Matruşka'nın Kalbi

By kedilimedi

362K 20.6K 14.3K

Bir katilin pençeleri arasındayım ve o bir canavar. Cehennemin en dip köşelerinden yükselen vahşi bir iblis... More

1-) "Esir."
2-) "Çaresiz."
3-) "Deli"
4-) "Alışılmadık."
5-) "Yeni Ev."
6-) "Temas."
7-) "İhanet."
8-) "Sahip."
9-) Kabus
10-) "Aşk Nedir?"
11-) ''Ölme Hakkı.''
12-) "Elbise."
13-) ''Kimsesiz.''
14-) "Leopar."
15-) ''Doğum Günü Kızı.''
16-) "Kuytu."
17-) ''Geçmişten Biri.''
18-) "Yeni Arkadaş."
19-) "Çapraz Ateş."
20-) "Güzel Ördek Yavrusu."
21-) "Hata."
22-) "Sır."
23-) "Davetsiz Misafir."
24-) "Parti."
25-) "Uyarı."
26-) "Hırsız."
27-) ''Öpücük.''
28-) "Cennet ve Cehennem."
29-) ''Geçmiş ve Gelecek.''
30-) ''Parazitler.''
31-) "Çirkin."
32-) "Kaçış Yok."
33-) ''Ben ve Şeytanım.''
34-) ''Ceza.''
35-) ''Aramızdan Biri.''
36-) "Güven.''
37-) ''Namağlup.''
38-) ''Kukla.'' +18
39-) "Canavarın İni."
40-) "Zamana Karşı."
41-) "Terk Edilmiş Yabancı."
42-) "İki Canavar."
43-) "Krallığı Devirmek."
44-) "Yuva."
45-) "Yabancı." +18
46-) "Tehlikenin Ucunda."
47-) ''Zindan.''
48-) "Ölü ve Güzel."
49-) ''İlk Kan.''
50-) ''İntikam Alevi."
51-) ''Sona Yakın, Size Uzak.'' +18
52-) "İhanet ve Bedeli."
53-) ''Sanya.'' +18
54-) ''Yıkım.'' +18
55-) ''Anılar ve Acılar."
56-) "Karanlığın İçinden" +18
58-) ''Cehennem Azabı.''
59-) "Pişman."
60-) "Kriz."
61-) "Kor Alevler."
Final

57-) "Ölüm Meleği."

2.4K 151 348
By kedilimedi

...

Beğenerek destek verebilirsiniz :)

Bölüm Elli Yedi

"Ölüm Meleği."

🎶 Bölüm Şarkısı: One Day The Only Butterflies Left - Bring Me The Horizon

Ш

Anastasia

Bana ne diye hesap sormaya gelmiş?

Diğerleri onu benimle, yaşananlarla ilgili doldurmuş belli ki ve onun buraya gelmesine izin vermişler. Bana zarar vermesine, beni öfkesinin, acısının kurbanı yapmasına göz yummuşlar ama beni hafife aldılar. Yaren'in telefonu bende, avuçlarımın arasında ve belki ki onuncu defa çalıyor; bir Batu arıyor bir Gökhan. Son olarak yine Gökhan'ın adı çıkıyor ekranda, artık saymıyorum bile bunun kaçıncı olduğunu ama kapatmaktansa karanlığın içinde patlayarak etrafı kısmen de olsa aydınlatan ekranı izlemeyi tercih ediyorum.

Neden arıyorsun?

Neden Yaren'in şu an burada, yanımda olmadığını mı sorguluyorsun yoksa? Bir şeyler ters gitti ama ne olduğunu bilmiyorsun çünkü Yaren telefonlarını açmıyor, öyle mi? Bu kız neden hâlâ bize ulaşabiliyor, neden hâlâ ortalıkta dolaşıyor ve sapasağlam, diye düşünüyorsun aslında, değil mi?

Güneş çoktan batmış, etraf karanlığa gömülmüştü; evin bahçesindeki küçük dekoratif led lambalar açıktı ama bunun dışında etrafta başka hiçbir ışık kaynağı yoktu. Yalnızdım, Aleksandr etraftaki adamları bahçedeki kulübeye kilitledikten sonra Yaren'i de alıp buradan götürmüştü yaklaşık 1 saat kadar önce. Basit yüzeysel bir temizlik yapmıştım yerdeki kan birikintilerinden kurtulabilmek için, Gökhan'ın bir şeylerin ters gittiğini düşünmesine izin veremezdim. Onunla veyahut artık yanında kimi getirecekse onlarla konuşmak ve ne yapacağıma karar vermek istiyordum. Daha doğrusu kararımı vermiştim de emin olmak istiyordum.

Ve sonunda geldi.

1 saatten uzun sürdü ta buraya, dağın başına kadar gelmesi ama arabasını ön tarafa yaklaştırıp park ederken fark ettiğim üzere ondan rica ettiğim gibi yalnızdı. Açıkçası diğerlerine söyleyerek onlarla birliği yapacağını ve resmen beni basacaklarını düşünmüştüm, Yekta'nın bile adamlarla geleceğine inanmıştım ama Gökhan garip bir şekilde sözümü dinlemiş ve tek başına gelmişti.

Ne diye tek geldi şimdi?

Gerçekten neden güvenmediği bir kızın ayaklarına kadar gelsin? Uzay'ın ölümüne sebep olan kişinin, aramızdaki hainin ben olduğumu artık öğrendiğini düşünürsek, nasıl öylece yanıma tek başına gelebilirdi? Canına mı susamıştı bu adam yoksa aklında başka planlar mı vardı? Beni kandırmaya, farklı bir oyuna mı getirmeye çalışacaktı? Ya da Yaren'den haber alamadığı için onu çoktan ele geçirdiğimizi anlayıp farklı bir strateji izlemeye mi başlamıştı? Ne de olsa beni kızdıramaz ve hatta beni rehin alıp Yaren ile takas da yapamazdı; Aleksandr, diğerlerinin bana zarar vermesine Yekta'nın göz yummayacağını bildiğinden Yaren'i gözünü bile kırpmadan öldürürdü.

Ben böyle cevapsız sorularla boğuşurken Gökhan'ın arabasının farları gözümü aldığından ötürü onun çoktan arabadan indiğini göremedim bir anlığına ama birkaç adım sonra farın etki alanında çıkmış ve dolaşarak eve doğru koşar adımlarla yanaşmıştı. Başından beri tek gelmesine ihtimal vermediğimden kendimi kesin bir kaosa hazırladığım için bu hamlesiyle afallamıştım doğrusu, aklında ne olduğunu bilmediğimden bir türlü odaklanamadım şu ana ve ne yapmam gerektiğine.

Evin dış kapısı açıldı ve Gökhan'ın heybetli vücudu göründü. Dışarıdan gelen ışığın aydınlattığı kadarıyla seçilebiliyordu içerisi, Gökhan da bir anlığına beni göremeyip, ''Dolunay?'' diye seslendi ama içeriye girince benim cevap vermeme gerek kalmadan beni gördü, büyük birkaç adımda yanıma varıp hiç beklemediğim bir hareketle kollarını etrafıma doladı.

Donakaldım birden.

Vücudumu sımsıkı sararken ve beni göğsüne doğru bastırırken aklımı karıştırmaktan başka bir şey yapmıyordu. Nasıl bir taktikti bu? Adı her neyse artık, işe yarıyor olmalıydı ki beni hazırlıksız yakalamış, şaşırtmıştı. Yine de o bana sarılırken taviz vermedim ve kollarım iki yanımda öylece hareketsiz bir şekilde sarkarken onun, ''Sen iyi misin?'' sorusuna da, ''Evet,'' diye cevap verdim sakin bir şekilde. Basit bir ilginin ayağımı yerden kesmesine izin vermeyecektim elbette, şefkate olan eksikliğimden yararlanmaya çalışıyordu muhtemelen.

Kollarını benden ayırdıktan sonra omuzlarımdan tuttu beni, yüz yüzeydik, pencereden yansıyan ışığın aydınlattığı kadarıyla yoğun, çökük ve çokça da endişeli bir ifade seçebiliyordum onda. ''Neler olduğunu anlatacak mısın?'' dediğinde kendimi çok rahatsız hissettim onun karşısında. Nasıl bu kadar iyi aptal rolü oynayabildiği hem aklımı karıştırmış hem de midemi bulandırmıştı.

Ben bir cevap vermeden öylece yüzüne baktığımda kaşları çatıldı, ''Kötü bir şey mi oldu?'' diye sordu. ''Kavga mı ettiniz? Yekta'yı aradım ama ulaşamad-''

Gözlerimi devirmekten kendimi alıkoyamadım ve omuzlarımdaki ellerinden kurtulabilmek için birkaç adım geriledim. ''Sana Yekta'yı aramamanı söylemiştim,'' diye mırıldandım bozulduğumu belli edecek bir şekilde ve bu onu daha da meraklandırdı. ''Dolunay,'' derken aramızdaki mesafeyi kapatmak adına yaklaştı ama aynı şekilde geri adımladığımda kaşları şaşırmış bir imayla havalandı. ''Neler oluyor?'' Kafası çok karışmış gibi görünüyordu.

Ona bakarken, ne kadar inandırıcı rol kestiğine şahit olurken düşünebildiğim tek şey bunu ne kadar uzun süredir yaptığıydı. Ama neden gizliyor anlamıyorum. Beni tek başına halledebilecek kadar güçlüyken, ne diye gerçek hislerini saklıyor ve böyle roller kesiyor anlamıyorum. Kıyamıyor musun yoksa? Yaşanan her şeyden sonra ne olursa olsun işimi bitiren kişi olmak istemiyor musun Gökhan, söylesene, amacın ne?

Rolünü bozmamakta direttiği için ben de uydum ona, dertli, derin bir nefesle göğsümü şişirip, ''Evet, kavga ettik,'' dedim.

Gökhan daha da çok şaşırmış gibi göründü, etrafına bakındı ve en sonda da çiselemeye başlayan dışarıya pencereden göz attı. ''Yekta... Seni burada yalnız mı bıraktı?'' derken sesi neredeyse bana inanmadığını ima ediyor gibiydi. ''Kamber'in adamlarının gözetlediği bir evde güvende olduğunu söylemişti ama dışarıda adam falan yoktu.''

Dışarıdalar ama hayatta olduklarını söyleyemem. Aleksandr onları odunluğa üst üste bir paçavra gibi yığdı ve öylece bırakıp gitti.

"Neden seni burada yalnız bıraktı Dolunay?" diye sorduğunda kaşlarımı çattım istemsizce.

Ne amaçlıyor? Ne kadarını biliyor? Yekta ile iletişim halinde olsaydı Yekta asla buraya gelmesine izin vermezdi, değil mi? İkisinin de elimizde rehin olduğunu düşünüyor olabilir miydi? Yekta'ya da ulaşamadığını söylemişti. Beni mi deniyor?

Cevap vermeyip düşünmeyi ve kıstığım gözlerle Gökhan'ı izleyip ipuçları yakalamayı dikkatle sürdürdüğümde bana doğru döndü tekrardan. Pencerenin kenarında durduğundan ve tek ışık kaynağı da dışarıdan geldiğinden gölgede kalıyordu bana dönük tarafı, yüzünü bile doğru düzgün seçemiyordum. ''Dolunay?'' diye sordu tekrardan, ''Yekta'nın neden burada olmadığını ve neden seni yalnız başına bıraktığını söyleyecek misin artık? Bilmediğim bir şeyler mi dönüyor?''

Bunu uzatabilir, neler bilip bilmediğini tahmin yürüterekten onun kafasını karıştırabilir, almak istediğim bazı cevapları soruları çarpıtarak alabilirdim ama o an sadece onu kışkırtarak ifşa etmek istedim. Artık benimle tamamen dürüst bir şekilde konuşsun, gerçek rengini göstersin istedim ve arkamı dönüp koltuğa doğru yürüdüm. Hiçbir şey olmamış gibi oturdum. Kafamı kaldırıp ötede, hâlâ pencerenin kenarında dikilmekte olan geniş omuzların sahibine baktım.

''Yaren,'' dedim, sesimdeki soğukluğu, mesafeyi gizleme gereği görmedim bu sefer. ''Buraya geldi. Birkaç saat önce.''

İfadesini karanlıktan ötürü göremesem de şaşkınlığı sesine yansımıştı. ''Buraya mı geldi? Ne diye buraya gelsin ki?''

Kaşlarımı çatıp avuçlarım arasındaki küçük bıçağı sıkıca, neredeyse parmaklarım kesilinceye kadar sıktım. ''Bilmiyor musun gerçekten de?'' derken aslında bu bir meydan okumaydı. Tepkisini ölçüyor, herhangi bir terslikte atılmaya hazır bir yırtıcı gibi tetikte bekliyordum.

Ama o gerçekten de, bana rağmen, paranoyaklığıma ve her bir lafın altında kötü ima arama çabalarıma rağmen benim radarıma takılmayacak kadar her şeyden habersiz göründü. ''Hayır, Dolunay,'' diye itiraz etti hemen, ''Nereden bilebilirim?''

Koca bedeni kutsal bir karakter gibi duruyor karşıda, pencere arkasında bir çerçeve olmuş gibi, beyaz ışıklar süzmeler halinde çarpıp gölgesini düşürüyor aramızdaki boşluğa. Onu böyle izlerken başım yavaşça omzuma doğru düştü ben fark etmeden, bir farklılık aradı gözlerim, koz olarak kullanabileceğim bir şeyler, birazdan olacaklar için bir bahane ama yok. Tertemiz.

O da benim içimde geçen vahşetten bihaber, birkaç adımda ayrıldı pencerenin önünden ve bana doğru yaklaştı. ''Kaç gündür herkes bir garip zaten, ne olup bitiyor anlamıyorum,'' diye söylenmeye başladı üstüne. ''Kimseye adamakıllı ulaşamıyorum, bir tek Batu ve ben kaldık gibi. Yekta hep bir yerlerde bir işle uğraşıyor. Bu süreçte bizi sürekli geçiştirip durdu, sanki bizden bir şeyler saklamaya, bizi bir işe bulaştırmamaya çalışıyor gibiydi. Sen zaten yoksun etrafta, Aleksandr yakalandığı halde geride adamları olduğu için seni bırakamayacağını, hâlâ güvende olmadığından seni güvenli bir yere götürdüğünü söyledi. Tehlikeli olabileceği için seni aramamıza dahi izin vermedi. O öyle deyince biz de mecbur ona uyduk.''

Kaşlarım mümkünmüş gibi daha da çatılırken Gökhan'ın her adımına karşı avuçlarım arasındaki bıçağı sıkışım güçlendi. ''Ne iş çeviriyorlarsa artık benden kesinlikle bir şeyler gizliyorlar. Zaten şu doktor meselesi de iyice gerdi beni-''

Hemen, ''Ne doktoru?'' diye kestim lafını.

Acele etmeden koltukta yanıma oturdu ve artık aramıza karanlık da girmediğinden görebileceğim üzere, mimikleri kafa karışıklığını vurgulayacak dramatik bir biçim aldı.
''Senin doktorunla işte,'' dedi. ''Sana bir şey olduğunu sanıp endişelendim ben de ama Yekta bir şeyinin olmadığını söyleyip geçiştirdi. Batu desen zaten ağzını bıçak açmıyor pezevengin.''

Burnumdan derin bir soluk alırken avuçlarım arasındaki bıçağı tekrardan sıkmaya başlayarak tutmaya çalıştım kendimi. ''Hangi. Doktor?'' diye, üstüne basa basa sordum. ''Hangisiyle konuştular, Gökhan?''

Hissediyorum, gittikçe kendimi kaybetmeye başladığımı, sabit şekilde olduğum yerde oturmanın bile zorlaşmaya başladığını hissedebiliyorum ama tutuyorum kendimi. Cevabını bekledim sabırsız bir şekilde.

Gökhan da düşünüyordu, ''Bilmiyorum ki!'' dedi sıkıntıyla. ''Doktorlarını tanımıyorum ben senin. Sadece simadan tanıdım. Hani şu siyah saçlı eleman. Keli başlıyor diye dalga geçmiştik, o işte!''

Bıçak parmaklarımı kesmeye başladı.

Terapistim.

Terapistimden bahsediyor.

Dişlerimi birbirine bastırmaktan çenemin kırılmaya başlayabileceğini düşündüğüm noktadaydım artık. Bu kadar kasılmışken konuşmakta zorlandığımdan resmen tıslarcasına çıktı kelimeler ağzımdan: ''Ne hakkında konuşuyorlardı?''

Omuzlarını silkti saf bir hareketle. ''Bilmem, sorduğumda söylemediler ama evrak hazırlamaktan bahsediyorlardı. Rapor gibi bir şey olduğunu düşündüm ben de. Hani ilaçların için hep alıyorduk ya?"

Avuçlarımın arasında gittikçe artan o kan birikintisi içimdeki kanamanın yanında bir hiçti. Parmaklarımdaki kesiklerle karşılaştırıldığında yüreğime yediğim darbe dehşetti.

Gökhan, Batu ve Yekta'nın aksine duygusal biri olduğundan ondan gizliyor, söylemiyorlardı çünkü karşı geleceğini ve hatta engel olacağını biliyorlardı. Bu yüzden hiçbir şeyden haberi yoktu Gökhan'ın, onu bu işin dışında tutmuş olmalıydılar ve saf aklı da anlamaya yetmiyordu bunu.

Beni akıl hastanesine yatırmak için evraklar hazırlatıyorlardı.

İzin almakta zorluk çektikleri için bütün bunlar bu kadar uzadı. Bu yüzden Yekta beni görünürde hiçbir sebep olmaksızın bekletti. Beni akıl hastanesine yatırdığında Aleksandr ile kardeşinin katillerinin takası için anlaşamayacağına göre, Aleksandr'ı da direkt öldürmeyi hedefliyordu bunca zaman. Başından beri bir orta yol düşünmüyordu, ikimizi de acımasız sona teslim etmeden önce bir kafes hayvanı gibi bekletiyordu öylece.

Beni öldürmek istemesini tercih ederim.

Hayatımı nasıl dört duvar arasındaki bir cehennemde geçirdiğimi, evde dahi durmaya dayanamayacak kadar kapalı yerlerden nefret ettiğimi bildiği halde, beni tıpkı bir deli gibi akıl hastanesine kapatmayı planlıyor! Benden bu kadar nefret ediyor, bu kadar kurtulmak istiyor benden. Beni iyileştireceğini söylediği zaman aslında yedi yirmi dört ilaçlarla uyutulup aptal bir kafes hayvanına çevirecekleri yere beni kapatmaktan bahsediyordu!

''Ne oldu?'' Gökhan'ın sorgulayıcı sesini duyduğumda dalıp gittiğim iç dünyamdan silkinip ayrıldım hemen. ''Kötü bir şey yok değil mi?''

''Hayır,'' dedim hemen, neyse ki karanlıktan ötürü gözlerimin dolduğunu seçemiyordu. ''İlaçlarımla ilgili rapor almışlardır,'' dedim, ''geçen bitmişti de.''

''İyi bari,'' diye mırıldandı fakat sonra aklına yeniden gelen meseleyle kaşları havalandı. ''Ee, Yaren ne diye gelmiş buraya? O kadar aradım ama ulaşamadım ona da.''

Burnumu çekip artık parmaklarımı, keskin tarafını avucum içinde sıkmaktan kesen bıçağı katlayıp Gökhan'a çaktırmadan arka cebime tıkıştırdım. ''Yekta ile konuşmaya işte,'' diye geçiştirdim. ''Sonra beraber gittiler. Daha da görmedim onları.''

Plan değişti.

Elimdeki kozların hepsini açık açık ortaya sermeyi hedeflerken söylediği bütün bu şeylerden sonra bir anda vazgeçtim aklımdakilerden. Gökhan'ın gerçekten de hiçbir şeyden haberi yoktu, onun son zamanlarda içerisinde çırpındığı buhrandan ötürü ne kadar dengesiz olduğunu bildiklerinden onu her şeyin dışında tutmuşlardı. Gökhan gerçekleri bilseydi bir daha onu toparlayamazlardı. Şimdi bile, Uzay'ın başına gelenlerin ve Yaren'in başına geleceklerin sorumlusunun ben olduğumu bilmediği haliyle bile bitikti; onun gibi duygusal birinin bütün bunları kaldırabilmesinin, aklını başına toplayabilmesinin bir yolu yoktu. Şimdi düşününce hepsi yerine oturuyordu ve ondan şüphelenmem için de bir sebep kalmıyordu geriye.

Bütün bunlar Batu ve Yekta'nın planının bir parçasıydı, arkamdan asıl iş çevirenler ordaydı. Gökhan'ı hâlâ daha affetmiş sayılmazdım, Uzay'ın ölümünden sonra benden uzaklaşmadığını iddia edemezdi neticesinde, beni yüzüstü bıraktığı konusundaki serzenişimde haklıydım gayet fakat en azından kafamdakiler artık tamamen değişmişti.

Gökhan'ın içi rahat değildi tabii, olabildiğince şüphe çekmeyecek biçimde onu geçiştirsem de endişeliydi. ''Bir daha bir arayayım şunları,'' diyerek ayaklanacak oldu ama elini tuttum birden.

''Gökhan,'' dedim, ''yalnızca buradan gidemez miyiz? Daha fazla burada kalmaya dayanamam.''

Duraksadı, bana üstten tereddütlü bakışlar attı. ''Ama şimdi Yekta'ya sormadan iş yapamam Dolunay,'' diye hayıflandı sıkıntıyla. ''Geçen sefer benim aptallığım yüzünden başımıza ne geldiğini biliyorsun.''

''Sadece burada gidelim diyorum, başımızı belaya sokalım demiyorum.''

''Olmaz,'' dedi hemen ve resmen aklına girmemden çekiniyormuş gibi hemen elini parmaklarımın arasından kurtararak geri çekildi, birkaç adımda uzaklaştı benden. ''Yekta öldürür sonra beni. Burada güvendesindir, boşuna buraya getirmedi herhalde seni. Gerçi, başına adam koymaya bile gerek görmediyse belki halletmiştir her şeyi ama yine de sormadan olmaz."

Neredeyse alay eden imalı bir bakış attım ona oturduğum yerden. ''Bugün Yaren ve Yekta konuşurken duydum,'' dedim, ''Aleksandr'ın Ukrayna'dan adamları geliyormuş. Sence her şey bitmiş olabilir mi?''

Gökhan duraksadı, bana tekrardan garipseyen, ciddi bir bakış attı. ''Başka adamları da mı varmış?''

''Evet ve onları tanıyorum,'' diye sürdürdüm hemen konuşmamı. ''Aleksandr'ın pis işleri için kullandığı adamlar onlar, Gökhan, öyle sıradan eşkıyalar değiller. Gerçekten de tehlikeliler.''

Yutkunduğunu, tereddüt ettiğini gördüğümde doğru noktada olduğumu anladım. ''Ve Yaren de onunla beraber gitti,'' dediğimde onu kazandığımı bakışlarından dahi anladım. Onu en hassas yerinden vurmuş, nokta atışı yapmıştım.

Endişeli bir ifadeyle, ''Yaren mi?'' diye tekrarladı. ''Yaren zaten hasta, spor yapması bile tehlikeli artık onun için. Ne demek onlarla beraber gitti? Yekta bunu bile bile nasıl izin verebilir böyle bir şeye?''

Omuz silktim basitçe. ''Yaren'in ne kadar inatçı olduğunu bilirsin-''

''Öyle şey mi olur!'' Telefonu aldı yeniden hemen eline ve sinirle ekrana dokunmaya başladı. ''Ne halt yiyor bu herif Yaren'i tehlikeye sokarak?''

Barbaros ikisini de art arda arasa da ikisi de telefonunu açmıyordu; biri malum, onun telefonu hemen az önce oturduğu koltukta yastığın arkasında duruyordu ve kapalıydı. Yekta'ya zaten normal bir günde ulaşmak bile zordu, telefonunun ya hep şarjı bitmiş olur ya da sesi kısıktır; hele ki bir şeylerle uğraşıyorsa asla ilgilenmez telefonla. Dikkatini dağıtmaktan, uğraştığı meseleden uzaklaştırılmaktan nefret eder, dolayısıyla kimsenin kendisine ulaşmasına izin vermez. Kaldı ki Aleksandr onunla ilgileniyordu, eminim ki rahat rahat nefes alacak vakti dahi olmuyordur.

Gökhan sonunda ikisini aramayı bırakıp Batu'yu aradı, uzun çalışlar sırasında onun da açmayacağını düşünerek sessiz bir küfür savurmuştu ki sonunda açtı telefonu. Gökhan hemen, ''Batu,'' dedi, ''Yekta ile hiç konuştun mu bugün?''

Batu çok kısa bir anlığına, Gökhan'ın bu aceleci tavrına karşı duraksadı ama, ''Birkaç saat önce konuştuk,'' diye cevapladı, sesini buradan dahi duyabiliyordum. ''Şehir dışındaymış, bir işle ilgileniyor. Ne olduğunu söylemedi ama yarın öğlene doğru gelirmiş, öyle dedi.''

''Yarenle ilgili bir şey söyledi mi?''

Batu yine duraksadı. ''Yaren mi?'' diye sordu anlamayarak. ''Yaren ile ilgili ne söyleyebilir ki? Bir şey mi oldu?''

Gökhan sıkıntıyla ofladı, ''Ne bileyim anasını satayım. Yekta yine kendi başına işlere kalkışıyor, Yaren'i de katıyor bir de! Neyse, kapat şimdi, şunlara ulaşmam lazım.''

Bir cevap beklemeden görüşmeyi kapattı ve yeniden ekranla ilgilenmeye başladı. Daha kimleri arayacak bilmiyordum ama etrafı ayağa kaldırmasına müsaade edemezdim, ''Gökhan,'' dedim ben de, ''nerede olduklarını biliyorum. Şehir dışında çok uzakta değiller. Daha önce Yekta ile gitmiştik oraya.''

Gökhan telefondan kafasını kaldırıp ters bir bakış attı. ''Neresiymiş orası? Ne halt yemeye gittiler hem? Ne planlıyorlar?''

''Bilmem,'' dedim omuzlarımı silkerken. ''O kadarını duymadım ama gidersek öğrenebiliriz, değil mi?''

Zamanım tükeniyor, buradan çıkmam lazım bir an önce.

Ama Gökhan'ın o tereddütlü ifadesi... ''Sen burada kal,'' dedi bana yine de. ''Adresi ver ben giderim.''

Neredeyse gözlerimi devirecek, ona kızacaktım. ''Adres bilgim mi var benim Gökhan? Nerede olduğunu anca yönlendirerek gösterebilirim. Şehir çıkışlarında, doğru düzgün bir adresi olduğundan bile emin değilim.''

Çok düşündü. Stres olmuştu, salonda bir ileri bir geri gidip durdu, bir evet diyecek gibi oldu bir kendi kafasında eleyip reddetti. Sonuçta bu yaptığıyla ikimizi de tehlikeye attığının farkındaydı ama sonunda, işin içinde Yaren'in olmasına yenik düşerek, istemeye istemeye kabul etti. O kendi içinde savaş verirken ben de kendi telefonuma bakıyordum, kabul ettiğinde de telefonu bırakıp ayağa kalktım.

''Çok geç kalmadan gidelim o halde,'' diye mırıldanıp onu da geçerek dış kapıdan çıktım, arabasına doğru yürüdüm. Gökhan son ana kadar tereddüdünü korudu, direksiyon başına geçerken dahi her an eve geri girmemi söyleyebilecekmiş gibi iki arada bir deredeydi ama sonunda hiçbir şey yapmadı; sanırım durumu idare edebileceğine, bir terslik olduğu takdirde ikimizi de beladan uzak tutarak geri dönebileceğimize inanıyordu. Ya da en basitinden Yekta'nın adamlarla beraber olmasının güveni vardı üzerinde, tek olmayacağız sonuçta, diyordu belki de içinden.

''Ah Yekta ah! Bu adam artık aklını kaybetti, hırsına yenik düştü,'' diye sitem ediyordu yolda da. ''Kardeşini kurtaramayışının hıncını bu işten çıkarmaya çalışıyor işte,'' diyordu acıyla. ''Kendisini de bizi de harcayacak bu yolda.''

Ne garip. Yekta'nın bu olanların hiçbirden haberi yok, muhtemelen Aleksandr'ın adamlarıyla uğraşıyor, herkesi korumaya çalışıyor ve ne Yaren'in eve geldiğinden ne de bizim kaçtığımızdan haberdar. Birden, küçük bir hamleyle herkes birbirine düştü bile. Yekta'nın aklındaki plan basit ve temiz oysa, beni bunca zaman arkadaşlarından uzak tutarak herhangi bir tehlikeyi engellerken bir yandan da benim için sonsuz bir hapishane hazırladı. O iş hallolana kadar Aleksandr'dan bilgi almaktı muhtemelen amacı. Kimsenin bize ulaşamadığı bir yerdeydik neticesinde ve o işlerini halledene kadar da fazlasıyla zaman kazandıracaktı bu geçici hapishanemiz ama tek hatalı bir hamle ve hepsi gitti. Yaren'in olanları öğrenip böyle bir aptallık yapacağını tahmin edememişti. Benim ihanetimi boş yere diğerlerinden gizlemeye çalışmamıştı, hepsinin yıkılacağını ve öfkeyle hatalar yaparak işine engel olacağını biliyordu.

Yekta, arkadaşlarına sahip çıkamadığı için kaybediyordu.

''Şu yoldan gir,'' dedim hemen, asfalt yolun bittiği ve toprak, bozuk bir yolun başladığı yol ayrımındaydık. Gökhan karşıya bakınca kaşlarını çattı, ''Kuytu burası, Dolunay,'' dedi kafa karışıklığıyla. ''Şehir dışı değil ki?''

Kuytu, Yekta'nın beni doğum günümde getirdiği o uçsuz bucaksız araziydi. O günden sonra ara sıra geceleri buraya yıldızları izlemeye geldiğimiz için yolunu ezbere biliyordum, bunu dışında da Gökhan'ı ezberden yönlendirebileceğim bir yer yoktu.

''Buradan geçmemiz gerekiyor,'' diye geçiştirdim ben de onu ama aklına yatmamış olacaktı ki itiraz etmeye yeltendi, ''Ama-'' diyecek olduysa da, ''Eminim Gökhan, sadece beni dinle ve gir lütfen şu yola,'' diye kesin ve net bir şekilde direttim. Mecburen, dediğimi yaptı ve asfalt yoldan ayrılıp kilometrelerce süren bomboş ve neredeyse zifiri karanlıktaki araziye girdi. Hiçbir yapının bulunmadığı dümdüz, iki tarafından da kurak, boş bir tarlayla çevrili olduğu bir bölgeydi burası. Işık kaynağı bulunmadığından ve hava da kapalı, hatta yağmurlu olduğundan arabanın farlarının önümüzü açtığı kadarıyla ilerleyebiliyorduk bu karanlıkta. Yağmur damlalarının sert ve ısrarlı darbeleri iniyordu arabanın tavanına ve camına, silecekler her ne kadar her birkaç saniyede bir çalışıp yağmuru ve tozu silip süpürse de aslında görülecek pek de bir şey yoktu önümüzde. Dümdüz toprak bir yol, 10 metre kadar ilerisi görülebiliyor ve bu kadar.

''Doğru gittiğimizden emin misin bak?'' diye sordu elbette, bu işten hiç hoşlanmadığı ve yönlendirmeme hiç güvenmediği belliydi ama şu an elinde benden başka hiçbir şey de yoktu. Ona cevap vermeyi bıraktım artık, yalnızca dışarıyı izledim ve sessizliğimi korudum. O da kısa bir anlığına bana doğru baktı. ''Dolunay, doğru gittiğimizden emin misin diyorum?''

Yine sessizlik. Biraz taşı toprağı ezen tekerleklerin ve motorun sesi, biraz da yağmurun ama bu kadar. Aklım aklımdakilerle fazlasıyla yoğunken tek bir saniyemi dahi boşa harcayamazdım; sürem kısıtlıydı, Yekta her an dağ evinde olanları öğrenebilirdi. O olmasa bile Batu bir şekilde Yekta'ya yeniden ulaşabilir ve Gökhan'ın neden Yaren'i sorduğunu, Yaren'in neden onunla olduğunu sorabilirdi. Küçücük bir şüphe düşürse bile yeterdi Yekta'nın her şeyi anlaması için ve ben bunlardan önce davranmak istiyordum.

Çok değil, yağmurun ve çamurun içinde 10 dakika daha yol aldık ve bu süreç boyunca da neredeyse hiçbir şey görmedik. Etraf karanlık, gökyüzü sisliydi; camı açtım, yağmur damlalarının rüzgârın da etkisiyle hafifçe omuzlarıma doğru yağmasına izin verdim.

Ve orada.

Karanlığı yararak ilerleyişimizi son bulduran, resmen bir canavarı andıran iki çift parlak, beyaz göz, -araba farı yüzünden Gökhan arabayı birden durdurdu. İleride, yaklaşık 20-30 metre kadar ileride burnu bize dönük bir araba tıkıyordu yolumuzu ve güçlü farları yüzünden arabanın sürücüsünün kim olduğu da seçilemiyordu. Bu bir tür dejavuydu benim için ama bu sefer korkmak için bir sebebim yoktu.

''Hassiktir, hassiktir!'' diye bir küfür duydum hemen Gökhan'dan, arabayı durdurduğu gibi vitesi geriye alması bir olmuştu zaten fakat geriye doğru gidemeden arkadan başka bir araba daha yanaştı bize. Ve ileriden de bir tane daha ve bir tane daha... Hepsinin farları, motorlarını çalıştırıp canavarlarını derin bir uykudan uyandırmalarıyla beraber yandı. Tıpkı pusuya yatmış yırtıcılar gibi, avları ağlarına takıldığı an kamufle olmayı bıraktılar.

Gökhan mecburen arabayı durdurmak zorunda kaldı. 4 araba vardı etrafımızı saran ve bu yağmur-çamurda bir yere kaçacağımız da yoktu. Etrafına bakındı hemen, bir kaçış yolu düşünürken bir yandan da telefonunu aceleyle çıkartmaya çalışıyor ve ''Kim bunlar?'' diyordu. ''O piçin adamları mı?''

Telefonda bir numarayı tuşlayıp kulağına götürmeye yeltendi fakat ondan önce davranıp telefonu elinden aldım ve aramayı kapatıp telefonu camdan dışarıya, uzağa bir yere fırlattım. Bu hareketimi beklemediği için Gökhan birkaç saniyeliğine resmen donakaldı, ne diyeceğini bilemeden şaşkın şaşkın bir şeyler geveledi. ''Ne yapıyorsun?'' dedi sonunda kızarak. ''Kafayı mı yedin? Kamber'i arayacak, yardım isteyecektim. Ah!.. Dolunay!'' Telaşla etrafına bakınmaya başladı yeniden. ''Ne yapacağız şimdi?''

Şans yok, arabalar etrafımızı kuşatmış. Birkaç yabancının siluetinin arabadan indiğini görünce kaşlarını çatıp tanımaya çalışırcasına dikkatle süzdü onları ve sonunda da koca vücudunu arka koltuğa doğru uzatıp oradan bir beysbol sopası çıkardı.

Telaşı gitti sanki o sopayı eline alınca, sıkıca kavradı sapını ve kapısını açtı. ''Arabada kal, sakın çıkma!'' dedi benim tarafıma doğru bakma gereği dahi görmeden. Gerisini oturduğum yerden izledim. Araba farlarının bir sahne gibi aydınlattığı alanda 4 adam dikiliyordu, birini siluetinden tanıdım hemen. Yüzünü görmeme dahi gerek yoktu. Gökhan onlara tedbirle ama korkmadığını belli eden, neredeyse kabadayılık taslayan bir tavırla yanaştı. Ne söylediğini duyamayacak kadar kafam dağınıktı o an ama muhtemelen sinirini tutamayıp küfür ya da tehdit etmiştir. Ya da ikisi birden, muhtemelen.

Çok çabuk gelişti her şey. Ölüm melekleri gibi dikilen yabancılara doğru savurdu sopayı, birine de tutturdu ve yere fırlattı. Öteki üzerine atlayan ikiliden birini de savurmayı başarabildi ve kalan tekini de yakalarından tuttuğu gibi sarstı ama küçük bir dikkatsizlik ve tamam. Bu güzel şovuna rağmen Aleksandr'ın onun dizine doğru savurduğu ve dengesini altüst eden sert tekmesinden kaçınamadı, dizleri üzerine çöktü. Ben kapımı açtığımda Aleksandr, Gökhan'ın yüzüne sert bir yumruk geçirmiş ve onu çamurlu yere yapıştırmıştı.

Kesik kesik nefeslerin arasından, ''Dolunay!'' diye bağırabildi Gökhan, kapımı kapatıp arabanın önüne doğru yürümeye başlamıştım o sırada. ''Sakın gelme Dolunay! Kaç! Kaç çabuk!''

Gökhan yerde yüzüstü bir şekilde yatarken diğer iki yabancı da onu güçlü kollarından ve omuzlarından tutarak yere sabitliyordu. Yüzü, sakalları, saçları, kıyafeti, sırılsıklamdı ve yer yer de çamurlaşmıştı. Bana üzerindeki baskıya rağmen kafasını kaldırarak yerden bakıyor ve o dehşet ifadesiyle Aleksandr'a canını bağışlaması için değil de bana kaçmam için yalvarıyordu.

''Ne yapıyorsun Dolunay!'' diyordu kaçmak yerine hiç acele etmeyen adımlarla onlara yaklaştığımı şaşkın bir şekilde izlerken. ''Kaçsana! Ne yapıyorsun! Boş ver beni! Kaç git!''

Ama ben onu görmüyor, duymuyordum; çamurlaşmış toprak botlarıma tırmanırken iki adamın zar zor yere sabitlediği Gökhan'ın yanından geçip gittim ve birkaç adım kadar geride dikilmekte ve beni dikkatli bakışlarla, neredeyse gururla izleyen Aleksandr'ın karşısında durdum. Aramızdaki boy ve bos farkından ötürü yanında gerçekten de çocuğu gibi görünüyor olabilirdim; anca omuzlarına geliyordum.

Gökhan'ın donakaldığını ve bir süre dehşet içerisinde ağzını dahi açamadan öylece beni, bizi izlediğini bilmek için arkama dönüp de bakmama gerek yoktu. ''Yekta,'' dedim Aleksandr'a doğru, ''nerede?''

Az önce boğazını yırtarcasına bağıran Gökhan'ın, neredeyse fısıldarcasına, ''Dolunay?'' diye, hayal kırıklığıyla, kafa karışıklığıyla adımı söylediğini duydum. Aleksandr ona doğru kısa, neredeyse alay eden bir bakış atıp, ''Yanlış yönlendirdim,'' dedi bana. ''Şehir dışında adamlarımla uğraşıyor. Olan bitenden bihaber ama ne kadar oyalanacağını bilmiyorum. Onu yakalamamı ister misin?''

''Hayır,'' dedim kesin bir tavırla, ''Kendisi gelecek.''

Aleksandr bir cevaptan en fazla bu kadar memnun olabilirdi; neredeyse sırıtacak, sevinç nidaları atacaktı. Sanki her şey beklediğinden de, çok öncelerden tahmin ettiğinden de güzel gidiyor gibiydi. Beklentilerini dahi aşmış, onu olabileceği en iyi şekilde gururlandırmıştım. Muhtemelen bunun düşünceleri eşliğinde keyifli keyifli baktı bana, bir deli olsaydım neredeyse bana sarılmak istiyor bile diyecektim ama o az sonra düşüncelerinden ayrılıp tekrardan Gökhan'a doğru baktı.

''Gerçekten, tek bir herif için mi bu kadar adam toplattırdın bana?'' derken olabildiğince aşağılayıcı duruyordu ifadesi. ''Ben de nihayet herkesi toplayıp getirdiğini düşünmüştüm.''

''Onu küçümseme,'' dedim ben de omzumun üzerinden yerdeki adama doğru bakarken. Artık başına akbabalar gibi üşüşen adamlara karşı gelmiyor, kaçmaya ya da onları engellemeye çalışmıyordu; bariz bir şok etkisindeydi, konuşmuyordu bile.

''Gidelim o halde,'' dedi Aleksandr, beni yönlendirmek ister gibi kolunu da uzattı ama ona uymak yerine geriye doğru adımladım.

''Benim işim bitmedi,'' dedim, ''siz gidin. Sabaha doğru gelirim.''

Aleksandr durdu, bana sorgulayan bir bakış attı. ''Ne yapacaksın?'' diye sorsa da birkaç adım daha geriledim ve sorusuna cevap vermektense, ''Adamlarından biri beni götürsün,'' dedim. Hemen, ''Ben götüreyim,'' diye atılsa da onu itiraz istemeyen net bir tavırla, ''hayır,'' diye reddettim, benimle gelirse işler istediğim gibi gitmeyebilirdi. ''Sen yalnızca Gökhan ile ilgilen,'' dedim.

Arkamı dönüp bana arabasına kadar eşlik etmek üzere bekleyen adama doğru yürüdüm ama yarı yolda aklıma gelen şeyle beraber duraksadım ve ağır bir hareketle yeniden Aleksandr'a baktım. ''Aleksandr,'' diyecektim fakat sonra düzelttim, ''baba,'' dedim, doğru kelime kesinlikle buydu. ''Ona zarar vermeyeceksin.'' Aleksandr kaşlarını çattı, bana ne yapmaya çalıştığımı anlamak istercesine ciddi, sorgulayıcı bir bakış attı. ''Eğer,'' dedim üzerine basa basa, ''Geri geldiğimde Gökhan'ın tek bir saç teli bile eksik olursa bir daha beni kazanamazsın. Yüzüne bile bakmam.''

Orada, karşımda koca bir ölüm meleği gibi dikiliyor, söylediklerimden çok rahatsız olmuşa, sinirlenmişe benziyordu. O saniyelerde sükûnetini bozacak ve saldıracak diye beklerken de birden yapmacık bir şekilde dahi olsa ifadesindeki buzlar çözüldü, hatta renksiz, düz dudakları kıvrılarak çekici bir gülümsemeye evrildi. ''Tehdit etmene gerek yok,'' dedi, suçsuzluğunu ispat etmek istercesine kollarını iki yana açarken. ''Bundan sonra işleri istediğin gibi yönetmene izin vereceğim.''

Kısa bir anlığına gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm. Orada bir hile hurda, hatta bir alay aradım ama o mükemmel gülümsemesinin ardına gizlemişti hepsini. ''Güzel,'' diye mırıldandım kendimce ve Gökhan'a doğru son kısa bir bakış atıp yeniden arkamı döndüm. ''Ona iyi bak.''

Ben, ilerideki arabaya doğru yürürken de Aleksandr arkamdan neredeyse sevinçle, ''Hay hay!'' diye seslendi. Beni götüren adam kapımı açıp geçmemi beklerken arkadan Aleksandr'ın sesini duydum yine, ''Ah... Şanslı pezevenk,'' diye söyleniyordu. ''Seni bu kadar sevmesini nasıl sağladın? Sırrın ne? Anastasia sinirlenince beni dahi görmez gözü. Söylesene, piç kurusu, sırrın ne?''

Arabaya bindiğimde sesler kesildi, yalnız bütün spot ışıklarının bir noktaya toplandığı bir sahne gibi adamların dikildiği ortadaki alan göründü. Adamlar Gökhan'ı yerden kaldırıyorlar ve onun tutmayan bacaklarına, onlara direnmemelerine rağmen onu zar zor arabaya doğru götürüyorlardı. Gökhan'ın tek bir odağı vardı, bir tek ben; bir tek bana bakıyor, gerisiyle ne ilgileniyor ne de duyuyordu. Arabamızın tekerlekleri dönüp bizi buradan çıkarmak için ileri atılırken de Gökhan ile göz göze geldik.

Birçok şey gördüm gözlerinde: Hayal kırıklığı, kafa karışıklığı, üzüntü...

Bir o kadar da cevapsız soru... Ama en çok da, ''Neden?''

Neden?

Ш

Bu adamın bana bir noktada problem çıkartacağını biliyordum, ne de olsa Aleksandr'ın adamıydı ve muhtemelen Aleksandr onu bazı konularda uyarmış olmalıydı. İşime karışan biri şu an en son ihtiyacım olan şey olduğu için de, ''Sen git,'' dedim ona arabadan inerken, adam yalnızca Rusça konuşabiliyordu. ''Akşamüzeri aradığımda gel. Burada kalacağım bir süre.''

Adam tereddüt edecek gibi oldu ama karşısındaki apartmana ve hiçbir sorun teşkil etmeyeceğine bakınca, ''Pekâlâ,'' deyip kabul etti. Ne de olsa Aleksandr herhangi bir konuda kısıtlamamıştı beni ama yine de muhtemelen Aleksandr'ı arayıp haberdar edecekti, yapmaması için onu uyarsam da yapacaktı fakat burada işim akşama kadar sürmeyeceği için bir problem yoktu. Geri geldiğinde beni bulamayacaktı zaten.

Dehşet bir soğuk vardı, saat sabaha doğru 3 gibiydi. Etraf hâlâ karanlık ve sokak lambaları hâlâ açıktı; sokak köpekleri ve birkaç sarhoş dışında kaldırımlar boştu. Ne kadar süredir buraya gelmediğimi bilmiyorum, aylar olmalı tabii ki de fakat ama şimdi her şeyiyle bana yabancı gelen bu yerden yıllardır uzakmışım gibi hissetmekten alıkoyamadım kendimi. Bir zamanlar gelip gittiğim yollar, hep sevdiğim o sokak kedisi, telefonumu düşürdüğüm için içine girmek zorunda kaldığım çöp konteyneri ve Yekta'nın, buraya taşındıkları zaman bahçeye diktiklerini söylediği armut ağacı... Hepsi yerli yerindeydi; siyah kedi, aşınmış taştan duvarın üzerinde uyuyor, sokaklar aynı duruyor, dar ve iki tarafından da çoğunu artık az çok tanıdığım komşuların evleri yükseliyor, ağaç da aynı yerinde. Ağaç henüz bir insan boyuna anca yaklaşabilmiş ve yaprakları da döküldüğünden çirkin bir şeye benziyor ama ilkbahar gelip çattığında küçük bir mantara benzeyecek kubbe şeklinde yükselen dalları.

Her şey aynı kısacası ama ben farklıyım; yabancı olan onlar değil aslında, benim. Ben yabancıyım.

Duvarlarının sıvasının dökülmeye başladığı fakat hâlâ dinç duran 5 katlı binanın dış kapısını araladım, içeriye girdim. Etrafta ses yoktu, yalnızca uzaklardan köpek havlamaları duyuluyordu. Asansörü kullanmadan merdivenlerden çıkmayı tercih ettim, kimseye görünmek istemiyordum. Son kata geldiğimde içimi dolduran anılarla beraber kaşlarım çatıldı kendiliğinden. Buraya getirildiğim ilk günü düşündükçe garip bir his bunaltmaya başladı beni içten içe. O zamanlar adım atmaya dahi korkarken, karşılaştığım bu yeni dünyanın bilinmezliğiyle tedirginliğimi, paranoyaklığımı üzerimden atamazken şimdi ne şekillerde, hangi yollardan buraya geldiğimi düşünüyordum. Yekta beni evlerine sokarken acaba bu günlerin geleceğini hiç tahmin etmiş miydi? Birbirimize bu denli düşeceğimizi, düşman kesileceğimizi ve benim tıpkı ilk günlerde de söylediğim gibi, onların başına beladan başka hiçbir şey getirmeyeceğimi tahmin etmiş miydi?

Başlarına gelecek belanın Aleksandr değil de ben olacağımı anlamış mıydı?

Bu hakikatten ben de nefret ettim hep. Nasıl biri olduğumu bildiğim için kaçmaya çalışmadım mı zaten? Aslına bakarsan ben onları korumak için elimden geleni yapmışım. Kendimi dahi feda etmişim zamanında. Yekta her seferinde beni kolumdan tutup da buraya geri getirirken ne düşünüyordu acaba?

Anahtarım yoktu, kapıyı çaldım ben de. Birkaç kere çalmam ve uzun da bir süre beklemem gerekti; Batu'nun evde olduğunu bilmesem dönüp gidebilirdim de ama dakikalar sonra kapı aralandı. Kendi odasının ışığı yansıdı arkadan ve uykulu yüzünü aydınlattı. Gözlerini ovalayıp bana bir süre ne olup bittiğini anlamayarak, kim olduğumu dahi çıkaramadan baktı ama saniyeler sonra yeterince ayılmış olacaktı ki, ''Dolunay?'' diye sordu şaşkın bir sesle.

Beni davet etmesini beklemeden onu geçtim ve içeriye girdim. Ona hiç odaklanmadım bile, yalnızca etrafa bakmak ve bir zamanlar yuva saydığım bu yeri görmek istedim. Unutuyordum çünkü. Ne kadar sürenin geçtiği önemsiz, ben yabancılaştıkça anılarım da yabanileşiyor, silikleşiyor çünkü ve ben burayı bütün detayıyla hatırlamak istedim yeniden. Bana acı vereceğini bile bile hem de.

''Neler oluyor?'' diye sorduğunu duydum, öncesinde de bir şeyler söyledi sanırım ama ben koridoru, karanlık olduğu halde etrafı süzerek geçtiğimden pek de anlamamıştım neler söylediğini. ''Neden buradasın Dolunay? Yekta nerede?''

Salonda sonlandı adımlarım. Her şey bıraktığım gibi. Renkleri birbirine uymayan ve ayrı yerlerden alınmış çirkin ama rahat koltuklar da, maç izlemek dışında asla açılmayan televizyon ve televizyon ünitesine yığılmış onca kitap, dergi, kaset de olduğu gibiydi. Sanki buradan hiç ayrılmamışım gibi...

''İşi var,'' diye kısaca geçiştirdim onu, hemen arkamda dikiliyor ve neden böyle davrandığımı sorguluyor gibiydi. Diğer köşede yemek masası vardı, akşamları onu salonun ortasına çeker, öyle donatırdık. Şimdi ise üzerinde Uzay'ın Batu'ya hediye ettiği, çiçeği olmayan bir bitkinin bulunduğu saksı vardı ve bitkinin yaprakları hacmini kaybetmiş, soluklaşarak ezilip büzülmüştü. Masanın duvarla birleştiği köşede ise makyaj çantam duruyordu, ağzı aralıktı ve kirpik kıvırıcısının ucu görülebiliyordu.

''O mu buraya gelmeni istedi?'' diye sorduğunda ona doğru döndüm nihayet.

''Evet,'' dedim mesafeli bir sesle. Benim hain olduğumu, Yekta'nın beni bu yüzden hapis tuttuğunu ve benim burada olmamın, kaçmam demek olduğunu biliyor olmalıydı; bilerek, onu kışkırtmak için seçtim kelimelerimi. ''Sevinmedin mi?'' diye sordum, herhangi ters bir tepki bekledim.

Afalladı, kafası karışmış göründü ve ''Tabii ki,'' diye bir şeyler geveledi. ''Tabii ki de sevindim ama onun neden buraya gelmeni istediğini anlayamadım. Yekta, Aleksandr'ı yakalamış olsa da hâlâ tehlikeli olduğunu söylemişti, birkaç adamının etrafta olduğundan bahsetmişti. Onları da mı yakaladı yoksa?''

Can sıkıntısıyla derin bir nefes alıp kendimi koltuğa attım, yorgunluktan kaskatı kesilmiş bedenimi gerinerek rahatlattım. ''Numarayı bırakabilirsin,'' diye mırıldandığımda mümkünmüş gibi daha da kafası karışmış göründü. ''Ben buradaysam Yaren başarısız olmuştur ve Aleksandr da kaçmıştır, Batu.''

Küçük, kısık gözleri şaşkınlıkla aralandı birden. ''Ne? Aleksandr kaçtı mı?''

''Evet,'' dedim basitçe, ''ben çıkardım.''

Bir aptal gibi yüzüme bön bön baktı. ''Bir saniye, ne diyorsun anlamıyorum Dolunay,'' dedi telaşlı gözükerek. ''Aleksandr'ı serbest mi bıraktın? Yaren... Yaren başarısız mı oldu? Neyde başarısız oldu? Anlamıyorum!''

''Gayet de iyi anlıyorsun,'' diye karşılık verdim bozularak, ''Yaren'in öfkesini bana karşı kullanmaya çalıştın, Batu.'' Kaşlarını çatıp neyden bahsettiğimi anlamaya çalışıyormuş gibi düşünceli görünse de buna dikkat etmeyip, ''Beni sevdiğine hiç inanmamıştım zaten,'' diye sitem ettim. Her ne kadar rahat gözüksem de kalbim ağzımda atıyordu ve bunu ondan gizlemeye, artık eskisi gibi savunmasız, aptal bir kız çocuğu olmadığımı göstermeye çalışıyordum. ''Hep mesafeliydin, soğuktun bana karşı.''

Batu'nun duraksadığını fark ettim; çok zor bir bilmece çözüyormuş gibi kafasındaki karmaşanın yüzüne de yansıdığı mimikleri az sonra çözüldü ve daha rahat göründü. ''Dolunay... Yine ilaçlarını içmeyi mi bıraktın sen?'' derken, bütün bu kaosun sebebini çözmüş, hatta rahatlamış gibiydi. Bütün bunları uydurduğumu ve Yekta'nın beni tuttuğu yerden kaçtığımı düşünüyor olmalıydı muhtemelen.

''Of Dolunay...'' Derin bir solukla göğsünü şişirip arkasını döndü ve televizyon ünitesine doğru yürüdü. Orada üst üste yığılı ilaçların arasından benimkileri çekip çıkardı ve masadaki sürahiye uzandı. ''Sana kaç kere bahsettik bu ilaçların hayati önemi olduğundan, değil mi ama? Tek bir dozuyla bile oynayamazsın Dolunay, düzenli olarak alman gerekiyor hepsini.''

Yekta, Ali'yi sıkıca uyarmıştı aslında; her gün iki öğün ilaçlarımı veriyordu bana ve yuttuğumdan, ağzımı tamamen kontrol ederek emin oluyordu ama ben her defasında kendimi kusturduğum için beni zehirleme çabalarından kurtuluyordum. Yekta aslında bunu düşünüp Ali'ye, ilaç verdikten sonra birkaç saat boyunca beni tuvalete de götürmemesini söylemişti ama Ali koca bir aptaldı, bu isteğin ehemmiyetini anlamadı ve orada sürekli uslu durduğum, hiçbir sorun çıkarmadığım için pek de dikkate almadı ilaç içmeye direnebileceğim gerçeğini. Birkaç kereler uydu sadece bu kurala, onun dışında da bana içirdiği ilaçların hepsi mideme girdiği gibi geri çıktı her seferinde.

Batu, bir elinde bir bardak su ve diğerinin avuç içinde de 4 tane hapla geri döndü; ikisini de bana doğru uzattı. ''Bir daha da asla aksatma ilaçlarını,'' diye de uyardı almamı beklerken. ''Yekta ne diye dikkat etmez anlamıyorum, aklı bir karış havada. Biliyor da...'' diye kendi kendine konuşmaya devam ettiğinde, ''Neyi biliyor?'' diye böldüm onu. Oturduğum yerden karşımda, ayakta dikilmekte ve ilaçları almamı sabırla beklemekte olan çocuğa doğru baktım.

Hiç söylememiş gibi beni duymazdan gelerek, ''Al hadi,'' dedi.

''Neyi biliyor?'' diye yineledim ben de ısrarla ve de gizlemediğim üzere düşmanca bir tavırla.

Sıkıntılı bir ifade takındı. ''Hiçbir şey, kendi kendime söyleniyordum işte,''

''Neyi,'' dedim tek tek. ''Biliyor, Batu?'' Kaşlarını çattı bu tavrım karşısında. Ona neredeyse aşağılayan, kötü bir imayla bakıyor ve her an onu boğazlamak istiyor gibi duruyordum.

''İlaçlarımı içmezsem delireceğimi mi biliyor?''

Gözlerinin içine bakmayı bir an olsun bırakmadan yavaşça oturduğum yerden kalktım ve karşısına dikildim. Boy farkımızdan ötürü ona alttan bakan ben olsam da Batu benim gözümde küçülebildiği kadar küçüldü ve üzerine basabileceğim bir böcek kadar alçaklarda kaldı. '' İlaç içersem...'' dediğimde kaldırdığı elini indirdi ve beni çözmeye, bu hareketlerimi ve sözlerimi anlamlandırmaya çalışıyormuş gibi sessizce beni izlemeye başladı. ''Bana verdiğin o ilaçları içersem böyle bir aptal gibi, beyni yıkanmış aptal bir köpek yavrusu gibi sizi takip ederim, Batu,'' derken neredeyse sırıtacaktım ama dolan gözlerimle beraber de bir tezatlık içerisindeydim. ''O ilaçların etkisinde ne derseniz onu yapar ne söylerseniz ona inanırım,'' diye fısıldarcasına, Batu ile aramdaki mesafeyi kapatmayı sürdürerek konuşurken birkaç damla gözyaşlı kopup yuvarlandı yanaklarıma doğru. ''Sizi göremem,'' dedim, ''sizi duyamam, arkamdan çevirdiğiniz işlerin farkına varamam, Batu. Beni bir aptal gibi kandırmanıza izin veririm.''

Batu'nun kalp atışlarını duyabilecek kadar yakınım ona ve kendiminkileri susturabilsem, oluşacak sessizlikte onun düşüncelerini de duyabilirdim hatta. ''Neden başından beri beni, zihnimi ilaçlarla zehirleyip uyuşturduğunuzu anlamam biraz uzun sürdü,'' derken hüzünlü bir iç çekmeyle bakışlarımı kaçırdım. ''Ama geç de olsa anladım işte.''

Batu'nun yüzünde ciddi bir ifade vardı, kısa bir süreliğine duraksayıp beni izlerken derin düşüncelerle boğuşuyor gibi duruyor, aklına gelen ihtimallerle de kaşları çatılıyor, iç sesine tepki veriyordu. ''O adam mı söyledi sana bunları?'' diye sorduğunda, ''ne önemi var?'' diye geçiştirdim onu. Olan biteni şimdi daha net bir şekilde anlıyormuş gibi çözmüş bir ifade takındı yine.

''Dolunay,'' dedi, alçak, uysal bir sesle ama yine de neredeyse bana kızıyormuş gibi ciddi ve mesafeli duruyordu. ''O adamın seni manipüle etmeye çalıştığını, bize karşı kışkırttığını görmüyor musun? Hassas olduğun, savunmasız olduğun konulardan, duygulardan vuruyor seni ve gerçeği görmeni engelliyor.''

''Gerçeği biliyorum,'' diye böldüm onu sertçe ama, ''Bilmiyorsun,'' dedi üstüne basa basa. ''Ne Uzay'ın ölümünden ötürü seni suçladık ne senden kurtulmak istedik ne de başından beri seni ilaçlarla uyuşturup bir aptala çevirmeyi amaçladık Dolunay.'' Sanki ona ne kadar yakın olursam sözleri beni bir o kadar fazla etkileyebilirmiş gibi geriye adımladım onun zehirli kelimelerinden kaçınmak için ama o da inatla üzerime geldi. ''Yaşanan onca şeyden sonra nasıl böyle düşünebilirsin? Sana zarar vermek isteseydik daha baştan verir ve seninle bunca zaman boyunca boşu boşuna uğraşmazdık herhalde!''

Hem onlara hem de kendime olan sinirim baş gösterse de Batu daha baskındı, onu öylece ittirip başımdan atamadım; tek yapabildiğim o konuştukça akan gözyaşlarımı öfkeyle silmek oldu.

''O adamın istediği de tam olarak bu, Dolunay,'' diyordu hem sokaktan hem de odasından salona taşınan ışığın parçalı parçalı aydınlattığı yüzü hiddetle gerilirken. ''Bizi birbirimize düşürmek istiyor! Bizi böyle yalanlarla birbirimize düşürerek uzaklaştırıp savunmasız bırakıyor ve hem içten hem dıştan bir bir avlıyor. Ona yenik düşemezsin, Dolunay, oyunlarına kanamazsın. Seni yalanlarla manipüle ettiğini görmüyor musun? Aklına girmiş bile!''

Bu sefer kendimi tutamadım ve bütün nefretimi kusacak kadar sert bir hareketle onu göğsünden ittirip kendimden uzaklaştırdım. ''Beni akıl hastanesine kapatacağınız da mı bir yalan?'' diye bağırırken ne kadar zavallı, çaresiz, delirmiş gözüküyordum tahmin dahi edemiyordum.

Batu, geriye tökezlese de kendini birkaç adım ötemde toparladı ve yine bana bakarken şaşırmış gibi göründü. ''Sen bunu...'' diyecekken cevabı daha sormadan bulmuş olacaktı ki duraksadı ve sıkıntıyla iç çekti. ''Ah...'' Gözlerini kapatıp sabır dilenircesine kısa bir anlığına kafasını kaldırdı ve yüzünü sıvazladı, saçlarını gelişigüzel karıştırdı. Yeniden gözlerini açıp bana baktığında anlayışlı görünmeye çalıştı, sanki her an kaçabilecek ürkek bir canlıymışım gibi bana tedbirle yaklaştı. ''Biliyorum,'' dedi, ''kulağa korkunç geliyor ama akıl hastanesi dediğin bir zindan değil, Dolunay. Seni oraya kapattığımız falan yok, tedavi için bir süreliğine yatıracağız sadece. Bütün bunları sadece ama sadece iyileşmen için yapıyoruz, anla artık şunu.''

Sinir bozukluğuyla gülmeye başladığımda da gözümden yaşlar akmaya devam ediyordu, karşımda sapasağlam dikilen adama rağmen salya sümüktüm, çoktan yenilmiş gibi bir enkaza benziyordum.

''Adamın tekine vermek istiyorsunuz beni ama güvenliğim için,'' diye sesli bir şekilde düşünmeye başladım iğneleyerek. ''Akıl hastanesine yatırmak istiyorsunuz beni ama iyileşmem için!''

Batu bütün bunlardan çok yorulmuş gibi göründü, ''Kamber amca kötü bir adam değildi-'' diye hayıflanacak gibi oldu ama ''Bu bir mazeret değil!'' diye neredeyse çığlık atarak böldüm onu. ''Ben size o kadar bağlanmışken, size güvenmişken ve alışmışken siz beni bahanelerle kendinizden uzaklaştırmaya çalıştınız!''

Batu ilk defa bu kadar öfkeli göründü gözüme, elini kolunu nereye koysa bilememişti sanki, o da şaşırıp kalmıştı ne diyeceğine. ''Dolunay, bir dinle artık,'' derken o da tıpkı benim gibi üste çıkmak için sesini yükseltiyordu. ''Bir kere dinle! Kamber'in adamları olmasaydı şu ana kadar hepimiz ölüp gitmiştik! Bahane falan değil, güvende ol diye onunla olmanı istedik sadece! Seni alıp götürecek değildi ya! Yine bizimle beraber olabilirdin! Bunun nesi bu kadar büyük bir problem anlayamıyorum ben artık!''

Ben ise söylediği onca şeyi es geçip belirttiği üzere hâlâ yaşıyor olma sebebine takıldım. ''Kamber'in adamları mı kurtardı sizi?'' derken neredeyse gülecektim bütün samimiyetimle. ''Sence Aleksandr'ı tutan şey bir avuç memur mu?'' Biraz daha yaklaştım ona, gözlerinin içine baktım büyük bir ilgiyle. ''Ben, Batu,'' dedim, üstüne basa basa. ''Ben tutuyorum onu. Benim sayemde yaşıyorsunuz, nefes alıyorsunuz hâlâ. Ne Kamber denen herifin adamları ne de başka bir şey!''

Ama Batu benim sözlerimi ciddiye almaktansa sanki karşısında bir çocuk varmış gibi sıkıntıyla ofladı ve ''Yok, olmayacak böyle,'' dedi. Kaşlarımı istemsizce çatarak ne yapmaya çalıştığını izlerken de benden uzaklaştı. ''Tamam, Dolunay, özür dilerim,'' dedi birden tamamen farklı bir yönteme geçerek. ''Stresliyim ve yapmamam gerektiğini bildiğim halde seninle tartışıyorum. Unut gitsin, ilaç içmek istemiyorsan da içme, seni zorlamayacağım.''

Afalladım bu hareketi karşısında ve ona daha söyleyecek çok şeyim olsa bile daha hiçbirini dillendiremeden çenemi kapatıp bozulmuş, hayal kırıklığına uğramış bir şekilde onu izledim sessizce. ''Çok yorgun görünüyorsun, git biraz uyu, sabah da bu konuyu baştan konuşalım tamam mı? Gerçekten de oraya gitmek istemiyorsan, bu o adamın kafana koyduğu bir fikir değil de bizzat kendi isteğinse, tamam, sana söz veriyorum ki seni o hastanenin bahçesine bile yaklaştırmayacağım,'' dediğinde mümkünmüş gibi daha da derinden çatıldı kaşlarım.

Kafa karışıklığım elle tutulabilir bir nitelikteydi artık, bir anlığına benimle dalga geçtiğini dahi düşündüm fakat, ''Gerçekten mi? Ne yani? Beni affedecek misin öylece?'' diye sorduğumda basitçe, ''Sana hiçbir zaman kızgın değildim ben, Dolunay,'' diye yanıtladı beni ve garip bir şekilde bunu söylerken fazla rahat, içten gözüktü. Beni yatıştırmak için mi böyle yapıyor yoksa?

''Uzay'ın ölümü için bile mi?'' dediğimde de, ''Senin suçun değildi,'' diye cevapladı sorumu ama bu beni rahatlatmaktansa kafamı allak bullak etti iyice. Beni böyle basit bir şekilde nasıl affedebilir? Söylediklerime inanmadı mı yoksa? Yine her şeyi uydurduğumu mu düşünüyor? Yaren'i beni öldürmek için gönderen o değil mi yoksa? Ben buradaysam Yaren yakalanmıştır sonuçta ama o bu kadar konuşmaya rağmen Yaren'in adını bile ağzına almamış, söylediklerimi, sanki hepsi yalanmış gibi kesin bir şekilde görmezden gelmişti.

Ama beni affettiğini söylüyordu. Bana zorla ilaç içirmeyecek ve o... O akıl hastanesine beni kapatmayacak...

''Hadi Dolunay,'' dedi bana ve omzuma dokundu nazik bir hareketle. ''Dinlen biraz. Odan aynı şekilde duruyor,'' dedi, ''hiçbir şeyi değiştirmedim.''

Bir anda tartışmamızın aldığı yön karşısında bütün sözlerim ağzıma geri tıkılmıştı. İtiraz dahi edemedim ve beni eski odama götürmesine izin verdim. Hâlâ yanaklarım ıslaktı ve iç çekip duruyordum; Batu'nun bu birden değişen tavrına karşı tamamen hazırlıksız yakalanmış, afallamıştım ve ondan sonraki dakikalarda da kendimi toparlayamadım.

Birkaç güzel söz ve bu kadar mı? Bu kadar çabuk mu kanıyorsun ona?

Kafam karışık. Batu bana son olarak birkaç şey daha söyledikten sonra beni odamda yalnız bırakıp ışığı da kapatarak gitmişti. Orada daha ne kadar süre o şekilde oturdum hiçbir şey yapmadan ve karanlık odada pencerenin çerçevelerinin gölge olarak düştüğü boş duvarı izledim bilmiyorum ama saatler geçmiş olmalı. Odadaki karanlık kırılmış, mavimsi, loş bir sabah soğuğu rengini almıştı etraf. O ana kadar, sabahın o erken saatlerine kadar bütün algılarım kapalıydı resmen; tamamen iç dünyama dönmüş ve orada kaybolmuştum, ta ki varla yok arasında bir sigara kokusu burnuma gelerek beni ayıltana kadar.

Omzumun üzerinden kapıya doğru baktım.

Ayağa kalktım, doğru düzgün uyumuyor ve yemek yemiyor oluşum yeni vurunca baş dönmesiyle beraber yere kapaklanacak gibi oldum ama toparladım hemen, duvarı tutarak kendime kısa bir an tanıdım. İyiydim, daha uzun süreli açlığa ve eziyetlere dayanmıştım sonuçta, bünyem de bunu hatırladı. Kapıyı, olabildiğince ses çıkarmadan araladım, bir esinti gibi süzüldüm aradan ve parmaklarımın üzerinde sessizce koridora geçtim. Koridor bitmeden ve salonun girişine varmadan birilerinin konuştuğunu dahi duyamamış, yalnızca Batu sigaraya kalktı diye düşünmüştüm ama orada, ileride, pencerenin önündeydi ve sigara içtiği gibi çok alçak sesle telefonda biriyle bir şeyler konuşuyordu.

Sigarasını yeni yakmıştı, içeride koku olmasın diye camdan uzatsa da üst gövdesini yine de ince bir koku yayılıyordu içeriye ve her ne kadar sessiz olsa da yeterince dikkatimi vererek duyabiliyordum onu bulunduğum yerden. Sadece başta söylediği birkaç şeyi anlayamadım ama az sonra sözleri daha basit bir şekilde seçebilmekte ve ilgiyle dinlemekteydim:

''... Hocam?'' diyordu Batu telefonda, içimdeki kötü hissin doğru çıkmasına birkaç kelime daha uzaktı yalnızca. ''Saat çok erken biliyorum, kusura bakmayın ama Dolunay ile ilgili acil konuşmamız gerekiyor. Şu an bir tür manik atak yaşıyor sanırım, ilaç içmemekte de direttiğinden mâni olamıyorum.'' Durdu, kısa bir süreliğine karşı tarafı dinledi ve cevapladı: ''Bilmiyorum, saçmalıyor bir şeyler. Zaten Yekta'dan kaçıp gelmiş, nasıl geldiğini bile bilmiyorum. Yine kafasında kurmuş bir şeyler, kendini mi suçluyor bizi mi belli değil, hiçbir şey anlamadım.''

Onu gizlice dinlerken parmaklarımla duvardan destek almış, alnımı soğuk duvara yaslamıştım. Görmek istemedim ama dinlemem gerekiyordu, en azından kendimi biraz geriye çekip duvarı görüş açıma soktum.

Batu ise yine karşı tarafı dinledi ve ''Tekrar kaçmasından endişelendiğim için bir an önce işlemleri halletmek istiyorum,'' dedi. Beklediğim kelimeler geldiğinde sabahtan beri ağladığımdan artık kuruduğunu sandığım göz pınarlarımın yeniden ıslanmaya başladığını ve burnumun sızladığını hissettim. ''Yarın sabaha kadar nöbet tutabilirim, sabah gelip alabilirsiniz onu değil mi?'' Biraz daha bekledi ve ''Biliyorum hocam,'' diye cevapladı sıkıntıyla, ''İzin daha çıkmadı ama acil bir durum olduğunu söyleyerek en azından izin çıkana kadar müşahede altında tutamaz mısınız?'' Yine duraksama ve sigaradan alınan derin bir nefesin ardından yeni bir cevap: ''Hayır, şu an bir yere gidemez,'' dedi. ''Dış kapı kilitli, dediğim gibi sabaha kadar bekleyeceğim ben başında ama sabah acilen gelip onu götürmeniz gerekiyor. Ben Ömer hocayla konuşurum, belki sahte bir rapor hazırlayabiliriz intihar etmeye çalıştığına dair, bu en azından onun kontrol altında tutulması için yeterli bir bahane olur.''

Gözlerimi kapattığımda kirpiklerimin de ıslandığını hissettim. İçimde bir şeyler ısınıyor, iliklerime kadar beni titreten bir his var ve ben bu ağırlıkla nasıl baş edeceğimi bilemiyorum.

''Bu iznin çıkacağı yok,'' diyor Batu da, ''Kaç aydır bekliyoruz. Geç bile kaldık.''

Alnımı, kafatasımı kırıp parçalamak istiyormuşum gibi sertçe soğuk duvara bastırıp gözlerimi kapatabileceğim kadar sıkı kapattım.

Nefes al ve ver.

Başım dönüyor,

Nefes al ve,

Midem bulanıyor,

... ve ver.

Nefes borumda bir şey var, bir ağırlık, bir top gibi, yabancı bir şeyler ve nefes almamı engelliyor sanki. Hayır, hayır! Engellemiyor! Her neyse o nesne, küçük bir boşluğu var, ölmemi istemediğinden küçücük bir aralık bırakmış ki sonuna kadar acı çekeyim. Böyle arafta kalayım, ne yeterince nefes alayım ne de ölüp kurtulayım.

''Evet, Yekta da aynı şeyi istiyordu zaten, ona danışmamıza gerek yok.''

Alnımı soğuk duvardan ayırdım, tutunmayı da bıraktım ve buz kesmiş parmaklarımı kendime doğru çektim. Gözlerimi yeniden açtığımda beni karşılayan karanlığa daha gözüm alışmadan sessiz ve ağır adımlarla girişi geçip içeriye girdim.

Batu, hâlâ telefonda konuşuyor ve ''Zaten ona ulaşabileceğimizden de şüpheliyim,'' diyordu. Ben her adımda ona arkasından yavaş yavaş yakınlaşırken de o sigarasından son bir nefes daha alıp izmariti pencereden aşağıya attı. Parmaklarım usulca pantolonumun arka cebine inerken Batu doktora veda etti.

Bıçağı cebimden çıkardığımda telefonunu kapatıyor, bıçağın keskin tarafını çekip açtığımda ise pencereyi örtüyordu.

Ölüm sessizliği.

Ne söylediği belli olmayan fısıldamalar geziniyor kulağımda ama nereden geliyor bunlar bilmiyorum; Batu duymuyor olsa gerek ki arkası dönük bir şekilde dışarıyı izlemeye devam ediyor. Yaklaşıyorum, karanlığa karışan bedenimi dikkatli gözler bile seçemez belki de ve bir yırtıcı kadar sessizim; nefes dahi almıyor, düşüncelerimi işitmesinden çekinerek aklımı da bomboş bırakıyorum.

Şimdi sadece birkaç adım uzağımda. Uzansam dokunabileceğim kadar. Benden uzun, geniş omuzları bütün pencereyi kapatıyor neredeyse ama güçlü değil de zayıf duruyor. Çok garip. Düşünmüyorum. Hissetmiyorum. Belki yüzünü görmediğim için ama tanımıyorum onu, neye benzediğini bile bilmiyorum. Ruhu çekilmiş boş bir et torbası gibiyim, herhangi bir cesetten farksızım. Aslına bakarsan ben ne kendimi ne de onu tanıyorum.

Beni duymasa da geldiğimi görmese de işkilleniyor sanki, seziyor bir şeylerin yolunda olmadığını ve bu sessizliğin yalnızca sabahın çok erken saatlerinden gelmediğini ama bunun aslında fırtına öncesi sessizlik olduğunu...

Ve omzunun üzerinden kısa bir bakış atacak gibi oluyor ama her şey saniyeler, hatta saliseler içerisinde gerçekleşiyor. Kendimi kaybediyor, birden sırtına atlıyor, kollarımı boynuna dolayarak vücudumu çekiyor ve bacaklarımı sıkıca belinin etrafına dolayarak onu tamamen savunmasız yakalıyorum. Bir şaşkınlık nidası atmasına dahi müsaade etmeden avuçlarımın arasında sıkıca tuttuğum bıçağı göz açıp kapayıncaya kadar boğazına saplamaya çalışıyorum ama bıçağı ne kadar sıkı tutarsam tutayım Batu'nun dengesi bozulunca benimki de bozuluyor ve ona bir parazit gibi yapıştığımdan düşmemek için sıkıca boğazına sarılmam ama aynı zamanda da bıçağı bırakmamam gerekiyor. Bu sarsılmalar yüzünden bıçağın kabzasındaki kavrayışım gevşerken amaçladığım üzere büyük hasarlar veremiyorum.

"Dolunay...!" Kesik nefeslenmeler arasında adımı şaşkınlık içinde haykırıyor ama bıçakla açtığım kesik hayati olmasa da nefesini kesiyor bir anlığına.

Nefes alma çabaları ve gırtlaktan yükselen acı bir inleme eşliğinde öylece debelenmeye devam ederken Batu bir noktada dengesizliğimden yararlanarak eğiliyor ve beni öne doğru savurarak sırtından atıyor. Son anda bıçağı daha sıkı bir şekilde kavradığımdan bıçak da benimle beraber düşüyor neyse ki. Birkaç adım ötede tepe taklak olup sırt üstü yere çakılarak acıyla inlesem de kendimi toparlamam çok kısa bir an alıyor ve vücudumun üzerinde dönerek yerden önce ona, onun durumuna, ardından da ikimizin arasında yerde kanlar içerisinde beklemekte olan bıçağa bakıyorum. Uzun saçlarım karışıp önüme düşmüş, görüş açımı da fazlasıyla kapatıyor ama herhangi bir hareket yapamadan temkinle onu süzüyor, ters bir hareket bekliyorum.

"Sen... Ne yapıyorsun?" demekte bile zorlanıyor, boğazında atardamarına  yakın bir yerde 8 santim derinliğinde bir kesik olması gerekiyor aslında fakat ilk seferinde yeterince iyi tutturamamışım, ölümcül bir darbe değil dolayısıyla. Yine de oluk oluk kanlar akıyor yarasından. Şokta olmalı, gözlerini kocaman kocaman aralamış ve ayakta dikiliyor olsa da bilincini kaybetmenin eşiğinde; bir akciğer kanseri hastası gibi tırtıklı, boğuk nefesler alıyor ve gözlerimin içine bakıyor.

Tıpkı Gökhan'ın yaptığı gibi, ağzını dahi açmadan, ''Neden?'' diye soruyor sanki bana.

Neden, neden, neden?

Neden yapıyorsun bütün bunları?

Bacakları tutmuyor, sendeliyor ve titreyen parmaklarını kaldırıp bütün gücüyle yarasına doğru, kanamayı durdurmak isteyerek bastırıyor ama nafile. Bir çeşmeden akıyormuş gibi gelen kan, parmakları arasından da buluyor yolunu ve usul usul yayılıyor gövdesinde. Koca koca araladığı gözleri benimkileri takip edince neredeyse birkaç saniye sürecek bir yavaşlıkla aramızda yerde durmakta olan bıçağa iniyor. O an, tıpkı benim gibi onun da bıçağı almaya davranacağını düşündüğümden hızla ileriye atılıp bıçağı tekrardan elime aldım fakat onun tek yaptığı ölümüne yarasını sıkmak ve bu son hareketimle de afallayarak neden bunu yaptığımı anlamaya çalışmaktı sanki. Bıçağı tekrardan aldığımı gördüğünde sendeledi geriye doğru ve bir noktada bacakları arkasındaki koltuğa takıldı, dengesini koruyamayıp sırt üstü koltuğa düştü.

Kontrol edemiyordum hareketlerimi, yalnızca bir göreve programlanmış bir robot gibiydim, saldırı komutları girilmişti sanki ve benim bunlara karşı koyabilecek bir iradem dahi yoktu ortada. Kalktım, hamle yapacağımı anlayınca o da doğrulmaya yeltendi fakat daha buna tenezzül edemeden koştum ve onu omuzlarından iterek koltuğa sabitlediğim gibi karnına oturdum. Bana bakıyor, biliyorum, belki de bir şeyler söylemeye çalışıyor ama görüntüler çok bulanık benim için. Çehresinin olması gereken yerde bir karmaşa var, bir boşluk, bir yabancılık. Dayanamıyorum ona, hâlâ nefes alıyor oluşuna; benimle dalga geçiyor gibi geliyor. Birinin güldüğünü dahi duyuyorum sanki hatta, sinirden kafayı yemek üzereyim ve içimde oluşan bu öfkeyi yansıtabileceğim tek bir yol var.

Bıçağı tekrar tekrar indirip kaldırıyor ve her defasında göğsünde farklı noktaları bıçaklamaya çalışıyorum ama beni engelliyor, elini kolunu kaldırarak kalkan gibi kullanıyor. Omuzları sarsılıyor, bana direnmeye çalışıyor ama deliliğime karşı koyabilmesi mümkün olmuyor. Lanet, rahatsız edici bir böceği ezmeye çalışıyor gibiyim ama elimi her kaldırdığımda hâlâ nefes alıyor. Benimle alay ediyor, şimdi geberip gitmezse de hep edecek, hep aklımla oynayacak, bir parazit gibi beyin kıvrımlarımda yaşamını sürdürüp zehrini sistemime salacak. Benimle bir kuklaymışım gibi oynayacak!

Bilmiyorum kaç kere bıçakladım veya bıçakladığımı sanıp ıskaladım ve bilmiyorum kaçıncısında hareketleri kesildi ama kollarım artık daha fazlasına dayanamayınca durdum; nefes nefese kaldığımı ve salya sümük ile kan içerisinde olduğumu fark ettim. Yüzüne bunca zaman boyunca bakmıyormuşum aslında, gözlerim kör olmuş sanki. Nefes alışverişim biraz olun düzelince, kafama oksijen gitmeye başlayınca ve zihnime bir duvar gibi örülen sis perdesi çekilince renkler geri gelmeye başladı.

Her şey ani, silik ve siyah beyaz sahneler arasında yaşanmıştı; belki bunların hepsi birkaç saniye içerisinde gerçekleşti belki de koca bir gün geçti; güneş doğdu ve tekrardan battı, zaman tekrardan aynı saatlere sardı. Üzerinde oturuyor olduğum yabancı bir netlik kazanmaya başladı, pencereden içeriye süzülen ışık süzmeleri çocuğun soluk yüzünü biraz da olsa aydınlattı.

Batu.

Gözleri kapalı, kan kusan ağzı, dudakları hafifçe aralık kalmış ve kafası, ademelması görünecek kadar geriye yatık.

Daha ne kadar onun üzerinde bekledim, onun yüzünü ilk defa görüyormuşum gibi inceledim bilmiyorum; en az onun kadar hareketsiz ve ölü olmalıyım ben de, bir ceset gibi öylece dikilmeye devam etmekten başka bir süre boyunca hiçbir şey yapmadım.

Öldü mü?

Yutkundum, belki onuncu defa artık. Kanıyla yıkanmıştı vücudum, yapış yapıştım ve beklediğim her saniye kan kuruyor, ikinci bir deri gibi cildime yapışıyor ve beni kaşındırıyordu. Her an tekrardan canlanabilirmiş gibi tedbirle, boştaki, titreyen elimle kanlar içerisindeki boğazına doğru uzanırken de diğer elimdeki bıçağı bırakmadım. Tek bir hareket, tek bir nefes ve tekrardan kontrolsüzce saplamaya devam edebilirim sandım ama az önceki kana susamışlığım gitmiş, yerine büyük bir yıkım sonrasında şok içerisinde karşısındaki enkazı izleyen biri gelmişti.

Üzerindeki kandan neredeyse kaskatı kesilmiş parmaklarımla boynuna nabzını yoklamak için dokunmaya yeltendim ama bunu yapacak cesareti bulamadım kendimde.

Bilmiyorum yaşıyor mu.

Kontrol et! Yaşayıp yaşamadığını kontrol et!

Yapamıyorum. Cesaret edemiyorum!

Bıçak parmaklarımın arasından kopup koltuğa düşerken neredeyse aceleci bir hareketle onun üzerinden indim. Ağlıyor olduğumu fark etmemiştim ama iri iri damlalar yuvarlanıyor, çenemden kopup yere damlıyordu. Kendi kendime bir şeyler de mırıldanıyordum ama ne olduklarını seçemeyecek kadar büyük bir kaos hükmediyordu içimde; kafam allak bullaktı ve sanki karşımdaki sahneyi ben yaratmamışım da bir gece ansızın eve geldiğimde karşılaşmışım gibi telaş içerisindeydim.

Ben ne yaptım böyle?

Yapman gerekeni yaptın.

Derin derin nefesler alıp veriyor ve cinayet mahaline, bu tanıdık gelen, kanlar içerisindeki cesede bakıyordum durduğum yerden.

Seni deli hastanesine kapatacaktı.

Batu yatıyor karşımda. Bildiğin Batu, Batu işte... Batu!

Senden kurtulmaya çalıştı.

Doğum günümde bana anlayabileceğim tarzda özenle seçip ayarladığı bir kitap koleksiyonu hediye etmiş olan Batu...

Sana ihanet etmeyecekti.

''Bana ihanet mi etti?'' diye sordum sesli bir şekilde, bütün anılarım, düşüncelerim, geçmişim, geleceğim birbirine karışıp iğrenç bir çorbaya dönüşüyordu şimdi.

Sana hiçbir zaman ısınamadı zaten. Bunu sen de biliyorsun, değil mi?

''Aldığı kitaplar ve yaptığı yemekler...''

Seni hep yetkililerin eline bırakmak istedi, hem de bunun ne kadar tehlikeli olduğunu bile bile.

''Ve ilk günümde bana pijama takımı almıştı. Bebek mavisi renginde, dünyanın en güzel pijamasıydı.''

Buradan gitmeni istediğini de unutma ama.

''Öyle mi istedi? Ne zaman?''

Elbette istedi, diğerleri yüzünden seni gönderemedi sadece.

Etrafımda dönüp durdum, nereye baktığımı neye baktığımı ne yaptığımı bilmiyordum; kaybolmuştum sanki. ''Yaren'i o gönderdi,'' dedim sonunda, önüme gelen ve kandan yapış yapış kalan saçlarımı çekip düzelttim. ''Başından beri beni hastaneye yatırmak istedi.''

Ve Yusuf. Okulun ilk günlerinde seni sıkıştırıp darp eden şu çocuk.

''O da Batu'nun işidir belki.''

Şimdi düşününce ona merhametli bir son vermişsin.

Merhametli bir son... Kafamı çevirip hâlâ koltuğun üzerinde cansız kolları iki yanına düşmüş bir şekilde yatmakta olan cesede baktım. Merhametli bir son. Son ama.

''Yekta, bu yaptığımı yanıma bırakmayacak. Bana çok kötü şeyler yapacak! Beni öldürecek!''

''Önce onu sen öldürmezsen, tabii.''

''Onu da mı...''

''O da seni bunca zamandır hastaneye yatırmak istemiş, konuşmaları duydun."

''Belki Batu onun aklına girmiştir,''

''O aklını al sen de onun başından,''

Sabah oluyor, gün uzaklarda bir yerlerde doğuyor ama hava kapalı, cama çiseleyen yağmur damlaları çarpıyor. Batu'dan uzaklaştım öncelikle, aklım yeni yeni başıma geliyordu herhalde. Telaş içerisindeydim, hemen buradan uzaklaşmak, her şeyi geride bırakıp kaçmak üzere çıkışa doğru koşar adımlarla ilerledim ama daha dış kapıya gelmeden durmak zorun kaldım. Ellerimi kaldırdım, parmaklarımın uçlarından itibaren dirseklerimi dahi geçecek kadar kan revan içindeydim, öylece gidemezdim. Dönüp lavaboya girdim ben de, duş almaya yeterince vakit olmadığından ve sanki salondaki ceset ayaklanıp peşimden geleceğinden hızla üstümdeki tişörtü çıkarıp çeşmeyi açtım, soğuk suyu sütyenimin açıkta kalan bölgelerine çarptırıp temizlemeye çalıştım ama kan çok inatçıydı. 

Batu öldü mü?

Sinirle kaptım duş lifini, jel aramaya bile uğraşmadan sıvı sabun döktüm üzerine ve bütün hıncımı cildimden çıkarırcasına çitiledim kendimi. 

Git ve nabzını kontrol et.

Kan köpürmeye başladı, lavaboya akıp arkasında izler bırakarak gidere doğru süzüldü.

 Ve işi bitmediyse,

Saçlarım, saçlarım da kanlar içerisinde.

İşini bitir.

Lifi bırakıp saçlarımı lavaboya tuttum, elimden geldiğince hızla yıkayıp kandan arındırmaya çalıştım ama ne kadar işe yaradı bu, ne kadar temizlendim bilmiyordum; gözlerimin önünde sisli, bulanık bir perde varken önümü dahi doğru düzgün göremiyordum. Bir rüyadaydım sanki, oradan oraya süzülen ve kesinlikle hiçbir şeyin kontrolünün elimde bulunmadığı bir tür rüya... 

Daha fazla dayanamadım buna, henüz dakikalar geçmişti ama ben yıllardır kendimi o lavaboda günahlarımdan arındırıyormuşum gibi hissediyordum; çeşmeyi kapatmayı dahi düşünmeden ayrıldım oradan. Yekta'nın odasına girip kollarımı örtecek kadar büyük beden bir sweatshirt aldım dolabından, siyahtı ve beni yeterince gizler gibi hissediyordum. Uçları kalçalarımı dahi örtecek kadar büyüktü ve yarı ıslak bedenim içinde resmen güven buldu. 

Kontrol et! Nabzını kontrol et! Yaşıyor mu yaşamıyor mu kontrol et! 

Bir şeyler söyleyip beni kışkırtan o sinir bozucu, ısrarcı sesi görmezden gelmek için düşünmeden hareket ediyor, aceleci davranıyordum; onun beni tekrardan ele geçirmesine, bir kukla gibi yönetmesine izin veremezdim. Bu yüzden alçalıp yükselen ve bir an uysal çıkarken birden neredeyse çığlıklar atıyormuş gibi hiddetlenen fısıltıları görmezden gelip girmedim salona, direkt dış kapıya vardım buradan ayrılmak üzere.

 Ama kapıyı açmadan önce son bir defa arkama bakmaktan alıkoyamadım kendimi. Ne hissettim bilmiyorum, kalbim hızlı atıyor ve bilinçli olarak ağlamasam da, ağladığımın farkında dahi olmasam da gözyaşlarım akmaya devam ediyor ama yine de hislerimi tercüme edebilecek bir noktada değilim. Yalnızca yakıp yıktığım eve bakıyorum, bir zamanlar bana yuva oluşunu hatırladıkça, bir zamanlar Dolunay olduğumu hatırladıkça... 

Nasıl, nasıl bu raddeye gelebildik?

Kapüşonumu kafama, ıslak saçlarıma doğru çekip bir daha geri dönmemek üzere, yalnızca Batu'yu, bu evi, anılarımı değil ama Dolunay'a dair her şeyi de geride bırakarak ayrıldım oradan.

Ш

Bölüm Sonu

Hem kişisel kullanım hem de kitaplarım için bir Instagram hesabı açtım. Yeni bölümlerden kesitleri, bilgileri, kitaplarla alakalı soruların cevaplarını oradan paylaşmayı düşünüyorum. Özel bir hesap olacak, biz bize olacağız daha çok.

Profile linkini bırakacağım. Kullanıcı adım: kedilimediyy




Continue Reading

You'll Also Like

5.9K 591 8
Yalanlarla dolu geçmişin içine atılan iki kız. En güvendiklerinin bir yalan olduğunu, yalanın ise bir doğru olduğunu öğrendiklerinde içine düştükleri...
174K 14.8K 15
Jeon Kraliyeti ve Park Kraliyeti evlendirdikleri büyük çocuklarından çocuk haberi alamayınca dış tehditler yüzünden iki kraliyette iki oğlunu evlendi...
2.5M 81.3K 59
İtalyan bir mafya... Başka açıklamaya gerek var mı? Ters köşelere doyamayacağınız. Her an şaşırarak sürükleneceğiniz bir kitap hayal edin.. Sonra oku...
ZEHİR [+21] By Elif İNCE

Mystery / Thriller

86.4K 1.8K 14
[DÜZENLENİYOR] HER CUMARTESİ YENİ BÖLÜM "Kanımda dolandığını hissediyorum, bana bir şekilde zarar verdiğini biliyorum. Beni yıpratışının verdiği zevk...