YOZLAŞMIŞ HARABELER

By emregul_

270K 15.9K 107K

Sürekli aynı kâbuslarla uykuları bölünen Rena, yine bir gece aynı kâbusun etkisinden korkuyla uyanır. Rüyanın... More

GERİ DÖNÜŞ
1.Bölüm: KÂBUS
2.Bölüm: KÂBUS EFENDİSİ
3.Bölüm: AYNANIN LANETİ
4.Bölüm: YOZLAŞMIŞ SIR
5.Bölüm: RUH MÜHRÜ
6.Bölüm: AYNA MUHAFIZLARI
7.Bölüm: İLK YANSIMA
8.Bölüm: MİENAS
9.Bölüm: KARGA VE GÜVERCİN
11.Bölüm: KEHANETİN KUKLASI
12.Bölüm: KALBİN ORTAĞI
13.Bölüm: KARGANIN KALBİ
14.Bölüm: TOPRAK ANA
15.Bölüm: YIKAN VE YOK EDEN LORD
16.Bölüm: ESKİ UYGARLIK
17.Bölüm: GÜNAH TOHUMU
18.Bölüm: PERİ KÖYLERİ
19.Bölüm: GECE KULESİ
20.Bölüm: ESTER
21.Bölüm: KARANLIĞIN FISILTISI
22.Bölüm: ŞAFAK VAKTİ

10.Bölüm: KRALLIĞIN İZLERİ

4.6K 574 568
By emregul_

Selamlarrrr^^

Nasılsınızz? Ben şimdi İzmir imzasından çıktım ve bu açıklamayı havaalanından yapıyorum. Harika bir imza günüydü. Umarım bir gün herbirinizle tanışabilirim :,)

Oy ve yorumlarınız benim için çok çok önemli. Elinizden geldiğince satır arası yorumlarıyla ve okuduğunuz bölümü oylamanızı rica ediyorum^^

Keyifli okumalar!

*

Krallığın İzleri

*

İnce sütunlar ve zarif başlıklarıyla bezenmiş avludan geçerken pencerelerden esen hava ciğerlerime doldu. Baharın ferah kokusu ve yumuşak dokunuşuyla bir saniyeliğine de olsa öfkemin yatıştığını hissettim ama hemen sonra yüzüme tokat gibi çarpan gerçeği hatırlayıp adımlarımı daha da hızlandırdım.

Duvarlarına işlenmiş freskler, sarmaşıklar, şamdanlarında erimiş mumlar, beyaz taşlardan oluşan uzun koridor ve biraz önce yanından fırtına gibi geçtiğim avlunun ortasındaki çeşme... Hepsi birer sanattı ve perilerin dokunuşlarıyla oluştuğu belliydi. Tıpkı kendileri gibi yaşam alanları da insanüstü bir güzelliğe sahipti.

Onların güzel yüzleri, güzel sarayları ne kadar insanüstüyse ruhumu saran öfkem de insanüstü bir boyuta ulaşalı çok olmuştu. Aryen'e bu yaptığını ödetmeliydim. Bunun için cehennemin yedi kat dibine inmem gerekse bile umurumda olmazdı. O cehennemin kapısını bulur, şeytana istediğini verip alevlerin arasından gözümü kırpmadan geçer ve Aryen denen pisliğin yakasına yapışırdım.

Tam da bunu yapmak üzere koşuyordum zaten. Nereye gittiğimi bilmesem de süslü peri zırvalıklarının ve kraliçenin himayesinin olmadığı sarayın dışına çıkarsam bir yolunu bulabileceğime inancım tamdı.

"Leydim!"

"Benden bu kadar!" Ayağımdaki ince babet ayakkabılara rağmen ayaklarımı yere öyle öfkeli vuruyordum ki adımlarımın gürültüsü sessizliği yarıp geçiyordu. "Bu saraydan defolup gidiyorum."

Liya bana yetişmek için adeta koşuyordu. Onu duymazdan geldim. Avucumun içinde sıkmaktan buruş buruş ettiğim elbiseyi daha da yukarı çektim. Bacaklarıma daha fazla özgürlük alanı tanıyarak adımlarımı hızlandırdım.

Gün dönüyor, gökyüzü yavaş yavaş akşama kavuşuyordu ama buna rağmen hava hâlâ zarif bir esintiyle insanı mest ediyordu. Bu koridorlardan, sarayın rengarenk çiçeklerle bezeli bahçelerine ulaşmak için geçmeyi isterdim. Aryen'den hesap sormak için değil...

Aryen yüzünden buradaki hiç kimseye güvenmemeyi bir kez daha öğrenmiştim. Bu diyardaki herkes yalancı ve her şey bir illüzyondan ibaret gibiydi.

Aryen ve Maysa'nın nişanlı olduğunu öğrendiğimden beri zihnim bulanıktı. Güvenebileceğimi sandığım tek kişi Aryen'di ama o, bile isteye beni bu cehenneme atmıştı. Herkesin lanetle andığı Aryen'i aynanın hapsinden kurtarıldığım işitildiğinde kim bilir bana neler yapacaklardı?

"Leydim!" Liya nefes nefeseydi. "Leydim, durun. Yalvarırım!"

"Git başımdan!" diye cırlayarak adımlarımı hızlandırdım. Elimden gelenin en hızlısını yapıp bir an önce bu saraydan çıkmak istiyordum.

Liya'dan duyduklarımın hesabını sormadan hiçbir şey olmamış gibi kraliçenin huzuruna çıkmayı kendime yediremezdim. Kimse beni kendi oyunlarına alet edemez, habersizce sahneye fırlatıp ışıkları üzerime çeviremezdi. Her kim buna cüret ederse de karşısına çıkmaktan korkmazdım. Yani korkuyordum ama onların karşısına dikildiğimde duygularımı gizlemeyi başarırsam güçlü olan taraf olurdum.

Koştuğum için mi kurumuştu boğazım yoksa korkudan iç içe geçmiş damarlarımdaki kanım mı vücudumu yakıyordu emin değildim.

"Leydi Rena!"

Liya'nın sesiyle irkilerek düşüncelerimden sıyrıldım. Yavaşladığımı ancak o an fark edip adımlarımı daha da hızlandırmaya gayret ettim.

"Ben leydi değilim!" Omzumun üstünden laf yetiştirmeye çalıştım ona.

Saatlerce ve özenle hazırladığı saçlarımı, makyajımı ve cinlerin titizliğiyle giydirilen elbisemi mahvettiğim için üzgündüm ama sorun edeceğim son şey bile olamazdı.

"Leydim lütfen durun!"

Yanaklarımı şişirerek ciğerlerimdeki tüm nefesi dışarı üflerken göz devirdim.

"Ben senin leydin değilim. Ben leydi bile değilim!" diye bağırarak koşmaya devam ettim. Doğrusu kaçmaya...

Odamdan çıktıktan sonra kedinin fareyi kovalaması gibi kovalıyordu beni. Her koridorda bir başka peri ya da cin neler döndüğünü bilmeden peşimize düşmekten çekinmiyordu. Meraklı yaratıklara eğlence çıkmıştı.

"Eğer durmazsanız destek çağırmak zorunda kalacağım!" diye tehdit ettiğinde onu umursamadım.

"Cehenneme git!" Eteklerimi iyice yukarı çekip baldırlarıma kadar açıkta bırakarak koşmaya devam ettim.

"Leydi Rena!"

"Gidip kendine süsleyeceğin başka bir oyuncak bulsana!"

"Son kez uyarıyorum sizi!" Liya'nın yalvaran sesi toz olup uçmuş, yerine öfkeyle karışık nezaketli olmaya çalışan ince sesi gelmişti. "Derhal olduğunuz yerde durun ve kraliçenin huzuruna çıkmak üzere mahiyetime katılın!"

Soluklar yetersiz kalıyor, bacaklarımın dermanı tükenmeye başlıyordu. Yine de pes etmek gibi bir niyetim yoktu. Aksine daha da hırslanıyordum.

"Leydim!" Liya bir anda yanımda bitip koluma sarıldığında ufak çaplı bir çığlık sarayın koridorlarında yankılandı, küçük bir iç çekiş koca bir çığlığa dönüştüğünde etrafımızdaki yaratıkların nüfusu saniyeler içinde çoğaldı. Artık daha fazla şaşkın ve meraklı bakışın hedefiydim.

Harika.

"Bırak kolumu!" Liya'nın uzun, zarif parmaklarıyla tuttuğu kolumu kurtarmak için çırpındım fakat bir işe yaramadı.

Ciğerlerim daha fazla koşturmacayı kaldıracak kadar güçlü değildi. Bir yere oturup soluklanmak istiyordum.

"Lütfen sakin olun ve beni dinleyin." Kolumu bırakmadan bir adım daha yaklaştı. İri, pembe dudaklarını ıslatarak kulağıma doğru sokuldu. "Lütfen huzursuzluk çıkarmayın. Aksi hâlde bunun bedelini ödeyecek tek kişi benim. Size yalvarırım." Geriye çekilip konuşmaya devam etti. "Kraliçemiz Maysa'nın gazabından koruyun beni. Eğer bu yaptığımı öğrenirse beni saraydan sürmekle kalmaz, ömrümün kalanını diyarın kalbine bağışlar. Sonsuz bir ıstırapla yaşamak üzere Huzursuz Cennet'e sürgün edilirim."

"Neden?" Merakla gözlerimi kırpıştırmadan edemedim. "Sen ne yaptın ki?"

"Sizinle bilmemeniz gereken bir bilgiyi paylaştım. Kraliçemizin geçmişi hakkında konuşma cüretinde bulundum. Yetmezmiş gibi bunu, sarayına misafir olarak gelmiş Megas Efendi gibi değerli dostunun torunuyla paylaştım. Bunu affetmez." Demek biliyorlardı? Bu yüzden yaka paça getirildiğim sarayda prensesler gibi ağırlanıyordum. Şimdi taşlar yerine oturdu işte.

Ayrıca Maysa sırf geçmişi hakkında konuştuğu için hizmetindekileri cezalandırıyorsa eğer tam bir cadaloz olmalıydı.

"Bundan bana ne?" diye çıkıştım. "Kraliçenle senin arandaki bir mesele bu." Umursamaz bir tavırla duruşumu dikleştirip kolumu silkerek Liya'nın elinden kurtuldum.

Köpek yavrusu bakışları yorgunlukla çarpan kalbimi ele geçirirken kızaran yanaklarıyla içimi dağladı. Sevimli ifadesi ve yalvaran duruşuna gafil avlandım.

Önünde durduğumuz pencereden esen rüzgârla yüzüme düşen saç tutamları uçuştu. Pencerenin kenarındaki beyaz mermere konan güvercine gözlerim takıldı. Bir karar vermem gerekiyordu. Düşünme süremde güvercini izleyerek oyalandım.

Birinci seçenek... Gökkuşağı Sarayı'ndan kurtulup kendimi yabancı olduğum diyara teslim edebilirdim ama bunun başıma neler getireceğini bilmediğim gibi dışarıda ne tür tehlikelerin kol gezdiğini de bilmiyordum.

Diğer seçenek ise Aryen'in rüyamda söylediklerine kulak vermek ve sakin kalıp burada beklemekti. Onlarla iyi geçinip Aryen'in yalanlarına rağmen sabırla ipuçlarını takip etmeli, yapbozun tüm parçalarını toplayana kadar beklemeliydim.

Yeniden önüme döndüğümde isteğini yerine getireceğimi ve teslim olduğumu anlasın diye omuzlarımı düşürüp tuttuğum nefesimi bıraktım.

"Gidelim mi?" diye sorduğunda minnettar olduğu belli olan gülüşüyle selamladı beni.

Hem selamına karşılık hem de sorusuna cevap olsun diye başımı bir kere sallayıp Liya'dan önde yürümeye koyuldum.

Dakikalar geçti, kirli ve öfkeli düşünceler zihnimden geçip gidemedi. Her gelen eskisinin koluna girip zihnimi bir düşünce çöplüğüne çevirecek kadar çoğaldılar ve attığım her adımla birlikte öfkem de doğru oranda arttı.

Aryen'i çok kısa bir zamandır tanıyordum ama lanet olası herif bir ömre sığacak kadar fazla yalan söylemiş ve arkamdan türlü oyunlar oynamaktan çekinmemişti. Hem de onu yüzyıllardır süren aynanın lanetinden kurtarmış olmama rağmen. Nankör.

Tüm gerçekler açığa çıkana kadar bu sarayda karşılaşacağım nezaketi arzularcasına yanımda yürüyen Liya'ya döndüm ve gülümsemesine aynı şekilde karşılık verdim.

Yanımda Liya, ardımda hazırlandığım süre boyunca hizmetimi gören cinler, kraliçenin odasına kadar bana refakat ettiler.

"Size dediklerimi unutmadınız öyle değil mi?"

Ne demişti ki?

Hah, doğru! kraliçenin huzurunda dikkat etmem gereken zırvalıklar... Küçük aptal hâlâ benimle iyi geçinmek yerine kraliçesinin huzurunu kaçırmayayım diye tembih yağdırma peşindeydi.

Liya'nın sorusunu duymazdan gelerek dirseğime kadar uzanan eldiveni düzelttim. Diğer elimde tuttuğum sırma işlemeli ipek mendili sıkıca kavrayarak yürümeye devam ettim.

Yüzümü gıdıklayan ufak saç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırdıktan sonra. "Nasıl görünüyorum?" diye sordum.

"Masal perisi gibi." Liya'nın hayranlıkla ışıldayan bakışlarına yüzümü buruşturarak karşılık verdim.

Kıkırdayarak önüne döndükten sonra bir süre sessizce ilerledik.

Liya'dan aldığım hızlandırılmış görgü ve nezaket dersini hatırlayıp uygulamaya çalıştım. Bana öğrettiği gibi yürüyor, benden istediği gibi dik durarak ifadesiz bir yüzle karşıya bakıyordum. Saray adabı saçmalıkları...

Uzun koridorlar boyunca kaç periyle kaç cinle karşılaştığımı saymayı bıraktım. Kimisi havada uçuşan minik periler, kimisi sivri kulakları dışında insandan farkı olmayan perilerdi. Odamda ilk kez gördüğüm hizmetkâr cinler ise oradan oraya koşturup duruyordu. Bazısı saray mutfağından kraliçenin odasına yemekler taşıyor, kimisi de başka işlerin peşinde yoruluyorlardı.

Kraliçenin odasına uzanan koridorun başında durdum. Diğer uçtaki muhafızların arasında gözlerini üzerime dikmiş olan Simav'a baktım. Öfkeyle dişlerimi sıktığımdan habersiz kaşlarım çatıldığında yerlere uzanan elbisemin eteklerini toplayıp var gücümle koşmak ve üzerine atlamak istedim.

Liya'nın endişeli gözleriyle karşılaşana kadar kafamda onlarca farklı plan yapmış olsam da derin bir nefesle öfkemi bastırıp sakinleştim.

Simav denen it soyunun ve yolumu kesen adamlarının karşısına dikildiğimde çivi gibi bakışlarımı Simav'ın gözlerine sapladım. O gözlerini kaçırana kadar bakışlarımı başka yöne çevirmek gibi bir niyetim yoktu.

Kalbimin ayağı tökezlemiş gibi küçük bir öksürük dudaklarımdan koptu. Elimdeki mendili refleks olarak ağzıma götürdüm. İki kez dudaklarımı tıpışladıktan sonra mağrur bir tavırla çenemi dik tutup Simav'la bakışmama kaldığı yerden devam ettim.

"Sana da merhaba masum bir insanı okla yaralamaktan çekinmeyip yanında ona yardım etmeye çabalayan, çaresiz arkadaşını tılsımlayıp alıkoymaktan çekinmeyen kraliçenin kölesi." Sahte bir gülümsemeyle sözlerimi taçlandırdığımda yanaklarımı esir alan sıcaklık yerini serinliğe bıraktı.

"Sözleriniz hayli kırıcı," dedi nezaketini bozmadan. "Ve bir leydinin ağzına yakışmayacak türde söylemler bunlar." Ayıplar gibi bir ifadeyle başını yana yatırdı.

Hafifçe başımı yana yatırıp alaycı tavrımı koruyarak "Öyle mi?" dedim. "Bir insanı esir almak mı senin erdem anlayışın?"

"Bağışlayın lütfen. Beni ve askerlerimi yanlış anlamış olmalısınız." Göğsünden beline kadar oval şekilde inen gümüş zırhının karın kısmına elini koyarak bir adım öne çıktı.

Kurşuni gözlerini üzerime dikmişti. O gözlerde Kâbus Sarayı'nda gördüğüm ifadeden eser yoktu. Mahcup ve kendini doğru ifade edebilmenin yollarını arayan çaresiz bir yabancının gözleriydi.

"Kâbus Sarayı yüzyıllardır kötülüğün ve tehlikenin kol gezdiği tekinsiz topraklar. Orada başınıza türlü felaketler gelebilirdi."

Belanın ta kendisine bunu söylediğin iyi oldu Simav köpeği. Kraliçenin elinde tuttuğu tasmanı elime geçirip pis soluğunu kesmek için boynuna doladığımda da benimle bu şekilde konuşmanı tavsiye ederim.

"Arkadaşıma ok atarak mı koruyordunuz beni?" diye çıkıştım kendime hâkim olamayarak.

"Yanılıyorsunuz. O peri Keybos Krallığı'nda başı boş gezen yozlaşmış bir periydi."

Erin mi? Hadi oradan. Bunca yıllık arkadaşım hakkında atıp tutarken de pervasızlık etme en azından kendini bilmez herif.

Öfkemi dizginlemek Simav'ın ağzından çıkan her kelimeden sonra daha da güç bir hâle gelse de dayanıyordum.

"O benim arkadaşımdı!" diye direttim. "Bizi öldürmek istediniz. Attığınız ok bana da gelebilirdi."

"Ama gelmedi." Liya omzumun yanından başını uzatıp Simav'la aramızda oluşan gerginliği yatıştırmaya çalıştı fakat gözlerimde çakan şimşeklerin gazabından nasibini alarak geri adım attı.

Erin'in durumunu gözümle görmeden içim rahat etmeyecekti. Liya kimseye bir şey olmadığını söylemişti. Belki de o ölmüştü ama olay çıkarmayayım diye benden gizleniyordu.

Bu düşüncelerle içim iyice huzursuzluk doldu. Hıncımı Simav'dan çıkarmak ister gibi bir adım daha yanaştım.

"Bu yaptığının bedelini ödeyeceksin," diye alenen tehdit ettim. "Hiç şüphen olmasın."

Sözlerim zehirli bir sarmaşık gibi Simav'ın çehresine sarılırken keyifsiz bir şekilde başını eğdi. Çenesi kasıldı ama bir karşılık vermedi. Kâbus Sarayı'ndaki salaş, haydut görüntüsünün aksine şimdi; uzun boyu ve iri cüssesinin yanında silahları, zırhları ve özenle geriye taradığı platin sarısı saçlarıyla tam bir muhafız gibi ürkütücü görünüyordu.

Kemikli yüzü, gri gözleriyle oldukça yakışıklıydı. Yazık. O güzel yüzünün başına geleceklerden habersizdi şimdi. Ama sırayla... Önce Aryen, sonra Simav. Akşam yemeğindeki duruma ve tavrına göre Maysa'nın da listeye girip girmeyeceğine karar verecektim.

"İyi niyetimin göstergesi olarak kendimi tanıtmama izin verin lütfen." Biraz önce karnının üzerine koyduğu elini çapraz bir şekilde uzatıp elini göğsünün üzerine bastırarak bir kez daha selamladı.

Düşmanımı tanımak iyi olurdu. Başımla onaylayarak izin verdim ve bir ayağım diğerini geçmeyecek kadar az bir mesafeyle geri çekildim.

"Ben; Gökyüzü ve Işık Leydisi, Glander Krallığı'nın Işık Getiren'i ve en yücesi, Gökkuşağı Sarayı'nın eşsiz kraliçesi, tüm krallıklara nefes veren, sonsuz ışığın elçisi Kraliçe Maysa'nın hizmetkârı, Glander topraklarının gözcüsü, Kutsal Işık Ordusunun baş muhafızı Simav."

Yeter.

Bu diyarın derdi neydi?

Tüm lord ve leydiler kendilerine methiyeler dizdirmek için bu zavallı perileri eğitiyorlar mıydı? Saçmalık.

Derin bir nefes alırken Simav'ın yüzüne bakarak göz devirmekten çekinmedim.

"Kraliçemizle burada buluşacaksınız." Eliyle dakikalardır önünde dikildiğimiz dev kapıyı işaret ettiğinde başımı çevirip iki yanı ince sütunlarla desteklenmiş kapının motiflerini inceledim. Her yanından ihtişam akan kapının ardındaki odayı merak etmeden duramadım.

Simav kenara çekildiğinde eteklerimi kibarca toplayıp kapının önüne geçtim. Peri kızlarının zarifçe ittiği iki kanatlı kapı aralandığında yüzüme yansıyan ışığa baktım.

Hızlanan kalp atışlarımı sakinleştirmek için sürekli yutkunduğumu fark edip bunu yapmayı bıraktım. Derin derin nefesler alıp vererek dirayetimi korumaya çalıştım ama vücudumun titrediğini fark edince keyfim hepten kaçtı.

Hâlâ kapıyı açan peri kızlarıyla aynı hizada duruyordum. Omzumun üstünden baktığımda Liya'nın da Simav'la birlikte geride kaldığını görünce bundan sonrasında yalnız olduğumu anlayarak önüme döndüm.

Eteklerimi bırakıp ellerimi göğsümün altında birleştirdim. Liya'nın öğrettiği şekilde bir leydi gibi görünmek için sağ elimle sol elimi parmak uçlarından zarifçe kavradım. Dirseklerimi bel hizamda tutarak odanın içine süzülürken kendimi gerçekten de saraylı gibi hissediyordum.

Diyar beni ele geçiyor.

Kapılar ardımdan kapandığında sakin bir şekilde odanın ortasındaki yemek masasına doğru ilerledim. Masa ömrümde görmediğim kadar çeşitli yiyecek ve içeceklerle donatılmıştı. Onlarca insana ziyafet verecek kadar büyük bir davet masasıydı.

Kraliçeyle yalnız görüşeceğimizi sanıyordum fakat salonun her yerinde önünde durduğum masadan daha küçük olanları diğer konuklar için hazırlanmıştı.

İfadesiz bir suratla odanın ortasına ulaştığımda masanın ucundaydım. Mavi ve beyaz taşların, zümrütlerin, yakutların ve incilerin bezediği gösterişli tek bir koltuk vardı. Kraliçenin yeri orası olmalıydı.

Masanın ardında ise dört beş basamak ve taht duruyordu.

Burası sarayın ana salonuydu. Heyecandan kuruyan dudaklarımı yalarken salonda nereye bakacağımı şaşırmıştım.

Bu sabah gözümü açtığım oda kadar ferah bir yerdi. Kalın sütunlara yerleştirilmiş büyük şamdanlardaki iri mumların kızıl mavi ışıkları fresklere hayat veriyor, devasa pencerelerden içeri sızan rüzgâr neşeyle koşturuyordu.

Meraklı bakışlarım basamakların sağ yanındaki teras kapısından içeri giren siluetle donup kaldı. Akşam yemeğini kraliçeyle yiyeceğimi sanıyordum fakat teras kapısının eşiğinde duran siluet oldukça uzun ve iri bir vücuda aitti. Bir erkeğin vücuduna...

Öylece durmuş bana bakıyordu. Onun da en az benim kadar şaşkın olduğu belliydi. Omzunun ardından görünen ay ışığı sayesinde yüzü gölgelerin ardında kalan adamın şaşkınlığı havaya karışmış ve aldığım nefeslere tırmanıp ciğerlerime ulaşmıştı.

İnsanın huzurundan beslenen sessizlik uzayıp giderken daha fazla bununla mücadele edemeyeceğimi anlayınca ilk konuşan ben oldum.

"Merhaba?"

Konuşmadan önce bir adım öne çıktı. Terasın odaya açılan kanadındaki basamağı usulca inerken çizmelerinin tıkırtısı ürpermeme neden oldu.

"Sen de kimsin?" İpeksi sesinin ruhumu okşayan tınısına cevap vermek istedim ama heyecanımı dizginlemeyi beceremediğim için sorusu yanıtsız kaldı.

Attığı her adımda boyu biraz daha uzuyordu sanki. Gölgeler çehresinden kaçışırken açığa çıkan yüzünü arsızca inceledim.

Genç bir adama ait yakışıklı yüzünün hayranlık uyandıran bir çekiciliği vardı. Önce uzun ve kıvrık sarı kirpiklerinin gölgesinde kalan gök mavisi gözlerine takıldı bakışlarım. Hemen sonra kavisli, minik sivri burnu ve altındaki iri dudaklarına... Çatılan kaşlarının arasında uzanan çizgi gerildi ama kaygılı değil meraklı bir ifadeydi bu.

Üzerinde beyaz bir gömlek ve pantolon vardı. Çizmelerinin içinde kalan deri pantolonundan yukarı kayan gözlerim üzerindeki ipek kumaşın her bir detayını hayranlıkla inceledi. Düğmeleri sonuna kadar iliklenmiş, yakaları tıpkı üzerindeki tunikte olduğu gibi yaldızlı işlemelerle süslenmişti. Tuniğinin yakasını kavuşturan gösterişli broş, mum ışığı altında yanardönerli ışıltısıyla gözlerimi alıyordu.

"Cevap vermedin?" Dudakları haylaz bir ifadeyle kıvrıldığında sertçe yutkundum ve sesimin net çıkmasını umarak konuştum.

"Kraliçeyle birlikte yemek yiyeceğimi sanıyordum." dedim.

"Sorumun cevabı bu değil," dedi ve ellerini arkasında, bel boşluğunda kavuşturdu.

"Merak ettiğin şey ismimse eğer..." Elini bana doğru zarif bir hareketle uzattığında elimi avucunun içine doğru bıraktım. "Rena. İsmim Rena."

Avucunun içinde kendine yer edinen parmaklarımın altındaki sıcak teni beni ele geçirdiğinde irkildim. İsmimi onunla paylaşır paylaşmaz beklemediğim bir şey oldu ve zarif bir hamleyle belini bükerek eğildi. Ardından dudaklarını parmaklarımın üzerine bastırdı.

"Rena." Dudaklarından dökülen harflerin bir ritmi vardı. Yüzündeki ifade yumuşacıktı. "Demek tüm sarayın dilindeki uyuyan güzel sensin." Gülümsedi. "Gerçekten güzelsin."

Kaşlarım hayretle çatıldı. "Uyuyan güzel?" Genç adamın söylediklerini kafamın içinde tartarken ansızın ima ettiği şey zihnimde parladı. Bir leydiye yakışmayacak şekilde haykırarak "Ha! Evet..." dedim. Böyle bir tepki verdiğim için utansam da her şey için çok geç olduğunu bildiğimden bozuntuya vermedim. "Kraliçenin muhafızları sağ olsun tılsımlayınca... Sekiz gün uyanamadım." Neşeden yoksun bir gülüşle göz devirdim.

"Simav," diye mırıldandı. "İşini şansa bırakmaz."

"Öyleymiş." Sahte bir gülümsemeyle dişlerimi sıkıyordum. "Yaşayarak öğrendim." İğnelememle birlikte daha büyük güldü. "Peki... sen?"

"Lord Ayas." Hafifçe çenesini eğerek ufak bir reveransla tanıttı kendini.

"Kraliçenin oğlu," diye tamamlarken içten gülümsemem sözlerime refakat etti.

"Lord Ayas demeni tercih ederim." Kiraz gibi kırmızı dudaklarının arasında inci gibi parlayan dişlerini göstererek güldü. "Kısaca lordum da diyebilirsin, hoşuma gider."

Çocuksu bir arzuyla parlayan gözlerine baktığımda kendimi tutamadım. Gözlerimi ondan kaçırırken kıkırdadım.

"Bu sarayda yalnızca misafirim. Yanlış biliyorsam düzeltin, lordum olmanız için bu saraya ait olmam gerekiyor."

"O hâlde bu saraya ait ol." Duruşundaki zarafeti bozmadan omuz silkti.

"Çok naziksin," dedim içtenlikle. "Ama burada olmamam gerekiyordu; ki zorla getirildim zaten." İmalı bir şekilde kaşlarım yukarı doğru hareketlendi.

"Zorla tutulmuyorsun," dedi centilmen bir gülüşle. "Kraliçem senin için fazlasıyla ihtiyatlı davranıyor. Megas Efendi'nin torununa kimsenin saygısızlık etmesine izin vermez."

"Rena demeni tercih ederim." Onun yaptığı gibi serzenişte bulunduğumda dudakları kıvrıldı.

"Peki Rena," dedi gülerek.

"Evime döneceğim," diyerek biraz önceki konuyu sürdürdüm.

"İnsan diyarına mı?"

Başımı sallayarak yanıtladım.

"Megas Efendi'nin insan diyarına çekildiğini duymuştum. Torununu burada görmek hepimizi şaşırttı." İnanır mısın ben de çok şaşkınım ama kader...

"Öyle. Bu yüzden Mienas'a ilk kez geldim ve her şey benim için çok yeni..."

"Burada doğup büyümüş olsaydın keşke." Vakur gülüşü gölgelendi. Alenen kur yapıyordu ama rahatsız edici değildi. Aksine hoştu.

Gülümsedim.

"Burada yaşamak istemezdim," dedim dudak büzerek. "Özellikle diyar lanetli miymiş ne... Uğraşmak istemezdim."

Ayas'ın yüzünde dalgalanan hüzün doğru yolda yürüdüğümü açıkça gösterdi. Attığım yemi tutmuştu.

"Evet," diye mırıldandı. "Diyarı zayıflatan bir lanet söz konusu... Kehanetlerin izinden gidiyoruz ancak yıllardır bitmeyen bir hastalık günden güne topraklarımızı ele geçiriyor."

"Nasıl bir şey?"

"Kehanete göre seçilmiş olanın kalbi diyarın kalbinden besleniyor. O yaşadıkça Mienas ölüyor. Sihrimiz Saklı Diyar'a çekiliyor ve topraklarımıza sirayet eden lanetin kırılması için gereken tek şey; seçilmiş olanın kalbi..." Aryen'in bahsettiği Saklı Diyar, Mienas'ı öldürüyordu demek.

"Seçilmiş olan kim?" Kaşlarımı çattım.

"Sorun da bu... Herkes olabilir, bilmiyoruz. Gerçekleşen kehanetlerin verdiği ipuçlarını takip ediyoruz ama faydasız..." Dişlerini sıkarak gözlerini kaçırdı. "Zaten uzun zamandır gerçekleşen bir kehanet de olmadı."

"Kulağa pek hoş gelmedi." Yüzümü buruşturdum. "Kötü bir şey olsa gerek."

"Çok kötü," dedi cümlemi bitirir bitirmez. "Mienas'ın gücü tükenirse krallıklar da çöker, hayat biter."

"Üzüldüm," dedim omuz silkerek. "Nasıl başladı?"

"Üç krallığın ataları; peri ve insan diyarı birbirinden ayrıldığında düzeni sağlamak ve kaosu sona erdirmek için yeryüzüne gönderilmiş tanrıçalardı. Onların soyundan gelenler perilerden üstün sayıldı. Her tanrıça onlara inananları peşine katıp kendi yolunu çizdi. Krallıklar kuruldu, düzen sağlandı ve tanrıçalar kurulu düzene varislerini bırakıp çekildiler. Perilerle olan birlikteliklerinden doğanlara Miron dendi. Mienas'ın toprakları onlara emanet edildi fakat lanet sinsice ilerlemeye devam etti. Yavaş yavaş çürüttü diyarı. En sonunda da sihrini tüketmeye başladı."

İliklerime kadar ürperirken soğuk soğuk terlemeye başladım.

"Üç krallıktan biri çöktüğünde diğer ikisi güçlerini birleştirme kararı aldı ve Orrenia Krallığı da Kraliçe Maysa'nın hükmünü kabul etti."

"Peki... Diğeri?" Kâbus Sarayı'ndan bahsettiğimi anlayınca kaşları çatıldı.

"Kâbus Sarayı çok gösterişli topraklardı ama kibir onların sonu oldu. Lord Aryen ve kraliçe Maysa nişanlandığında iki krallığı da aydınlık günler bekliyordu. Hem büyük bir aşk iki krallığın topraklarını güçlendirecekti hem de kendi bildiğini okuyan, dizginlenmesi zor bir krallık bu birlikteliğin gölgesinde durulacak ve diyar o halkın hırçınlığından kurtulacaktı. Ne yazık ki Aryen'in ihanetiyle diyar birbirine girdi. Bilinmeyen bir sebeple ortadan kaybolduğunda tüm dengeler bozuldu. Bu da krallığının sonu oldu. Kraliçemiz sayesinde diyar fetrete düşmekten kurtuldu."

Kafam allak bullak olmasına rağmen Ayas'ın anlattıklarını kaçırmadan dinleyip idrak etmeye çalışıyordum. Aryen aynaya hapsolduğunda halkı tarafından unutulmuş ve toprakları yağmalanmıştı. Aynanın lanetinden kurtulur kurtulmaz da krallığını kurtarmak için diyara dönmüş bir lord olduğunu sanıyordum.

Yanılmışım.

Nişanlısına ihanet etmiş ve halkının yozlaşmasına sebep olmuştu. Kendi krallığına ihanet edip diyarı uçuruma sürüklemiş bir lord... Aryen.

Kapılar büyük bir gürültüyle açıldığında korkuyla irkildim. Diyarda geçirdiğim her an Aryen hakkında yeni ve yıkıcı bilgilere erişmekten yorulmuştum.

İçeri giren peri alayını meraklı bakışlarla süzerken Ayas neler olduğunu anlamış gibi bir adım geriye çıkarak yana geçti. Göz ucuyla Ayas'a baktığımda yüzünde vakur bir gülümseme gördüm.

Uçuşan minik periler, sivri kulaklı periler ve cinler... Hepsi kapının önünde karşılıklı durarak bir koridor oluşturdu ve hafifçe başlarını eğerek beklemeye koyuldu.

Çok geçmeden yükselen telaşla birlikte kapının eşiğinde kraliçeyi gördüm. Simav'ın kraliçe hakkında söylediği her şey bir bir geçip gitti zihnimin koridorlarından.

Işık ve gün getiren.

Kraliçe odaya adım attığından beri salonu aydınlatan mumların cılız ışıkları titremeye başladı. Onlar dahi kraliçenin karşısında diz çökmüştü sanki. Kraliçe Maysa'yla birlikte odanın içine güneş doğdu.

Gökyüzü ve Işık Leydisi.

Tam karşısında duruyor olmamıza rağmen beni ve oğlu Ayas'ı görmekten kaçan yeşil gözleri beyaz ve ipeksi teninde parladı.

Sonsuz ışığın elçisi.

En başından beri orta yaşlı, sevimli ve kısa boylu bir kadın canlanıyordu zihnimde. Bize doğru gelen kadın ise genç ve tanrılara diz çöktürecek güzellikteki yüzüyle hayal ettiğimden çok farklıydı. Okyanusun bütün renkleri elbisesinin kumaşında birbirine karışmıştı. Korseyle incelen belinin altında kademe kademe kabaran eteğiyle öyle ihtişamlı görünüyordu ki... Büyülenmiştim.

Kahretsin, kahretsin, kahretsin!

Aryen'in kraliçeye neden âşık olduğunu şimdi anlıyordum. Dünya üzerinde böylesi bir güzelliğe kayıtsız kalabilecek kimse yoktu.

Kraliçenin ardından içeri giren Simav ve tanımadığım diğerlerinin arasında gördüğüm tanıdık yüz dünyayı ayaklarımın altından çekip aldı.

Bu diyara geldiğimden beri öğrendiğim tek bir şey vardı. Yalanlar ve sırlar bu diyarın en büyük hastalığıydı ve ihanet ise burada ölümcüldü.

Simav'ın omzunun üstünden onunla göz göze geldik. Zihnim netliğini kaybederken karnıma bir yumruk yemiş gibi hissettim.

Büyükbabamın burada, kraliçenin yanında ne işi vardı?*

Bölüm sonu.

Bakın bu zamana kadar o kadar büyük olaylar için kapı araladım ki hangi birine nasıl yetişeceğimi, nasıl çözeceğimizi ve o olaylardan sonra başıma ne geleceğini bilmediğim için her bölüm daha fazla yükselip heyecanlanıyorum. Bakalım 20-30'lu bölümlerde başımıza neler gelecek🙉

Siz bölümü nasıl buldunuz minik kabuslarım? Bölüm hakkındaki düşünce, gidişat hakkındaki teori ve fikirlerinizi bu satıra bekliyorum^^

Şimdi sakince gidip masum masum yorumlarınızı okumaya gömüleceğim...

Twitter'da #yozlaşmışharabeler tagiyle tüm düşüncelerinizi benimle paylaşmayı unutmayın! Tüm sosyal mecralardan yaptığınız paylaşımları takip ediyor olacağım<3

Sizleri çok çok seviyorum minik kabuslarım^^

Yeni kabusta görüşmek üzere...

instagram: _emregul
twitter: ewregul

Continue Reading

You'll Also Like

52.9K 3K 17
VHARTLOX CADI AKADEMİSİ SERİSİ - 2. KİTAP 🔮 💫 Erin serbest bıraktığı gücün büyüklüğünden bihaberdir. Aslına bakılırsa tüm cadılar neyle karşı karşı...
245K 755 2
Hayat hikâyelerden oluşur. İyi hikâyeler, kötü hikâyeler, mutlu hikâyeler. Acı hikâyeler... Ya hikâyeleri yaşar ve kendinize saklarsınız ya da anlatm...
1.4K 282 44
!KAPAK TASARIMLARINI ÇALMAYIN, İSTEYEN DM'DEN ULAŞABİLİR! Yaptığım kapak tasarımlarını burada yazarları etiketleyerek paylaşıyorum. Kapak tasarımı i...
16.7K 548 60
"Bana bu kadar sıkı sarılman için illa denizde mi olmalıydık?" İntikam ile başlayan,ama aşka dönüşen bir hikaye.Tam olarak intikam aşkı dedikleri şey...