Edmund gibi, Konsey üyelerinin çoğu kentin etrafındaki şehirlerde yaşıyorlardı.

Tren biletine tam elli kapuk verdikten ve soyulduğunu düşündükten sonra Güney Ekspresinde yerini aldı.

Edmund için gün kurtarılamaz bir şekilde mahvedilmişti. Önce bütün gece boyunca şehrin sevmediği kesimiyle sessizlik ve huzur uğruna savaşmış, sonra kırık bir pencereye bakarak uyandırılmıştı. Tramvaya bindiğinden beri kendisini kötü hissediyordu ve şu anda onu cehenneme götüren bir tren tarafından soyulduktan sonra rahatsız koltuklarda pencerenin arkasındaki manzaranın değişmesini izliyordu.

Hayatı aslında o kadar da kötü değildi, ama bugünkü planlarında yukarıda bahsedilenlerin yarısı bile yoktu. Konsey, toplantılarını sürekli son saniye ayarlardı ve bütün üyelerine daha da sonra haber verirdi ve Edmund bundan kesinlikle nefret ediyordu. Bugün için planları anneannesinin eski ofisini temizlemek için dedesinin evine gitmekti. Oraya en son yaz tatilinde yani temmuz-ağustos arası gitmiş ve bütün tatilini orda geçirmişti.

Anneannesi öldüğünden beri dedesi yalnızlıktan kahroluyordu. Kendisi, yakın olmadığı insanlara karşı çok gururlu, kaba ve bazen küstah davransa da aile bireylerine karşı her zaman çok dikkatli ve yumuşak bir adamdı. Delilah öldüğünde kalbinin nasıl kırıldığı yüzünden okunabiliyordu ama Edmund'un gözünde güçlü görünmek isteyen Marvin sonuna kadar dik durmuş ve her ikisi için de zor olan o dönemi atlatmasında Edmund'a çok destek olmuştu. Marvin, Edmund'un her daim en yakın arkadaşıydı ama Delilah'nın öldüğü gün Marvin, Edmund için gerçek bir baba olmuştu.

Edmund gülümsedi. Dedesi onun için bir baba, en yakın dostu ve en büyük destek kaynağıydı. Edmund'un annesi onu terk edince, gereken bütün eğitimi ve sorumluluğu kendi üstüne almıştı. Edmund asla Marvin'den daha yakın bir dostu olmayacağına emindi.

Bütün bu düşünceler su gibi akıp gitti. Tıpkı ileriki bir saat boyunca ilerleyen düşünceler gibi...

Edmund bir an için kendi küçük dünyasından çıkıp etrafına bakındı. Trenin varacağı son durak Pythagoras olduğu için kendisini fazla kaptırıp gözlerini açtığında ülkenin öbür ucunda olmayacağı için içi rahattı.

Oturduğu koltuk, içinde pamuğa benzer yumuşak bir şeyin olduğu kırmızı, desenli kumaşa rağmen fazla eski ve sertti; bir türlü rahat edemiyordu. Karşısında orta yaşlı bir kadın "Aydan Müjdeler" gazetesinin son baskısını okuyordu. Gazetenin Edmund'a dönük yüzünde tam da Aaron Ericson'dan bahsediliyordu. Edmund cebinden saatini çıkarıp baktı. Duruşmaya 40 dakika falan vardı. Pencerenin arkasındaki manzara da artık tarlalarla ve çayırlıklarla değil, evlerle ve kentin yanındaki ufak yazlıklarla doluyordu. İstasyona varmalarına daha 20 dakika vardı, Edmund inince Tulip Park'tan tramvaya binip yaklaşık 10 dakika yol alacaktı. Koşarak giderse yetişebilir mi diye düşündü bir an ama eğer koşarsa terler ve bu Edmund'a göre olabilecek en kötü olay olabilirdi.

Edmund artık sinirleniyordu doğrusu. Her şeyi dakikası dakikasına düşünüp planlasa bile geç kalıyordu. Bu yüzden en sonunda düşünmekten vazgeçti ve gözünü tekrar pencereye, oradan da etrafına çevirdi. Vagonun sonunda bir bebek ağlıyordu, bir grup 15-16 yaşlarında çocuklar sivil kıyafetler giymişti, ama garip bir şekilde kızlarda daha çekici gözükmek için boyunlarına ve kollarının bilek ile baş parmak aralığına takılan, genelde dantelli veya işlemeli olan bayan aksesuarları yoktu. Aslında bu tarz aksesuarlar genelde kıyafetin bir parçası değildir ve süs amaçlıdır, ama bazılarına göre kadınları kısıtladıkları için yasaklanması gerekiyordu. Edmund modayı pek takip etmezdi ama o süslemelerin olup olmamasına bakmadan, insanın kişiliğine bakardı. Bir keresinde anneannesi ona "önce insana sonra kıyafete bak, Eddie" demişti. Onun bu sözü uzun yıllardır aklındaydı.

Bir süre daha oturup etrafı seyretti, dinledi. Vagon doluydu ama genellikle herkes ya kitap okuyor ya da uyuyordu. Edmund ise onları izliyordu.

Edmund en sonunda trenden çıktı. Sırtı ve beli ağrıyordu, kalça bölgesi ise tamamen hissizleşmişti. Daha yaklaşık 20 dakikası vardı ama Tulip Park'a varmak en az 10 dakikasını alacaktı, tramvayın kalkışı gibi ufak detaylar da vardı tabii. Edmund giderek daha da gergin oluyordu ve artık hiç şakasız sinirlenmeye başlamıştı. O an yanına uşak gibi giyinmiş bir adam yaklaştı. Adamın üstünde kahverengi bir ceket, sarımsı bir gömlek ve ufak, daha çok katlanmış bir kağıda benzeyen bir şapka vardı. ceketinin üstünde süslü harflerle "WT" yazıyordu. Bu sadece tek bir anlama geliyordu.

"İyi günler, beyefendi. Siz Edmund Valentino Green olmalısınız." dedi.

Edmund tam ismini duyunca ürktü ama sakin ve konuşmayı ilerleteceğini belirten bir tavırla cevap verdi;

"Evet, benim. Siz de Whiteway ailesinin uşaklarından birisiniz, değil mi?"

Adam bunu duyunca kafasını hafifçe öne eğerek salladı,

"Evet, efendim. Lütfen beni takip edin."

Edmund başını onaylarca salladı ve uşağı istasyon boyunca takip etmeye başladı.

En sonunda istasyondan çıkınca girişin hemen önünde bir fayton onları karşıladı. Uşak, faytonun kapısını açtı. Içerde o oturuyordu.

Rose Whiteway.

Edmund hayatı boyunca hiçbir zaman onun gibi bir genç hanımla tanışmamıştı. Erkeksi bir hırs, kıvrak bir zihin, asil bir bakış. Bir erkeği büyülemekte üstüne yoktu, üstelik sadece on dokuz yaşındaydı. Tabii Edmund da henüz yirmi yaşını doldurmadığından bu onu yüzyılın ikinci en genç konsey üyesi yapıyordu. Birinci en genç konsey üyesi Rose Whiteway'di tabii ki. Ayrıca Rose, Yüksek Konsey'deki çok az olan kadın kesimine giriyordu.

"Lütfen, orda öyle durmayın. İçeri gelin Bay Green." dedi uşak.

Edmund uşağa teşekkür etti ve faytonun içine girdi, pelerini yüzünden biraz zorlanmıştı ama oturduğunda Rose doğrudan ona bakıyordu. Normalde büyük soğuk mavi gözleri, şuan kısılmış bir şekilde Edmund'u inceliyordu.

"Bir sorun mu var?" dedi Edmund, bu denli ağır ve merak dolu gözlerin altında ezilerek.

"Anneannene olanları duydum," sanki hava durumundan söz eder gibi gündelik bir ses tonuyla söyledi Rose. "Çok yazık olmuş, henüz çok gençti." diye devam etti ve kafasını faytonun kapısında olan ufacık pencereye çevirdi. o sırada fayton çoktan Yüksek Konsey binasının yolunu tutmuştu.

"Konuyu nereye getireceğini çok merak ediyorum." Biraz alaycı bir tavırla cevap verdi Edmund.

"Ne demeye çalışıyorsun?" Tulip Park'a yaklaşıyorlardı. Edmund her ne kadar bunu söylemek istemese de, Rose'un bu garip tavırlarını bazen çok seviyordu. Rose size hiçbir şey anlatmaz, ama kendi kafasının içinde inanılmaz karışık bir plan kurar ve uyguladığı esnada bile size bir şey çaktırmazdı. Sizi kendi istediği şekilde yönlendirir, kullanır; sonra ise atardı ve sizin bundan haberiniz bile olmazdı.

"Yani bilirsin... Uşakla karşılamalar, faytonlar, "sen"li konuşmalar. Kesin bir şeyin peşindesin."

"Oh, anladım. Öyleyse bir daha sana yardım etmeyeceğim."

"Yardım mı? Geçen sefer bana 'yardım' ettiğinde neredeyse okuldan atılıyordum!" Edmund'un siniri çok bozulmuştu. Rose hep yutamayacağı lokmayı ısırmaya çalışırdı, zarar gören ise etrafındaki insanlar olurdu. Bu sefer neyin içine bulaşmıştı bu kız?

Rose pek de eğleniyor gibi değildi. "O tek seferlik bir hataydı, o kadar!" diyerek Edmund'a cevap verdi. "Tabii canım, '48 yazında kolumu kırman, '45 sonbaharında kocaman bir orktotsu okul sınırları içerisinde serbest bıraktıktan sonra suçu Apollon'a atman falan hep 'tek seferlik' hatalardı değil mi?" Edmund, son birkaç sene içerisinde meraklı ve kaybetmek ne bilmez Rose'un, hayat içerisindeki deneyimsizliğinin ve insanlara 'fikir' olarak adlandırdığı çılgın kartlarını asla açmamanın sonuçlarının birkaçını hatırlattı.

Faytonun içinde az ışık olmasına rağmen Rose'un yanaklarının nasıl sinirden kıpkırmızı olduğu görünüyordu. O an edmund'un aklından "çocuk" diye bi düşünce geçti ama sonra Rose bir iç çekti. Biraz öne eğildi ve dirseğini dizinin üstüne koyup çenesini eline yasladı.

"Şey... aslına bakarsan, seni buraya gerçekten de bir amaçla çağırdım," Edmund gurur dolu bir "HA!" bıraktı havaya. Yine haklı çıkmıştı.

"Nedir o gizli saklı amacın?" dedi Edmund. Bundan sonra Rose yine pozisyonunu değiştirdi, bu sefer Edmund'a biraz yaklaştı ve daha kısık bir sesle devam etmeye karar verdi.

"Dedikodulara göre, geri döndüler." Edmund'un kanı dondu. Düşündüğü şey miydi acaba?

"Sen neyden bahsediyorsun?"

"Biliyorsun işte! Onlar."

"Rose bilmecelerle konuşma artık! Söyle hadi!" Edmund artık iyice sinirlenmişti.

"Edmund," dedi tekrar sakin tonuna dönen Rose.

"Efendim Rose?" uzunca bir iç çekip sakinleştikten sonra cevap verdi Edmund.

"Sen salak mısın yoksa rol mü yapıyorsun?" düz bir şekilde sordu Rose. Bu soruya nasıl cevap verebileceğini bilmiyordu Edmund, sonuçta Rose her şekilde evirip çevirecekti o cevabı. Edmund, bir tek Rose'la başa çıkamıyordu. "Yıldız-Tanrılar işte! Yaratıcı Tanrıların çocuklarından bahsediyorum!"

"Ben de bundan korkuyordum," dedi Edmund. Rose gözlerini devirdi, yeniden pencereye döndü.

"Geri dönmeleri an meselesiydi zaten," diyerek iç çekti Rose. Gözlerini bir süre için kapattı, sonra tekrar Edmund'a dönerek "arkadaşın Noah nasıl?" diye sordu.

"İyi galiba. Okul kapandığından beri görüşmedik." Edmund, Rose'un neden Noah'yı böyle bir konuşmada andığını anlamamıştı.

"Onunla mutlaka konuş, sonuçta bu onu da ilgilendirir." Rose bunu dedikten sonra Edmund aniden ciddi bir ses tonuyla yere bakarak konuştu, kaşlarını biraz çatmıştı ve gözleri cam gibi donuktu.

"Bekle biraz... Eğer gerçekten de döndülerse bu hepimizin sonu geldi demek oluyor."

"Aynen öyle," dedi Rose. "Özellikle de bize 'sahip çıkacak ve koruyacak' kişilerin Murphy'ler gibi ve hatta Noah Murphy gibi birileri olacağını hesaba katarsak, yandık. Güvendiğimiz insanlara da bir bak, çok acınası bir haldeyiz." Edmund yine anlamamıştı. Noah ve diğer Murphy'lerin bu konuşmayla alakası neydi?

"Peki ne yapmayı düşünüyorsun? Çıkıp iki yarı tanrısal varlığı kendin öldürmeyi mi? Daha güçlerini bile kontrol edemezken böyle saçma düşüncelere kapılman, acınası olan bu!" dedi Edmund.

"Onları öldürecek güce sahip olmadığımı biliyorum zaten ama öylece kollarımı bağlayıp oturmak istemiyorum! Yaşamak istediğim bir hayatım var benim!" diye cevap verdi Rose.

"Benim de korumak istediğim bir ailem var Rose ama böyle bir durumda yapabileceğim hiçbir şey yok. Sen oturup insanlara bağırmaya devam edebilirsin, ama bu; ne zamanında Henryt'i kurtardı ne de şimdi bize yardımı dokunuyor."

"Anlamıyor musun? Biz, bizim muhtemel sonumuzu getirecek varlıkları arama yetkisine sahip değiliz ama Murphy'ler sahip!"

"Nasıl yani?" diye sordu Edmund. Kafası karışmıştı biraz.

"Ne!?" Rose'un şaşkın bağırışından resmen yerle gök titremişti. "Yoksa sen Aziz İnferno'nun vasiyetini hiç görmedin mi!?"

"Hayır. Ne? Görmem mi gerekiyordu?" Aziz İnferno yaklaşık yüz elli yıl önce yaşamış son Yıldız-tanrıydı.

"Tamam, pekala, bunu burada konuşamayız. Daha sessiz bir yer bulduğumuzda sana her şeyi anlatacağım." dedi Rose. Bu şekilde bir merhabayla bile başlamamış konuşma sona ermişti.

Rose Whiteway ile yaptığı her konuşma hep böyle geçerdi. Rose onu bir yerde tutar, söylemek istediğini üstüne çığ gibi indirir, sonra ise hiçbir şey olmamış gibi giderdi. Edmund, Rose'un herkesle mi böyle konuştuğunu yoksa bunun sadece ona özel bir durum olduğunu her zaman merak etmiştir.

Edmund ve Rose aslında uzun yıllardır tanışıyorlardı. Edmund Rose'dan büyük olsa da henüz Saint Maria'da okumaya başlamadan önce tanışmışlardı. Baldaros'ta okula başlama yaşı sekizdi. Nadiren çocuklar daha erken veya daha geç alınırlardı, ama bunlar hasta veya yaşıtlarından çok daha zeki olan çocuklar oluyordu. Bu tarz özel durumlar dışında her çocuk sekiz yaşına girince okula başlardı, bundan önce ise evde eğitim görürlerdi. Bu kadar uzun süredir tanışmalarına rağmen Edmund Rose hakkında nerdeyse hiçbir şey bilmiyordu. Ama Henryt hakkında pek çok şey biliyordu.

Henryt, Rose'un abisi ve aynı zamanda Edmund'un çocukluk arkadaşıydı.

Henryt, Edmund, Apollon ve Noah dört kişilik bir takımlardı. İnsanları rahatsız ediyor, kendi kişisel haritalarını çiziyor ve oyunlar oynuyorlardı. Edmund ne kadar uğraşsa da takımın hep üçüncü tekerleği oluyordu, ama bir süre sonra bunu göz ardı etmeye başlamış ve en sonunda alışmıştı. Yıllar boyunca sona ermeyen arkadaşlıkları bir gün Henryt için sona ermiş, Edmund, Apollon ve Noah ise hayatlarına üç kişi olarak devam etmişlerdi..

Bundan yaklaşık altı ya da yedi yıl önce Whiteway evinin bahçıvanlarından biri Henryt'i kaçırıp görkemli bahçenin bakımı için kullanılan malzemelerin durduğu küçük bir alet deposunda onu iki gün boyunca tecavüz edip bacaklarını kullanılmaz hale getirmişti. Onu bulan kişi küçük Rose'du. Herkes ilk başta Apollon'un veya Noah'nın onu kötü etkilediği için gece bir şekilde Whiteway sarayından kaçtığını düşünmüştü. Ama bu, Rose'un abisini alçak tahta tavana, kollarından kelepçeyle bağlı, çıplak ve kan içinde bulmasıyla çürütülmüş bir teoriydi. Bu olaydan sonra bütün uşaklar ve çırakların Whiteway sarayında çalışmadan önce cinsel organları kesiliyordu.

Edmund bu olayları öğrenince kanı donmuştu. Henryt birkaç gün boyunca kendine gelmemişti, sonunda uyandığında ise dünyadan tamamen kopmuş durumdaydı. O günden itibaren Rose ona bakıcılık yapıyordu, Henryt bu durumdan şikayetçi değildi. Aslında son altı yıldır nerdeyse hiç konuşmuyor, insanlarla herhangi bir iletişime geçmeyi her seferinde reddediyor, odasında oturup saatin tik-tak sesini dinliyor, güneşe çıkmayı dahi asla kabul etmiyordu.

Fayton aniden durunca Edmund anılarından çıktı ve dünyaya geri indi. Yüksek Konsey binasının kapısının hemen önündelerdi. Uşak Edmund'a kapıyı açtı. Önce o, hemen arkasından da Rose indi.

"Sen de Ericson'ın duruşmasına katılacak mısın?" diye sordu Edmund. Neden bunu sorduğundan emin değildi, Rose konsey üyesi olduğundan oy vermek için duruşmada olmak zorundaydı zaten.

"Bana kimse isteyip istemediğimi sormuyor." Soğuk bir şekilde cevap verdi Rose. Bu konuda haklıydı. Soylu çocuklar daha şımarık yetişiyor gibi gelebilir ama aslında gördükleri psikolojik şiddet ve korku yüzünden aslında asla topluma tamamen adapte bir birey olarak büyüyemezlerdi. Edmund bu durum hakkında sadece üstten bilgilere sahipti, ama Rose şu anki yetkisini, gücünü ve insanlığını her an ebeveynlerinin tek bir sözüyle yitirebileceğini biliyordu. Aynı şey Yüksek Konsey'de oy vermek veya sadece toplantılara, duruşmalara katılmak için de geçerliydi. Asla seçim hakkı yoktu, hem de hiçbir konuda; ne giyeceği, ne yiyeceği, kimlerle görüşüp konuşacağı, kiminle nerede ne zaman evleneceği, saçının uzunluğunu bile seçemiyordu.

Yüksek Konsey'in, görkemli bir şatoyu anımsatan binasına yaklaştılar.

Dışarıdan büyük bir dikdörtgeni anımsatan ve dışta kalan A bloğu, asıl Yüksek Konsey'in yer aldığı B bloğunun etrafını saran iki katlı bir surdu. Süslü sütunların üstünde duran ikinci kat; kocaman pencereler, yer yer gri yer yer beyaz dağınık mermerden yerler ve duvarlar, tahta, üstünde yaprak ve sarmaşık oymalı kocaman kapılar ve duvarlarda ejderha heykelleriyle bu muazzam binanın arkasında her gün bütün ülkeyi kapsayan önemli duruşmalar düzenleniyor, insanların hayatları şekilleniyor, aileler birleşiyor ve yıkılıyordu.

Edmund ileri bir adım attı, kolunu, dirseğinden hafifçe bükerek Rose'a uzattı. Rose gözlerini devirdi ama koluna girdi ve onlarca adımın sonunda görkemli kapılar onlar için açıldı.

İçeri girdiklerinde etrafta bir sürü insan koşuşturuyordu; yetkililer sekreterlerine ve sağ kollarına emirler ve görevler yağdırıyor, dedektifler polislerle beraber yakalanan suçluları sorguya götürüyor, banka çalışanları birbirlerine bir şeyler anlatıyor, parti görevlileri yeni posterler bastırmak için bir odadan diğerine geçiyordu.

Etraftaki şamata Edmund'un içinde sıcak bir his yaratmıştı ama Rose bu gürültüden rahatsız olmuştu. Edmund kargaşa gibi görünen, ama aslında her şeyin yerli yerinde olduğu bunun gibi kaynayan iş yerlerine bayılırdı. Hayatın devam ettiğini sadece bu şekilde anlardı. Bir nevi, bu iki bloktan oluşan, asıl binalardan otuz metre ötede kalan personel yemekhanesi, ufak bir hediyelik eşya mağazası (Edmund, çok merak etse de asla içerisine girip bakınacak vakti olmadığı için ne sattıklarından bihaberdi), birkaç tane kantin ve kırtasiye ürünlerinin satıldığı iki tane marketle beraber, üç parçadan oluşan bu nefes kesici bina resmen kendi içinde bir şehre sahipti.

Rose, duruşma salonunun ve aynı zamanda Yüksek Konsey'in toplantı odasının bulunduğu yere ilerlemeye ve yanında Edmund'u oraya sürüklemeye başlamıştı. Edmund, oraya gitmeyi hiç sevmese de karşı çıkmaya veya kolunu serbest bırakmaya çalışmamıştı. Usulca etrafı izliyor ve B bloğuna doğru ilerliyordu. Uzun koridorlar, metrelerce yukarıda kalan, üzerlerinde dini motiflerin bulunduğu tavanlar ve devasa pencerelerle binanın muazzam koridorları Edmund'u her zaman hayran bırakırdı. Nerdeyse üç metreye varan ağır tahta kapılar bir açılıyor bir kapanıyordu. Edmund her ne kadar kalabalıktan hoşnut olsa da, bugün normalden daha kalabalık ve hareketliydi. Rose'a dönerek sordu,

"Bugün bayram falan mı? Neden bu kadar kalabalık?"

"İnanamazsın ama benim de haberim yok." diye cevap verdi Rose.

"Hadi ya," diye biraz hayal kırıklığına uğrayarak cevap verdi Edmund.

Rose bu tavrını görünce biraz gıcık olmuştu ama hiçbir şey demeden yoluna devam etti. Bütün A bloğu boyunca karmaşık koridorlardan bir sağa bir sola döndüler ve en sonunda B bloğuna ulaştılar. Bundan sonra yapmaları gereken tek şey bir süre düz yürümek ve sonra sola dönüp aşağı inmekti.

B bloğu, A bloğuna göre biraz daha karanlık, soğuk ve sessizdi. Bu sessizlik Edmund'un gözüne vuran başındaki ağrıyı tam olmasa da, biraz hafifletmişti. Uzun koridoru dar pencereler soğuk bir ışıkla aydınlatıyordu, Edmund bir an için başını Rose'a çevirdi. Uzun pembe saçları biraz dağınık bir topuzla toplanmıştı. Doğuştan beri saçında pigmentasyonla alakalı sorunlar vardı, bu yüzden saçı pembemsi bir rengi anımsatıyordu. Edmund bunu gizliden gizliye çok güzel buluyordu çünkü böyle bir şeyi Rose dışında kimsede görmemişti.

Rose, aslında objektif olarak bakılırsa çok güzel bir kızdı. Bir fırtınayı andıran karabulut rengi gözleri, bir kelebeğin kanatlarını anımsatan kirpikleri ve bembeyaz tenine çocuksu bir masumiyet veren hafif pembe yanakları vardı. Bazen Edmund'un aklından yanağını sıkıp yüzünü sallamak geçerdi. Aslında Edmund her ne kadar kabullenmese de bir süredir Rose hakkında olumlu düşünüyordu, Belki de onu daha iyi tanırsam şu anki kadar kötü gelmez gözüme, diye düşünüyordu, amma ve lakin, hayat, Edmund'a çok önemli bir ders vermişti.

Dış görünüş oldukça yanıltıcıdır.

Bu dersi aslında nasıl aldığını bilmek istemezsiniz. Bilmeniz gereken tek şey, Baldaros gibi fakir ve zengin kesimin arasındaki uçurumun bu denli geniş olduğu ülkelerde, orta sınıf insanlar her zaman, her iki tarafın oyunlarına ve kandırmacalarına maruz kalırlar. Edmund bu oyunlara kananlardan kişilerden yalnızca biriydi.

Rose, Edmund'un onu açıkça gözlemlediğini fark etmişti. Aklından Yine dik dik bakıyor, terbiyesiz! Amaçları apaçık olan yaşlı sapık bunaklar bile biraz utandığı için gözlerini çevirir! Bu ise!? Sanırsın baykuş! diye geçirdikten sonra Edmund'u bir baykuş olarak hayal etti. Bu onu biraz eğlendirmişti ama sonra B bloğunun, hatta bütün binanın "kalbine" inen merdivene vardılar ve artık eğlenmek için hiç sebebi ve vakti kalmadı. Yaklaşık beş dakika içinde duruşma başlayacaktı. Bazı konsey üyeleri ileride daha aşağıda, yavaş yavaş merdivenleri iniyorlardı.

Rose, Edmund'u biraz ileri itmek zorunda kalmıştı, çünkü Edmund inatla aynı yerde tepinmeye devam ediyordu. Gümüş damarlı siyah mermerler, az önceki temiz beyaz mermerlerden sonra çok iç karartıcı geliyordu doğrusu. Onlarca merdiveni sayılı saniyeler içerisinde indiler, yoldayken bazı tanımadıkları konsey üyelerine; "iyi günler" gibi sırf nezaketen söylenen, artık anlamını yitirmiş sözler atıyorlardı. Devasa, açık odun kapının önünde durdular. Rose, stresli bir şekilde saçını elleriyle düzeltmeye çalışıyordu, sanki şimdi kapüşonla başını örtmeyecekmiş gibi.

"N'apıyorsun Rose?" diye sordu Edmund.

"Kafam kuş yuvasına benziyor," diye cevap verdi Rose. Edmund gözlerini devirdi. Rose, tıpkı Edmund gibi içeride yaşanacak vahşice sahneyi izlemek istemediğinden olabildiğince oyalanmaya çalışıyordu ama eninde sonunda içeri girecek ve oy vereceklerdi. Bundan kaçış yoktu. Tek bir kelimeyle bir insanı korkunç bir işkenceye sürükleyeceklerdi. Hayır, Aaron Ericson bir canavar! İğrenç bir canavar! diye geçirdi aklından Edmund. Evet, Aaron Ericson bir canavar, katil ve tecavüzcüydü. Şimdi ise ilahi adaletin yerini bulma zamanıydı. Edmund, Rose'a baktı sonra ise elinden tutup arkasından içeri sürükledi.

Duruşma başlamadan önce herkesin yerlerini alması için on dakikalık bir süre tanınırdı.

Kocaman salon bir kolezyumu andırıyordu ama tam bir yuvarlak olmasını, onu ortadan kesen büyük ahşap kapı engelliyordu. Taş yerlerin üstünde onlarca yıldır restore edilmemeden dolayı taşın rengini siyahımsı yapan kan lekeleri vardı.

Sanığın jüri ve yargıçlık görevini yerine getiren, Konsey başkanı Sayın Earny Piddletodd'un önüne çıkıp ifade vereceği yer, yani boyu metrelerce yukarı uzayan devasa karanlık salonun ortası hafif yükseltiliydi ve bütün odadaki tek ışık kaynağı olan tavanda bulunan büyük yuvarlak pencereden gelen güneş ışıkları, bu yükseltinin üzerine düşüp sanığı aydınlatıyor; jüri üyelerini gölgede tutuyordu.

Jüri üyeleri, dokuz katlı, asıl ifade verme yerini boydan boya bir hilal şeklinde saran, ilk katı sanığın durduğu yerden iki metre yüksekte bulunan ve her katında uzun ahşap bir bank ve önünde de bankın uzunluğunda bir de masa olan yerlerdeydiler.

Masanın üzerinde deriyle temasa geçince mavi soğuk bir ışık yayan mürekkebin durduğu küçük, yuvarlak ağızlı, kabı ise kare şeklinde olan cam bir kutu vardı. Duruşmanın sonunda oylar bu mürekkep sayesinde verilir, karanlıkta parlayan ellerin sayısına göre bir sonuca varılırdı.

Jüri üyelerine "a" ve "b" durumları sunulur, kim hangi durumu destekliyorsa ona göre sırayla, mavi mürekkepli ellerini kaldırırlardı ve oy sayımı yapılırdı, sayımdan sonra ise tartışmanın açık olduğu ilan edilirdi ve bir fikri ya da sorusu olan jüri üyeleri söz hakkı alır ve konuşurlardı.

Ayrıca savcı için ayrılmış bir balkon da vardı. Hilal şeklini iki yarıya bölüyordu ve etrafında; hemen arkada duruşmanın raporunun tutulması için görevlendirilen kişiler için daktilolu iki balkon, solunda eğer varsa şahitler için bir balkon ve sağda ise sekreterin dava dosyasında davanın "hikayesini" tekrar okuyup duruşmanın başında da jüri üyelerine tartışma ve soru sorma konusu açabileceği, kendisinin de sanığa soru sorup onu sorguya çekebileceği bir balkon vardı.

Aslında bu duruşma salonu genellikle tek kişilik davalar için kullanılmaz, sadece çok ileri seviye bir canilik veya zor bir dava ise bu salonda sonuç bulurdu, onun dışında ise bu yerde devlet problemleri tartışılırdı; enflasyon, Baldaros'ta sıklıkla gerçekleşen darbe girişimleri ve sınır bölgelerinde son iki yıldır devam eden savaş yüzünden gerçekleşen çatışmaların, kaybedilen insan gücünün, fabrikaların ve Kuzey'de kurulmaya ve gelişmeye devam eden, geçmişte kabile köyü olup şimdi büyük şehirlere dönüşmesiyle gelen sosyal ve ekonomik problemlerin ve işsizliğin son elli yıla oranla tavan yapması problemi gibi önemli ve on iki farklı küçük ülkenin bir araya gelip oluşturduğu kutsal Baldaros topraklarını ilgilendiren büyük sorunlar tartışılırdı.

Edmund ve Rose ortalarda bir yere oturdular, Edmund savcı için ayrılmış balkona baktı, savcı Earny Piddletodd çoktan yerindeydi, o hep herkesten önce gelirdi ve geç kalanlardan çok gıcık kapan, yaşlı ve yaşlılığından dolayı huysuz biriydi, ama bir savcıya göre yeterince tarafsızdı.

Kafasının sağ yarısı bundan uzun yıllar önce, ismi artık çoktan unutulmuş bir restoranın mutfağında başlamış ve kontrol altına alınamadığı için büyümüş bir yangında tıpkı o restoranda bir zamanlar servis edilen enfes pirzolalar gibi yanmıştı.

Yüzünün sağlam kalan tarafında ise uzun ve çoktan ağarmış bir sakalla, ağarmış nadir saçlar vardı, sağ gözü ve kulağı nerdeyse tamamen işlevlerini kaybetmişlerdi ve yanık izi saklanamayacak kadar büyük olduğu için onu gizleme peşinde garip şaklabanlıklara düşmezdi, ciddi ve rahatsız edici, yetmişlerinin başında bir adamdı Earny Piddletodd.

Herkes yerleşti, yazıcılar (onlara kısaca böyle derlerdi çünkü bu mesleğin belli bir adı yoktu ve elinizde olması gereken tek belge daktilo kullanma kursunu geçmiş olduğunuz ve on sene okul okuduğunuza dair bir belgeydi.) doktiloların başlarına oturdu, şahit olarak son sözlerini söylemek için gelen Ericson ailesinin komşusu Bay Amber ve son olarak da Savcı Piddletodd'un sekreteri Bay Gonzolo Arz geldi.

Geriye sadece Ericson'un kendisi kalmıştı.

Salonda konuşma sesleri kesilince Arz ayağa kalktı ve yüksek sesle konuştu;

"Sayın Konsey üyeleri ve Konsey başkanı Bay Piddletodd" selamlama olarak kafasını hafifçe öne eğerek salondaki herkese bir 'hoşgeldiniz' dedi.

"Bugün buraya Aaron Ericson davasının sonuçlanması için toplandık," derin bir nefes alıp sözüne devam etti. "Bilmeyenler için davayı size tekrarlayacağım." bu sözünün ardından önündeki masanın üzerinde duran yeşil dosyayı aldı. Yeşil en kanlı davalar için kullanılan dosya rengiydi.

Tekrar derin bir nefes sesi geldi. "On üç kasım bin sekiz yüz elli tarihinde akşam saat yedi kırk sularında Bay Aaron Ericson'nun torunu, Constantine Orn'ally her yeri kan içinde, komşuları olan Bay ve Bayan Amber'ın evinin kapısına dayanmıştı. Daha sonrasında ise ortaya çıkan detaylara göre bundan bir saat kadar öncesinde, Bay Ericson, kızı Odalydania ve kızının eşi olan Clark Orn'ally'yi akşam yemeği esnasında, kendileri henüz odaya girmemişken çorbalarına kattığı akrep zehriyle öldürmüştür. Uzmanlara göre yemeklerinden aldıkları bir kaşık ölümcül dozun çok üstünde zehir barındırdığı için direkt yemek esnasında ölmüşler."

Derin bir nefes. "Bedenleri, yüzleri tabaklarının içine düşmüş halde bulunmuştur." Arz boğazını temizleyip devam etti. "Odalydania'nın ve Clark'ın biri on, diğeri dört yaşında olmak üzere iki erkek çocuğu vardı; Constantine ve Shabnat."

'Ne kadarda küçüklermiş' dışında hiçbir şey düşünemedi Edmund. O babasını hiç tanımamıştı ve annesini hatırlamıyordu, bu yüzden ebeveyn kaybının ne demek olduğunu bilmezdi, anneannesinin güzel ismini ise böyle pisliklerde düşünmezdi bile.

Gonzolo derin bir nefes daha aldı, yüksek sesle konuşmaktan boğazı kuruyordu ama o sadece duruşmanın en başında konuşurdu zaten.

"Her ikisini de bir saat boyunca tecavüz etti, dövdü, yemek masasının üzerinde duran çatalları kullanarak yaraladı, sofra bezleriyle ve peçetelerle ağızlarını kapattı ve her ikisinin de alt ve üst çenesinden dişler kopardı. Shabnat'ı boğarak öldürdü ve sonrasında Constantine'e tekrar saldırdı, kafasına küt bir cisimle vurarak ağır şekilde yaraladı ve kanayan büyük bir yara açtı ama Constantine şans eseri kaçmayı başardı."

Edmund kocaman salondaki havanın nasıl kanla dolduğunu nerdeyse parmak uçlarıyla hissediyordu, o denli bir gerginlik vardı. Rose kaşlarını çatmış, burnunu buruşturmuştu. Ne zaman susacaktı bu Gonzolo?

"Bay Amber buradan sonra ne olduğunu bize siz anlatabilir misiniz?" diyerek şahit Josef Amber'a söz hakkı verdi Gonzolo.

Joseph Amber, orta yaşlı sıradan bir köylü gibi görünüyordu, belli ki duruşmaya geleceği için günlük hayatta giyindiğinden daha derli toplu bir kıyafet giymişti ama hala kambur duruyordu.

"Teşekkür ederim Bay..." sekreterin adını unuttuğu için biraz duraksamıştı.

"Arz. Gonzolo Arz." dedi Sekreter adam, kalın kaşlarını hafif çatarak.

"Evet, Arz." Adam boğazını temizleyerek asıl konuşmasına döndü, "O akşam karımla oturuyoduk, yemek hala hazır değildi bu yüzden masayı henüz kurmamıştık bile, Orn'ally'lerin evi her zamanki gibi sessizdi, onları uzun yıllar boyunca tanıyordum, hep çalışan insanlardı." Bir an gözlerini nereye çevireceğini bilemedi ve öylesine yapılmış bir harekettense bir tikmiş gibi eliyle ağırmaya başlamış seyrek sakalını kaşıdı.

"Sonra kapının önünde bir ses duydum..." Bir an için tereddüt etti ama nefes alıp devam etti. "Gidip ne olduğunu kontrol edeyim dedim ve orada... Küçük Connie orda kan içinde, kıyafetleri mahvolmuş duruyordu ve... ve bana 'imdat' diyerek birden ölüverdi!"

Durdu, bir süre etrafına bakındı, gölgelerde oturan insan siluetlerine sanki yüzlerini seçmeye çalışırmış gibi dikkat kesildi ama başaramamış olacak ki kendi önüne bakıp anlatmaya devam etti, "Sonra tüfeğimi alıp koşarak Orn'ally'lerin evine gittim, eşim ise Connie'nin yanında kaldı... Oraya girdiğimde o canavar..." duraksayıp duruyordu, öfkesinden yüzü yavaş yavaş kırmızı kesiliyor ve yumruklarını sıkıyordu."

"Shabnat'ın ölüsünü bir türlü rahat bırakmıyodu! Pislik Herif! Şerefsiz orospu evladı çocuğun ölüsünü sikiyordu!" Konuşmasının başında bazı kelimelerde tam olarak her harfi söyleyemese bile onları seçmeye çalışıyor, derdini bu onlarca insana aktarmaya çalışıyordu ama artık gözü öfkeden dönmüştü ve Edmund onu çok iyi anlıyordu.

"O domuzu oracıkta vuracaktım!" diye devam etti ama sözünü Gonzolo Arz kesti;

"Peki sizi durduran neydi?" diye sordu.

Arz'ın soğukkanlı sesi ve Amber'ın öfkeli ciyaklamalarının yankısı salonu dolduruyordu.

"Bunu yapacaktım, ama dışarıdan dolan meraklı koyun sürüsü," mahallede oturan diğer komşulardan bahsediyordu. "bunu yapmama engel oldular!"

"Sonra da Golderdierler içeri dalıp Ericson'u yakaladılar?"

"Aynen öyle" sesi boğuklaştı, Arz'ın soğukkanlı duruşu biraz ateşini söndürmüştü.

Golderdier kelimesi eski Narvanyaca'da armadillo demekti, bu Baldaros ordusunun zırhlarının daha kolay hareket etmeyi sağlamak için yapılmış, armadillo zırhına benzer görüntüsünden gelen bir isimdi ama zamanla ordudaki askerler dışında da her türlü savunma birliği için kullanılan ortak bir isme dönüşmüştü.

"O güne ışık tuttuğunuz için size minnettarız bay Amber, isterseniz gitmekte özgürsünüz."

Joseph bir dakika bile beklemeden balkonun diğer tarafında kalan karanlıkta kaybolan merdivene doğru döndü ve karanlığın kendisini yutmasına izin verdi.

Arz tekrar Piddletodd'a döndü ve onaylayıcı bakışının kendi yorgun yüzüne dönmesini bekledi sonra ise ana girişin önünde duran ve güvenlik işlevi gören Golderdierlere baktı.

Onlara Goldergier diyorlardı, bu "Golder" yani altın ve "gier" yani muhafız anlamına gelen iki kelimeden türemiş bir ünvandı ve yine zamanla ortak bir isim haline gelmişti.

Narvanyalılar için armadillolar kutsaldı, bu yüzden isimlerinin başına "altın" kelimesini koymuş ve çoğu koruma ve savunma veya savaşmayla alakalı olan görevlerde ve mesleklerde onların isimlerindeki ilk kelimeyi koymuşlardır.

Goldergierlar mesajı anlamıştı. Büyük kapıları yeniden açtıklarında içeri tekerlekli bir kafesi iki kişi önden çekerek, iki kişi de arkadan iterek içeri sürüklediler sonra ise dar demir kafesin kilitlerini teker teker açtılar.

Kilitler anahtarlarla ve sadece dışardan kapanıp açılabilen mekanizmaların dönmesinden ve inmesinden tangır tungur sesler çıkarıyordu.

Kafes, içeri ortalama büyüklükte bir insanın sığabileceği boyutlardaydı, ne daha küçük ne de daha büyük.

Demir kapı gıcırdayarak açıldı ve içinden ellerini tam saran ve ayak bileklerinden tutan, prangalı altmışlarında bir adam çıktı.

Boynu bükük, yüzü yorgundu. Yakalandığı esnada üstünde ne varsa aynen o kıyafetler kalmış, kent hapishanelerinde verilen, üstünde tutuklunun isim ve numarasının yazdığı önlük benzeri kirli bir kumaş vardı.

Aaron Ericson.

Edmund'un vücudundan bir ürperti geçti. Canavar tam karşısındaydı, şimdi etrafa boş boş kafa sallıyordu ve mide bulandırıcı bir koku yayıyordu.

Işığın düşüşünden adamın bazı kıyafet parçaları gözüküyordu. Üzerlerindeki kurumuş kan çürüyormuş gibi bir koku yayıyor ve zaten iğrenç olan bu hikayenin gidişatını daha da çok mahvediyordu.

Edmund duruşmanın nasıl geçtiğini fark etmemişti bile. Birbiri ardına düşen sorular ve sanığın arada çıkardığı inilti haricinde sadece kafasını sallayabilmek için kullandığı o son güç damlalarıyla durum çok acınası görünüyordu.

Bu adam şimdi ölecek miydi? Buna göz mü yumulacaktı?

Edmund karşısında duran kişinin suçluluk payını saymayacaktı, sonuçta Aaron Ericson korkunç biriydi. Ama Edmund'un kafasını kurcalayan şey başkaydı. Bu adamın, ayıptır söylemesi, üç beş haftalık ömrü kalmıştı, bu oldukça barizdi. O zaman onu idam etmenin amacı neydi ki?

Adam ayakta zor duruyordu ve kent hapishanesinde insanların nasıl bir muamele gördüklerini herkes çok iyi bilirdi.

İnsanların bazen yemeklerini vermeyi unutuyorlardı, hapishane görevlileri sık sık suçluları sebepli ya da sebepsiz yere neredeyse öldüresiye dövebiliyordu ve daha pek çok şey o taş duvarların ardında gerçekleşiyordu.

Edmund'un merak ettiği şey adamın hapishanede ölmesine izin vermek yerine burada, yüzlerce insanın önünde idam edilmesinij nedeniydi. Bu güç gösterisi kimin içindi? Şehir meydanlarında yapılan giyotinle halka açık idamlar sırf halka şov içindi, evet, ama şimdi onu parçalayacak olan kaplanlar onu kim bilir ne kadar süre sadece oyuncak gibi diri diri etrafta süründürecekti.

Adam çığlıklar atacak, kendi kanıyla boğulacak, ağlayacak, yalvaracak ve dua edecekti ama neden buna şahitlik etmesi gereken bunca insan vardı?

Bu kana susamışlık insan doğasında vardı aslında. Bazı Konsey üyelerine göre, böyle kanlı idamlardan sonra girilen cinsel ilişkilerin hamilelikle sonuçlanma ihtimali daha yüksekti ama tam bir saçmalıktı Edmund'a göre.

Edmund içinde yaşadığı toplumun nasıl bir yer olduğunu biliyordu ama bundan daha farklı bir hayatın mümkün olduğunu bildikçe kalbi sıkışıyordu. Kan ve kemik üstünde kurulan Baldaros on iki krallıktan oluşan büyük bir ülkeydi ve buranın insanlarının içinden kan ve savaş arzusunu çıkarmak imkansızdı.

Zaman ilerler, yüzyıllar değişir, toplum daha modern ve medenî görüşlerin arkasına istediği kadar sığınabilirdi ama bu insanın içindeki hayvanı öldüremezdi. Sonuçta bir av köpeğinin tırnaklarını kesebilir, onu burjuvazinin şu sıralar moda yaptığı komik köpek kıyafetlerine sıkıştırabilir ve masada yemeği öğretebilirdiniz ama o köpek, etrafta bir yerde tavşanın sıcak kanının ve küçük kalbinin nasıl hızlı hızlı atıp hayat dolu bedeninin, nasıl hızlı hızlı etrafta koşturduğunu kulağının ucuyla dahî duyarsa o sıcak kanı her şeye tercih ederdi.

Bu eski bir hikayeydi, insanlığı terk etmeyen kana susamışlık. Düşünürler ve edebiyatçılar arasında sürekli bitmek bilmeyen tartışmalara neden olan o "insanın özü".

Edmund edebiyat fuarlarında veya kendi zamanının felsefecilerinin ve düşünürlerinin yaptığı toplantılara her katıldığında bunun tartışmasını göz ucuyla yakalardı ama daha önce kimsenin bu tartışmaları kazandığını ne görmüş ne de duymuştu.

Oy verme vakti gelmişti.

"O ölmeden önce biz onu öldürdük" diyebilmek... Edmund adaletinin bundan oluştuğunu biliyordu ama yine de elini mürekkebe sürdü ve kaldırdı.

Oyların kaça kaç kaybedip kazandığını duymadı (çünkü açıkçası dinlemiyordu) ama Piddletodd'un "sanık suçludur ve en ağır cezayı, dört Güney Kaplanı tarafından öldürülmeyi hak ediyor" sözünü ve sonra Arz'ın bir el hareketiyle Golderdier'lerin harekete geçip bu sefer Konsey Başkanı Piddletodd'un balkonunun altında bulunan demir bir kapı açmasını gördü.

İçeriden dört tane büyük (neredeyse iki insan boyutunda), kürkü çamur rengi bir kahve ve siyah çizgilerle kaplı dört tane Güney kaplanı, Golderdierler tarafından kışkırtılarak çıkmışlardı.

Edmund hayvanların güzelliğine ve ihtişamına şaşırıp âşık olmak yerine gözlerini sıkı sıkı kapayıp olup bitene en azından görsel olarak maruz kalmamayı tercih etti.

Aaron Ericson'un çığlıkları, kırılan kemik sesleri, yırtılan kıyafet ve et parçalarının sesi, yere aniden fışkırarak dökülen kanın sesi ve kokusu; hepsi bir araya gelip Edmund'un zihninde birbirinden çirkin ve yürek parçalayıcı görüntüler halinde sadece birer hayal olarak da olsa canlanıyorlardı ama bunun gerçeği eğer gözünü açarsa tam karşısında gerçekleşiyordu.

Sonunda Aaron Ericson çırpınmayı kesti ve kaplanlar ziyafetlerini bir güzel çektiler. Bununla duruşma sonuçlanmış oldu. Kimse bir şey demedi veya bir işaret vermedi, sadece Earny Piddletodd ayağa kalktı ve balkonundan ağır ağır inmeye başladı, bu da herkes için gitme izni olarak algılandı.

Rose, Edmund'u dürttü, Edmund gözlerini açtı ama önüne bakmadan hızlı adımlarla duruşma salonundan fırlayıverdi. Rose'a bir şey demeden, ellerinden lanetlenmiş bir damga gibi hala parlayan mürekkebi çıkarmadan, son sürat yüksek basamaklardan, uzun koridorlardan ve büyük holden son sürat çıktı.

Nefes nefeseydi ve hafızasını silmek istiyordu. Burnundan kan kokusunu döverek çıkarmak, ellerinden mürekkebi derisiyle beraber yüzmek, kulakları bir daha bu seslere maruz kalmasın diye sağır olmak istiyordu.

Az önce yaşanmış her şey, bütün bunlar oldukça gerçekti ve dakikalar önce yaşanmıştı, Aaron Ericson ismi artık bir kimseye ait değildi, sadece boş bir sesti, havaya bırakılan anlamsız bir gürültü kirliliğiydi.

Edmund bu düşüncelerle kendisini elbette sakinleştiremedi, mide bulantısını dindiremedi ve ellerindeki hafif titremeyi geçiremedi ama işler böyle yürüyordu işte. Ericson, yaptığının cezasını almıştı ve artık olan olmuştu.

İşte, Edmund'un bir sabahı.

Continue Reading

You'll Also Like

361K 15.2K 38
17 yıl sonra öldü diye bildikleri kızlarını bulan bi aile Önyargılı bi abiler ve Kavgacı bi kızın hikayesi
72.9K 8.3K 13
🏀 Sayın sen, ben Deva. Deva Çetinceviz. Adımdan da anlayacağın üzere ben kolay lokma biri değilim. Evet, babam beni erkek gibi büyüttü ama öyle olma...
528K 28.4K 34
Yaş farkı vardır, dikkate alarak okuyun. Karakterlerime gelen en ufak hakarette engellenirsiniz. Siz: adınız lütfen bayım :) 0535*: Karşılığında bana...
8.4K 1.1K 48
Barlas Aşkın Akyol genç yaşında, kariyerinin zirve dönemlerini kendi ülkesinde ve kendini ait hissettiği takımda geçirmeye karar vermiştir. Gerçek se...