Maskenin Ardında | BxB

By lunarrlynx

3.3K 441 691

Eren, ölülerin ruhlarını görebiliyor. Gerçeklik perdesinin aralanan kumaşlarından ruhuna sızan ürkütücü bir i... More

❛mélodie du début❟
I. Zehirli Öpücük
II. Vals
IV. Kan Işığının Altında
V. Siktir, Lyanna!
VI. Günahkâr Model
VII. Noir
VIII. Oyuncu Sahnede
IX. Aşkım

III. Karanlıktaki Gözler

303 43 38
By lunarrlynx

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
"KARANLIKTAKİ GÖZLER."

bölüm şarkısı:
gabrielle aplin - start of time.

"Ölüm gelecek ışığın ardından ve sessizliğe gömülecek parlayan gözler, bulutlarla boğulacaklar. Feryat edecek kış rüzgarı, kopuşun öyküsünde kederden bir sığınak var. Fırtınaya tutulanlar, ancak orada saklanabilecek."

Lyanna, defterime öylesine yazdığım şeyleri hüzünlü bir sesle okuyordu. Hüznü yapmacıktı, kelimelerin manasını duygulu vurgularla yansıtmaya çalışıyordu.

Bense boy aynamın karşısında aksesuarlarımı takıyordum. Safir broşu siyah gömleğimin bir yakasına iliştirdim, gümüş zinciriniyse öbür yakama doğru gerdirip iğneledim. Aylarca kravat takmaktan yorulduğum için onun yerine zincirli bir aksesuar tercih etmiştim.

Bu akşam, baloya gidecektim.

"Hamile kadınların bebekleri dahi huzursuz olacak rahimlerinde; sadece saf varlıkların hissedebileceği bir dehşet, atını sürüyor. Gözlere kör olanlar, akla apaçık yansıyacak," Lyanna mızmızlanarak havada döndü. "Bu ne be, deli misin nesin? Psikopat manyak, niye böyle şeyler yazıyorsun? Gel de sayfayı çevir, ben yapamıyorum."

Söylediği şeye güldüm. Haksız değildi. "Kıyamet tasviri gibi bir şey işte..." Edebi zevklerim birazcık gotikti, kendi kendime teolojik¹ dokunuşlu metinler karalamaktan hoşlanıyordum.

Çikolatalı parfümümü kulaklarımın arkasına, gerdanıma ve bileklerime sürdükten sonra yatağımda bağdaş kuran Lyanna'ya adımladım, önüne koyduğum defterimin sayfasını çevirdim. Nesnelere temas edemiyordu. Masadır, yataktır, bunlara sadece dokunur gibi yapıyordu. Roldü hepsi... Ölü olmak ne de zordu.

"Ve kutsal haç inecek gökten! Kurtuluşa ancak tövbekâr düşmüşler varabilecek. Ölüm meleklerinin önünde diz çökecek çarmıha gerilenler..." Ufak bir ıslık çaldı. "Vay anasını."

"Türkçe mi konuştun az önce?" Rengi yine gece mavisi olan safir kol düğmelerimi, gömleğime taktım.

"Anlamını tam bilmiyorum, arada söylüyorsun bir şeyler işte. Aklımda kalıyor bazıları." diyerek yatağımdan indi ve odamın bir köşesine tüneyen Vik'e koşturdu.

Fransa'ya dokuz yaşımdayken gelmiştim ve o ana dek, hatta belki de yangından sonrasına dek, doğru düzgün öğrenememiştim Fransızca'yı. Üvey annemin aldırdığı eğitimlerle birlikte on üç yahut on dört yaşlarımda akıcı konuşabilmeye başlamıştım.

Aksanımın ciddi bir kısmından kurtulmuş olsam dahi Fransızca zor bir dildi, burada doğup büyümediğiniz sürece bir Fransız kadar pürüzsüz konuşmak külfetliydi. Bu yüzden ufak tefek kusurlarım varlığını sürdüyordu. Benim kusur olarak gördüğüm şey çoğu kişinin kulaklarına sevimli gelse de, çalışmaya devam ediyordum ve bazı kitapları sesli okuyordum.

"Maskeli balo demek..." diye iç çekerken Lyanna; siyah renkli, köşeleri gümüş işlemeli ve lacivert simleriyle birlikte göz kısımlarında eyeliner etkisi yaratan maskemi elime alıyordum.

"Evet, öyle."

"Çok kıskandım! Çok şanslısın... Eskortluk yapacağın kadın daha da şanslı." Pis pis sırıtarak söylediklerine kısık sesli, içi keyif dolu bir kahkaha attım. "Nasıl oldum?" derken gözlerimin üstüne tuttum maskeyi. Tebessümüm yerini sürdürüyordu. "Fenaşın başşa belasin."

"Yine mi Türkçe?" Gülerek indirdim maskeyi. Doğru düzgün söyleyememişti bile. Her bir sözcük yanlıştı.

"Evet ve bunun anlamını biliyorum! Geçen söyledin ya, unuttun mu? Çay partimdeki görgüsüz bir kıza kek fırlattığımı anlattığımda söylemiştin."

"Kaç gündür kafam pek yerinde değil, kusura bakma." Mırıldanarak konuşurken ceketimi aldım ve odamdan çıktım. Lyanna da kucağındaki Vik'le ardımdan geliyordu.

Kapının eşiğine ulaştığımda, Vik uçarak yanağıma vardı. Sevgi gösterir gibi tenime sürttüğünde yumuşacık tüylerini, işaret parmağımla başını sevdim. "Hoşça kalın ufaklıklar, kötü bir varlık gelirse saklanın yine."

"Tamam anneciğim. Gel de öpeyim." Lyanna'ya eğildiğimde iki yanağımı da hafifçe öptü. "Dikkatli olun." diye son bir uyarıda bulunduktan sonra evden çıktım.

Bu gece sarhoş olacağımı varsayarak taksi çağırdım. Arabamı orada bırakmak zorunda kalmak istemiyordum.

Taksiyi beklerken kendime bir sigara yaktım. Wulfric'in hediyesini daha yeni açmış, içindeki sert aromalı tütünlerin hepsini sarmıştım.

Taksi geldiğinde, sigaram bitmek üzereydi. Kökünü iki parmağımla sertçe sıkıştırıp son bir nefes çektim. İzmaritin közlerini gümüş haç işlemeli tabakamda söndürdükten sonra çöpe fırlattım ve arabaya bindim. Lea'nın attığı konumu taksiciye söyleyip arkama yaslandım. Onunla balonun düzenlendiği yerde buluşacaktık.

Parmaklarımın arasındaki maskeye, şehrin ışıklarından yansıyan hareler düşüyordu.

Bu, ilk maskeli balom olmayacaktı. Lea'ya yalan söylemiştim. Vicdanımın zerre sızlamıyor olmasıysa, Wulfric'in amacına ulaştığını gösteriyordu.

Yalan söylerken, rol yaparken ve can alırken yüreği hiç mi hiç rahatsız olmayan bir oyuncak...

"Ha, ha..." Buruk, alaylı ve duraksamalı bir kıkırdamaydı. Taksici bana dikiz aynasından bir bakış atmış, sonra da tekrardan yola çevirmişti gözlerini.

Hayat, halihazırda bir sahneydi.

Bense, bana ait olan çoğu parçayı yitirmiş bir figürandım. Ana karakterlerden birisi olduğumu söyleyenler olurdu, alayla gülerdim.

Kıçımın ana karakteri.

Benim hikayem ancak bir trajediye, rolümse cennete isyan edip ruhunu yitiren ana kötüye ait olabilirdi. Ötesi mümkün değildi.

Kötüleri öldürüyor olmam, onlardan farksız olduğum hakikatini baltalayamazdı.

İlahi adalet yüzümde bir maskeydi, ardındaysa gazabına kılıf uydurmaktan ve kendini kandırmaktan bıkmış başka bir cani yatıyordu.

Benim gibi adamların sonu, her daim katlettiklerininkine benzerdi.

Çok fazla yaşamazdık.

"Siyah kuğular, beyazlardan daha güzelmiş." diyerek eldivenli elini öptüm Lea'nın. Simsiyah elbisesinin zemini süpüren etekleri tüylerle kaplıydı ve her bir yanı beyaz mücevherlerle süslenmişti. Saten kumaş; bel ve kalça kısmında daralan, dizlerden aşağıya doğruysa genişleyen bir kesime sahipti.

Zannedersem denizkızı modeli deniyordu bu elbiseye. Wulfric, kadınları cezbedebilmek için modayı da takip etmem gerektiğini söylerdi.

"Dünkü görgüsüzlüğünü affediyorum." derken kıkırdadı. Sınıftan ayrılırken iltifatını karşılıksız bırakmış olmama dem vurmuştu. "İçeri geçelim mi?" diye sorarken ben, maskelerimizi takıyorduk.

"Geçelim."

Malikanenin kudretli, birkaç metrelik demir kapıları halihazırda açıktı zira davetliler gelmeye devam ediyorlardı.

Lea koluma girdiğinde, dekoltesinden fırlayacak gibi görünen göğsünü bana bastırdı. Dudağımın bir kenarı hafifçe kıvrılırken göz ucuyla ona baktım. Beni büyülenmiş gibi izleyen cilveli gözleri ve sık sık çırptığı kirpikleriyle sevimli bir portre çiziyordu.

"Bir şey söylemek istiyor gibisin." dediğimde yürümeye başladık.

Gözlerimi ondan ayırdım ve büyük bir arazinin ortasında yükselen gösterişli yapıya baktım. Dış yüzeyi, beyaz mermerden yapılmıştı ve ay ışığının nazik parlaklığıyla yıkanıyordu.

Malikanenin önünde uzanan dev bahçeye giriş yaptığımızda, koca alanda sadece iki tip çiçek olduğunu gördüm. Beyaz lilyumlar ve mor lavinialar...

Serin rüzgar, yeniden doğuşun ve ölümün sembollerini ahenkle dans ettirdi.

Beyaz lilyum dirilmekse mor lavinia da gözlerini sonsuzluğa kapatmak demekti.

Zengin hayırseverin hoş zevki...

Konuklarından birisinin Oniks'in Lavinia'sı olacağını bilmiyordur, değil mi?

Bu bahçe, güzel bir tesadüften ibaret olmalıydı sadece.

"Gecenin sonunda baş başa birkaç kadeh yuvarlamak isterim," Kısa bir süreliğine sükunetlere bürünen Lea'nın varlığını, o konuşana dek unutmuştum. Gözlerimi bahçenin merkezinde yer alan devasa çeşmeden zar zor ayırarak baktım ona. "Yani... Benim evimde." Maskesinin tamamiyle gizlemekte yetersiz kaldığı yanakları, kıpkırmızıydı. Böyle teklifler yapmaya alışık değildi sanırım. Utangaç ve masum bir tarafı olması hoşuma gitmişti.

Söylediği şeyin açıklamasıysa, benimle sevişmek istediğiydi. "Emin misin, iyi bir içiciyimdir." Yumuşak seksten hoşlanmadığımı, yatak huylarımın sert olduğunu belirtiyordum.

"Ben de iyi bir içiciyimdir..." diyerek başını öteki tarafa çevirdiğinde, hicaptan kulaklarının dahi kızardığını gördüm. Ben onun bu haline kıkırdarken; bahçedeki çeşmeden akan suyun melodik sesini duymaz olmuştuk, malikanenin ana girişine varmıştık.

Beyaz altın işlemeli ve gül oymalı büyük kapılar, malikanenin dış cephesindeki kapılar gibi ardına dek açıktı. Lea davetiyesini görevliye uzattıktan ve ismi teyit edildikten sonra içeriye girdik.

Göz kamaştırıcı fresklerle süslü tavana ve tavanın ortasından sarkan kristal avizeye büyülenmiş gibi baktım. Rönesansı yansıtan bu resimler...

İçimdeki sanatçı, coşkun bir şevkle dolup taşıyordu. "Salona da bak biraz." diye gülerek konuştuğunda Lea, gözlerimi tavandan isteksizce çektim. Değerli taşlarla süslenen duvarlar, zarif tablolar, yemekler için kurulmuş masalar, en güzel kıyafetlerini özenerek giymiş insanlar ve birkaç iyi huylu ruh...

Lüksün ve zarafetin fışkırdığı bu yeri tanımlamak için tek bir kelime yeterdi: müsriflik.

Kendimi buraya ait hissetmiyordum. Onların düşük diye tabir ettiği bir soydan geliyordum ben. Ailemle beraber yaşadığım mütevazı hayatın zihnimdeki izleri hâlâ daha sürüyordu ki, tek katlı ve çok da büyük olmayan bir evde yaşıyordum bolca param olmasına rağmen.

"Önce ev sahibini selamlayalım," Lea'yı başımla onayladığımda, koluma girme şeklini daha usturuplu bir hale getirdi. "Şu tarafta olmalılar." derken işaret parmağıyla gösterdiği noktaya baktım. Yoğun bir kalabalık vardı orada; öyle ki, ilginin merkezindeki önemli şahsiyeti göremiyordunuz.

Meşhur hayırseverle tanışacak olmak, içimde zerre heyecan yaratmamıştı. İlgilendiğim tek şey kolumdaki kadındı.

Usul adımlarımız, kalabalığın en gerisinde kaldığımızda noktalandı. "Şimdi ne olacak?" diye sormama kalmadan, insan sürüsü bir anda dağıldı. Sonra da hayatımda işittiğim en derin, en güçlü ses doldurdu kulaklarımı. "Lea, gelmişsin." Çok bariz bir bas tonuydu bu. Bariton notalardan dahi ziyadesiyle uzaktı.

Berrak sular kadar dingin ve sakin bir melodi...

İçine dalmak isteyeceğiniz sonsuz bir deniz...

Sebebini anlayamadığım bir heyecan, midemden göğsüme doğru mutlulukla tırmandı. Zavallı yüreğim birkaç saniye öncesine dek bir ejderhayken, ufak bir serçeye dönüşüvermişti. Neşe dolu ötüşleri ve çırptığı kanatları, göğüs kafesime vuruyordu.

Neden böyle olmuştum?

Aniden -muhtemelen onun talimatıyla- dağılan kalabalığın arasından sıyrılan kişiyi dikkatle inceledim. Arsız gözlerim herhangi bir çekince duymaksızın karamelden daha koyu olan esmer teninde, siyah maskesinin gölgesiyle kamçılanan karanlık kirpiklerinde, kirpiklerinin eğildiği zeytin gözlerinde ve geriye doğru taradığı simsiyah saçlarında gezindi.

Önümüzde durduğunda, boyumun omuzlarına geldiğini fark ettim. Ceketini giymiyordu. Bembeyaz gömleğini yırtmak, kumaşlardan kurtulup kendilerini sergilemek ister gibi görünen kaslarına takıldım.

Sakin ol, kalbim. Hayran olmanın sırası değil.

Çaresiz telkinim, karanlıklara boğulmuş gözlerini benimkilerle buluşturduğu an parçalandı.

O bir insan mıydı? Bir insanın siyah gözleri olabilir miydi? Siyah zannettiğiniz gözler sadece kahverenginin çok koyu bir tonu olurdu lakin bu adamınkiler, zifiriydi.

Gecenin sarıldığı gözler...

"Nefes kesici bir akşam, Aiden." dediğinde Lea, adamın bakışları benimkilerden ayrılmamıştı.

Göz bebekleri, güneşin tamamen terk ettiği gökyüzünü taşıyordu. Kristal avizeden oralara yansıyan beyaz hareler, kayan yıldızlar düşürüyordu karanlık semaya.

Bakışlarında gizlenen duygular öyle karman çormandı ki, benim yüreğimi de aynı şekilde düğümlüyormuş gibi hissettiriyordu.

Bir hikayesi vardı, sessiz bir şiir belki de, onu gözlerine gizlemişti.

"Ah, bu kişi ENSBA'da tanıştığım kavalyem." Lea, ikimizin suskun bakışmasını böldüğünde gözlerimi ona çevirdim. Sarsılan kalbimi bir kenara iterek odağımı eşlik ettiğim kadına kilitledim ve içimdeki Oyuncu'yu ortaya çıkarttım.

Bugün bile kendim olamayacaktım anlaşılan. İsminin Aiden olduğunu öğrendiğim adam, kurtların arasına karışmış bir kuzu gibi hissetmeme sebebiyet vermişti.

Her bir zerrem, güvende olmadığımı haykırıyordu.

"İsmin nedir, küçük?"

Küçük... Kaç yaşındaydı acaba da, böyle demişti bana? Maskesinin izin verdiği kadarıyla edindiğim tahmin, otuzlarının ortalarında olduğuydu. En azından on yaşlık fark vardı aramızda.

"Eren." Oyuncu, iş başındaydı. Kendi halimde olsam sesimin fısıltıdan farksız, sessiz bir yakarışı andıracağını biliyordum.

"Eren, demek," Yabancılar arasında ismimi tek seferde doğru telaffuz edebilen ilk kişi, sanırım bu adamdı. "Bu kadar küçük kişilerle takılmamalısın, Lea." derken Lea'ya dönmüştü bakışları.

İtiraf etmeliyim, küçük olduğumu söyleyip durması sinirlerimle oynamıştı. Birisinin boynunu hiç zorlanmadan kırabilecek kuvvette bir cüssem vardı. Sekiz senedir kimsenin beni küçümsemesine izin vermemiştim lakin bu adam...

Hah.

Sabır.

İçimdeki coşkulu dalgaların yerini öfkeli bulutlar aldığında, buzlar çöktü gözlerime.

Sadece abartmıştım.

Öylesine bir herifti.

"Eren'in benden çok daha olgun olduğunu düşünüyorum. Kısa süredir arkadaşız ama anlayabildim, yaşının çok ilerisinde bir insan." Bana gülümseyerek bakan Lea'ya karşılık verdim. Ne kadar da sevimliydi! Aiden'ın aksine...

Sahi, ismi İngiliz ismiydi lakin Fransızca'sı pürüzsüzdü. Neden böyleydi acaba?

İçimdeki ufak merakın kırıntılarının üzerine aniden basan şey, Aiden'ın gözlerime bıçak saplamak ister gibi diktiği soğuk bakışlarıydı.

Ne oluyordu buna?

Yoksa Lea'dan mı hoşlanıyordu?

Hiç de kusura bakmamalıydı, ben tuttuğunu kopartan bir adamdım.

"Lea... Ev sahibinin işleri vardır. Daha bir sürü insanı karşılaması gerek, değil mi?" derken içlerine sahipleniciliği kondurduğum kısık gözlerimle Aiden'a baktım. İsmini kullanmaya tenezzül dahi etmemiş olmam sinirini bozmuş olmalı, kalın kaşlarını çatmıştı.

"Haklısın. Çok meşgul etmeyelim onu. Hadi, gidelim. Dans başlayacak birazdan." Aiden'a tek bir bakış dahi atmadan içki servisi yapılan yere yöneldim.

Omuzlarımı delip geçen ölümcül bakışları hissedebiliyordum, kana susamışlığını gizlemekten hiç çekinmiyordu.

Lea'ya karşın duyumsadıkları basit bir hoşlantı değil de, aşktı sanırım.

Yoksa neden bana, beni öldürmek ister gibi baksındı ki?

Aklımdaki soruyu çekincesiz dillendirdim. "Aiden denen bu adam... Kim?"

"Ah, Aiden Cross... İngiliz bir aristokrat. Otuz beş yaşında ve Cross Dukalığı'nın varisi. İngiltere'nin güneyinde elli üç bin hektarlık arazisi olduğunu duydum. Fransa'da bir senedir bulunuyor ve şu ünlü Cross Hotels grubunun da sahibi. Ben de onun hissedarlarından birisiyim. Bu yüzden yakın sayılırız."

Lyanna ne demişti?

Vay anasını.

Benden on bir yaş büyük olan bu adamın ellerinin altında, dünyalar saklıydı. İçinde bulunduğumuz malikane, İngiltere'deki yerleşkesinin yanında ufak bir toz tanesini andırıyor olmalıydı.

Elli üç bin hektar...

Beş yüz otuz milyon metrekarelik arazi...

Hiçbir şey söylemedim. Çünkü diyecek lafım yoktu. Okyanustaki minicik bir su damlası gibi hissediyordum kendimi.

Garsona ufak bir el işareti yaptım, hemen yanımıza geldi. "İki tane Dört Atlı hazırla." dediğimde, kolumu cimcikledi Lea. Bakışlarım anında ona eğildi. "O çok ağır olmaz mı?" dedi.

"İyi bir içiciydin hani?" derken arsızca sırıttım. Utangaç bakışlarını kaçırdı. "Onu demek istemediğimi biliyorsun..."

Sevimliliğine kıkırdarken tekrardan garsona döndüm. "Bir Dört Atlı, bir kadeh de ahududu likörü." diye siparişimi düzelttiğimde içkilerimizi hazırlamaya başladı.

"Benim adıma karar vermen hoşuma gitti." derken o, duvarın dibine yürüdük. Birkaç ruh bizim gelişimizle beraber fısır fısır dedikodu yapmaya başlamıştı lakin onları görmezden geldim ve "Neden?" diye sordum.

"Genelde konumumdan ötürü ayaklarıma kapanıyor erkekler. Sense..." Gerisini getirmemişti lakin gerek de yoktu. Ölçülü ve baskın tutumumun hoşuna gittiği açıktı.

Garson içkilerimizi gümüş bir tepside sunduğunda, ikimizin kadehlerini de ben aldım. Lea'ya içkisini uzatırken, kendiminkinden bir yudum aldım. "Mmh, altın tekilayı biraz fazla koymuş. Bu hali daha güzel sanırım. Zevkli bir hizmetli..." Dudaklarımın üzerindeki likörü yaladığımda, Lea'nın gözleri oraya kaydı.

Lowball bardaktaki içkimi yavaşça döndürürken gülümsedim ona. Dudaklarımın kenarlarına arzu ve memnuniyet çökmüştü. Lea'nın bugün açık bıraktığı saçları, omuzlarından aşağıya dek su dalgaları gibi dökülüyordu. Göğüs dekoltesini süsleyen birkaç tutamı parmağıma dolayıp kulağının arkasına sıkıştırdığımda, nefesini tuttuğunu fark ettim.

O, benden çok hoşlanıyordu.

Ve ben, onun benden hoşlanmasından hoşlanıyordum.

"Bugün, apayrı bir yakışıklısın," dediğinde havalandı kaşlarım. Parmaklarımın yeni rotasıysa, kaşlarını örten kâkülleriydi. "Aksesuarların olsun, takım elbisen olsun, parfümün olsun..."

Tam konuşacaktım ki, dansın başlayacağını haber veren zil çaldı. Bakışlarım, salonun ortasına çiftler halinde yerleşen kalabalığa döndü. "Matmazel Lea," derken, tekrardan ona baktım ve elimi uzattım. İlk defa saygı ifadesi kullanıyordum Lea'ya karşı. "Bana bu dansı lütfeder misiniz?"

Kıkır kıkır gülerken avucumun üstüne elini yerleştirdi. "Memnuniyetle, Mösyö Martin."

Bir adım atmıştık ki, Aiden'ın sesini duyduk. "Lea."

Kaşlarım hızla çatıldı. Dudaklarımda beliren tiksintiyle ona baktım. Partnerim iki metreden daha uzun olan hayvan gibi heriflerden hoşlanmıyor olmalıydı ki; onun değil, benim yanımdaydı. Bu iğrenç yapışkanlığının sebebi neydi? Asil kandan gelmesi, başkalarının ilişkisine karışma cüretinde bulunabileceği manasına gelmiyordu.

"Kaçın, kaçın. O geliyor!" diye panikle koşturan ruhları işitsem de onlara bakmadım. Neden Aiden'dan kaçıyorlardı ki?

Düşünmek için vaktim yoktu. Ruhların o sanki bir öcüymüş gibi korktukları adam, buraya geliyordu.

Aiden yavaş adımlarla yanımıza ulaştığında, elindeki viski bardağını tekte bitirdi. Dudaklarındaki içi lezzet dolu ıslaklığı kıpkırmızı diliyle yaladığında, bakışlarım kısa bir süreliğine oralarla buluştu. "Bir sorun mu var, Aiden..?" Lea'nın tereddüt dolu sesiyle kendime gelmiştim.

Aiden, Lea'nın önüne kısa bir adım atarken bana hiç bakmamıştı.

İçten içe beni küçümsüyor olmalıydı ki, resmen görmezden gelinmiştim.

Sebepsizce sızladı kalbim.

"Bize izin ver, Lea. Küçükle ben dans etmek istiyorum." dediğinde dondum kaldım.

Ne..?

Neden..?

teoloji¹: Tanrıbilim. Tanrı, yaratılış, cennet, cehennem, din ve ibadet gibi konuları inceleyen bilim dalı.

Continue Reading

You'll Also Like

50.5K 2K 21
UYARI: Kitap içerisinde nude gönderme gibi olaylar var, etik kurallarınıza uymuyorsa okumanızı tavsiye etmem. Şahsıma edilen en ufak hakarette engell...
2M 99.3K 43
Abisinin arkadaşına yaptığı sosyal medya akımından sonra hayatı değişeceğini kim bile bilirdi ki? ○●□■ Siz : Seni bir arkadaş bir dos...
1.3M 54K 46
~TAMAMLANDI~ 0545* Sizi "MAFYA" adlı gruba ekledi #Romantizm kategorisinde 1.Sıra✨ #3Ay kategorisinde 1.Sıra✨ #Siyah kategorisinde 1.Sıra✨ #Esir kate...
362K 32.2K 29
Seha Bey bir ayağını öne atıp ona dengesini vererek şöyle bir durdu. Leyla'yı kısacık üstün körü süzdü. Rahatsız eden bir bakış değildi ama olmasa da...