FANTOM ETKİSİ doğa dönüyor

Oleh Talkinglibrary

1.1M 40.7K 16.3K

Yaşamı boyunca hiç kimsenin onu "tehlikeli" olarak nitelendireceğini düşünmezdi. Eh, hayat bazen hoş olmayan... Lebih Banyak

Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
İLAHİ BAKIŞ AÇISI
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Evreni ve karakterleri tanıyalım
Bölüm 27

Bölüm 21

39.7K 1K 281
Oleh Talkinglibrary

Kelepçenin metale sürtme sesi çöktüğüm yerdeki varlığımı kanıtlayan tek bulguydu.

Müphem'in asıl ceza ile ilgili söylediklerinde ne kadar yanıldığını sadece saniyeler içinde anlamıştım. Asıl ceza onu bu şekilde görmekti. Bu, damarlarımdan tüm kanı bir anda çekmenin akıl almaz bir yönteminden başka bir şey değildi.

Adım sesleri gittikçe uzaklaşırken vakit kaybettiğimi biliyordum. Bedenime baktım. Ne ayaklarım ne de ellerimin olması gerektiği yerde sadece boşluk vardı, hala saydamken onlara yetişmem ve hatta aralarına girmem her zamankinden kolay olabilirdi. Olmak zorundaydı da. İhanetimin anısıyla ayaklandım. Kelepçeyi çekerek kurtulmaya çalışmanın hiçbir anlamı yoktu. Zira az önce Azrail kanlar içerisinde sürüklenirken bunu defalarca kez deneyim etme şansı bulmuştum. Tek ihtiyacım olan sadece biraz büyüydü. Şanslı biri değildim ama her yersiz anda kapılarını zorlayan gücümün şu anda emaresi okunmuyordu ve bu...bilirsiniz, şansa dair her şeyi açıklıyor. Güzel. Sinir bozukluğuyla bir kıkırtıya kapıldım, üstelik aynı zamanda hazırda bekleyen birkaç damla yaş gözlerimi yakıyordu.

Öyleyse gerekeni yapacaktım.

Görünmez adımlarım yerdeki ince toz tabakasında belli belirsiz izler bırakırken kırık başparmağımı göğsüme bastırarak ilerlemeye devam ettim. Fazla uzaklaşmış olamazdı. Metalik adımlar görüş alanıma girdiğinde beraberinde götürdükleri faytonu da görebilmiştim. Perdelerine kadar kapkara ve büyüktü. Arkasına sabitledikleri kara kutu faytonun süslü tasarımına bakarak fazlasıyla basit duruyordu. Büyük, siyah, tekerlekli. Tıpkı...tıpkı içine tehlikeli canavarların sığabileceği bir yük arabası gibi. Aynen öyle diye gevşedim. Adımlarım hızını kesmeden devam ediyor kırık parmağımın olduğu tüm kolum adeta zonkluyordu.

Durduklarında başları yere eğikken çok ciddi bir husus hakkında konuşuyor gibi görünüyorlardı.
''Bu kralın sofrasına çeşit olur mu?'' diye sordu kafalardan biri.

Diğeri omuzlarını inip kaldırdı. ''Nasıl olsa kendinden önce hizmetlisine yedirecek.'' Bir hizmetliysen ömrün iki öğün arasına sığabiliyordu. Arkadaşı yumruğunu miğferine indirdiğinde hazırlıksız yakalandı. ''Önce biz mi ölelim yani? Aptal!'' Üçü aralarında tartışmayı sürdürürken faytonun arkasına dayanmış kara kutunun kilidini en hızlı şekilde açmanın çeşitli yöntemlerini düşünüyordum. ''Neyse ne, kabine atın. Onu mahzendekilerde deneriz.'' Kaşlarımı çattım. Bahsettikleri kabin sırtımı dayadığım kara kutu olsa iyi olurdu. Hala görünmezken bir şansım olabilirdi.

''Ona elimi bile sürmem, Yüce Kodes! Şuna bir bak hareket ediyor.'' Ne kadar eğilsem de başında durdukları şeyi göremiyordum. ''Sanırım kusacağım,'' diye ekledi.

''Kesin şunu ve derhal içeri gelin. Bu adam uyanırsa o sürüngenden daha fazla canınızı yakar.'' Ses faytonun içinden geliyordu, büyük ihtimalle Müphem'in hemen yanından. ''Pekala, senin hala eldivenlerin var, onu arkaya koy.'' Müphem'in kollarını saran eldivenler...

Bir öğürme sesi daha geldi. ''Sersem, ne kadarda aptalsın.'' Faytona yürürken duygularını dökmeye devam ediyordu. Bu sırada koşarak kabinin kapısına gelen askerden istemsizce saklandım.

Biraz sonra pırıl pırıl bir yılanla birlikte kara kutunun içindeydim. Böyle söyleyince kulağa şairane gelse de ara sıra baldırımı kırbaçlayan ıslak kuyruğu yanaklarımı ısırmaya neden oluyordu. Nefesimi tuttum. Arabanın taşlı yolda çıkardığı seslere odaklanmıştım. Üstelik oldukça sallanıyorduk. Demek oluyor ki hızlıydık... Yolumuz epey uzun olmalıydı.

Kaslarım titriyor, eklemlerim isyan ediyordu. Sanki yorgun değil tükenmiş gibiydim. Bilincimin son anlarında büyümü yokladım. Saatler önce ulaştığı zirvede sadece anısını hissedebiliyordum. Hala oradaydı ama bir o kadar da silinmişti. Tıpkı benim gibi tükenmişti.

Ne zaman bilinmez ama yeniden kadife bayrağını dikmeyi bekliyordu.


***

Yılan yırtıcı bir tıslamayla saçlarımın örttüğü boynumdan dışarı atıldı.

"Erkek ol biraz, tut şunun kafasını!" Adamlar tam karşımda duruyorlardı. Yılan eldivensiz askere atılarak tısladı. Panikle kaskatı kesilmiştim. Her nedense bana aldırmıyor ve bakmıyorlardı. Oysa bu görünmezlik olayından tamamen arındığıma emindim.

"Ah!" Yılanın dişlerine kan bulaşmıştı. Kılımı dahi kıpırdatmadım, beni görmemiş olmaları hiç görmeyecekleri anlamına gelmiyordu. Tamamen gölgedeydim ve dikkatlerini çekmemiş olmam bundan kaynaklanıyor olabilirdi. "Sanırım beni ısırdı!" Onu umursamadılar. Arkadaşı yılana karşı son derece hırslanmıştı. Onu efendisine götürerek elde edeceğini düşündüğü şeyi bilmek istedim. Bir anlığına gözünü yılandan ayırıp adamın koluna baktı ve güldü. "Abartma, ölmezsin." Ah, hayır ölecekti.

Ellerinde tuttukları yılanla birlikte arkalarını döndüklerinde bana hareket edecek boşluğu sunmuş oldular. Yalnızca beni kendi elleriyle içeri sokacakları minik hilelere ihtiyacım vardı. Ayağa kalkmak için tutundum, bunu yaparken hareketlerim bile fısıldıyordu. Tutunmamla çalkalanan varile döndüm. Acaba nefesimi ne kadar tutabilirdim?

Varilin dibinde otururken sıvı ancak çeneme kadar geliyordu çünkü içine girdiğim esnada bir çoğu dökülüp gidivermişti. Sıvının çürük meyve kokusu midemi kaldırıyor, ara sıra burnuma ve kulaklarıma giriyordu. Üstelik berbat tadı bunların yanında solda sıfır kalırdı. Buradan çıkana kadar tek duam sağduyumu tamamen kaybetmeden ışığı görmekti. Tabii koku bunu hiç kolaylaştırmıyordu. Yine. Birkaç el tarafından taşındığım sırada çalkalanan suyun sesleri arasında bazı erkek sesleri de duyuyordum. Ağızlarından dökülenler kulağıma mantıklı birer cümle halinde ulaşmasa da taşıdıkları şeyin ağırlığından yakındıklarına son derece emindim. Aylar öncesi düşünüldüğünde şimdiki kiloma şükür etmelilerdi. Yabancı ellerden sonra varil içindeki yolculuğum çeşitli işkence- Ay, yollarla devam etti. Örneğin yuvarlanarak. Lanet sıvı içimin en ücra köşelerine kadar kaçmıştı. Yıllar gibi gelen bir süreden sonra biri varili ayağa kaldırdı, uzaklaşan adım sesleri kulağa "temiz bir nefes" gibi geliyordu.

Varil travmam, genlerim aracılığıyla dahi aktarılabilecek boyutlardayken ardımda bıraktığım parçalanmış ahşap parçalarına bir daha bakmadım. Umarım un ufak olurdu. Islaktım ve ölü balina gibi koktuğuma yemin edebilirdim. Buna aldırmadan gölgelerde saklanarak yürümeye devam ettim. Bir mutfakta olduğumu hemen anlamıştım. Hatta belki de kiler. Bir zamanlar beyaz olan zemin, çamurlu taban izleriyle gri tezgahla uyum içindeydi. Kirli bir uyum. Loş ışığın aydınlattığı raflarda bir sürü kavanoz bana bakıyordu, bakliyat mı onlar? Bakışlarımı diğer yöne çevirdim, her an hala yalnız olduğumdan emin olmam gerekiyordu. Belime gelecek büyüklükte üstü örtülü sepetlerden birinin üzerindeki örtüyü kaldırdım. O bir...o bir patates miydi? Belki de mor bir patatesti. O her neyse cebime, lanetli yumurtamın yanına koydum. Hala çatlamamış olması büyük bir şaşkınlık yaratıyordu. Yakında iyi bir kahvaltı için uygun tüm malzemeleri cebimde toplayacağım fikriyle salakça gülümsedim. Diğer sepetlerde de adını bilmediğim yiyecekler olduğunu tesciller tescillemez tezgaha yöneldim. Sivri olan herhangi bir şeye çok ihtiyacım vardı. Tava ve tencere dolu dolaplardan sonra iki bıçak alıp kemerime sıkıştırdım.

Hala kimse gelmemişken buradan çıkmalı ve Müphem'le aynı yere vardığımdan emin olmalıydım. Islaklığımla titredim. Dişlerimin sesini bastırıp çevreyi duymam gerekiyordu. Kulağımı metal kapıya dayadım, aynı anda minicik bir aralıktan dışarıyı gözlüyordum. Öyle tekinsiz, öyle sessizdi ki... Belki de ben bile geldiğim yere dönmeliydim. Ah, doğru ya! Oraya dönemiyordum.
Bir cesaretle attığım ilk adımda kapı kulakları sağır eden bir sesle gıcırdadı. Bu ancak beni bulacak türden hiç yağlanmamış bir kapı olabilirdi. Koridordaki adımlarım neredeyse titriyordu. Çıkaracağım en ufak bir ses herhangi bir canavarı uykusundan uyandırabilirmiş gibi hissediyordum. Nihayetinde bu konuda oldukça başarılı olduğumu herkes öğrenmişti.

Mutfağın beyaz zemininden sonra bu noktada ortam kararmıştı. Siyah, burayı duvarın renginden meşalelere kadar yutmuştu sanki. Hatta sanki birinin gölgelerde süren kabusuna girivermiştim. Koridorun başından metalik bir gıcırtı geldiği sırada meşalelerin ateşi titredi. Yavaşça arkamı kontrol ederken sürekli yutkunmam gerekti, sanırım yakında kusacaktım. Hassas mideler için Araf bir cehennemdi.

Ki, Araf zaten bir cehennemdi.

Şakağımdan bir ter süzüldü, ucu görünmeyen koridorun sonuna ilerliyordum. Karşıma herhangi bir tehlikenin çıkması durumunda saklanabileceğim tek bir delik yoktu. Bunu düşünmek yerine Müphem'i bulacağım ana odaklanmaya çalıştım fakat her seferinde zihnimde mektubun avucumdan alındığı esnada iki darmadağın göz doğrudan bana bakıyordu. İhanete uğramış ve kırılmış. Yine. Ah, yüceler. Gerçeği kendime saklamak ne kadar acı vericiydi. Sanki içimde tuttuğum hakikat değil de onlarca kırık cam parçası gibi etime batıyordu.


İKİ GECE ÖNCE (gerçekler)

Dünya'nın ayaklarımın altından kayıp gittiğini hissettim. Beni bir duvar gibi çepeçevre saran sonsuz boşlukta asılı onlarca saate baktım. Hepsi farklı bir saat dilimini gösteriyordu. Başımı kaldırıp kendi etrafımda döndüm. Burası zeminsiz bir gerçeklikti.

''Randevular hakkında öğrenmen gereken ilk şey, küçük hanım; Zamanında gelmektir.'' Elbette bu sesi tanıyordum. Hiçbir kurbanının unutmadığına bahse girerdim. Beyaz derinliğin içinde kara bir lekeydi. Hanzeb yüzüme yansıyan kafa karışıklığımı yakaladı. Gülümserken bundan keyif aldığını besbelli ortaya seriyordu. ''Rahatla Alessia, sadece seni yakından tanımaya çalışıyorum.''

Gözlerimi kapatıp nefesime odaklandım. ''Bu bir rüya.'' En acilinden uyanmam gerekeninden... Gözlerimi açtığımda hala aynı noktadaydım, daha da kötüsü o da aynı noktadaydı.

Hanzeb sıkıntıyla nefes aldı. Orada öylece dikilirken uyanmayacağımdan emin gibiydi. Buradan önce nerede olduğumu anımsamaya çalışarak onu tepeden tırnağa süzdüm. ''Bu bir rüya,'' diye tekrar ettim. Başıyla onayladı. ''Ama..'' Yetersiz zekamı takdir eder gibi başını sallıyordu.

''Ama ben gerçeğim,'' dedi. Ne yazık ki damarımda donan kanım kadar gerçek bir cümleydi. Burnumdan gülerek geriledim. Karşımda olmasını reddediyordum, öylece zihnime girmiş olmasını ve sınırlarımı bu kadar kolay ihlal edebilmesini. Üstelik namı, adına gelene dek şeytanı dahi elemiş biri olarak anılırken kafamın içinde onun gibi bir pislik olması kabul edilebilir değildi. Her bir kahrolası gerçekliğini reddediyordum.

''Ne kadar gerçek olduğunla ya da seni tanımakla ilgilendiğimi falan mı düşünüyorsun? Ya da şu soruyu sorayım," Kollarımı bağladım. " Kim senin asıl amacının bu olduğuna inanır? '' Kornişon turşusu kılıklı herif. Lacivert kemeri onun ortadan sıkılmış krem tüpüne benzemesine neden olmuştu. Dudakları samimiyetten uzak bir gülümsemeyle kıvrıldı. Bu gülümseme bakışlarına yansımadı, onlar hala şeytaniydi. Görünüşte asla yaşlı değilken gözlerinin ardında yüzlerce yaşı geride bırakmış bir iblisten başkası yoktu.

Görünmez bir duvara yaslanıp bir ayağını diğerinin önüne koydu ve kollarını bağladı. ''Alessia, senin problemin kimin neye inandığıyla çok fazla ilgilenmen. Ama benim problemim asla değil.'' Evet, bir nebze doğru olabilirdi fakat tam karşısında ondan gelen bir tespiti kabul edecek değildim. Bu nedenle yalnızca kaşlarımı ve çenemi kaldırdım.

''Bitir bu rüyayı.'' Kelimeler sıkılı dişlerim arasından çıkmıştı. Bir süre yüzüme baktıktan sonra bir çocuğun anlamsız isteğini geri çevirir gibi gözlerini devirdi. ''Gitmeni istiyorum.'' dedim, sesimi olabildiğince soğuk tutmaya çalışıyordum. Aksi takdirde ürkekliğim kendini ele verebilirdi.

Aldığım tek cevap sessizlik olunca omuzlarından ittirerek tısladım ''Gitmek istiyorum, adi herif.'' Sendelediği anda umursamaz tavrını anında çatık kaşları devraldı. Adımlarım geç kalmıştı, ışık hızında bir tokat yanağımda patladı. ''Bana dokunma cesaretini nereden bulursun?'' Sesi gür ve aynı anda dört bir yandan geliyordu. Elim yanağımdayken acıyla eğildim. Canım yakabiliyor olması acıdan daha fazla canımı sıkıyordu.

Bana vurduğu esnada bozulan gömleğini düzeltti. ''Şimdi beni dinl-''

İşaret parmağımı yüzünün ortasına doğrultarak lafını kestim. ''Aşağılık bir şovdan öte değilsin. Sömürgecilik oynamadığın sürece hayatta kalamayacak kadar zayıf karakterini giydiğin o kraliyet süsleri bile kapatamayacak. Neden biliyor musun? Çünkü yarattığın korku algısı bir anlığına kaybolsa senden geriye sadece et ve kemik kalacak. Senin hükmün bir yalan, bir oyun. Geçici bir oyun. Ve bil ki canımız sıkıldığında onu senden geri alacağız.'' Yanından geçip boşluğa yürümeden önce tam önünde durdum. ''Sadece...Si*tir git.''

Kalbimin ağzımda attığı üç canlı adımdan sonra iri bir el boğazımı sardı. Dudakları dümdüz olmuş, gözleri büyümüştü. Artık öfkesini herhangi bir maskeyle örtebilirmiş gibi görünmüyordu. Elinden kurtulmaya çalışırken nefes almak için ağzımı açtım. Kanın başımın üzerinde toplandığını hissediyordum. Gözleri ağzımın içine kaydı. ''Dilini kesebilirim, Alessia.''

Büyüme ulaşamıyor, gerekli gücü bir türlü toplayamıyordum.

Çırpınmaya devam ettim. Parmakları her geçen saniye daha derine batıyordu. ''Öyleyse canınızı sıkarım, Alessia. Dilini keserim ve sana yediririm. Bu yeterince canınızı sıkar mı?'' Çırpınırken tekmelerimi isabet ettirmeye çalışıyordum. Boğazımda gittikçe sıkılaşan eli beni kendine çekti ve kulağıma yaklaştı. Bizi kimse duyamazdı ama zaten amacı kelimelerin bizzat zihnime işlemesiydi. ''Canını almam ama bunu yapmam için yalvarmanı sağlarım. Beni anlıyor musun?'' Nefes alma ihtiyacıyla başımı salladım.

"Buna sevindim."

Ayaklarım yerden kesildikten kısa bir süre sonra görünmez zeminde sürükleniyordum. Boğazımı tutarak oksijeni ciğerlerime doldurdum. Ağır adımları bana yaklaşırken bedenim külçe gibi ağırlaşmıştı. Tam olarak bir kabusun etkileriydi bunlar. Sesim çıkmıyor ve reflekslerim resmen çalışmıyordu. Yukarından bakan gözleri kısıldı. ''Şimdi,'' Başını yana yatırdı. ''Bir teklifim var, beni kırmayıp geri çevirmeyeceğine eminim.''

Umarım ateşlerde yanardı. Tek duam birinin beni sarsarak uyandırması ve bu lanetli yerden çekip çıkarmasıydı. Fakat tabii ki ben dilekleri kabul olan o insanlardan biri hiçbir zaman olamamıştım. Gönülsüzce dinlemeye devam ettim. ''Nanta'nın ruhları bu denli gözüme batarken daha ne kadar yaşam sürebilir?''

''Gözüne batmasın o zaman?'' Güzel bir öneriydi. Aklı olan herkesin söyleyeceği türden. Konuşmayı çözen bir maymun mesela...

''Ama batıyor, öyle değil mi?'' Sabırsızlık ve öfkeyle dudaklarımı birbirine bastırdım. Ophelia için alınması gereken intikamın alevini körüklüyordu. Üstelik karşısında bu kadar savunmasızken bu çok anlamsız bir öfke gibi gelmişti.

''Yani? Ne öneriyorsun?'' Diye sordum, sanki mantıklı bir konudan bahsediyormuş gibi. Tekrar gülümsedi. ''Onları özgürleştirmeni.''

Duyamamış gibi başımı salladım. ''Affedersin, nasıl yapacakmışım onu? Ortada sen varken?''

Çok kolaymış gibi gözlerimi kırpıştırdı. ''Mektubu bana teslim ederek.'' Uzun süre gözlerine baktım. O da aynını yapıyordu. ''Mektubu sana teslim ederek?'' Bağlantı kurmak zor değildi. Taşlar tamamen yerine oturuyordu. ''Tüm Nanta'nın Ophelia ile aynı sonu paylaşması çok kötü olurdu.''

''Neden Nanta için bir fedakarlıkta bulunacağımı düşünüyorsun?'' Kendinden emin bir ifadeyle kuruldu. ''Çünkü seni kapıya koymak istediklerinde tümünden kurtulacak fırsata ve güce sahipken yapmadın. Onları geride bıraktın, ölüm sebepleri olmamak için.'' Gözlerini gözlerimden hiç kaçırmıyordu.

Bir an için düşündüm. ''Bunu nereden biliyorsun?'' Hanzeb başını salladı. Elbette, elbette bana bunun cevabını vermeyecekti. Her şeyi bilip, görebileceği korkusuyla ezilmemi görmek istiyordu.

Hiçbir fikrim yokmuş gibi ''Mektup neden bu kadar önemli?'' diye sordum.

''Asıl soru,'' Ellerini cebine sokup arkasını döndü, uzun ve yavaş adımlarla benden uzaklaşıyordu. Duraksadı. Önce yere sonra omuzunun üzerinden son kez bana baktı. ''Mektup, Nanta'dan önemli mi?''


ŞİMDİ

Mektubun karşılığında elde ettiğim iki şey vardı. İlki Hanzeb'in teklif ettiği bağımsızlıktı. Aksi takdirde peşlerine düşeceğine emin olduğum halkın, Nanta halkının saklanarak ve kaçarak yaşaması gerekmeyecekti. Bundan emindim, o rüyanın sonrasında uyandığımda çevremi sarmış mavi dumanı yok olmak üzereyken yakalamıştım. Bu bir söz cininin burada bulunduğu anlamına geliyordu. Hanzeb'in teklifi için sağladığı güvenceden böylelikle emin olmuştum. Fakat anlaşmanın ikinci getirisini Hanzeb dahi fark etmemişti.

Bilgi.

Mektubun asıl yüzü hakkında şüphelerim uyandığı andan itibaren büyüm bunu destekliyordu. Hanzeb'in mektup için gösterdiği çaba şüphelerim için alenen bir kanıt haline geldiğinde bu bir zafer sayılırdı. Farkında olmadan beni yönlendirmişti. Onun içinse durum tam olarak bu değildi. Birden fazla adım sesi gittiğim yönden bana doğru yaklaşıyordu. Mutfaktan çok uzaklaşmış ve sonrasında tek bir kapıya bile rastlamamıştım. Çaresizce ardıma ve önüme baktım. O sırada gözüme sağımda duran demiz mazgallar ilişti. Yüceler...

Adım sesleri her saniye daha yakından geliyordu. Havalandırmanın kapağına parmaklarımı geçirip asılmaya başladım. Esniyor ama açılmamakta ısrar ediyordu. ''Lütfen...'' diye inledim yarı fısıldar yarı ağlamaklı bir sesle. Onu bulmak istiyordum. Müphem'i bulmak istiyordum. Şimdi böyle bitemezdi. Kapak iç gıcıklayan kısacık bir sesle yerinen çıktığında güç kesintisiyle geriye sendeledim. Heyecan ve zafer kutlaması için zamanımın olmaması ne acıydı...Küçük delikten sığmaya çalışırken en ufak bir tereddüt duymuyordum, bu delikte başıma gelebilecek her şey o koridorda metal adımların eline düşmekten çok daha huzurlu bir son gibi geliyordu. Süründüm. Toz, kir ve ne olduğunu bilmediğim parçalar yutarak devam ettim. Soyulan karnıma ve dirseklerime aldırmamaya çalıştım, durum buyken pek zor olmuyordu. Metreler sonra başka bir havalandırma kapağı daha göründü. ''Lütfen talihli bir günde olayım.''

Tavandan bir et çuvalı gibi düştüm. Bu düşüş aylar önce delik açtığım kaburgamı deliler gibi sızlamasına neden olmuştu. ''Sıradan biri olmak istiyorum,'' Ellerimi ve üzerimi silkelerken ayaklandım. ''Sıradan bir hayatı olan sıradan biri. '' Parlak zemin bir hastane odasını andırıyordu. Biraz daha dikkatli bakınca Metal masaları gördüm. Tıpkı...tıpkı otopsilerde kullanılan türden. Bir tür tedavi odasında olabileceğimi düşünürken gözüme üzeri kumaşlarla kaplı cihazlar takıldı. Oldukça büyüklerdi, Ortalama iki insan boyutunda örtülü bir nesneyi içeri giren birinin fark etmemesi olanaksızdı. Yanlarına giderken nedense bu keşfimin fikrimi değiştireceğini düşünüyordum. Örtünün kenarlarını kaldırım ardındakini görmeyi denerken dikkatli olmaya çalışıyordum. Fakat imkansızdı. Bu açıdan sadece cam bir dolabı andırıyordu. Hala yalnız olup olmadığımı kontrol ettikten sonra örtüyü çekmeye başladım. Ufak bir hareketten sonra kumaş kendiliğinden kayıp ardındakini meydana çıkardı.

Bir fanus. Silindir bir fanustu bu. Renksiz ve hava kabarcıklarıyla dolu sıvıya bakıldığında sudan daha yoğun bir kıvamda olduğunu görebiliyordum. Su ortamın ışığıyla fanusun kocaman bir gece lambası gibi görünmesine neden oluyordu. Kıpırtısız kaldım. Sıvının içindekinden gözlerimi almak imkansızdı. Ara sıra kasılan parmaklar, sıvının hareketiyle dalgalanan saçlar ve göz kapaklarının altında hareket eden gözler. İri tüpün içinde etten kemikten bir kadın duruyordu. Ellerimi boyuma götürüp bir saniyelerimi gözlerimi kapattım. Gerçek olmaması gerekiyordu.

Gözlerimi tekrar açtığımda daha araştırmacı bir tavır takınmıştım. Sırayla ve hızla diğer tüplerin örtülerini indirmeye başladım. Her birinde farklı, bilinçsiz bedenler delik göbeklerinden hortumla bağlanmış şekilde salınıyordu. Tüplerin sayısı o kadar fazlaydı ki belki bir orduyu bu fanuslarda saklaması mümkün gibi gelmişti. Hepsini açıp bakamaz, ya da şu an onları oradan çıkaramazdım. Bu bilgiyle buradan ayrılmam gerekiyordu.

Merdivenlerden duvara en yakın şekilde inerken laboratuvar önlüğümü düzelttim. Ödünç almam gerekiyordu ve yakında iade edebileceğimi de hiç sanmıyordum. Ne kadar derine inersem zemin o kadar kirleniyordu.

''Morganna'yı yine onun odasına girerken görmüşler.'' Kadının sesiyle duraksadım. Hemen sonra duraksamadan devam etmenin daha az dikkat çekeceğini hatırlayıp adımlarımı sürdürdüm. ''Zaten artık sakladığını düşünmüyorum. Zavallı çocuk.'' Sepetleriyle merdivenleri tırmanan bir grup hizmetli bana bakmadan konuşmaya devam etti.

''Hiçbir Asphodel zavallı olmaz, Ell.''

''Sen nereden duydun ki?'' Yanımdan öylece geçerken kenara çekilip yol verdim. Herhangi biri dönüp yüzüme bakma gereği duymamıştı. Zaten en öndekiler haricindekiler taşıdıkları yüklerin altında ezileceklermiş gibi sessiz ve dalgın görünüyorlardı. ''Aşağıda, zindandaki grup dün sağ kanattaydı. Onlar konuşurken duydum. ''

Aşağıda. Zindanda.

Dizlerim kıvrıldıkça bu gotik mimarinin daha derinlerine iniyordum. Zamanla aklım sisle dolmuş, baktığım nokta dışında bir yeri göremez olmuştum. Bir anlığına keşke Birox'un renkli ormanlarında olabilmeyi düşündüm. Canlı, adeta elle süslenmiş gibi görsel bir şölen olduğunu nasıl unuturdum?

Ayağım boşluğa basınca kalçamın özerine düşüp birkaç basamak aşağı kaydım. İnlememi olabildiğince sessiz tutmaya çalışıyordum fakat kıçımdan bir tabakanın eksildiğine neredeyse emindim. Biri kolumdan destek verircesine beni ayağa kaldırdı. Yüzüne baktığımda karşımdakinin orta yaşlı bir adam olduğunu gördüm. ''Teşekkür ederim,'' dedim, tedirginliğimi maskeler bir gülümsemeyle. Bu adam da nereden çıkmıştı böyle? Göz temasından kaçınarak üzerimi silkelemeye başladım.

Ellerini takım elbisesinin önünde birleştirdi. Kravatı yamulmuş, ceketinin düğmeleri yanlış iliklenmişti.

''Rica ederim fakat burada olman hiç doğru değil.''

Ağzımda biriken tükürükleri yutmaya çalışarak soruyu önce başımı sallayarak sordum. Bende bir terslik olduğunu bu kadar çabuk mu anlamıştı? ''Ne demek istiyorsunuz?''

Yüzüne sağlıksız bir tebessüm yerleştirdi. ''Bu basamaklar için uygun olmadığını söylüyorum, canım.''

Gözlerimi kırpıştırdım. ''Neyim varmış benim?'' kafa karışıklığıyla basamaklara baktım. ''Ya da bu basamakların?''

Tebessümü genişleyerek tüm yüzünü kapladı. Görüntüsü cızıdıryor, yer yer silinip geri geliyordu. Sırtım duvara yaslanınca istemsizce ondan kaçıyor olduğumu fark ettim. Artık dudakları kulaklarına kadar genişlemiş ve tamamen bir yaratığa dönüşmüştü.

Bana bu basamakların neyi olduğunu gösteriyordu. ''Sen hayalet falan mısın?''

Dev kahkahası merdiven boyunca yankılandı. ''Ben hiç insan olmadım, canım. Ben pek bilinen bambaşka bir şeyim.'' Lafı bittiğin de kocaman ağzının içinden çıkardığı sivri diliyle ön dişindeki pisliği yaladı. ''Cin...'' diye fısıldadım. Yüceler şansımdan nefret ediyordum.

Hızlıca başını salladı. ''Koş, canım. Yakalanmazsan yakalamam.'' Yüzümü ısıracakmış gibi dişlerini çarptırınca zaman zaman koşarak zaman zaman kayarak ilerlemeye başladım. Bu sırada asla arkama bakmıyor, neredeyse ağzımda atan kalbimden başkasını dinlemiyordum. Dakikalar sonunda merdivenin sonunda dikilirken omuzumun üzerinden yukarıya baktım. Duvarın içinden bana el salladığını hayal meyal görebiliyordum. Bu çok...korkunçtu.

Sonunda terli avuçlarımı taş duvara dayayarak içeriyi gözetlemeye başladım. Bu açıdan odayı ikiye ayıran koğuşların parmaklıklarını görebiliyordum. Uzun ince koridorunda yalnızca iki muhafızın volta attığı, güvenlik açısından son derece zayıf bir koğuş. Her bir köşesinden kablo ve boruların bağlandığı kasklarının altında bir kere dahi konuşmadılar. Üzerimdeki önlüğe baktım, dizlerim titriyordu. Yüksek ihtimalle o iğrenç yaratık yüzündendi.

Nihayet nefesimi topladım ve her gün bu kılıkta koğuşa geliyormuşum gibi içeri adım attım. Muhafızların ikisi aynı anda kılıçlarını ellerine aldı. ''Kimsin ve burada ne işin var?'' Tek dileğim koğuşlardan birinde Müphem'in olmasıydı. Ellerimi kaldırdım. ''Sadece muayene için buradayım, suçlular için...''

Ellerini kılıçlarından çekmediler. Soldaki yanıma gelirken ''Hangisi için?'' diye sordu. ''H-hepsi için.'' Deyiverdim. Kaskı aşağı yukarı sallandı. ''Yalnız malzemelerimi yukarıda unutmuşum, biriniz laboratuvardan getirebilir mi?'' Lütfen evet de lütfen...

''Hayır, görev yerini bırakmamız mümkün değil.'' Başarısızlıkla omuzlarım düştü. ''Anladım, pekala,'' diye mırıldandım, nereye baktığını bilmediğim gözlerine bakışlarımı dikerek. O ve yanındaki muhafız dev gibi olmasına rağmen gladyatörlerden daha insan görünüyordu. ''Dört numaradan başla,'' dedi. Bakışlarım koridorun diğer ucunu gösteren parmağını takip ederken ona arkamı dönmeye korktuğumu fark ettim. Büyüm henüz yeşermemişti.

Başımı sallayarak ileriye yürümeye başladım. Bu sırada gözlerim yanından geçtiğim koğuşları tarıyor, iç sesim tüm inancıyla dualar ediyordu. Kaslarım sıkıştı. İşte orada, altı numarada metal bir sedyenin üzerinde sere serpe yatıyordu. Hiç ona yakışmayan biçimde savunmasızca. İşte buna sebep olmak nefesimi kesiyordu. Bakışlarımı zincirli bileklerinden hızlıca çekip işimi hızlıca bitirmeye odaklandım. Ne yapacaktım ki? Bu, birinin öldüğüne yalnızca kafası omuzlarından ayrıldığında emin olan biri için çok yersiz bir görevdi.

''Evet,'' dedim. Konuşurken harfleri uzatmıştım. Sertçe yutkunarak bu Labrodorit için ne yapabileceğime odaklandım. Başım dönüyordu. Bilinçsiz olmasına rağmen inliyor olmasının sebebi kelepçenin altındaki kırık bileği olmalıydı. Yamuktu ve derisinin üzerinde kırık kemiğinin keskin uçlarını görebiliyordum. Üstelik kırıklarda zor olanının eklemler olduğunu duyduğuma emindim. Kadının boynundaki kolyeyi çıkartmaya başladım, ucunda sarkan ahşap çubuk tam ihtiyacı olan türdendi. Öndeki saçlarını toplayan kurdele ise bir diğeri oldu. Böylelikle çığlıklar içinde bileğini sabitlemeye başladım. Sırtıma batan bakışlar ellerimi titretiyordu. Hal buyken gerçekten çok zordu.

Bu. Berbat. Bir. plandı.

Sıra altı numaraya geldiğinde sonraki hamlemi ben bile bilmiyordum. Aklımda sadece şuursuzca bu noktaya kadar gelebilmiş olmanın zaferi vardı. Kontrollü bir nefesi içime çektim. Demirlikler zemine sürtünerek açıldı. Simsiyah kanı metal sedyenin etrafında göl oluşturmuştu. Görüşüm kararıp bulanıklaştı. Tek isteğim çıplak göğsüne uzanıp saatlerce olanların yasını tutmak olsa da bizi buradan canlı kurtaracak bir plana ihtiyacım vardı.

Şakağından saplanmış bir çubuğun etrafındaki deriyi ağ gibi bir siyahlık sarmıştı. Göz kaklarını açıp hareketini kontrol ettim fakat nefesi dışında hiçbir hayati belirtisi yoktu. ''Müphem,'' diye fısıldadım.

''Tamam, bu kadar yeter.'' diye bağırdı muhafız. Henüz gözlerimi turuncu saçlarının altındaki kirli yüzünden çekememiştim. Neredeyse hıçkırır gibi ''Müphem,'' dedim. Muhafız hareketlendiğinde boş durmamıştım. Tırnak uçlarımdan uzayan kuru dallar Parmaklıklara sarılıp gıcırtılı bir hızla kapattı. Kuru ve ince olmaları uzun süre dayanamayacaklarının garantisini veriyordu. Biri üstümüze kilit vurulması gerektiğini söylerken diğeri beni çıkarmakta ve öfkesinde kararlıydı. Bileğimde hissettiğim elle birlikte tekrar ona baktım.

''Büyünü kullanma.'' sesi hırıltılı çıkıyordu.

''Mecburum.'' dedim. Söylemem gereken ilk şeyin ne olduğu konusunda pek emin değildim. Mavi gözleri bembeyazdı. Kelepçesi izin verdiğince beni yakınına çekti. ''Buraya gelerek ikimizi de öldürdün, aptal.''

''Önemli değil, zaten beni öldürecektin.'' Sessizliğini acısına verdim. Bakışlarımı kaçırdım. Zaten az olan gücüm tükeniyordu. Birazdan üzerimize kilit vurduklarında seçeneklerimiz oldukça daralacaktı. Arkamdan yükselen bağırtıları duymazdan gelmeye devam ederek eldivenlerini çıkarmaya başladım. ''Git buradan,''

Parmaklarını açarak beni durdurmaya çalıştı. ''Ellerim hiçbir işe yaramayacak.'' Sert bir nefes sesi verdi. dudakları renksiz ve dümdüzdü.

''Kelepçeleri çıkarabilirim.'' Büyü son kalıntılarıyla diğer elime hücum etti.

''Ama beni engelleyen onlar değil.''

Ona ağzım açık, öylece bakakaldım. ''Müphem...''

''eldivenimi giy ve Çek gitsin.'' diye mırıldandı.

Tereddütle dediğini yapıp şakağındaki çubuğu tuttum. ''Ya birden ölürsen?''

''Diğer türlüsü sana çok parlak bir fikir gibi mi geliyor?'' Kuru dudaklarını yaladı ama bu hiçbir işe yaramamıştı. Kuru dallardan biri çatırdayınca yanaklarımı ısırıp çubuğu çektim. Gözlerimdeki yanmayı görmezden geldim. Acılı inleyişi arkamdaki gürültüyü bir süreliğine susturmuştu. ''Müphem?''

Aynı anda birden fazla şey oldu dallarım kırılarak kapıyı serbest bıraktı ve cılız sarmaşıklarım üzerimize gelen muhafızların kaslarının altına sızdı. Bu asla yeterli değildi. Bir patlama sesiyle ellerini kelepçelerden kurtaran Müphem açıkta kalan tek yerim olan boğazıma sarıldı. Bu başta anlam verebildiğim bir hareket olmasa da saniyeler sonra sarmaşıklarım kararıp dumanlandığında iki muhafızın ölüm anları bana ait anılarmış gibi zihnime sızmaya başladı.

O, büyüm ile büyüsünü bağlıyordu.

Boğazımdaki parmakları tüy gibi tenimi okşadı. Bakışları sertti ve bunun anlam içeren dokunuş olduğunu düşünmemi istediğinden pek emin değildim. ''Hadi!'' diye bağırdığında adamların çoktan yerde yatıyor olduğunu gördüm. Yaptığımız- yapabildiğimiz şeyin şokunu hala sistemimden atamamıştım. ''Bu neydi?''

''Bir süzgeç hamlesi,'' dedi hızla yürürken. ''İşe yaramamasından çok korktum lakin...işte buradayız.'' Merdivenlerin başına geldiğimizde durdu ve duvara yaslanıp beni de beraberinde çekti. ''Lanet olsun.''

''Ne oluyor?'' Bakmak için eğildiysem de izin vermedi. Yüzüme bakarken bir şeyi yapabileceğimden emin olmaya çalışıyor gibiydi. ''İçeri geri dön-''

''Ne? Hayır!''

Merdivenlere bir defa daha göz atıp bana döndü. Hala tam anlamıyla kendine kelmiş değildi ve bir sürü açık yarası vardı. Bu haliyle yıllardır işkence görüyor gibi görünüyordu. ''Buraya senin için geldim, şimdi yeniden bırakıp gitmemi isteyemezsin.''

Burun kemiği sıktıktan sonra omuzlarımı kavradı.

''Dinle, neden arkamdan geldiğini bilmiyorum. Sana biraz bile güvendiğim söylenemez fakat dürtülerim ve evrenin kaderinin senin hayatına bağlı olduğu gerçeği güvensizliğimi etkisiz kılıyor.''

Gözlerimi kıstım. ''Yani bundan öre bir şey yok diyorsun?''

''Lafımı kesmeyi bırak lütfen buna zaman yok.'' Yine. ''İçeri dön ve bir numaradan aşağı in. Bizi buradan çıkarabilecek tek kişi orada. Onu bul ve deney salonunda buluşalım.''

Soracak çok soru vardı. ''Sen...gördün mü?'' O garip tüplerden bahsettiğimi anlamıştı. ''Senin bunu bilmiyor olman bunu sır yapmıyor, Alessia. O denekleri biri dışında herkes biliyor...'' dukarsadı. ''Yani şimdiye kadar biri dışındaydı.''

''Soruları arttırmaktan başka bir şey yapmıyorsun? o biri kim ve kimi bulmam gerekiyor? Ben gidince sen ne yapacaksın?''

Merdivende gözden kaybolmadan hemen önce son söylediği ''Gördüğünde anlayacaksın.'' oldu.

Arkamı dönerek tüm soruları geride bıraktım ve koşmaya başladım. Bir numaralı koğuşun içinde bahsettiği kapı karşımda duruyordu. Gömülü ya da sihirli değil, kapı koluyla açılan sıradan bir kapıydı. Ne yazık ki bunu garipsedim. Kapıyı açtığım anda karşıma daha küçük bir kapı çıktı.

''Ah, şimdi oldu işte.''

Kapı kolunu bastırınca kilitli olmadığını fark ederek eğildim ve içeri girdim. Tavan alçak, yol dardı. Buranın normal boyutlardaki canlılar için olmadığını anlamam pek uzun sürmemişti. Duvardaki meşalelerden birini elime alıp devam ettim. Bu minik tünele girer girmez sırtımın hiç ulaşamadığım bir noktası sinsice kaşınmaya başladı. Dayanabileceğim türden ufak ama sinirimi bozacak türden bir kaşıntıydı. Belki de sinirimi bozan şey sırtımdaki kaşıntı değil de aklımdaki aptal sorulardı. Belki de.

Bu sessizlikte başımın üzerinden gelen adım sesleri rahatlıkla duyuluyordu. Yolun geri kalanını bir yere bağlanmasını bekleyerek ve iç hesaplaşmalar yaparak geçirmeye karar verdim. Duvarlar Labirent gibi dönüyor, döndükçe derine gittiğimizi hissediyordum. Sakin kalmalıydım. Ama bu durum ödümü koparıyordu.

Nihayetinde karşıma sadece bir kitaplık çıkınca afalladım. Yanlış gelmiş olamazdım, değil mi? Tekrar tekrar arkama ve önüme bakarak durum analizi yaptım. Nasıl bir oyunun içine düşmüştüm böyle?

Hiçbir çıkış yolu bulamayınca önce kitaplığı sonra raflardaki kitapları hareket ettirmeye başladım. Belki de giriş için biri itmem ya da çekmem gerekiyordu. Uzun uğraşlar sonucunda tek bir gelişme elde edemeden geri çekildim ve bunu yaparken en alt rafı tekmelemeyi de ihmal etmedim. Ama hayır, tekme dahi esrarengiz bir şekilde herhangi bir kapının açılmasına neden olmamıştı.

Alnımdaki teri silerek nefes almaya çalıştım. Sahi buraya hava giriyor muydu? Belki de bunu kendime hiç sormamalıydım. Elimdeki meşalenin sıcaklığı daha çok terlememe sebep olunca meşaleyi duvardaki boş apliklerden birin yerleştirdim. Başka neler yapabileceğime odaklanmak bu şekilde daha kolay olacaktı.

Derken bir patırtı duyuldu. Herhangi bir taşın düştüğü boşlukta yerini bulurken çıkardığı sese benziyordu. Kitaplar sesle birlikte titrerken kitaplığın kenarlarından toz yükselmeye başladı. Evet! Yüceler, evet! Kitaplık sürgülü bir kapı gibi yana kayarak ardındaki ışıklı alanı gözler önüne serdi. Böylelikle yuvarlak bir odaya girmiş bulundum.

Odanın duvarları etten, hatta yaşayan bir şey gibiydi. Yabancı yüzleri ve bedenlerine yapışan damarımsı bağları inceledim. Ama bir dakika...Tüm yüzler yabancı değildi.

''Merga?''

''Huh...Hiç umudum yoktu diyebilirim.''

Duvarlardan çıkan onlarca bağ diğerlerinde olduğu gibi Merga'nın da boynuna, kollarına, beline ve teninin açıkta kalan her yerine yapışmıştı. Damarımsı bağlar devamlı olarak bedenlerine temas ettiği yerden genişleyip daralıyordu. Sanki onlardan emdiği bir salgı varmış gibi.

''Senin dokunulmazlığına ne oldu?'' Arkamda sürekli kıpırdanan bedenler acıyla homurdanıyordu. Merga dışında hepsi tamamen bir deri bir kemikten ibaretti.

Merga başını yana yatırdı. ''Sence bir önemi kalmış gibi mi görünüyor?''

''Pekala dedim, kaşlarımı kaldırarak. ''Bugün nedense herkes biraz ters.''

Onu emen bağları çekiştirirken bana inanamıyormuş gibi baktı. ''Nedenini anlayamadım gerçekten...''

Boş ver dercesine elimi salladım ve bağlara biraz daha yaklaştım. O sırada ''Sakın dokunma!'' diye bağırdı. Yapısını yakından incelerken biraz olsun umutsuzluğa kapıldığımı kabul etmeliydim. ''Seni bu yapışkan şeyden nasıl çıkaracağız?''

Başını savurarak uzun saçlarını omuzundan geriye attı. Ölümün pençesi cazibesinden biraz bile bir şey götürmüyordu. ''Bunu elbette sen yapamazsın. Bildiğime göre bunu yapabilen tek kişi var.''

Gözlerimi kırpıştırdım, hala burada neler döndüğünü sormadığımı fark ettim. ''O da senin zıddından başkası değil.''

Ben bir yaşamdım. ''Yani ölüm mü?''

''Yani ölüm.'' diye onayladı.

''Ne yani burada bitiyor mu ? Seni bırakıp gitmem gereken kısımda mıyız?'' Gözlerini devirdi.

''Ben olmadan buradan çıkamazsınız.''

''Bu konuda bilgilendirildim.'' diye mırıldandım. Yaşam olmama rağmen defalarca kez can almıştım. Belki bunun sağlayacağı bir avantaj olabilirdi. ''O aklından geçen-'' diyerek düşüncemi böldü.

''Ondan başka fikrin varsa zevkle dinlerim doğrusu.''

Ellerini teslim olur gibi kaldırdı. ''Sadece o plandan başka çaremiz yok diyecektim.''

Başımla onayladım. ''Ne yapmam gerekiyor?''

Merga bileğine dolanan bağlardan birini çekiştirerek bana döndü. ''Öncelikle buna uygun olsan dahi canın çok yanacak. Büyük ihtimalle kemiklerin yer değiştirecek ve organların büzülecek. Oda kurduğun bağ yoluyla zihnine girecek ve ona bir can bağışlamanı isteyecek,'' Basite indirgeyen bir yüz ifadesiyle ''bunu kurban gibi düşünebilirsin,'' diye ekledi. ''Ona ellerini uzat ve iletişimine cevap verene dek bekle.''

''Bu berbat.'' Diye inledim. ''Büyümle bağları kessem ne kaybederiz ki?''

''Büyünü kullandığın anda Hanzeb yanında biter. O da bağırsaklarını elini verecektir.''

''Peki ya zaten kullanmışsam...Bu bize ne yapar?'

Zekamı eleştirdiğini hissettiğim derin bir nefes çekti. Kırıcıydı. ''Bu bizi yalnızca sadece ölü iki kız yapar.''

''Bunu bugün ilk duyuşum olmadığı için şanslıyım, yani kaybedecek hiçbir şeyimiz yok desene.'' Merga homurdanarak güldü. Gerçek olmayan bir cesaretle elimi bağlara uzattım. Yapış yapış yüzeyine bakınca son derece iğrenç bir deneyim olacağını hissediyordum. Parmaklarım yumuşak dokuyu sardı ve altındaki sertliği hissetti. Kocaman bir damara dokunmak gibiydi. Duyma yetim kesilmeden, derin acılar başlamadan hemen önce yalnızca Merga'nın düşünceli bir sesle ''Aslında...'' dediğini duydum.

Kemiklerimdeki sızı karşısında nefesim sığlaştı. Çığlık atarken dizlerimin üzerine düştüm. Acıyla ağzım açıldı ve dünyam karardı.


MERGA

Ambrose'un gidişinden beri ilk kez böyle güçlü bir bağlantı görüyordum. Derisinin üzerinde oluşan minik çatlaklardan sızan ışığı izledim. Şimdiye kadar kendinden geçmiş olmasını bekliyordum fakat orada öylece acı çekmeye ve savaşmaya devam etmesi günün birinde ona bahşettiğimiz gücün kudretini kanıtlar nitelikteydi.

Kenetlenmiş dişleri arasından homurdandı.

Odanın duvarlarındaki et uğultu eşliğinde titredi. Alessia ve bağların temas ettiği yerden yapışkan sıvı süzülüyordu. Tüm bunların bir iletişim belirtisi olduğunu düşündüm. Umdum. Bileklerimi çekiştirerek odanın dikkatini kontrol ediyordum fakat hala olduğum yere çakılmış durumdaydım. Bir cadı olarak gücüm sınırlanamaz nitelikler taşıyordu ancak beni durduracak sayılı tehlikeden biri dokunaçlarını üzerime sabitlemişken cadılığımla övünmenin pek bir esprisi yoktu.

Biraz sonra bağlar Alessia'nın cebini karıştırarak gümüş bir yumurta çıkardı. Loş ışığın altında yumurtanın içindeki yaşam belirtilerine şahitlik edebiliyordunuz. Bu bir...cin yumurtasıydı. Gittikçe uzaklaşırken ''Hayır,'' diye fısıldadım. Her bir cin yumurtası musallatı vaat etse de gümüş cin yumurtası hatıraları temsil ederdi. Reenkarnasyon izleri taşır ve yeniden doğmanın senden alıp götürdüklerini sana geri verirdi. Geçmişte bir gün elimde kendi gümüş yumurtamı tuttuğum için iyi biliyordum, evrenin sakladığı tüm anıların zihinlere dönüşüyle yaşanan doygunluk hissi diye bir şey vardı. Ve gerçekti.

Bağların geri çekilmesiyle birlikte Alessia'nın yüzündeki çatlaklar silinerek yok oldu.

ALESSİA

Titremeler eşliğinde ayaklanırken ''O kadar zor olmadı.'' dedim ''Yumurta işe yaradı, ondan kurtuldum.''

''Neden yumurtadan bahsetmedin?'' Kafamı kaldırınca bir ter damlası çenemden düştü. Yüzündeki öfkeye anlam verememiştim. Bilekleri serbest kalırken ayakları yere bastı. Yüzüme bakıyor ve yaklaşıyordu. ''Sana söylüyorum, yumurtanın yanında olduğunu neden söylemedin?'' Sesi et odada çınladı ve ben onu gayet iyi duyuyordum.

Ağırlığımı sağ bacağıma verdim. ''Seni kurtardım ve bana böyle mi teşekkür ediyorsun?''

Mega'nın ifadesi sertleşti. ''Böyle bir yumurtayı nasıl hiç düşünmeden feda edebilirsin?'' Kafa karışıklığıyla başımı salladım.

''Lanetli bir yumurtayı ne diye koruyacaktım?''

Gözlerini kapatarak sabır diler gibi iç çekti. ''Her neyse artık bir önemi yok,'' Dokunaçlar arasında yavaşça emilen yumurtaya bakarken bakışlarını takip ettim. ''Bu noktadan sonra konuşmayı seven yaşlı birini bulsak iyi olacak.'' dedi basitçe.

''O da ne anlama geliyor?''

Eliyle gelmemi işaret ederken çıkışa yöneldi. ''Çok şey anlamına geliyor, inan çok fazla.''

Koridorlar bizi birleştirecekti. Her birini ardımızda bırakırken tünellerin ve kapıların birinden Müphem'in turuncu saçlarını görmeyi beklemiştim. ''Neredeyiz?'' Merga dudaklarını yalayarak sorumu düşündü.

''Laboratuvar'ın önüne çıkmak üzereyiz.''

''Burayı iyi bildiğini bilmiyordum.'' Bir saniyeliğine durdum. ''Laboratuvarda buluşacağımızı nereden biliyorsun?''

''Burayı iyi biliyorum çünkü burası kocaman bir zindan ve ben burada yaşadım. Diğer soruysa- '' Bir anda sessizliği dinler olduk. Nedense hiç tekin bir sessizlik gibi gelmemişti. ''Bir gariplik var,'' dedi düşünceli bir ifadeyle. '' Her şey çok kolay ilerliyor.''

Nefesimi dışarı verdim. ''Yüceler! Önemli bir şey olduğunu düşünmüştüm.''

Laboratuvar soğuktu. Üstelik tıpkı bıraktığım gibi tüm kumaşlar sere serpe yerde duruyordu. Merga neredeyse koşarak henüz çarşafı indirilmemiş tüplerden birine yürüyordu. ''Ne yapıyorsun?''

Cevap olarak çarşafı indirdi. ''Aman tanrım!''

Aman tanrım

Aman tanrım

Aman tanrım

Aklım bu görüntüyü şiddetle reddetti.

''Onu çıkarmama yardım et,'' dedi Merga. Elleri tüpün üzerinde geziyordu, yüzü olabildiğince sertti. İrkilerek kıpırdandım ve Ophelia'nın içinde olduğu tüpe yürüdüm. Kirpiklerinin ardında devamlı kıpırdayan gözlerini seçebiliyordum.

Bir süre Ophelia'yı çıkarmaya o kadar odaklanmıştık ki kapı yeniden açılana kadar kafamızı kaldırıp etrafımıza bakmak aklımıza dahi gelmemişti.

''Hanımlar,'' dedi Hanzeb. O anda oturduğum yerden fırladım. Mide bulandırıcı şekilde tanıdık bir sahneydi bu. ''Hoş geldiniz,'' Gözleri Merga'ya döndü. ''Ayrılmak için henüz erken değil mi, sevgili Merga? '' İfadesine bakıldığında pekte sevgili hisler besliyormuş gibi değildi. Merga Tüpü açamaya devam ediyordu.

''Tüpten uzaklaştırın şunu.''

Hanzeb'in muhafızları yanımdan geçip Merga'nın kollarına yapıştı. ''Bunu neden yapıyorsun?'' diye bağırırken muhafızların kollarında debelendiğini duyabiliyordum. ''Sana kendimi açıklamak zorunda değilim, Merga. Sizi böyle görmek, Kordiseps'i böyle görmek her şeyi yok etmekten daha güçlü hissettiriyor,'' Hanzeb bir süre gözlerini üzerimde tuttuktan sonra Merga'nın özünde durdu ve çenesini tuttu. '' Bu kadarı soru işaretlerini gidermen için yararlı olmuştur umarım.''

''Ama sen...'' Parmağını kızarmış gibi Merga'nın yüzüne salladı. ''Seni hiç eğlenceli bulmuyorum. Tıpkı eski günlerdeki gibi.''

Kapıya baktım. Kimse girmiyor ya da çıkmıyordu. Çenemi kaldırdım. ''Müphem nerede?''

Hanzeb'in dudakları keyifle kıvrıldı. Sanki sırtından kanat misali siyah duman yükseliyordu. ''Ne demiştin Merga, 'Her şey çok kolay oldu? ''' Başını kaldırarak düşünür gibi yaptı. ''Evet evet buydu.'' Merga'nın gerilerek Hanzeb'in yüzüne tükürmesini izledim. Bunu takiben de ellerinden çiviyle duvara asılmasını. Oysa tüm bu olanlar kısacık bir sürede gerçekleşmişti.

Saldırmak için tek mantıklı seçenek yoktu. Onun tahtında , onun çöplüğünde bize bizden başka kimse yardım edemezdi. Eh, ben bizde de pek yaşayacak şansı görmüyordum. Büyüme uzandığımda bulduğum koca bir boşluk oldu. Bu duvarlar ya da Hanzeb'in kendisi bir şekilde gücümü sabote ediyor olmalıydı.

Atılarak muhafızlardan birinin kılıcını aldım ve Hanzeb'in boynuna koca kanlı biz çizik atmak için bir saniye dahi beklemedim. Şaşkındı. Ancak yarası olduğu gibi kapanırken ben daha şaşkındım. ''İlk savunmasız anın mı?'' dedim. Yüzüme bakarken çok değerli birkaç fikri varmış gibi görünüyordu. bende bundan korkmam gerektiğini biliyordum. Bundan emindim.

''Sana kimsenin yapmadığını yapacağım ,Alessia. '' Cebinden çıkardığı mendille boğazında ki temizledi. Yüzümün aldığı şekli görünce keyiflendi ''Merak etme sana sahip olacak değilim. Yani o şekilde değil.'' Mide bulantısıyla yüzümü buruşturdum. Bana dokunabileceğini düşünüyorsa ona düşünmemeyi öğretecektim. Etrafıma baktım, Yani umarım.

Baş parmağımı oynattım. Buraya gelirken kırık olduğuna emindim. Şimdiyse tamamen sağlamdı.

Kılıcını kınından çıkarırken iç gıcıklayan bir ses yükseldi. ''Buraya kendi katilini kurtarmaya geldin, Alessia.''

''Yapma,'' Müphem demir gibi adımlarla tam ortamızda bitti. Ne zaman gelmişti? ''Sen böyle bir konunun dışındasın.'' Sırtına bakında derin nefes aldığını gördüm. Bu sırada açık yaralarından kan süzülmüştü. Hanzeb duygusuz ve boş bir ifadeyle sırayla yüzlerimize baktı.

MÜPHEM

Kanımın çekildiğini hissettim. Bir maraton koşmamışım gibi kalp atışlarım giderek soluyordu. Kafamın içinde benim olmayan bir ses hissettim. ''Bir kalkanın bile yok.'' Hanzeb'in sesi her yerdeydi. Karşımda öylece dururken konuşmak yerine zihnime sesleniyordu. Ve bunu damarlarında bana ait olan büyünün akması sayesinde yaptığını çok iyi biliyordum. Bu defa dudakları hareket ettiğinde her saniyesini izledim. İrademin ipleri çekildi. ''Asıl sen böyle bir konunun dışındasın.''

''Kes şunu!'' Alessia beni omuzlarımdan silkelerken tek yapabildiğim göz pınarlarında parlayan yaşlara bakmaktı. Tam dudağının altındaki çukurdan bir öpücük çalıp ondan her şey için üzgün olduğumu söylemek istiyordum. Üzgün ve elinden daha fazlası gelmeyen biri. Alnını gösüme dayadı. ''Beni yalnız bırakma,'' Hiç durmadan fısıldıyordu.

ALESSİA

Müphem'in göğsünden başımı kaldırmamla gerçekliğe beyaz bir perde indi. Tıpkı rüyamdaki gibi beyaz bir boşluğun tam ortasında ben ve Hanzab'ten başka hiçbir şey yoktu.

''Şimdi sana birilerini hatırlatacağım.'' Kılıcını kaldırdığında bir kadına dönüşmüştü. Yüzünü incelemeden edemiyordum. Ne yaptımsa bu kadının yüzümü avuçlarına alıp gülümsediği anlar gözümün önünden gitmiyordu. ''Kimsin sen?'' dedim. Kılıçlarımızın görüş açımı kestiği her seferinde yüzü değişiyor ve asla hatırlamadığım başka birine dönüyordu.

''Sevdiklerin, Alessia. Onları unutmana ne kadar üzülürlerdi.'' Anne.

''Onlara karşı keskin bir silah savurduğunu görmek ne kadarda alçakça.'' Baba.

Göz yaşlarım yanaklarımı yakıyordu. Durmadan kılıcımı savurmaya devam ettim, her tanıdık yüze ve her çarpıcı gerçeğe karşı savaşıyordum. Kimi zaman kafalarını bedenlerinden ayırıyor kimi zamansa kalplerinin tam ortasında kocaman bir delik açıyordum. Yüzlerce ailemi yüzlerce sevenimi parçalarken durmadım. Duramazdım. Neden hepsinin annem neden hepsinin babam olduğunu sorgulayamadım, yalnızca onları öldürdüm.

Dizlerimin bağı tamamen çözüldü, artık avuçlarım yere değiyordu.
"Neden böyle hissediyorum?" dedim. Sesimde ki çatlamadan sonra birde omuzlarımda ki sarsılmayı fark etmiştim. Belki de uzun zamandır ağlıyordum. "Kimdi onlar?" son sorumun cevabını kendi aklımda arayışım bir kaosa neden oluyordu. Beni tüketiyordu. Bedenimden güçsüz bir titreme geçti."Onlar bizim vazgeçtiklerimizdi Alessia," topuklarının çıkardığı ses hemen önümde kesildi. Artık ayakkabılarının sivri uçları ile bakışıyordum. Bir metal sesi yankılandı. Soğuk kılıcını ucunu hemen çenemin altına dayayıp ona bakmamı sağladı. İstese beni hemen burada öldürebilirdi. " Onlar ailen zannettiklerindi." çenemin altındaki kılıcı kenara itmedim. Nedense ölme düşüncesi az sonra öğreneceklerimden daha az rahatsız ediyordu."Bu ne anlama geliyor?" dedim aynı anda burnumu çekerek."Kaç ailen oldu Nora? Hangisini hatırlıyorsun? Ya da en son hangi ailenin kızıydın? "Binlerce ama binlerce görüntü aklıma nüfuz ediyordu. Bazen sarıldığım, bazen öptüğüm, bazen yaslarını tuttuğum onlarca insan. Her birini vaktinde ailem - annem, babam- sanmıştım ve çok daha kötüsü az önce her birini kesmiştim. Müphem'in gözlerinde inkar yoktu. "Senin oyunlarına gelmeyeceğim!" diye tısladım. Kelimelerim asıl duygularımı inkar ederek aramızda tüm gücüyle kalkan oluyordu. "Bu saçmalık!" Çenemdeki kılıcı aniden savurdum. Geç bile kalmıştım."Sana bir sürü yaşam verdik Nora. Tüm bunlardan uzak, ve güvenli. Ama sen! Her seferinde gerçeğin peşine düştün. Az önce parçaladığın o tüm insanların gerçek ölümlerine sebep oldun." şimdiye dek özenle sakladığı bariz hiddetini gizleyemiyordu. Kılıcımı ona doğrulttum. Daha söyleyecekleri bitmemişti."Gerçeğe ulaşmış olduğun her seferinde seni ya da onları yok etmek zorunda kaldık. Ne oldu biliyor musun?" kindar ve tiksinen bakışı yüzüne yerleşti. Kılıçlarımızın çarpışmasıyla metal sesi yankılandı. Ölümcül hamlelerini savururken beni, bana anlatmaya devam ediyordu."Sen tekrar doğdun. Tekrar olduğun kişi oldun. Yüce tanrılar aşkına! Sülük gibisin. " Bunu iki göğsümün ortasını teğet geçen bir kılıç darbesi esnasında söylemişti. "Sen hiç var olmamalıydın Alessia, seni tıktığım delikten hiç çıkmamalıydın."Duraksamamla kılıç omuzuma saplandı. Saplanır sağlanmaz kemiğime sürtünerek geri çıkmıştı. Düellomuz devam ediyordu. Acılar içindeyken nefesim kesildi. Boğuk bir hırıltı dudaklarımdan dökülürken yaraya bastırdığım parmaklarım arasından kanlar göbeğime süzüldü. Çok eskiden beni kan tutardı."Yalan söylüyorsun" dedim. Sağlam olan kolum ile kendimi savunmaya devam ediyordum."Onu da oyunlarına alet ettin. Dizginlediğimiz bir şeytanı serbest bıraktın ve yine senin yüzünden ölecek" Müphem'den bahsettiğini hiç zorlanmadan anlamıştım. Ve onun için verdiği hüküm aniden midemi bulandırdı.


Beyaz perde indi. Yeniden laboratuvarın ortasında dururken gözlerim turuncu saçları buldu. Bu hareketimle onunda gözleri bana çevrilmişti. Öğrenmemden korktuğu şeyin öfkesini, nefretini yüzümde görmeyi bekler gibiydi. Aynı anda bedeni serbest kaldı ve öne doğru sendeledi.

Sırtıma bir göğüs, boğazıma bir kılıç dayandı. Elbette Hanzeb bu boşluğumu kullanacaktı. Kulağıma çarpan sıcak nefesle birlikte bütün tüylerim havaya kalkmıştı. ''Her katil olay yerine döner, sevgili Alessia.'' Müphmen gözlerini bir an olsun gözlerimden çekmiyordu. ''Şimdi kendi katiline seni neden öldürdüğünü sormalısın.''

Bir nefes süresi boyunca sessizlik oldu. Kılıcın baskısı artarken Müphem'in gözleri akan kanımı takip ediyordu. ''Evet, Ruh serserisi? Okunun Alessia'yı bulduğu andan başlayalım.''

ANI ŞERİDİ

Yakıcı acısı sanki bütün canımı o yarada toplamıştı. Düzensiz nefesim artık aldıkça batıyordu. Yarayı elimle yoklasamda bir nesne bulamadım. Kulaklarım çınlamaya başlarken yarama bastırdığım elime baktım. Kanamıyordum.

Telefon yere bastırdığım elimin altında eziliyordu. Ben...ben birini mi arayacaktım?

Bu sefer bakışlarımı yukarı kaldırdım. Metrelerce ötemde dikilmiş bir karartı sanki ölmemi bekliyordu. Elinde ki yayı kaldırdı. Muhtemelen bu ikinci kaldırışıydı.

Kaçamazdım. Bacaklarım çoktan uyuşmuştu ve ben çok yorgundum. En önemlisi nefes almayı zaten bırakmıştım. Karartı yanıma eğilirken düşen şapkasının açığa çıkardığı turuncu saçlar bir mühür gibi zihnime işledi.











⚠️BÖLÜM SONU DEDİKODUSU! DÖKÜLÜN.?!⚠️

Minik yıldıza dokunmak vereceğiniz en faydalı destek olacaktır. Burada olduğunuz için teşekkürler ♥️♥️♥️

Lanjutkan Membaca

Kamu Akan Menyukai Ini

759K 17.6K 56
"Madem çok ısrar ettiniz, o zaman artık bey diyebilirim." deyip gülümsedim, bandı yapıştırdıktan sonra yutkundu. "Boşver beyi." deyip dudaklarıma yap...
262K 4.7K 31
Kocam ve arkadaşımın inlemeleri koridorda yankılandı.Bir an kalbim duracak gibi oldu. Gabriel, "Bir saniye bekle burada," dedi ve odamın kapısını açt...
51.2K 180 17
Tecavüz,şiddet,taciz ve sex içerir.Bu bir sexting eseridir.
265K 23.3K 43
Astsubay Kıdemli Başcavuş Tuğra Duman, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin seçkin bir birimi olan Pençe timinin yardımcı komutanıdır. Görev, sınır ötesindeki...