Matruşka'nın Kalbi

By kedilimedi

361K 20.5K 14.3K

Bir katilin pençeleri arasındayım ve o bir canavar. Cehennemin en dip köşelerinden yükselen vahşi bir iblis... More

1-) "Esir."
2-) "Çaresiz."
3-) "Deli"
4-) "Alışılmadık."
5-) "Yeni Ev."
6-) "Temas."
7-) "İhanet."
8-) "Sahip."
9-) Kabus
10-) "Aşk Nedir?"
11-) ''Ölme Hakkı.''
12-) "Elbise."
13-) ''Kimsesiz.''
14-) "Leopar."
15-) ''Doğum Günü Kızı.''
16-) "Kuytu."
17-) ''Geçmişten Biri.''
18-) "Yeni Arkadaş."
19-) "Çapraz Ateş."
20-) "Güzel Ördek Yavrusu."
21-) "Hata."
22-) "Sır."
23-) "Davetsiz Misafir."
24-) "Parti."
25-) "Uyarı."
26-) "Hırsız."
27-) ''Öpücük.''
28-) "Cennet ve Cehennem."
29-) ''Geçmiş ve Gelecek.''
30-) ''Parazitler.''
31-) "Çirkin."
32-) "Kaçış Yok."
33-) ''Ben ve Şeytanım.''
34-) ''Ceza.''
35-) ''Aramızdan Biri.''
36-) "Güven.''
37-) ''Namağlup.''
38-) ''Kukla.'' +18
40-) "Zamana Karşı."
41-) "Terk Edilmiş Yabancı."
42-) "İki Canavar."
43-) "Krallığı Devirmek."
44-) "Yuva."
45-) "Yabancı." +18
46-) "Tehlikenin Ucunda."
47-) ''Zindan.''
48-) "Ölü ve Güzel."
49-) ''İlk Kan.''
50-) ''İntikam Alevi."
51-) ''Sona Yakın, Size Uzak.'' +18
52-) "İhanet ve Bedeli."
53-) ''Sanya.'' +18
54-) ''Yıkım.'' +18
55-) ''Anılar ve Acılar."
56-) "Karanlığın İçinden" +18
57-) "Ölüm Meleği."
58-) ''Cehennem Azabı.''
59-) "Pişman."
60-) "Kriz."
61-) "Kor Alevler."
Final

39-) "Canavarın İni."

5K 274 243
By kedilimedi

.

Матрёшка

Bölüm Otuz Dokuz 

''Canavarın İni.'' 

Ш

''İlla ki bir şey yapması gerekmiyor,'' diyordu Yekta kızarak, ''Sana bakarken bile yakalarsan sık gitsin!''

Ve belki de biber gazını istediğim zaman kullanabileceğime dair bana ettiği onlarca tembihten biriydi bu, her seferinde beni bir savaşa gönderiyormuş gibi hazırladığından emin olarak uğurlardı. Yine arabadaydık okulun bahçesinde lakin inmek ve bir türlü kazana dönmüş kafama alamadığım boğucu derslere katılmak istemiyordum; yine de bir şey söylemedim. Geçen gün Kuklacı'yı o kızla giderken gördüğümden beridir bir huzursuzluk vardı zaten içimde ve bunu Yekta'ya yansıtmak istemedim, kesinlikle bunun peşinden giderdi.

Fakat ben inecekken telefonu çaldı, daima kimlerle konuştuğuna dair abartılı bir merakım olduğundan ötürü de bekleyip konuşmasını dinledim. Başta gayet rahat bir şekilde açtı telefonu lakin birkaç saniye sonra tepkisi değişti, kaşları çatıldı ve yüzüne uysal bir görünüm veren kıvrımları ciddi bir ifadeye evrildi.

''Nerede şimdi?'' dediğinde ben de iyice yaklaştım ona hattın diğer ucundan konuşan kişiyi duyabilmek için ama kalın bir erkek sesi olduğu dışında hiçbir şeyi anlayamadım, ne konuştuklarını seçemedim. Anca telefonu kapatınca sorabildim ben de, ''Ne oldu?'' diye lakin Yekta'nın acelesi vardı, hemen motoru yeniden çalıştırdı, ''Git sen okuluna,'' dedi. ''Yaren ile ilgili.''

Kapının kolunda kaldı elim, hareket etmeden yalnızca Yekta'yı izledim sessizce. O da çoktan inmemi beklemiş olacaktı ki sorgularcasına baktı bana tekrardan ve sonunda da Yaren için endişelendiğimi düşünmüş olacaktı ki üstünkörü bir ağızla, ''Hastaymış,'' diye açıkladı. İçimi dindirdiğine, merakımı giderdiğine ve dolayısıyla da artık rahatça gidebileceğime inanıyordu sanırım ama derdim Yaren'in nasıl olduğuyla ilgili değildi. Hayır, hiç de bile.

''Sen neden gidiyorsun?'' diye sordum aksine ama şaşırmadı, kızmadı da, kötü bir niyetle sorduğumu düşünmedi sanırım ve ''Neden gitmeyeyi-'' diyecek gibi oldu ama aynı şekilde soğuk bir sesle, ''Doktor musun ki?'' diye sordum. Bu noktada artık bir şeylerin tersliğini sezdi ve bana garip bir bakış attı, sanki ne yapmaya çalıştığımı anlamak için uğraşıyordu.

''O ne demek şimdi?''

Bu tavrımın net bir şekilde hoşuna gitmediğinin farkındaydım ama elimde değildi, son zamanlardaki gerginliğim de biniyordu bütün bunların üstüne ve sonuçta baş edemeyeceğim hassas bir kişiliğe dönüştürüyordu beni. Yine de daha fazla onu kızdırmak istemedim ve uysal bir sesle, ''Ben de gelmek istiyorum,'' diye ortamı yumuşatmaya çalıştım.

''Gerek yok,'' diye karşılık verdi Yekta da. Biraz daha kendimi tutmasaydım, onunla yalnız kalmak istediğin için böyle söylüyorsun, diyecek ve ortalığı birbirine katacaktım belki de ama kendimi tutmak konusunda olağanüstü bir çaba sarf ettim, ''Geleceğim,'' diye direttim. Belki okula gitmemden zaten halihazırda hoşlanmadığı için belki de benimle inatlaşmakta bir fayda görmediği için, bilmiyorum ama daha fazla uzatmadan kabul etti ve derin bir nefes aldı arkasına yaslanırken.

Yol boyunca ikimizden de ses çıkmadı. Benim aklım basitçe yine karamsar düşüncelerdeydi, kendi yarattığım karanlıkta boğulmak gibi ahmak huylarım olduğundan ötürü stresten istisnasız her seferinde tırnaklarımın kenarlarındaki etleri çekiştirir ve etrafıma hızlı bakışlar atarak tarardım. Gergindim elbet, Yekta'nın varlığı da yokluğu da geriyordu beni. Yanımdaysa beni terk edeceğinden, uzaktaysa da hiç geri gelmeyeceğinden ötürü paranoyaya kapılırdım daima.

Yaklaşık yarım saat sonra araba pek de tekin durmayan, yer yer binalarla çevrili olsa da bir hareketliliği olmayan bir spor salonunun önünde durdu. Evine gideceğimizi sanıyordum aslında ama kocaman bir spor salonuydu burası ve hasta birinin burada ne yaptığını anlamadım. Yalnızca merakla Yekta'yı takip ettim, girişte genişçe bir bekleme salonu vardı fakat boştu ve farklı salonlara açılan koridorla devam ediyor, bu koridorda da boğuk boğuk sesler yankılanıyordu. Her sporun kendi salonu olmalıydı elbette.
Koridorun sonunda ikili büyük bir kapıyı geçtik ve yine diğerlerinden eksik kalmayacak genişlikte fakat boş bir salona girdik.

İçeride yalnızca Yaren'i görebiliyordum, kenarda bir kum torbasını nefes nefese yumrukluyor, tekmeler atıyor ve bu şekilde belli bir ritmi takip ediyordu. Yekta onu bu halde görünce derin bir nefesi bıkkın bir şekilde alıp verdi dudakları arasından ve ona doğru yaklaştı. Yaklaştıkça daha da detaylı görebildim Yaren'i ve ne kadar da dikkatini bu işe verdiğini. Her zaman giydiği o ciddi kıyafetleri, süründüğü ve ona asil, zengin bir görünüm verdiğine inandığım iddialı kırmızı ruju yoktu; siyah bir sporcu sütyeninden görünen vücudunda kayan ter damlalarına yenileri eklenirken o kesik bir soluk veriyor ve çenesine doğru çekip sıktığı yumruğu agresif bir tavırla önündeki torbaya, sanki orada nefret ettiği biri varmış gibi acımasızca geçiriyor ve her hareketinde de üstten topladığı sıkı at kuyruğu savruluyordu.

Bizi görmeyecek kadar dalgındı ya da hiç umursamıyordu, bilmiyorum, bu tarafa bakmadı. Yalnız Yekta ona varmadan hemen önce, ''Daha iki ay var maçına,'' demesi üzerine duraksayacak gibi oldu, yine de yumruklarına ve tekmelerine devam etti. ''Sürekli çalışmaktan hasta ettin kendini, görmüyor musun?''

Gerçekten de solgun görünüyordu Yaren. Normalde temiz, parlak bir renk olurdu suratında fakat şimdi uzun süre susuz kalmış bir hasta gibiydi, yüzünde renk kalmamış, dudakları solup çatlamış ve göz altlarına da hafif bir morluk yayılmıştı. Yorgun ama hırslı görünüyordu.

''İnatçılık yapma,'' dedi Yekta huzursuzluğunu belli etmekten kaçınmayarak ve anca o zaman durmaya tenezzül edebildi Yaren. Az önce ileriye doğru savurduğu kum torbasını da geri döndüğü sırada tuttu ve başını yaslayarak derin bir nefes aldı. Kim bilir ne kadardır çalışıyor, dinlenmiyordu bile. Gözlerini kapatarak birkaç saniyeyi kendine dinlenmek üzere ayırdı ve yeniden açtığında yeşil gözleri sırayla üzerimizde dolaştı.

''Babam mı...'' diyecekken nefeslenme ihtiyacıyla duraksadı ve göğsünü şişirip indirdi. ''... Söyledi?''

''Evet,'' dedi Yekta da ve az ötede duvar kenarında kalan bankın üzerindeki havluyu aldı, Yaren'e uzattı. ''Hasta hasta çalışıp kendini yıprattığını söyledi.''

Yaren pek kâale almadı onu ve yanımızdan geçerek oturakların olduğu tarafa gitti, çantasını kayarak kendine yer açtı ve oturdu. Havluyla ensesini ve boynunu kurularken bir yandan da çantasını karıştırıyor ve dalgın bir tavırla, ''Bana bakıcılık yapmana gerek yok,'' diye bir şeyler söylüyordu.

Evet, Yaren başarılı olmaya kafayı takmış hırslı biri olmalı -ki bu uğurda sıhhatini bile düşüncesizce harcayabiliyordu.

''Maça kadar böyle devam edersen maça çıkamazsın belki de,'' diyordu Yekta da ona yukarıdan ciddi bakışlar atarken. ''Ne diye zorluyorsun? Zaten yeterince iyisin.''

Yaren sonunda suluğunu bulup çıkardı ve içmeden önce Yekta'ya alaycı bir bakış attı. ''Yeterince iyi olsaydım önceki maçı kaybetmezdim.'' Yekta da buna itiraz edecek gibi oldu ama Yaren onu geçiştirdi, ''beni düşünmene gerek yok,'' dedi biraz da kızarak. ''Gayet iyiyim. Gidebilirsiniz. Boşuna vaktimi harcamayın.''

Yaren'in inatçı biri olduğunu elbette benden de iyi biliyordu Yekta da ve bu noktada yapacak bir şey olmadığının, onu ikna edemeyeceğinin ve hele ki zorla götürmeye tenezzül dahi edemeyeceğinin farkındaydı; mecburen onu kendi haline bırakmayı kabul etti. Başka da yapacak bir şeyi kalmadığından ötürü gitmeye yeltendi fakat onun aksine ben hâlâ daha aynı yerde dikiliyor ve dikkatle Yaren'i izliyordum. Yalnızca mizaç olarak değil de fiziksel olarak da bu kadar güçlü biri olduğunu yeni öğrendiğimden ötürü içimde tarif edemediğim garip bir duygu, bir tür endişe benzeri rahatsız edici bir his vardı ve bu merakla beraber harmanlanıyordu.

''Dolunay,'' diye seslendi Yekta da bana gidiş yolunda. ''Hadi, gidelim.''

Ama ben hareket etmedim, ''Burada kalmak istiyorum,'' dedim ve bariz bir şekilde onu şaşırttım. Yaren'den uzak durma isteğimi birçok kereler dile getirdiğimden, hatta onun varlığı bazen bana krizler dahi verecek kadar beni endişelendirdiğinden şimdi burada kalmayı isteme sebebimi anlamlandıramamıştı.

''Burada mı kalmak istiyorsun?'' diye doğrulatması gerekti bana, ben de hiç bozmadan, ''Evet,'' dedim ve sebebini de soracağını bildiğimden o daha fazla sormadan kendim, ''İzlemek istiyorum,'' diye açıkladım.

Yekta'nın kafası gerçekten de karışmıştı, başta ne diyeceğini bilemedi ve bakışları benim ile hâlâ daha oturan Yaren arasında dolandı. Yaren de belli ki bunu ilginç bulmuştu, avuç içlerini dizlerine dayayıp dinlenirken bana alttan soran mesafeli bakışlar atıyordu.

Sonunda Yaren de, ''Kalsın,'' dedi düz bir sesle, ''akşam getiririm.''

Yekta'nın kısık bakışlarını üzerimde hissettim yeniden. Muhtemelen aklımdan neler geçtiğini merak ediyor, bir şeylerin yolunda olmadığını düşünüyordu ama bir cevap alamadı benden, içimde yaşananları artık belli etme konusunda eskisi kadar saydam değildim. Bu yüzden onun da diyecek bir şeyi kalmadı, yalnız, ''Birbirinizi yemeyeceğinize güvenebilir miyim?'' diye sordu, Yaren sırıtırken ben de, ''Evet,'' dedim ve Yaren'in de bulunduğu oturaklara doğru yöneldim.

''Pekâlâ...'' Yekta son bir bakış daha attı bize doğru, sanki küçük çocuklara ev emanet ediyormuş gibi tereddüt ediyordu ve kim bilir aklından neler geçiyordu ama ikimizin de sorun etmediğini, gayet normal durduğumuzu fark edince daha da yapacak bir şey kalmamıştı geriye. Hatta bunun benim için çok iyi bir gelişme olduğunu düşünebilirdi, ne de olsa yeni hayatımdaki yerime tehdit olarak gördüğüm bir insana yaklaşmakta sorun etmiyor gibi gözüküyordum. Özgüvenliydim ve ağlayıp zırlamıyor, kaçmaya çalışmıyordum. Aksine ben Yaren'in üzerine yürüyordum.

Ama bu iyileşmemle alakalı bir durum değildi, ben hâlâ daha Yaren'den kesin bir şekilde hoşlanmıyor ve onu tehdit olarak görüyordum ama şimdi onunla yüzleşme şansı elde etmiştim, bunu kullanmalıydım.

Yekta bizi nihayet yalnız bırakabildiğinde artık koca salonda yalnızca ikimiz vardık. O bir süre daha dinlendi sessizce, suyunu içip havluyla yüzünü ve ensesini kuruladı, son olarak da üzerimdekileri çıkartışımı izledi. Spor kıyafetlerim olmadığı için geriye tişörtüm kalıncaya kadar soyunmuş ve tişörtümün uçlarını da toplayarak bir köşeden tutturmuş ve yukarıya doğru kıvırmıştım.

''Eşlik etmeyi mi düşünüyorsun?'' diye sordu bu hazırlanışımı izlerken.

Ona omzumun üstünden kısa bir bakış attım. ''Bana da birkaç şey öğretmeni istiyorum.''

Bakışları tişörtümün açıkta bıraktığı kısımlara indi, karnımı ve kollarımı inceledi. ''Ne gibi?'' diye sorarken gözlerini yeniden benimkilerle birleştirse de çoktan vücudumdaki yaraları, kesik çizikleri ve yanıkları görmüştü bile. Yine de bu konuda bir şey sormadı.

''Sadece kendimi savunabilecek kadar birkaç hareket öğrenmek istiyorum,'' dediğimde oturduğu yerden ağır bir hareketle kalktı ve kum torbalarının bulunduğu yere doğru yürüdü.

''Öğrensen bile gerçek bir kavgada hiçbirini yapamayacaksındır muhtemelen,'' diye ilgisizce mırıldanmış ve torbayı tutup sabitlemişti. ''İşler öyle yürümüyor.''

Ona doğru yaklaştım ben de merakla. ''Neden?''

Yumruk atacakken durdu ve bakışları bana doğru döndü. Hâlâ eldivenli elleriyle torbayı tutuyor ve alnını yorgun bir hareketle ona doğru yaslıyordu. ''Kavgada kimse öyle düzenli, kurallı hareketlere falan girişmez. Agresif ve tahmin edilemezdir. Herhangi bir kavgadan kaçınmak en iyi savunmadır. Endişeleniyorsan biber gazı taşı yanında, yapabileceğin daha iyi bir şey yok.'' Ve bakışları üzerimde gezindi hızla. ''Ayrıca o kilo ve boyla kolay kolay kimseye bir şey yapamazsın. Birkaç hareket öğrenmek kurtarmaz seni.''

Bu söyledikleri hiç hoşuma gitmemişti, ''Yine de öğrenirsem avantajlı olmaz mıyım?'' diye sordum bozulduğumu belli etmekten kaçınmayarak.

Neredeyse gülecek gibi oldu. ''Çocukluğumdan beri birçok dövüş sanatıyla ilgilendim,'' dedi, ''turnuvalar kazandım, şampiyon oldum ama birkaç yıl önce 13 yaşında bir çocuk tarafından basitçe bıçaklanarak saf dışı bırakıldım. Çünkü ringde hakemin yönettiği bir oyun oynamıyorsun sokakta ve günümüzde bela arayan herkes de kesici alet taşıyor yanında. İnan bana. Biber gazından daha iyi bir savunma olamaz.''

Kısa bir süreliğine sessizce söylediklerini düşündüm, bir insanla yakından, onunla birebir kavga etmemi gerektirebilecek durumları kurdum kafamda. Gerekeceğini biliyordum, kendimi savunmayı öğrenmem gerektiğinin farkındaydım. Yalnızca sokakta korumaya çalışmıyordum kendimi, hayatın her alanında artık ihtiyacım vardı buna. Bu yüzden kabul edemedim, ''Yine de,'' dedim üsteleyerek, ''öğrenmek istiyorum.''

Durdu, sanki gerçek niyetimi sorgulayan bir ifadeyle beni izledi bir süre ve bu süre içerisinde de gerçeği söyleyeceğimi düşündü ama ben de aynı sessizlikle karşısında durunca vazgeçti, ''Pekâlâ,'' dedi ve kum torbasını bırakıp birkaç adımda karşıma geçti. Uzun bacaklarını saran kısa şortunu küçük bir hareketle çekiştirip bacaklarını biraz araladı, bu sırada da gözleri sürekli aşağılardaydı, bacaklarımızın pozisyonuna bakıyordu.

''Denge,'' diye başladı öncelikle ve bana doğru pozisyonu gösterdi. Elleri her seferinde beni düzeltti, nasıl doğru bir şekilde yumruk yapmam gerektiğini yoksa diğer türlüsünün karşımdakine değil de bana zarar vereceğini, hatta parmaklarımı dahi kırabileceğimi söyleyerek öğretti ve her seferinde birbirine yaklaşan ayaklarımın arasındaki mesafeyi açtırdı.

Bambaşka biri gibiydi. Her hareketiyle kasılıp ortaya çıkan ve onda asla kaba durmayan zarif kasları vahşi bir kaplanı andırıyor, sanki birazdan pençelerini de çıkarıp üzerime saldırabilecekmiş gibi insanı tetikte tutuyordu. İnanılmaz güçlüydü ve hiç sıkmadan yumruk yaptığı ellerini çenesinin hizasına doğru kaldırıp pozisyon alırken karşısında kim olsa eritecek yırtıcı bakışlar atıyor, insanın aklını bulandırıyordu. Bu gücüne ve hırsına ek, yeterince fiziksel olarak  neredeyse tanıdığım herkesten üstün değilmiş gibi bir de hızı ve çevikliği vardı elbette, ben daha bana gösterdiği savunma pozisyonu için kollarımı kaldıramadan bana elbette hafifçe vuruyor ve geri savuruyordu. İnanılmazdı ve bunu yalnızca ben kötü olduğum için söylemiyordum, o gerçek bir sporcu, dahası herkesin başına bela olabilecek yırtıcı bir dişiydi.

Bütün bunlar onu belki de şu ana kadar olduğundan katbekat tehdit olarak görmeme sebep oldu. Güç, zekâ ve çok az insanda olduğu üzere sağlam, özgüvenli bir kişilik. Benim olmadığım, olamadığım her şeydi o. Hayatta hiçbir konuda hiçbir alanda hiç kimseye ihtiyacı yoktu, her türlü problemle gayet de kendi başına başa çıkabilecek kadar güçlü biriydi işte.

Saatler sonra ikimiz de ter içerisindeydik, o günlerdir çalışıyor olmanın verdiği bir yorgunlukla da bitkin duruyordu, üstüne hasta olduğunu söylemişti Yekta. Benden de kötü durumdaydı ama benim tek düşünebildiğim içimdeki aşağılık kompleksimi besleyecek güç arayışıydı, aksini kanıtlamak istiyordum çaresizce ve dayanamadım, ''Maç yapalım,'' dedim. ''Ciddi bir maç.''

Elbette bir şey bildiğim yoktu, sadece birbirimizin üstüne atlayalım ve bakalım kim kazanacak, demenin bir yoluydu işte. Kazanırsam- hayır, kazanmak zorundaydım, bir şekilde içimi dindirecek geçici süreli bir cevabım olacaktı. Onu herhangi bir alanda yenmenin çaresiz sevinci -ki bu bir kart oyunu dahi olabilirdi, herhangi bir konuda ondan iyi olursam eğer sanki yerimi sağlama almaya başlayabilirim gibi geliyordu.

Yaren'in atkuyruğunun ucu ensesine yapışmıştı terden ve göğsü derin derin nefeslerle şişip iniyordu sürekli olarak. ''Dinlenmem gerekiyor,'' dedi, ''Sonra da yine maçıma çalışmaya devam edeceğim.''

Hemen üsteledim, ''Benimle çalışmış olursun işte,'' dedim inatla. ''Sadece bir kereliğine.''

Hiç istekli durmuyordu suluğunu dalgın bir şekilde ararken fakat benim yorgun olsam dahi büyük bir hevesle, hatta yeterince derinden bakarsa çaresizce, bunu istediğimi ve benimle maç yapması için akşama kadar dil dökebileceğimi anlayınca itiraz etmedi, yarım ağız, ''Pekâlâ,'' diye bir şeyler mırıldanıp birkaç dakika sonrasında tekrardan karşıma dikildi. İki tarafında sallanan kolları kendisine doğru çekti ve bana bayık bir bakış attı, hiç ciddi durmuyordu.

''Bütün gücünle,'' dedim her ne kadar o kadar antrenmandan sonra gücü kalmadığını bilsem de ama önemli olan kendi hastalıklı düşüncelerimi hile hurda yoluyla da olsa bastırmak ve içimi rahatlatmaktı, o yüzden karşımda hasta ve bitik bir şekilde durduğu için üzülmektense bunu avantaj olarak kullanmayı istemiş olmalıyım içimde bir yerlerde.

Yaren ne için bu kadar bu işi ciddiye aldığımı elbette anlamamıştı, ölüm kalım meselesiymiş gibi takındığım tavra bakıp bir şey diyecek gibi oldu ama sustu, herhalde sportmenlikten ötürü gerçekten de istediğim üzere ciddiye almaya başladı ve sırtını dikleştirdi, boynunu kütletti ve ikinci defa yumruklarını çenesine doğru kaldırırken az önceki hırsı geri geldi. İkimiz de hazırdık.

Ciddiyim, hareket etmedim, hareket etmeye yeltendim sadece ve göz açıp kapayıncaya kadar yerdeydim. Ne ara eğildiğini ve bacağını savurarak bana çelme taktığını takip dahi edemedim. Öyle ki acısı bile bacağıma sonradan geldi, o bile takip edemedi Yaren'in agresif hareketini ve acıyla inledim sonunda. Yine de bütün gücüyle vurmamıştı elbette, yalnızca yere düşmeme sebep olacak yeterince hızlı ve sinsi bir hareketti ve bu kadarı bile yetmişti.

Yerde dizimi tutuyordum refleks gereği fakat baştaki acı çoktan yok olup gitmişti. Yaren bana üstten bakıp, ''Yeterli mi?'' diye sorarken ve elini kalkmama yardım etmek üzere uzatırken elbette, ''Hayır,'' dedim ve uzattığı eli tutmadan kalktım kendi başıma. Neyse ki her türlü acıyı ve eziyeti yaşamış, epey de bir alışmıştım. Bugün Yaren burada bütün kemiklerimi kırabilir ve beni defalarca kez bıçaklayabilirdi lakin ben daima ayağa kalkacak kadar acıya dayanabilecek ve ona meydan okuyabilecektim, son derece kararlıydım bu konuda. Bir şansım olduğuna inanacak kadar gözümü kör etmiştim ikinci defa karşısına çıkarken. Pekâlâ, diyordum şimdi de, yalnızca gözünü dört aç, hızlı ve tekte bitirici bir hamle için uzanacak, zayıf noktadan saldıracak.

Doğrusu işe yaradı, üzerime doğru attığı ilk hareketi son anda yakalayıp dengesiz bir hareketle de olsa kaçınsam da birbiriyle bağlantılıydı yaptığı her şey. Planlı ve programlı. Hemen tekrardan yanımda bitmiş ve kolumu tutarak sırtını bana vermişti. Sonra yine seçemeyeceğim kadar hızlı yaşandı her şey, bir hiçmişim gibi beni sırtının üzerinden kaldırdı ve ters çevirip sırt üstü yere attı. Yer sert değildi ve Yaren canımı acıtmamayı hedefleyerek beni neredeyse özenli bir şekilde yere atmıştı ama yine de nefesim kesilmişti ilk birkaç saniyeliğine. Bu sefer kendimi toparlamak biraz daha uzun sürdü, Yaren nefes nefese ayakta beklerken, ''İyi misin?'' diye sordu lakin az sonra güçsüz bir çabayla tekrardan ayağa kalkmaya çalışıyordum bile.

Ve karşısındaydım yeniden lakin bu sefer savunmaktan ve hareketlerini tahmin etmeye çalışmaktan ziyade onu şaşırtmak ve ilk saldıran olmak istedim. O daha tam kendi pozisyonunu alamadan da onu gafil avladım, bütün gücümle ona atılarak yere düşürmeyi amaçladım ama ilk birkaç adımda sendeleyip düşecek gibi olduysa da profesyonelce bir hareketle kendisini benden kurtardı ve birden bütün oyunu değiştirerek belimin iki yanından tuttu, bir çocukmuşum gibi beni kaldırıp kendisiyle beraber yere attı. Yine sırt üstü düşmüştüm ve nefesim tekrardan kesilmişti. Dahası hiç gösterdiklerine benzemeyen bu hareket karşısında şaşkınlık içerisindeydim.

''Bu... neydi?'' diyebildim zar zor nefes nefese. İkimiz de yerde bitik bir halde uzanıyorduk.

''Sana söylemiştim,'' dedi o da. ''Bütün sporları yaptım. Güreş de dahil,''

Bu kız bir insan olamaz. Bu kadar yorgunken ve hastayken bile yırtıcı bir hayvanın gücüne sahip. Bir canavar resmen!

Yine de pes edemezdim, dizlerim artık bedenimi ayakta tutmakta zorlandığından titremeye başlasa da ayağa kalktım. Benim ayağa kalktığımı görünce o da ciddi olup olmadığımı anlamak istermiş gibi beni izledi bir süre. Çare yok, yine ayağa kalktı. Belki de her ne kadar hiçbir kuralı takip etmiyor olsak da bunun onun gözünde antrenman özelliği vardı, itiraz etmiyordu artık. Belki de kendince eğleniyor bile olabilirdi, ondan net bir şekilde zayıf ve beceriksiz oluşum yetmiyormuş gibi bir de şimdi baya baya beni oradan oraya atmasına, tartaklamasına izin veriyor, hatta dahası için resmen onu zorluyordum.

Tekrardan karşı karşıya geçtik ve ben yeniden ona şans bırakmayı istemeyerek üzerine atıldım, kollarını tutmaya, onu itmeye, çelme takmaya çalıştım ama hiçbiri işe yaramadı ve saniyeler sonra tekrardan sırt üstü yere yapışmıştım ve o da beni omuzlarımdan tutarak yere sabitliyordu.

Nefes nefese sinirle inledim bir türlü ona dokunamayışıma fakat Yaren beni bırakmadı, hâlâ üzerimdeydi ve ciddi bir ifadeyle beni izliyordu.

Yendi işte, ne diye beni tutuyor hâlâ diye öfkeyle onu izlerken de hiç beklemediğim üzere, ''Boşuna endişeleniyorsun, Yekta benim kardeşim gibidir,'' dedi birden. Neye uğradığımı şaşırdım ve bön bön onu izledim. Bunca zaman beni rahatsız eden şeyi biliyor ve hiç çekinmeden açığa çıkarıyor oluşu bir tür bir sinir bile aşıladı bana, utanç içerisinde itirazlar etmek üzere ağzımı araladım fakat beni tekrardan şaşırttı hiç beklemeden:

''Ayrıca ben kadınlardan hoşlanıyorum,'' derken omuzlarımı bıraktı ve üzerimden doğrulup ayağa kalktı. ''Hep kadınlardan hoşlandım.''

Olduğum gibi kalakaldım kısa bir süreliğine. Böyle bir şey hiç beklemiyordum. Benim bunca zaman inandığım tek şey Yaren'in Yekta'nın peşinde sinsice dolaştığı ve benim yerimi alacağı anı kolladığı olmuştu fakat durumun hiç de sandığım gibi bir şey olmadığını öğreniyordum şimdi de.

Yine de yanlış anladığımı düşünerek doğrulama ihtiyacı duydum, ''Homoseksüellikten mi bahsediyorsun?'' dedim belki burada tanımlar daha farklıdır diye. ''Hani bazı hayvanlarda da olur ya, aynı cinsiyetten bir bireyle cinsel birliktelik yaşarlar.''

Tanım şeklimi garip bulmuş olsa da çok takılmadan, ''Evet,'' diye mırıldandı, ''ondan.''

Homoseksüelliğin hayvanlarda da olduğunu duymuştum ama işi hiç aşk olarak düşünmemiştim, sadece cinsellikten ibaret sanıyordum. Tabii onca evrim var işin içinde, çok normal!

Ne diyeceğimi bilemedim, ben de aklıma geldiği üzere, ''Yekta biliyor mu?'' diye sordum boş bulunarak.

''Sadece Yekta biliyor.''

Ve Barbaros zavallı bir âşık olarak küçüklüğünden beri sana aşık. Bir deli gibi hem de ve asla gerçekleşmeyecek bir hayalin peşinden koşuyor.

Ama yine de şimdi her şey çok daha mantıklı geliyor. Bunca zaman Yekta'yı benden insanlara özgü aşk meselesi yüzünden çalacak diye beklerken ve neden bunu öngörüp bir önlem almadığı için Yekta'ya kızarken aslında durumun hiç de sandığım gibi olmadığını öğreniyordum. Açıkçası böyle bir olasılığı göremediğim için güçlü bir utanç duygusu hissettim. Ne de olsa başından itibaren Yaren ile çok farklı kulvarlarda yarışıyorduk.

Bunun tartışmasını yapmak ve daha da derine girerek kendimi iyice rezil etmek istemedim, sadece sessizliğimi korudum. Zaten Yaren de muhabbet etmeye ölüp biten bir tip değildi, susup kenara çekilişime takılmadan dinlendi ve bir süre sonra o halde bile antrenmanına devam etti. İlerleyen saatlerde ise beni eve bıraktı.

Arabada da ses çıkmamıştı ikimizden de. Yanlış anlamadıysam bana cinsel tercihini açıklamış olmaktan pek bir memnuniyet duymuyordu, muhtemelen benim paranoyaklığımı gidermek adına artık söylemek zorundaymış gibi hissetmişti kendini. Yine de gelip de bana bunu açıklayarak içimi rahatlatmasına müteşekkir falan değildim, aksine belki de ahmakça gelebilecek bir düşünceye, neden bunu bana daha önce söylemediğine ve bunca zaman bana eziyet ettiğinin düşüncesine takıldım. Birden sırf Yekta'dan hoşlanamaz diye onu affedecek ve onunla artık iyi anlaşmaya başlayacak değildim, aksine hâlâ aramızda buzdan engeller varmış gibi hissediyor, kendimi ondan çok uzakta görüyor ve bu buzları eritmenin de artık imkânsız olduğuna inanıyordum.

Evin önüne geldiğimizde kuru bir teşekkür ettim yalnızca ve ona bakmaktan kaçınarak apartmana hızlı adımlarla girdim. Merdivenleri ikişerli üçerli çıkarken aklım karman çormandı yine, ne düşüneyim neyi nasıl hissedeyim bilememiştim şaşırtmayacak bir şekilde fakat evin kapısına vardığımda kafamdaki bu karmaşayı sonlandıracak yüz açtı kapıyı bana.

Yekta.

Normalde hep Batu zahmet ederdi kapıyı açmak için, diğerleri tembellik yapardı ama içimden bir his benim geldiğimi düşündüğünden kalkıp da geldiğini söylüyordu. Günlerdir ayrıymışız da anca kavuşabilmişiz gibi bir kavuşma sevinci vardı sanki, beni görünce yüzü aydınlanmış ve neredeyse gülümseyecek gibi olmuştu. Beni Yaren ile bırakma konusunda çok da istekli değildi ne de olsa ve şimdi beni karşısında sapasağlam olarak görmenin keyfini yaşıyordu lakin az sonra ne halde olduğumu fark etti, yüzü yavaşça düştü ve kaşları çatıldı.

Saatlerce oradan oraya fırlatılmış, çeşitli işkence yöntemleriyle etkisiz hale getirilmiştim, vücudumu hissetmiyordum bile ve kalçamda yürüyüşümü zorlaştıran bir tür ağrı vardı, ciddi bir şey olmasa da hafif bir topallamaya sebep oluyordu. Onu geçip içeriye girdim hafifçe topallayarak ve beni bu şekilde görmesinden hiç hoşlanmadığım için birebir muhatap olmaktan kaçınarak salona doğru yöneldim. O da arkamdan geliyordu, "Bu halin ne?" diye sordu fakat elbette, 'Yaren beni bir güzel patakladı, üstüne vicdan azabı duymamı sağlayacak bir itirafta bile bulundu,' diyecek değildim, sadece, "Antrenman yaparken düştüm," dedim.

Yekta bu, her nasıl yapıyorsa üzerimde nasıl büyüler kullanıyorsa artık her şeyi anlıyordu, bunu da yemedi elbette, hatta belki de kendimi kanıtlamak adına kıskançlıktan ötürü Yaren'e meydan okuduğumu çoktan çözmüştü bile. Yine de net bir şekilde konuşmak istemediğimi anlayınca sadece sessizce beni takip etti.

Herkes salondaydı. Normalde hep bizden ayrı vakit geçiren, hep işleri olduğunu söyleyen Uzay bile uzun bir süre sonra buradaydı. Konsolu takmışlar oyun oynuyorlardı. Geldiğimi görüp şöyle bir dönüp baktıklarında da onlara böyle topallayarak görünmek istemedim ama rol yapmak üzere attığım ilk adımda ele verdim hemen kendimi ve yüzümü buruşturdum, neredeyse dengemi dahi kaybedecektim.

Barbaros kulaklığını çıkarıp bıyık altından sırıttı bu halime. ''Yaren seni de tokatlamış bakıyorum,'' dediğinde derin bir nefesle şişirdim yanaklarımı ve koltuğa attım bütün gün hırpalanmaktan yorgun düşmüş bedenimi.

Barbaros da güya beni rahatlatıyor, omzuma dostça bir vuruşla dokunuyor ve ''Bu bizim grubun kaderi kuzum,'' diyordu. ''Her sene gururumuza yediremeyip tek tek bir daha deneriz onu yenmeyi ve hepimiz kıçımıza tekmeyi yiyip geri döneriz bir dahaki sene denemek üzere. Bu grupta Yaren tarafından tokatlanmayan kimse yok. Genelde grupça aktivitelerimizden biridir.''

Sesli bir şekilde itiraf etmek istemedim ama o kız bir canavar. Ondan güçlü tanıdığım tek insan Kuklacı'nın kendisi olabilirdi sanırım.

Yine de tamamen sessiz kalamadım, ''Güçlenmekle kafayı bozmuş,'' diye mırıldandım ama bunu gerçekten de içten söylemeliydim, öylece arkasından konuşur veya kötüler gibi konuşmamalıydım ama artık bir kere söylemiştim söyleyeceğimi. Bunca zaman Yaren ile ilgili oldukça olumsuz düşüncelerimi olabildiğince kendime sakladığımdan böyle pasif-agresif bir yorumda bulunabileceğimden bihaberlerdi tabii, Uzay ve Batu bütün dikkatini oyuna verdiğinden beni duymamış olsalar da Barbaros ve Yekta duydu, dahası kısa bir anlığına duraksadı. Evet, Yekta net bir şekilde Yaren'den hoşlanmadığımı biliyordu ama bunu daha masum sebeplere bağlıyordu, böyle bir yorum beklemiyor olmalıydı.

''Yani,'' Barbaros da kafası karışmış bir şekilde lafı dolandırdı, ''Öyle demeyelim de,'' dedi, ''fazla hırslı biri işte.''

Barbaros kötü bir niyetle söylemediğimi düşünmüş olacaktı ki takılmadı ama Yekta oturduğu köşeden dikkatle beni izliyordu. Sanki bütün kötü düşüncelerimi, çirkin niyetlerimi ve korkularımdan doğan çaresiz agresiflikleri görüyormuş gibi beni büyük bir dikkatle inceliyordu. Yine de bir şey yapmadı, sessizliğini korudu. Ben de onun bakışlarından rahatsız olup kafamı çevirdim, Uzay ile Batu'nun oynadığı yarış oyununu izlemeye başladım kafamı dağıtmak için ama daha oyuna odaklanamadan Barbaros girdi yine araya.

''Dolunay, biliyorsundur,'' dedi dikkatimi çekmek üzere. ''Babam eski albay.'' Yeniden Yekta'ya bakmaktan kaçınarak Barbaros'a döndüm. ''Onunla görüştük, durumu anlattık artık, resmiyete dökebilecek bir yetkisi olmasa da sahada da masa başında da çok tanıdığı var. Koruma ayarlayacak bizim için. Evlerimizin önünde nöbet tutacaklar ve bir de paralı bir dedektif tutacakmış. Kuklacı'nın izini sürecek, eskiden kaldığını yeri bulmaya çalışacak ve kanıtları da başsavcıya sunacak babamın bir arkadaşı. Hapse düşmez, çıkarırlar diyor hepsi ama ülkeden kaçmasına sebep olacak kadar sıkıştırabilirlermiş belki. Yine de ümit vermek istemedi, herifin arkası harbi sağlammış.''

Her ne kadar bunlar güzel gelişmeler olsa da onun gibi birinin elini kolunu sallayarak bu dünyada dahi istediği gibi istediği kimlikle dolaşabilmesi bahsettikleri adalete olan inancımı çoktandır yitirmeme sebep olmuştu bile. Tek sevinebildiğim gelişme onları koruyacak adamların olmasıydı, tabii bu ne kadar da büyük bir engeldi Kuklacı için tartışılır bir konu ama hiç yoktan da iyiydi, değil mi? En azından... Onları koruyacak ya da hiç değilse bunu deneyecek birileri olacak yanlarında.

''İzin çıksın hemen gelecek korumalar da,'' diye ekledi Barbaros belli ki sevinmemi beklediğinden suskunluğumu garipseyerek. ''7/24 izleneceğiz Dolunay. Her ne planlıyorsa o kadar da kolay olmayacak yapması. Tabii yine de uzun süreli bir koruma olmayacak bu. Bir an önce kalıcı bir çözüm bulmamız gerekiyor. Umalım da tuttukları dedektif bir işe yarasın.''

Öyle mi dersin?

Bir şey söylemedim, yalnızca sessiz bir şekilde oyunu izledim. Yekta da beni izliyor, biliyorum ama yine de ne düşünüyor anlayamıyorum.

Ш

Barbaros ellerini büyük bir ziyafet çekecekmiş gibi birbirine tokuşturup, ''Hadi bakalım,'' diye mırıldandı, anahtarı takıp arabayı çalışır vaziyete getirdi.

Gözlerimle okulun bahçesini tararken, ''Yekta'nın hiç hoşuna gitmeyecek bu,'' diye mırıldanıyordum ben de.

''Bilmeyecek,'' diyordu o da ve başını eğerek bahçeye doğru kısa bir bakış attı tekrardan. ''Kimsenin haberi yok değil mi?''

Kemerimi takmakla uğraşırken, ''Merak etme,'' dedim, ''sadece Uzay'a söyledim.''

''İyi o halde- ne?'' Dönüp bana baktı hemen. ''Uzay'a mı söyledin? Tebrikler! Artık bütün ahali biliyor!''

Bozularak, ''Bir yere gittiğimizi anladı ama,'' diye mırıldandım. ''Söylemek zorunda kaldım.''

''Ah!'' diye inledi acıyla ama az sonra dikkatini dağıtacak bir hareketlilik yaşandı okulun bahçesinde. ''Bak, çıktı!'' diyerek hemen az önce sonunda fakülte binasından çıkan Kuklacı'yı işaret ettim. Barbaros da hemen aceleyle dönüp direksiyona yapıştı, sanki bir an bile gözünü ayırsa ortadan kaybolabilirmiş gibi dikkatle bütün hareketlerini izlemeye başladı. İkimiz de artık sadece onunla ilgileniyorduk.

Kayra hoca.

Elinde kalınca bir kitapla çıkmıştı dışarıya ve birkaç öğrenci daha vardı yanında. Ayaküstü sohbet ediyorlardı ama Kayra'nın hareketleri aceleci duruyordu; bir an önce gitmek istiyor, yine de öğrencilerini de kırmadan kibar bir tebessüm eşliğinde onlara gereken cevabı veriyor fakat adımlarını da durdurmuyordu. Böyle onu dışarıdan izleyince ne kadar da normal, hatta cana yakın biri gibi geliyor inanılır gibi değildi. Onu tanımasam asla bütün bu hareketlerinin sahte olduğunu ve her bir mimiğinin dahi hesaplandığını düşünemezdim.

Kim böylesi temiz bir gülümsemeden şüphelenebilir ve orta yaşlardaki kibar, eğitimli bir adamın cazibesine karşı koyabilirdi ki?

Dahası taciz skandalı ne kadar da çabuk unutulmuştu öyle? Ayrıca onunla kahve içmek üzere ayrılan ve en son da onunla görülen Erva'nın gizemli bir şekilde okuldan kaydını aldırması ve tanıdığı herkesle alakasını keserek taşınması üzerine bile çok konuşulmamıştı. Yalnızca aralarında rahatsız edici bir şeylerin yaşandığının ve Erva'nın da okulu bu sebeple bıraktığının bahsi geçmişti birkaç kere lakin yine de kimse bir şeylerden şüphelenmedi. Belki Cenk'in kafasını kurcaladı bu olay biraz ama yine de o da sessizdi, muhtemelen her ne kadar Kayra'yı garip, rahatsız edici bir adam olarak görse de Erva'ya bir şey yapabileceğinin ihtimalini düşünmemişti. Hem, bu bir kayıp vakası değildi, ortada kaybolan, incinen ve herhangi bir ihbarda bulunan biri yoktu. Erva hâlâ sosyal medya üzerinden arkadaşlarıyla görüştüğünden ötürü de şüphelenecek bir durum yoktu ortada.

Ama elbette biliyordum neler yaşandığını. Erva'nın sağ olduğundan dahi şüpheliydim lakin bunu kanıtlayabilecek bir durumda değildim. Öncelikle kanıtlamaya çalışırken Kayra hocayı nasıl olur da bu kadar iyi tanıdığımı ve Erva'ya kesinlikle bir şey yaptığından nasıl bu kadar emin olabildiğimin sorgulanmasını göze alamazdım, geçmişimin açığa çıkması vicdanımın önüne geçiyordu. Kaldı ki Kuklacı öylece sıradan biri değildi, muhtemelen her işinde olduğu gibi bunu da güzelce temizlemişti. Onun aleyhine yapacağım her suçlamadan kolayca kaçabilecek sinsiliğe ve donanıma sahipti, yalnızca kendimi ortaya atmış ve boşuna çabalamış olacaktım. Kim bilir, belki ailesiyle bir anlaşma dahi yapmış veya işin içine aklıma bile gelmeyecek planlar katmıştı. Kuklacı planlı ve programlı biriydi, öyle kolayca gafil avlanamazdı ve ben daha o kızı yanımızdan alıp götürdüğünde bütün bunları kabullenmiştim bile.

O kız öldü ve geri gelmeyecek, suçlusu da hiçbir zaman yakalanmayacak.

Yine de bu Erva konusunu bizimkilere anlatmadım, anlatmak istemedim. Yekta'nın fevri bir davranışta bulunmasından çekiniyordum, sessizliğimi korumayı tercih ettim. Belki, Barbaros'un bahsettiği üzere Kuklacı için tutacakları dedektif onun geçmişine dair yeterince kanıt bulabilirse eninde sonunda Erva konusu da açılabilir ve her şey birbirine bağlanıp açığa kavuşurdu. Ama ben o güne kadar sessizliğimi korumayı tercih ettim.

Oradaydı, gri bir cipin kapısını açtı hemen az önce ve içeri geçti. ''Başlıyoruz,'' diye mırıldandı Barbaros da. Gerideydik, bizi fark etmemesi gerekirdi. Yol boyunca da Barbaros mesafeyi daima korudu, aramızda başka arabalar olduğundan emin oldu. Sırf bu takip işi için kendi arabasıyla değil bir arkadaşının arabasını ödünç almıştı Kuklacı tanımasın diye, bu kadar da hazırlanmıştı bütün bu dedektifçiliğe. Babasının tuttuğu dedektif Kuklacı'nın geçmişini legal yollarla araştırırken biz de ona yardımcı olmalı ve Kayra hoca kişiliğini illegal yollarla araştırmalıymışız, böyle diyordu.
Onu takip etmek tam olarak bize ne verecek anlayamasam da Barbaros kendinden son derecede emin duruyordu, en azından onun nerede yaşadığını ve günlük rutinini bilmeliyiz, diyordu. Ona karşı gelmedim ve istediği üzere Yekta'ya bir şey söylemedim zaten ama şahsen bu kovalamacının mantıklı bir sonuca varacağına inanmıyordum, Kuklacı bizi fark etmese dahi öylece Kayra kişiliğinden sıyrılacak ve Kuklacı'ya dönüşerek dikkatsizlik yapacak değildi. Etrafta elinde testereyle ve parmaklarında kanla dolaşmıyordu sonuçta ama yine de Barbaros'a güvenmeyi ve onu takip etmeyi seçtim.

Çok değil, yaklaşık 10-15 dakika sonra gri cip durdu, Barbaros da aracı görünmeyecek bir yere çekti ve aceleyle emniyet kemerini çözdü. ''Hadi,'' dedi, ''çabuk. Gözden kaçırmayalım.''

Bu takip işini sonuna kadar götürmekte kararlıydı, yapacak başka bir şey yok diye ben de mecburen onun hareketlerine uyup arabadan indim ve bir avcı gibi arasına belli bir mesafeye koyup onu dikkatle gözetleyen Barbaros'a doğru yanaştım, kolunu tuttum. Bu bir tür önlemdi, sanki onu tutmazsam kaçıp gidecek ve Kuklacı'nın üzerine atlayacakmış gibi tetikteydim.

Sanki biz Kuklacı'yı değil de o bizi izliyormuş gibi bir huzursuzluk vardı üzerimde ve kendisi önümüzde olsa da ben sürekli arkamıza bakma gereği görüyor, her adımda iyice Barbaros'a yanaşıyor ve kolunu sıkıca tutuyordum. Oysaki Kuklacı öndeydi, telefonda konuşuyordu ve her zamankinden de dalgın görünüyordu kaldırımda yürürken. İleride bir köşeden döndü, Barbaros da hızlandı ve hemen arkasından dönüş noktasında çökerek onu dikizledi, iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra da, ''Çabuk,'' diye fısıldadı. Oysa etrafta kimse yoktu, boş bir sokaktı ve çok da girişli çıkışlı bir yer değildi, onu kaybetmemiz olanaksızdı ama yine de Barbaros abartılı bir gizem ve heyecan katmaya çalışıyordu fark etmeden. Bozmadım onu, hatta bir süre sonra itiraf etmekten utanacağım bir heyecana kapıldım ben de. Birlikte o köşeden bu köşeye ve o çalıdan bu çalıya atlarken trajikomik bir filmde gibi hissettim kendimi. Kuklacı hâlâ daha telefonda biriyle konuşmakla meşgul olmasa belki 50 metre kadar geride ucuz bir dedektif yapımından çıkma bu gülünç hareketlerimizi dahi fark edecek ve belki de hayatında ilk defa şaşıracaktı.

En sonunda bir siteye girdi, neyse ki bir güvenliği yoktu ve biz de basitçe onu takip edebildik. ''Demek burada yaşıyor,'' diye mırıldandı Barbaros kafasını kaldırıp da çevredeki binaları incelerken. ''Dikkat çekmemek için güzel bir yer seçmiş gerçekten de.''

Fakat çevrede kimse olmayışına bakınca onun aksine düşünebildiğim tek şey, kesinlikle Kuklacı'nın burayı sessiz olduğu için seçtiğiydi. Gürültüden ve kalabalıktan nefret ettiğine göre burası hiç de fena bir yer değildi gerçekten de.

''Bize yakın bir yerde olur, hatta sapık gibi teleskopla bizi gözetler sanıyordum,'' dediğinde bu ihtimalin, bizim sokağın gürültülü ve oldukça işlek bir yer olduğu için asla gerçekleşemeyeceğini söyleyecektim lakin ötede bir yerde Kuklacı durmuş ve hafifçe dönmüştü, Barbaros da bunu benden önce fark etti ve aceleyle kolumu tuttuğu gibi beni hemen yanda kalan elektrik direğinin arkasına doğru sürükledi.

Evet, işler daha da gülünç bir hal alamaz derken Barbaros'a arkadan bakıyor ve geniş omuzlarının, elektrik direğinin kapsamından çıktığını görerek sıkıntıyla derin bir nefes alıyordum. Bu tarafa baktıysa eğer bizi fark etmemesinin bir ihtimali yoktu, bu koca adam öylece elektrik direğinin arkasına nasıl saklanabilirdi zaten? Omuzları taşıyordu dışarıya! Ama kafamı uzatıp ileriye doğru baktığımda Kuklacı'nın bu tarafa dönmediğini, önünde durduğu binanın ilk katında yaşayan yaşlı bir adamla konuştuğunu gördüm. Onun seslenmesi üzerine durmuş ve o yüzden dönmüş olmalıydı, şanslıydık yoksa çok absürt bir şekilde yakalanmış olacaktık.

Çok uzun sürmedi zaten, ayaküstü kısa bir sohbetti ve Kuklacı az sonra binaya girdi. Barbaros da yine hızlanmamızı söyledi ve biz de beraberinde binaya girdik ama girişteki yaşlı adam bizi görmüş, dahası yabancı olduğumuzu anladığından olsa gerek biz içeriye girene kadar dik dik bizi izlemişti.

''Beşinci katta durdu,'' dedi Barbaros da asansörü ve tepesinde yanan rakamı gösterirken. Yine de biz asansörle çıkmadık elbette, merdivenleri kullandık ve ses çıkarmamaya özen göstererek beş katı çıktık. Ben nefes nefese kalmıştım, asansörlerden korkmayı bıraktığımdan beridir hep asansör kullandığımdan merdiven çıkma işine hiç alışamamıştım. Teknoloji gerçekten de bir nimetti.

Beşinci katın koridoruna çıkmadık, merdivenin karanlık köşesinde bekleyip etrafı izledik. Ses soluk yoktu ve üst katta tam olarak 4 daire vardı, koridorun sağ kanadında iki taneydi ve diğer ikisi de sol kanattaydı. Hangisinin onun kaldığı yer olduğunu da bilmiyorduk. Ayrıca bilsek dahi ne olacaktı, Barbaros'un aklından ne geçiyordu bilmiyordum. Tek istediğim Barbaros'un Kuklacı'ya yakalanmaması ve bu saçma maceranın bir an önce bitmesiydi. Evet, yalan söyleyemezdim, Kuklacı'nın yeni kişiliğini ve neler yaptığını merak ediyor, ayrıca belki de onu ifşa edecek küçük de olsa bir kanıt bulmanın ihtimaline seviniyordum ama yine de çok tedirgindim, kendim için değil ama Barbaros için. Bu konuda da yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Barbaros çok inatçı ve kendisine çok güvenen bir adamdı, ona ne dersem diyeyim burnunun dikine gidecek, işleri tıpkı Yekta gibi kendi başına kendi yöntemleriyle çözmeye çalışacaktı.

Al birini vur ötekine!

Alın size yeni bir deyim! Evet, işte birbirlerine bu konuda çok benziyorlar ama iş yüzleşmeye gelince dikkatsizlikleri için birbirlerini suçluyorlar. Herkes riski alanın kendisi olmasını istiyor, başka kimseyi bu işe karıştırmak istemiyor. Batu dışında hepsi kafayı yemiş olmalı, bu ciddi bir düşünce.

Orada öylece dikildik bir süre. Gerçi bir süre diyorum lakin koca bir saatten bahsediyorum, merdivenlere çöküp öylece bekledik ve şansımıza Kuklacı'nın gerçekten de işleri olmalıydı ki çok geçmeden kapı sesi geldi, dairesinden ayrılmıştı. İkimiz de meraklı meraklı uzattık kafalarımızı koridora ve diğer tarafta kalan asansörü bekleyişini izledik Kuklacı'nın. Onu bu kadar meşgul tutan ve kafasını kurcalayan şey neydi bilmiyordum ama şu an bu gerçekten de işimize yarıyordu yoksa sanmıyorum ki avının kokusunu alan bir avcı gibi metrelerce öteden bizi saptamasın! Onu kandırıyor olabileceğimizin ihtimaline bile inanmazdım normalde.

Asansöre binip gözlerden kaybolduğunda, ''Sonunda,'' diye mırıldandı Barbaros da ve ayağa kalktı. Ben de peşinden koridorda ilerledim, geldiği tarafta iki tane daire vardı karşılıklı ve biz hangisinden çıktığını görmemiş olsak da sağ tarafta kalan kapıda nazar boncuğu asılıydı. Her türlü inançtan muaf ve dahası iğrenen Kuklacı'ya göre bir şey olmadığını düşünürsek geriye sadece soldaki kapı kalıyordu elbette.

Kapının önüne gelince durduk, açıkçası burada ne işe yaradığımızı bile bilmiyordum. İşte, yaşadığı daireyi bulduk, 19 numara, ''Şimdi ne olacak?'' diye sordum merakla. Barbaros ise bir dizini kırıp kapının önünde eğildi ve cebini karıştırmaya başladı. Ona üstten şaşkın bakışlar atarken, ''Ciddi değilsin, değil mi?'' diye sordum.

Hiç takılmadan cebinden telefonunu çıkardı ve bir şeylere tıklayıp bir video açtı, ekranı çevirip büyüttü ve telefondan, ''Merhaba arkadaşlar, bugün size nasıl kapı kilidini anahtarsız açabileceğinizi göstereceğim!'' diye bir ses duyuldu. Birinin duymuş olabileceğinin ihtimaliyle yerimde telaşla sıçrarken de Barbaros hiçbir şey olmamış gibi rahat rahat sesi kıstı ve telefonu bana uzattı. ''Tut şöyle,'' derken cebinden iki büyük tel tokası çıkardı ve anahtar deliğinin önünde pozisyon aldı.

''Barbaros,'' dedim etrafı paranoya eşliğinde izlemekten bir türlü kendimi alamazken. ''Kesinlikle anlar! En küçük bir değişikliği bile anlıyor. Çıldırır, nefret eder özel alanına girilmesinden! Yapamayız! Kafayı mı yedin?''

''Yav kızım, rahat olsana sen,'' diye umursamadan beni geçiştirdiğinde ise artık gerçekten de Barbaros'un bir deli olduğuna kesin olarak inanıyordum. Bir seri katilin, manyak, takıntılı bir adamın, bir suç dehasının inine girmekte tereddüt dahi etmiyordu! Eli bile titremiyor, rahat rahat tel tokaları videodaki adamın anlattığı şekilde evirip çeviriyordu. İnanılmaz... Gerçekten de inanılmaz!

''Düzgün tut şu telefonu,'' diye söylendi dakikalar sonra ben artık koridorun camından atlamanın eşiğine geldiğimde. ''Tutuyorum işte,'' dedim ben de kızarak ve hemen sonrasında da sesimin çok çıkmasından endişelenerek hemen etrafıma bakındım. Kimse yoktu.

''Filmlerde çok kolaydı anasını satayım,'' diye sitem etti bir de kızarak ama sonunda kapıdan yükselen tık sesiyle beraber başardı, kapıyı açabildi. Açılmamasını ve pes edip benimle geri dönmeyi kabul etmesini tercih ederdim elbette ama artık geri dönüşü yoktu, Barbaros hiç tereddüt bile etmeden içeriye girmek üzere adım attı fakat birden bütün gücümle yapıştım koluna.

''Ne yapıyorsun?'' diye kızdım ona fısıldarken sesini yükseltmek ne kadar mümkünse artık. ''Kafayı mı yedin sen? Ayakkabılarla mı gireceksin? Kesinlikle fark eder!''

Barbaros da sıkıntıyla derin bir nefes aldı, eğilip ayakkabılarını çıkarmaya çalışırken de, ''Allah allah!'' diye söyleniyordu. ''Annemden de betermiş ruh hastası!''

Sonuçta ayakkabılarımızı çıkardık ama dışarıda bırakmadan yanımıza aldık ve kapıyı ardımızdan kapattık.

Çok da şaşırdığım bir manzarayla karşılaşmadım aslında. Daima düzen ve sadelik takıntısı olmuştur zaten, etraf hep tertemizdir ve olabildiğince göz yoracak gereksiz nesnelerden yoksundur. Şimdi de bu stüdyo tarzında tek odalı geniş daire de çok farklı değildi. Perdeler çekildiğinden ötürü içeriye pek de ışık girmiyordu, soluk, soğuk mavimsi bir renk etraftaki birkaç parça eşyaya çarparak geri dönüyordu. Dahası cam hafifçe aralık bırakılmıştı ve sürekli sakin bir esinti aralıktan içeriye süzülerek perdenin bir kısmını hafifçe havalandırıp duruyordu.

''Ne yapacağız?'' diye sorduğumda Barbaros da salonu inceliyordu, baştaki sessizliğine bakılırsa onu şaşırmıştı bu manzara ama az sonra toparladı kendisini ve salonda, duvar kenarına yaslanmış bir şekilde duran siyah büyükçe bir çantaya uzandı. Çanta yeniydi, etiketi bile duruyordu.

''Bekle,'' dedim çantayı açtığını görünce. ''Her şey nerede dikkat et, aynı şekilde bırakmamız gerekiyor.''

Elindeki ayakkabıları yerde iz bırakmaması için ters çevirip bıraktı ve sonunda çantayı dikkatle açtı. Hiçbir şeyi çıkarmadı içinden, çıkarmamalıydı da zaten. Kuklacı'nın kıyafetleri belli bir şekilde katlama takıntısı vardı, muhtemelen hepsi özenle yerleştirilmişlerdi oraya ve aynı şekilde koyamazdık. Hayatımda kıyafet katladığım yoktu, ben taklit edemezdim ve Barbaros'un da inanılmaz bir beceriksizliği vardı. Bu yüzden sadece elini soktu, kıyafetlerin arasında şüphe çekecek bir şey aradı yavaş hareketlerle ve sonunda kendini geri çektiğinde de elinde iki tane pasaport vardı. O an Barbaros ile buluştu bakışlarımız. Bir tane pasaport olması anlaşılır olsa da iki tane beklemiyorduk ikimiz de.

İlgiyle yaklaşıp yanına çöktüm ben de ve pasaportlardan birini aldım elinden. Açtım. Orada kendi fotoğrafımı görmeyi beklemiyordum aslında her ne kadar başka kim olabileceğine mantıklı bir cevap düşünemesem de. Kaçtığım gece varla yok arasında hatırladığım bir fotoğraf çekimi yaşanmıştı gittiğimiz o garip yerde ve kesinlikle bu renksiz, çökük ve ifadesiz yüz bana aitti. O geceki fotoğraf olmalıydı ve bilgiler kısmında da sahte bir isim soy isim yazıyordu. Bütün bunların ülkeden kaçmak üzere yapıldığını hatırlıyordum lakin onca olan bitenden sonra hâlâ daha yurt dışına gitmeyi düşündüğünü bilmiyordum.

Barbaros'un elinde tuttuğu pasaport da Kuklacı'ya aitti ve yine rastgele bir isim soy isim yazıyordu altta. Uyruklarımız da Türk olarak gözüküyordu -ki emin olacağım üzere ikimiz de Türk değildik.

''Bütün bunlar bittikten sonra seni yurt dışına götürmeyi planlıyor gerçekten de,'' diye mırıldanıyordu Barbaros çatık kaşlarla ve ciddi bir ifadeyle belgeleri incelerken. ''Bizden intikam almayı planlıyor demiştin. Bizi birbirimize düşürmeye çalışacaktı, ihanet zırvalığından falan bahsetmişti. Peki ya fikrini değiştirip direkt seni de alıp götürürse?''

İstediğinde istediği kimliğe bürünebilen bir adamdı o. ''Bir daha beni asla bulamazsınız,'' diye tamamladım onu sessizce ve pasaportu derin düşünceler eşliğinde geri bıraktım. Barbaros da sessizleşti kısa bir süreliğine. Her ne kadar kendisine deli gibi güvenen çılgın biri bile olsa Kuklacı'nın istese çoktan hepimizi mahvedebileceğini kabullenmeye başlamıştı. Eğer o oyun oynayacak havada olmasaydı, muhtemelen hepsi kimsenin bilmediği bir yerde toprak altında çürüyor olacaklardı, ben de kim bilir nerede hangi ülkede nasıl bir kafeste yaşamaya devam edecektim.

''Bunları alalım yanımıza,'' dedi Barbaros ve hemen itiraz etmeme izin vermeden, ''Sahte de olsa pasaport çıkartmak o kadar kolay iş değil,'' dedi. ''Çok uğraşmıştır bunlar için. En azından biraz oyalarız.''

''Ya da sinirlendiririz,'' diye mırıldandım ama yine de mâni olmadım, pasaportları alıp cebine yerleştirişini sessizce izledim. ''Hadi,'' dedi ayağa kalkarken. ''Etrafta çok bir şey yok ama yine de iyice bakalım hazır fırsatımız varken.''

Buna da itiraz etmedim ve peşinden ilerledim. Hiçbir şeyin yerini değiştirmeden olabildiğince dikkatle kontrol ettik etrafı. Elbette, kontrol edilecek pek de bir şey yoktu, en temel ihtiyaçlar dışında herhangi bir nesne dahi yoktu çünkü etrafta. Çantası ve kıyafetleri ona ait tek şeydi hatta, lavabosunu karıştırdıysak da bir şey bulamadık. Her şey şüpheli geliyordu elbette ona ait olduğu için ama basit eşyalardı hepsi, sırayla yerleştirilmişlerdi o kadar. Zaten ona dair şüpheli şeyleri apartmanında bulunduracağına inanmıyordum, yalnızca pasaporttan da zarar gelmez diye önemsememiş olmalıydı. Daha başka bir şey bulamayacağımızdan emindim.

''Gidelim artık,'' diye fısıldadım hâlâ daha en küçük şeylerden bile şüphelenip didik didik inceleyen Barbaros'a doğru. ''Geliyorum,'' dönütünü alınca koridoru geçip kapıya doğru yürüdüm ben de yavaş adımlarla ama o an gözüme bir şey takıldı.

Evet, odaya ilk girdiğimizde de oradaydı, yatağının üstünde bir gömlek katlanmış bir halde duruyor, dahası bekliyordu.

Fakat şöyle ki Kuklacı kıyafetlerini katlanmış bir şekilde tutmayı severdi ve üzerini değiştireceği, bir plan yaptığı her zaman öncesinden kıyafetlerini çıkarıp katlayarak hazırlık yapar, bir yere koyardı. Ne için geldi ve ne için çıktı bilmiyorum ama kesinlikle kısa bir süreliğine ayrılmıştı, geri dönecek ve başka bir iş için üzerini değiştirecekti.

''Barbaros!'' diye seslendim hemen geri dönüp, ''Çabuk! Şimdi çıkmalıyız! Geri gelecek!''

Ama Barbaros'tan ses gelmiyordu, telaşla içeriye koşturdum ben de. İleride sadece lavabo vardı ve kapısı kapalıydı. Endişeyle kapıya vurdum, ''Ne yapıyorsun?'' diye seslendim ama ses yoktu, kapı da açılmıyordu, kilitliydi. ''Kısa bir işi olunca hep böyle yapar! Geri gelecek diyorum! Neredesin? Çık dışarıya! Hemen çıkmamız gerekiyor buradan!''

Barbaros'un başına bir şey gelmiş olabileceğinin ve bütün bunların aslında başından itibaren Kuklacı'nın bir tuzağı olduğunun düşüncesiyle neredeyse bayılacak bir duruma gelmişken az sonra lavabonun kapısı aralandı, pantolonunun belini çekiştirerek içeriden Barbaros çıktı. ''Ne oldu?'' diye sordu sanki az önce kıyameti koparmamışım gibi.

''Ciddi misin sen?'' diye sordum gerçekten de şaka yaptığına inanarak.

''Ne yapayım?'' dedi o da sanki masummuş gibi, ''Tuvaletim geldi. Bunu da fark etmez herhalde! Su döktük alt tarafı."

''Of Gökhan!'' İlk defa ona kendi adıyla sitem edip onu geçerek lavaboya girdim hemen. Elbette ellerini yıkamıştı ve lavabo ıslaktı. Biz geldiğimizde ise kuruydu. Kuklacı basitçe çoğu zaman antibakteriyel jeller kullanırdı ellerini temizlemek için. Bu yüzden hep hastaneden kopup gelmiş gibi bir kokusu olurdu ama öğretmen rolüne büründüğünden beridir bu kokuyu bastırmak için başka türde parfümler kullanıyordu.

Derin bir nefes alarak çantamı çıkardım sırtımdan ve mendilimi aradım içinde. ''Yok artık,'' dedi hayretle Barbaros da. ''Anasının... Bu kadarını da nasıl fark etsin?''

Ah, keşke onu ve ne kadar takıntılı bir insan olduğunu anlayabilseydin... Onunla yıllardır yaşayan biri olarak söylüyorum ki en küçük detayı bile yakalayan keskin gözlere sahip.

Ama bunu açıklamakla uğraşmak yerine ellerini yıkadığı ıslak bölgeyi tamamen kuruladım mendillerle. Elbette onun mendillerini kullanmamıştım.

''Pasaportları aldığımızı fark edecek zaten,'' dedi rahatını bozmadan. ''Boşuna uğraşıyorsun.''

''Hemen fark etmeyecek onları. Çantanın en dibinden çıkardın. Bütün kıyafetlerini giyeceği günlere göre sıralıyor olmalı. 3-4 güne anca fark eder. O zamana korumalar da gelmiş olur.''

Barbaros hızlı hareketlerimi izlerken hayretle başını sallıyor, ''Ne biçim bir manyakmış bu da,'' diye kendi kendine mırıldanıyordu. İşim bitince ona doğru yöneldim, ''Hadi,'' dedim aceleyle, ''Çıkmalıyız buradan.''

Fakat daha sözümü bitiremeden kapıdan bir ses geldi. Nefes almayı unuttum sanki o an, olduğum yerde donakaldım. Anahtarın deliğe giriş sesini duyabiliyordum ve az sonra kapıyı açacak, karşımıza çıkacaktı. Belki saniyelerimiz vardı.

Saniyeler.

Evinde görecek bizi, kendi özel alanında, eşyalarını karıştırırken yakalayacak ve belki de uğraşarak çıkarttığı pasaportları çaldığımızı anlayacak. Barbaros'a zarar verecek... Sözünü tutmayacak, sinirlenip direkt saldırıya geçecek...

Kapıdan gelen anahtar sesinden başka bir şey duyamıyorum sanki, kaybolmuş gibi etrafıma bakınıyorum çaresizce ama hareket edebilecek her türlü iradeden yoksunum.

Geliyor!

Bizi görecek... Bizi görecek!

Ш

?

●  Kuklacı tam olarak neyi planlıyor?

●  Bu kitapta Kuklacı ile baş edebilecek birileri var mı sizce?

●  Bölüm uzunluğu tercihiniz var mı? Genelde 4-5 bin kelime arasında yazarım ama son bölümlerde 7-8 bine kadar çıktı.

○●

Continue Reading

You'll Also Like

2.5M 79.7K 59
İtalyan bir mafya... Başka açıklamaya gerek var mı? Ters köşelere doyamayacağınız. Her an şaşırarak sürükleneceğiniz bir kitap hayal edin.. Sonra oku...
1.1K 180 12
Bir odaya girdiğimde etraf oldukça karanlıktı bu yüzden hızlıca pencereyi bulup pereleri kapattım ve hemen ardından ışıkları açtım. Ama doğru odaya g...
866K 28.6K 56
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
838K 58.1K 35
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...