Ahu ile Cengiz

By Elyios

176K 13K 3.9K

Yazgı kartları karıştırır, biz de oynarız, diyordu Arthur Schopenhauer. Kartları ben dağıtmış, geri çekilmiş... More

0.1
0.2
0.3
0.4
0.5
0.6
0.7
0.8
0.9
1.0
1.1
1.2
1.3
1.4
1.5
1.6
1.7
1.8
1.9
2.0
2.1
2.2
2.3
2.4
2.5
2.6
2.7
2.8
2.9
3.0
3.1
3.2
3.3
3.4
3.5
3.6
Merhaba
3.7
3.8
3.9
4.0
4.1
4.2
4.3
4.4
4.5
4.6
4.8
4.9
5.0
5.1
5.2
5.3
5.4
5.5
5.6
5.7
5.8
Merhaba
5.9
6.0
6.1
6.2
6.3
6.4
6.5

4.7

2.4K 216 96
By Elyios

Ahu Özata

Eskişehir'de açmaktan imtina eden güneş tepemizde, dimdik yokuş karşımızda olacak şekilde dakikalardır yürüyorduk.

Bazen gerçekten aklımı sorguluyordum. Hatta kendimle sınırlı kalmayıp arkadaşlarımı da sorguluyordum. Bizim eve adım atanın düşünme yetisine bir haller oluyordu, artık iyice emin olmuştum.

Aslında her şey çok güzel başlamıştı. Evde huzurlu bir güne uyanmış, telefonumla ilgileniyordum ki Hankişi yanıma gelmiş ve Sare'nin evde daha fazla kalmasının sağlıklı olmayacağını söyleyerek dışarı çıkarmak istediğini söylemişti. Fikri beğenip onaylamıştım ama bana neden sorulduğunu anlamamıştım.

Hankişi'nin "Şimdi benimle tek kalmasın," demesi ile yüzümde garip bir tebessüm eşliğinde hazırlanmış, Sare'yi de ikna ederek onu da kendimle birlikte hazır hale getirmiştim. Allah bir kapıyı kapatıyorsa diğer kapıyı açar derlerdi de bu kadar net bir örneğini ilk defa görüyordum.

Pezevenk bir erkeğin terk edişinden hemen sonra adam gibi adam bir erkeğin gelişi, tesadüf değil de anca tevafuk falan olurdu.

Evin bahtsız bedevisi ben olmalıydım, benim dışımda herkesin yüzünü güldürecek bir şeyler oluyordu.

"Şelalesine de parkına da başlayacağım ama şimdi," dedim kendimi tutamayarak. Hangi akla hizmet kapının önünde kuzu gibi yatan arabayı almamış ve yürümeye karar vermiştik, onu bile anlamamıştım. "Yanlış yerden gidiyor olabilir miyiz?" sorusu da Sare'den gelmişti.

"Bilmiyorum, buraları bilen sizsiniz," dedi Hankişi. Ben de derin bir nefes verdim, bize güvenip yola da çıkılmazdı yani. Elimizi attığımız pezevenk çıkmıyorsa, bizi reddediyordu. Böyle bir ikilinin ipiyle bırak kuyuyu, çukura bile inmezdim ben.

"Yeter," derken yanda bir park gözüme çarpmış, arkamdaki ikiliyi umursamadan da oraya yönelmiştim. "Ben oturuyorum burada, siz nereye giderseniz gidin." Banklardan birine oturmuş, derin derin soluyordum ve aynı anda da kafama elimi bastırıyordum. Hissettiğim sıcaklık ile yüzüm buruştu, umarım kafama güneş falan geçmezdi.

"Ben de bittim," dedi Sare kendini benim yanıma attıktan sonra. Hankişi ise boş parka bakıp "Dinlenin o zaman biraz, sonra devam ederiz," demişti. Geri dönüş asla bir seçenek değildi herhalde onun gözünde, şelale diye yola çıktıysak illa o şelaleyi görecektik.

Birkaç dakika sessizce soluklandık, gözlerim etrafı tararken Hankişi'nin ara ara Sare'ye değen bakışlarını görüyordum ama çaktırmıyordum. Sanki arkadaşımın keyfinden o sorumluymuş gibi devamlı bir kontrol halindeydi ve bu hali genişçe gülümserken içime garip bir neşenin dolmasına neden oluyordu.

Sare bizim dışımızda sadece onunla doğru düzgün bir iletişim kuruyordu ve bir erkeğin yargılamayan halinin ona iyi geldiğini hissettiğimden, enişte beye minnet bile duyuyordum.

Benim de gözlerim Sare'ye döndüğünde, yine her zamanki mutsuz bakışlarına geçiş yaptığını fark ermemle ayağa kalktım ve eline yapıştım. "Kalk hadi, tahtırevalliye binelim biraz," Kalkıp yürümeye başlamıştı ama "Ne alaka?" diye sormaktan geri kalmamıştı.

"Kös kös oturuyoruz da ne oluyor?" dedim gayet mantıklı bir argüman sunmuşum gibi. Bir tarafa geçip, oturacağı yeri hafifçe kaldırınca o da bindi. Bir aşağı bir yukarı sallanıyordu ama kimse bariz olarak ağır basmıyor olacak ki bir tarafı yere indirip diğer tarafı havaya kaldırmıyordu.

Biraz yüklenip Sare'yi havaya kaldırdığımda güldü. "Valla daha hafif olmak işime gelir Ahu," dediğinde sinsi sinsi gülerek "Benim de öyle," demiş ve hafifçe kalkıp aniden tekrar oturarak havada zıplamasına neden olmuştum. "Ahu!" diye bağırdı korkuyla, ben ise gülmekle meşguldüm.

"E hani işine gelirdi?" derken gayet eğleniyordum, Hankişi ise "Baldız yapma," diye müdahale etmişti. Bu sefer gülümseyişim ile birlikte ona dönmüş, imalı imalı bakarak "Sare'ye bir şey olur diye mi korktun enişte bey?" sorusunu yöneltmiştim.

Önce bir durdu, benden böyle bir soru beklemediği için Sare'yi kontrol etti ama arkadaşım çoktan kafasını yere doğru eğip iletişimi kesmişti. "Korktum," dedi sadece, sonra da Sare'nin olduğu tarafa geçerek önündeki tutma yerine elini koydu, kızın oturduğu yerin arkasına da diğer elini koymuş ve baskı yapmasıyla bu sefer ben havalanmıştım.

"Aa!" dedim aniden yukarı fırladığım için, gevşekçe tutunduğum demire de sarılmıştım. "Hile yapma enişte bey," diye sitem ettiğimde, Hankişi Sare'ye doğru eğilmiş halini bozmadan bana güldü. Arkadaşımın bakışları ise yüzündeydi, bana baktığı için görmüyordu ama ben görmüştüm.

Ay bu gözlemci olma işi ne güzeldi ya, dizi izliyor gibiydim valla.

"Mızıkçılık yapan sensin baldız," dedi eğlenen bir sesle, ben de söylediğine gülüp hafifçe ayaklarımı salladım. "Ee indirmeyecek misiniz yani beni?" Hankişi yüzünü biraz eğerek Sare'ye baktığında, göz göze geldiler. İkisinin de gözleri büyürken aynı anda kafalarını çevirmeleri ile dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kalmıştım gülmemek için.

"Ne yapalım Sare?" dedi Hankişi, boğazını da hafifçe temizlemişti. Sare saf saf yeri incelemeyi bırakıp bana baktı ve modu yerine gelmiş olacak ki, görmeyi özlediğim sinsi bakışları ile "Kendi insin yapabiliyorsa," demişti.

Arkadaşımızın yüzündeki bir gülücük için yapamayacağımız şey yoktu da, bana da biraz insafsız davranılmıyor muydu yani?

"Yazıklar olsun ikinizi de," dedim sitem ederek. "Besledim, büyüttüm sizi. Yakıştı mı şimdi bu?"

"Yakıştı yakıştı, seni inmeye çalışırken izlemek zevkli olacak," dedi Hankişi ve arkadaşıma döndü. "Sare sen kalk istersen," Hiçbir şey demeden oturduğu yerden kalktı, Hankişi ise biraz daha doğrulup oturakla tutulacak demirin arasına ayağını koydu.

Ve ben zorlamama rağmen aşağı inemedim.

"Yok artık," dedim tek ayağı ile beni yukarıda tutabilen Hankişi'ye. "Nasıl ya?" demiştim bir de üstüne, şaşkınlığı üstümden atamıyordum. "Tek ayağınla elli kiloyu nasıl çekebiliyorsun sen?"

"Baldız sen de evde oturuyoruz diye bizi hep evde sandın herhalde," dediğinde hafif ego kasmasına güldüm. "Yok canım, maşallah boylu boslu çocuksun." Sare'ye bakarak "Değil mi tırtılım?" diye sorduğumda, arkadaşım onda hiç görmediğim bir çekinme haliyle "Aynen," demişti.

"Neyse buradan inemeyecek değiliz, size kalmadık," dedim ters ters. Sopaya iyice yapışıp, ayağımı aşağıya sarkıtmaya çalıştığımda yükseklikle kalp atışım hızlanmış "Ay neden yapamadım?" diyerek tekrar oturmuştum.

Karşımdaki ikilinin gülüşmesi ile kaşlarım çatıldı, Sare "İnmeye çalıştın mı yani?" demesiyle yapmacık bir ifadeyle dudaklarımı yukarı kıvırdım. "Ne komik ya," dedim.

Ah Cengiz burada olacaktı da o zaman görecektim, kim havada kalıyor, kim aşağıda eğleniyor.

Kendi düşüncemle bir an duraksadım, onu o kadar benimsemiştim mi en ufak zor durumda aklımda geliyordu ama ben onu öperek, bir çay içmeye bile çağıramayacak duruma getirmiştim. "Off," dedim alnımı sopaya yaslayıp, gözlerimi kapatarak.

"Baldız?" ve "Ahu?" kelimelerini aynı anda duymuş ve yere indirildiğimi hissetmiş ama tepkisiz kalmıştım. Cengiz'in düşüncesi bile beni aşağı indirmişti işte, ben oflamayacaktım da kim oflayacaktı.

Ayrıca durup durup özlüyordum çocuğu, sülük olup dibinden ayrılmasam yeriydi çünkü onun yanındayken, yaptığım daha az utanç verici geliyordu garip bir şekilde.

Cengiz'de öyle bir bakış vardı ki, karşısında kötü hissetmek mümkün olmuyordu.

Sırtıma yerleşen elle kafamı kaldırdım, "İyiyim," dedim ama sesim biraz kısık çıkmıştı. Çalan telefonuma ulaşmak için boynumdan geçirdiğim çantayı açtım ve görmeyi beklemediğim isimle kaşlarım çatıldı. "İyiyim, hadi eşyalarını al da Sare gidelim."

Sare kafasını salladı ve banka yöneldi, Hankişi'de telefonla konuşmama müsaade etmek ister gibi yanımdan uzaklaşmıştı. Elim yeşil imgeye dokundu. "Timuçin?" dedim sorgular bir sesle. Beni pek sık aradığı söylenemezdi.

"Ahucuğum, naber?"

Rahat rahat konuşuyor olması, kötü bir haber almayacağımı belli ettiğinde derin bir nefes vererek "İyi, senden?" demiştim. "Benden de iyi valla, işin var mıydı bugün?"

"Neden sordun?"

"Kek tarifi denedim, Cengiz önüne ne koysan yiyor da, gerçek bir aşçı bakıp değerlendirsin istiyorum. Tadıma gelebilir misin?" İstemsizce gülerken "Ben miyim gerçek aşçı?" demiştim.

"Tabi ki, elinden az yemek yemedik sonuçta." Bir hışırtı geldi, sonra da "E geliyor musun?" diye sormuştu. Bir an kararsız kaldım. "Bir kaba koy, dışarıda deneyeyim istersen? Hava çok güzel."

Cengiz'e yapışmış olmak istemiyorum demiyordum da, kıvırıyordum işte ama bir yandan da kalbim onu görme isteği ile kasılıyordu. Bu ne çıldırtan dengeydi harbiden, bir yanım onu görmek için bahar bahçe, bir yanım sülük olma korkusuyla yaprak döküyordu.

"Sen bizi kaç kere misafir ettin, artık sıra bize geldi. Ayıp oluyor böyle bak,"

"Ne misafir etmesi Timuçin, bana yardım ediyordunuz," dedim hafif mahçup bir sesle. O ise anında atılmıştı. "Sen kekimi yemek istemiyorsun anlaşılan, öyle olsun Ahu, kalbimi kırdın."

"Yok," dedim ben de onun gibi atılırken. "Tamam, geleyim." diye de onaylamıştım ayıp olacak korkusuyla. "Bekliyorum o zaman, görüşürüz," Telefonu beklemeden kapattığında, ekran fotoğrafıma öylece bakarak derin bir nefes verdim.

Özledim demiştim, şimdi de evine gidiyordum.

Nisan yağmuru da en olmayacak anlarda işe yarıyordu demek ki.

...

"Bir kek yapmışım Ahu, off," Timuçin'in hevesli tavrına gülümsedim, salonlarında otururken gözüm ister istemez etrafta dolaşıyordu ve ortalıkta görünmeyen Cengiz acaba evde değil mi diye içime bir şüphe düşmüştü.

Benim geleceğimi duyunca koşarak kaçmış olamazdı değil mi, olmasındı çünkü.

"Çok güzel olduğuna eminim," dedim gülümseyerek. Timuçin, İzmir'deki abi tavrından sonra benim gözümde farklı bir yere sahip olmuştu. Hem nasip olsaydı kayınbiraderim olacağı için ona ayrı bir sempati duyuyordum. Cengiz'in diğer arkadaşları değil de, o gerçekten kaynım olacak gibi duruyordu. "Çok da emin olma sen yine," dediğinde kafamı iki yana salladım. "Hatır için çiğ tavuk yenir derler, yeriz bir şekilde kekini."

Beni takdir eden bir yüz ifadesi ile memnuniyetle elini salladı. "Maşallah maşallah," demişti aynı zamanda da. Günlerde oğluna kız arayan teyzelere benziyordu ve bu hali beni güldürmüştü. "Konuşmaya fırsat olmadı, nasılsın? Cenk nasıl?"

"İyi, yeni okuluna alışmaya çalışıyor. Her şey yolunda yani," diyerek yanımda duran yastığı aldım ve bacaklarımın üstüne koyarak, dirseğimi yasladım. "Eslem nasıl?"

"O da iyi, sınavlar falan çabalayıp duruyor işte." Hülyalı bir ifade ile konuştuğu için tebessüm etmiştim, bu çocuğun sevgilisine düşkünlüğü erkekler hakkında bildiğim her şeyi tekrar sorgulamama neden oluyordu.

Nisan'ı bile erkeklerden nefret yolundan döndürür derdim de, o kesin istisnalar kaideyi bozmaz diyip işin içinden çıkıverirdi.

"Geleceğiniz için emek ediyor desene," Timuçin'in huyuna gitmeye çalıştığımda, hemen gülümsedi. "Ağzından bal damlıyor ya, öyle yapıyor değil mi?" Kafamı olumlu anlamda salladım. "Tabi ki öyle yapıyor."

"Keyfimi yerine getirdin Ahu, benim nemrutla bu ev hayatı çekilmiyor valla. Arada gel de iki neşe kat," Nasıl geleyim be Timuçin, reddedildim ben. "Hakkını yeme Cengiz'in, ne nemrutluğunu gördün?"

"Sen aynı ev içinde olunca gör bir de," dedi ve sinsice gülerek imalı imalı "Pardon, görmüştün değil mi?" diye sorarak ayağa kalktı. "Ben çaya bakayım, keki de servis edeyim."

Yardım etmeyi teklif etmedim çünkü Timuçin'in imalı hareketleri beni dumura uğratmış, yanaklarımın da hafifçe yanmasına neden olmuştu. Elimin tersini yüzüme bastırdım, o gelene kadar yüzümü toplamak için elimle hava da yapmıştım.

İçeriden bir yerlerden kapı sesi gelmesiyle, Timuçin'in geldiğini düşünerek kapıya döndüm. Beklediğim elinde tabaklarla neşe saçan bir Timuçin, bulduğum ise belinde sadece bir havluyla ateş eden bir Cengiz'di.

Cengiz. Belinde sadece bir havlu ile duruyordu. Durduğu yer salonun kapısıydı. Ben ise salondaydım. Kapıya bakıyordum. Bakmaya da devam ediyordum.

O da bana bakıyordu.

Gözlerim benden izin isteme gereği duymadan alev ateş görüntüyü süzdü, zaten iznim vardı da, belki biraz ayıp olmasın diye naz ederdim. Onu da bir daha göremem diye çok uzatamazdım, halimden gayet memnun bir şekilde maşallah çektim içimden.

Yani nasıl anlatsam, nereden başlasam da, nereden bitirsem bilemediğim bir görüntüydü. Niyeti olmayanı niyetkar, tövbe etmişi günahkar ederdi, öyle diyebilirdim. Yüzüyorum derken bu kadar ciddi bir şey olduğunu anlayamamış, arada havuza gidiyordur diye düşünmüştüm.

Bilsem yüzmeye kayıt olurdum herhalde.

"Ahu?" dedi şaşkın bir sesle. Ben ise yüzüne değil de karın kaslarına baktığımı fark ederek yutkundum ve kısa süreliğine girdiğim transtan çıkarak yüzüne baktım.

Giydiği tişörtlerde belli ediyordu da bir şeyleri, bu omuzlar, kollar, karın kasları, göğüs falan; bir kumaş parçası bu kadar şeyi nasıl saklıyordu ya, ayıp değil miydi?

"Merhaba," dedim, ne diyeceğimi şaşırmış bir halde. Bir yanım başını çevir diyordu, diğer yanım yapma, durumu daha da garipleştireceksin diye bağırıyordu. Başka bir yanım da bu çocuğu nasıl kaçırdın diye kafama vuruyordu sanki, ortalık çok karışmıştı.

"Senin ne işin var burada?" Şokla sorduğu soruyla "Timuçin kek yapmış," diye cevap verirken, cümlenin saçmalığı içinde birkaç saniye boğulmuştum. Ee der gibi bakması paniklettiği için saçma bir soruyu da ben ekledim. "Senin ne işin var burada?"

Ahu, ne olur Ahu. Yapma Ahu. Bize şunu yapma, yeterince utanmıyor muyuz kızım biz, niye listeyi uzatıyorsun?

Çocuk kendi evinde neden bulunduğunun sorulmasını hiç garipsemeden "Nemlendiricimi salona getirmiş Timuçin," demişti ve sonra da halinin farkına varmış olacak ki kendini kapının arkasına çekti.

Evet, her güzel şeyin böyle sonu geliyordu işte.

"Pardon," dedi ne diyeceğini bilemiyor gibi ve gözlerini kapatıp, derin bir nefes verdikten sonra "Ben giyinip geleyim," demişti. Sonra da gitti, ben ise arkasından görsel hafızam ilk defa bir işe yarasın da unutmayayım diye dualar ediyordum.

Gözüm sehpaya kaydı, ee nemlendiriciyi almadan gitmişti? İçimdeki şeytan taraf, kutuyu kap ve odasına dal dese de ben onu dinlememeyi tercih edip, susup oturdum.

Şeytana uymadığıma pişman olacaksın deseler inanmazdım da işte hayat ne hallere getiriyordu insanı.

"Mis gibi kokuyor valla," diye salona giriş yapan Timuçin, bana tabağı uzattı. Gülümsemeye çalışarak aldım, o ise koridora göz atmıştı. "Cengiz hala duştan çıkmadı mı ya? Bu su faturasını beraber ödediğimizden haberi yok herhalde."

"Çıktı," dedim gayri ihtiyari, Timuçin ise kaşlarını kaldırıp "Nerede o zaman?" demişti. Boğazımı temizledim önce, sonra da battı balık yan gider hesabı "Giyiniyor herhalde," diye cevapladım. Yine bir imalı sırıtış cevabım olmuştu, ben ise keke geçirdiğim çatalı hemen ağzıma sokmuştum.

"Tadı çok tanıdık," dedim keki çiğnerken, kaşlarım da çatılmıştı aynı zamanda. Browni tarzı keke bakarken eküri "E daha önce yemişsindir aynı tariften," demişti rahatlıkla. Kafamı salladım. "Güzel olmuş valla, ellerine sağlık." Bir çatal daha alıp, onaylar anlamda elimi hareket ettirdim. "Hamaratlığını da kanıtladın sayılır, gittikçe ideal damat oluyorsun."

"Timuçin mi ideal damat?" diyerek kapıdan giren ıslak saçlı Cengiz kalbimi anında utanç benzeri bir duyguyla kastığında, nefessiz kalmamak için ekstra bir çaba göstermiştim. "Neyim varmış? Benim gibi damadı bulan kaçırmasın, damat piyasası çok karışık."

"Bir şeyin yok işte, onu diyorum." Cengiz, ev arkadaşına sataşırken aynı zamanda da ikili koltukta yanıma oturmuştu. Elimdeki keke baktı ve kaşları havaya kalktı. "Yaptığın kek bu mu?" diye sorduğunda, ekürisi kafasını salladı.

"E yok mu bana da?"

Timuçin samimiyetsiz bir gülüşle "Yok gülüm, beni ideal damat olarak görenlere ayırdım gerisini." demişti. "Hadi hadi alınganlık yapma, getir bir tabak."

"Yok valla," dedi eküri. Cengiz ve ben aynı anda "Nasıl ya?" demiş, sonra da birbirimize bakmıştık. İlk gözlerini çeken ve "Tek dilim mi yaptın yavrum?" diyen sevdiğim çocuk olmuştu. "Gerisini kendim yedim."

"Hepsini mi?" Timuçin ayağa fırladı ve oflayarak telefonunu gösterdi. "Hepsini gülüm, yediğimin lafını da mı yapacaksın? Odama geçiyorum ben, Eslem'in ders arası. Onunla konuşacağım, rahatsız etmeyin."

Cumhurbaşkanı tribiyle salondan çıktığında, Cengiz ile birbirimize şaşkın şaşkın baktık. "Benimkinden ye?" dedim kararsız bir sesle, aynı zamanda da çatalı değdirmediğim tarafı gösteriyordum. "Şu kısma çatal değdirmedim."

Cengiz söylediğimi umursamadan çatalı elimden aldı ve keki ikiye böldü. Çatalın değdiği kısımın ortasından böldüğü için her ikimize düşen paya da benim çatalım değmiş oluyordu ama pek umrunda olmayacak ki, kendi tarafına düşen parçayı eline alıp tek lokmada yedi.

"Timuçin mi yapmış bunu?" dedi inanmaz bir sesle. Ben ise az önce gördüğüm görüntü beynimi darlayıp durduğu için sıkıntıdaydım ve hala bana yakın olmaktan çekinmemesi ile, bana gerçekten bir sıcak basıyordu.

Ciddi manada bir sıcak.

"Öyle dedi," İki kelimelik cümle ne kadar zor söylenirse o kadar zor söylemiş, az önce çocuğu arsızca süzen ben değilmişim gibi bir de gözlerimi ondan kaçırmaya başlamıştım.

Elimdeki tabağı sehpanın üzerine bıraktım, "Hangi dağda kurt öldü acaba?" diye söylenmesini de duymuştum ama muhatabı ben olmadığım için cevaplamadım. Kek için çağıran kişi de ortalıkta değildi, e ben o zaman burada ne yapıyordum şu an?

Kalkmam lazımdı ama gitmek de istemiyordum, Cengiz ise bu ikileme bir son verip "Yorgun görünüyorsun?" demişti. Kafamı olumlu anlamda salladım. "Yokuş çıktım da, biraz yordu."

"Nereye gittin ki?" diye sorduğunda sonunda onunla göz göze gelerek "Şelale parka çıkmaya çalışıyorduk da, öylesine gezmek için," demiştim. Kaşları çatıldı önce, sonra da konuştu. "Furkan'la mı?"

Kişinin alakasızlığı ile "Ne alaka?" deyivermiştim. Cengiz de ne yapsam bu çocukla yaptığımı düşünüyordu herhalde. "Sare ve Hankişi'yle gittik."

"Sare daha iyi mi?" İlgili sorusuna karşılık gülümsedim. "Daha iyi," dedim dürüstlükle. Gerçekten de daha iyi olduğunu düşünüyordum, gün geçtikçe yediği içtiği şeyler bile düzelmişti sanki.

Tam neden direkt Furkan dediğini soracaktım ki "Ahu?" diye seslenen Cengiz ile kafamı kaldırdım ve burnumdan akan bir sıcaklık hissetmemle elim istemsizce oraya gitti.

Yanımdan hemen kalkmış, televizyonun önünde duran yerden kağıt havlu rulosunu almış ve iki parça kopararak bana uzatmıştı. Burnumdan çektiğim elimde gördüğüm kanla uzatılan peçeteye sarılıp burnuma bastırmıştım.

"Güneşin altında mı yürüdünüz?" dedi ilgiyle suratıma bakan ve benimle temas halinde kalmak istiyor gibi omzuma elini koyan Cengiz. "Evet, lavabo ne tarafta?" demiştim ben de, peçeteden dolayı boğuk çıkan sesimle.

Görüşüm normaldi ama içimde bir bulanma hissediyordum, o da bunu anlamış gibi ben ayağa kalkar kalkmaz tek kolunu belime sarmış ve beni yönlendirmişti.

"Başın falan dönüyor mu?" diye sorarken sesindeki endişe beni gülümsetmişti. Peçete nasılsa her yeri kapatıyor diye rahatlıkla da dudaklarımı yukarı kıvırmıştım, bir anda kötü olmasam da başım dönüyor gibi yapıp ilgisini üstümde tutmak geçmişti içimden ama endişesinde samimi olduğunu hissettiğimden kıyamayarak "Yok, iyiyim." demiştim.

Her iki elim de kanlı olduğu için rahatsız bir tavırla etrafa baktım. Cengiz elinde tuttuğu yeni kağıt havluları ben diğerini çeker çekmez burnuma tutmuş, "Ellerini yıka," diye de direktif vermişti. Onun da eli kan olmasın diye hızlıca elimi temizleyip, sol elimle tekrar peçeteyi tuttum.

Geldiğimiz gibi koltuğa dönmüştük, oturmadan önce yan koltuktan aldığı yastıkları arkama yerleştirmeyi de ihmal etmemişti. "Neden kanadı ki şimdi, başına güneş falan geçmiş olabilir mi?" dedi gözleri yüzümü tararken. Ne yapacağını bilemez haline gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım ama o konuşmaya devam etti. "Miden falan bulanıyor mu?"

"Bilmem ki, burun kanaması falan önemli şeyler diyorlar. Ölür müyüm ki?" diye sordum hafif alayla, Cengiz ise anında çok ciddiye almış ve "Saçmalama," tepkisini ortaya koymuştu.

"Üzülür müydün ölsem?" dedim onunla uğraşmak için beni dürten tarafıma uyarak. Gözüme biraz panik görünmüştü, bu hali hoşuma gittiği gibi içten içe eğlendiriyordu da beni. "Ne ölmesi Ahu? Ağzını hayra aç,"

"Ha üzülmezdin yani?"

Dikkatle yüzümü incelerken derin bir nefes verdi "Üzülürdüm," dedi kısık bir sesle, söylediğinden hoşnut kalmamış olacak ki yüzünü buruşturmuştu hemen. "İnsanın aklına neler getiriyorsun Ahu, yok ölüm falan. Kendini kötü hissediyorsan hastaneye gidelim?"

"Yok," dedim sanki fenalaşmış gibi kafamı koltuğa yaslarken. Gözleri sürekli üstümdeydi, böyle rahat edemediğimi anlayıp yastıklardan birini arkamdan çekmişti bile. "Ölsem ağlar mıydın peki?"

"Ahu!" dedi uyarır bir tonda, ben ise dudak büzüp omuz silktim. "Ağlamaz mıydın yani?" Derin bir nefes verdi, bu onun ya sabır deme şekliydi herhalde. "Ölümden konuşmak zorunda mıyız?"

"Ya varsayım, öleceğiz sonuçta bir gün. Cevap versene."

"Çok uzakta bir gün," dedi bastıra bastıra. Ben ise çok başka yerlerdeydim. "Çok ağlar mısın sen? Hiç ağlarken görmedim seni, en son ne zaman ağladın?" Bilmem der gibi dudak büzdü, "Hatırlamıyorum,"

"O kadar mı uzun oldu ya," Demek ki az ağlayan bir tipti. "Ee bana ağlar mısın?" diye sordum asıl soruya devam ederken. Cengiz tek bacağını kıvırıp koltuğa koymuş, diğerini de aşağıya sallamış şekilde otururken biraz dikleşti.

"Ağlarım."

"Çok mu?" dedim burnuma peçeteyi bastırmaya devam ederken. "Çok," dedi onay vererek. Memnun olmuştum ama bu sefer de aklıma başka bir şey takılmıştı. "Mezarımı ne kadar süre ziyaret ederdin peki, bir kez gelip bırakır mıydın?"

Yutkundu sertçe, hoşuna gitmeyen bir şey duyduğunu vücut dilinden bile anlıyordum. Gözlerinden sahici bir ifade geçmişti, acı mıydı, ayırt edemiyordum ama içime dokunuyordu. "Hep gelirdim," dedi.

"Ne kadar hep?"

"Ömrüm kadar hep."

Gülümsedim, onun uzun bir ömrü olması duasını da içimden etmeyi ihmal etmemiştim. "Unutmazdın yani beni?" Kafasını iki yana salladı. "Unutmam," cevabı ise sanki hem gelecek zamanı, hem de şimdiki zamanı kapsıyor gibi çıkmıştı ağzından.

"Peki diyelim ki bir kaza geçirdim," Cengiz kaşlarını çattı ve "Bir şey mi oldu bugün söylemediğin?" diye hemen panik moduna döndü. "Yok yok, varsayıyorum." Rahatlamamıştı ama ben yine de devam ettim. "Böbrek nakli olmazsam öleceğim, senin de dokun tutmuş. Böbreğini verir miydin bana?"

"Verirdim."

Hiç düşünmedi, yüzünde şüpheye dair hiçbir ifade veya garipseme oluşmadı. Sanki bakkaldan ekmek getirir miydin demişim gibi bir rahatlıkla ve inandırıcılıkla tek kelimeyi söylediğinde içli bir nefes verdim.

"Verme," dediğimde ise "Ne?" diye tepki almıştım. "Verme öyle bir durumda böbreğini, yazık sen ne yapacaksın tek böbrekle? İstemem böbreğini falan."

"Valla pes," dedi Cengiz şaşkın bir ifadeyle. "Yazdın, oynadın, cevabını aldın. Onu bile beğenmeyip müdahale ediyorsun, yaranılmıyor sana da," Sitemine güldüm. "Yeterince yardım ettin zaten sen bana, böbreğin de sende kalsın." Dertli dertli iç çekerek "Daha benim sana bir yardımımın dokunması nasip olmadı. Hep sen yanımda oluyorsun, alışmak üzereyim buna." dedim.

"Sen yanımda ol, yeter."

Gözlerim, gözlerini buldu istemsizce. "Yardımın dokunmasa da olur," demişti daha sonra, kalbimin ağzımda atmasına neden olacak kadar derin bir ifadeyle. Sesi, bakışları, bana doğru hafifçe eğilmiş vücuduyla tüm sistemimi alt üst edebilirdi ve yaptı da.

Beni kendine daha fazla aşık etti, birkaç cümle ve bir bakışla, kalbime zar zor sığan sevgisini taşırdı sanki. Gördüğüm görüntü, duyduğum ses, soluduğum hava; sanki hepsine ona olan aşkım bulaştı.

Bana kalsa uzansa dokunurdu ona olan hislerime, öyle somut, öyle elle tutulur hale gelmişti ama o uzanmadı, sanki bir adım geride tuttu kendini ve kalbini.

Havada asılı kaldı bazı şeyler, ikimiz de öylece bıraktık durduğu yerde.

...
Oylar sizden bereketi wattyden, amin 🫶🏻

Continue Reading

You'll Also Like

2M 73.9K 60
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Lavinia: Sana vermem gereken bir ceza vardı. Defne: Tobe hasa Defne: Ben ned...
2M 120K 64
Ulaş: Ev alma, komşu al demişler. Işık: Öyle mi demişler. Ulaş: Öyle demişler. Alacağım seni kendime. Mecburuz.
191K 9.4K 20
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?
200K 12K 26
17 yıl sonra doğumda karıştığını öğrenen Peri... Abilerine ve üçüzlerine alışabilecek mi ? Babam gülümseyip "Aksine iyi bir şey oldu. Peri doğumda k...