Ahu ile Cengiz

By Elyios

176K 13K 3.9K

Yazgı kartları karıştırır, biz de oynarız, diyordu Arthur Schopenhauer. Kartları ben dağıtmış, geri çekilmiş... More

0.1
0.2
0.3
0.4
0.5
0.6
0.7
0.8
0.9
1.0
1.1
1.2
1.3
1.4
1.5
1.6
1.7
1.8
1.9
2.0
2.1
2.2
2.3
2.4
2.5
2.7
2.8
2.9
3.0
3.1
3.2
3.3
3.4
3.5
3.6
Merhaba
3.7
3.8
3.9
4.0
4.1
4.2
4.3
4.4
4.5
4.6
4.7
4.8
4.9
5.0
5.1
5.2
5.3
5.4
5.5
5.6
5.7
5.8
Merhaba
5.9
6.0
6.1
6.2
6.3
6.4
6.5

2.6

2.3K 169 20
By Elyios

Cengiz Asoğlu

Kayıplar.

Hayatımın geneline hakim olan bu sözcük, belki de birçok şeyi özetlerdi. Ansızın kapıyı çalan bir grup askeri, bir sabah elimi bırakıp başka bir adama giden annemi, kaçırdığım fırsatları, kaçtığım hayatımı; bu sabah aldığım telefonu.

Bu sefer beklenmedik yerden gelmediği için kendimi şanslı görecek kadar kayıp vermiştim.

Akıp giden yol, İzmir'e kalan kilometreyi gittikçe düşüren levhalar, klimanın yapay sıcaklığı ve yan koltukta oturan en yakın arkadaşım ile evime, dedemi uğurlamaya, gidiyordum.

Çok fazla anı biriktirememiştim onunla. Asker bir babanın çocuğu olmak gurbete doğmaktı, dedeni bayramlarda belki iki üç gün görmekti ama o iki üç günde bile dimdik, tüm evlatları ile gurur duyan dağ gibi adamı görmek iyiydi işte.

Bize veda edeli bir seneden fazla olmuştu, makine bağlandığı andan itibaren zaten şansı olmadığını biliyorduk. İlerleyen yaşının atlatmasına müsaade etmeyeceği açıktı ama orada nefes alıyordu işte, şimdi onu toprağa vermek için yola çıkmak derin bir nefes verme isteği doğuruyordu.

"Cengiz?" diyen Timuçin ile yoldan bakışlarımı çektim. "Telefonun," diyerek vitesin hemen önündeki boşlukta duran telefonumu işaret ettiğinde gözüm 'Dilek Karataş' yazısına kaydı. Elim kapatma düğmesini çabucak buldu, yola bakmaya devam ederken çalan telefonu susturdum.

"Belki cenaze için arıyordur?"

Güldüm.

Evlat, ailenin sınavıdır diye boşuna diyorlardı.

Asıl aile sınavdı, varlığı ile de yokluğu ile de. Toprağın altına koyuyordun, yokluğu kalbinin içini buz gibi yapıyordu. Nefes almaya devam ediyordu, bu sefer varlığı kalbini öfkenin harlı ateşiyle yakıyordu.

Anne olmak, kulağa ne kadar ulvi geliyordu. Bir de benim annem olmuş kadına bakıyordum, dedem ölür ölmez belki de aklına gelmeyen numaramı defalarca aramış; sözde baş sağlığı verme bahanesiyle hak ettiğini düşündüğü paraların peşine düşmüştü. Benim peşime bu kadar düşmemişti.

Gerçi, peşime düşecek olan bir sabah elimi bırakıp başka bir adama gitmezdi.

"Mutlaka onun için arıyordur Timuçin," dedim engel olamadığım bir iğneleyicilikle. Timuçin ise derin bir nefes verdi. "Miras konusunu mu açtı gene?"

Keyifsizce onayladım. Annem böyle bir kadındı işte, kimseyi şaşırtmıyordu. O eğer beni arıyorsa, uğursuz sesi bana mutlaka bir kayıp daha getiriyordu. Bana vedası bile o kadar çok şey götürmüştü ki, hala benden bir şeyleri koparabiliyor olmasına şaşırıyordum.

Çünkü benden bir şey kalmamış gibiydi, terk edilmiş bir oğlan çocuğundan başka.

"Cenazeye gelir mi?" diye sordu rahatsız bir sesle. "Gelir, eksik kalır mı hiç? Sever birilerini toprağa verip, çekip gitmeyi." Kelimelerim kin kusuyordu çünkü elimden başkası gelmiyordu.

Kalbim böyle günlerde kararıyor gibi hissediyordum, zift gibi bir duygu çöküveriyordu üstüme. Her şeyin üstünü kara bir çamur örterken, ben asfaltın üzerinde zahmetsizce kayıp giden bir araba gibi devam ediyordum ama alttaki toprağı biliyordum.

Ne kadar tahrip bir yoldu burası, asfaltın altında neler yatıyordu; ben hep biliyordum. Yine de dümdüz devam ediyordum, çoğu histen azat olmuş gibi. Ayağıma hiç taş değmemiş gibi, hatta değmiyormuş gibi.

Tüm hisleri teğet geçiveriyordum, aksi ile uğraşacak ne halim vardı ne de sabrım.

"İstersen kenara çek, ben alayım direksiyonu. Halsiz gibisin," dediğinde kucağıma koyduğum peçeteyi alarak hafifçe öksürdüm. "Hasta gibiyim biraz," dedim boğazımda hissettiğim hafif yanmayı hatırlayarak. "Biraz daha ilerleyelim, sen geçersin."

"Arabada yattığın için mi hasta oldun acaba?" diye sorduğunda "Bilmem," diyerek cevapladım. Muhtemelen soğukta kalmaktan olmuştu, aslında kolay hastalanan bir tip değildim ama son zamanlarda üst üste gelen şeylere bakınca, bir grip olma hakkını da vücuduma çok göremiyordum.

"Yandık şimdi, haftalarca hasta kalırsın sen."

"Yok ya, Semra Sultan bakar bana. Toplarım hemen," derken sesim pek de kendimden emin çıkmıyordu. Sık hasta olmamak avantajlı bir durumdu ama bir hasta olduğumda da acısını çıkarır gibi günlerce sürüyordu.

Sessizlik tekrar arabada hakim olduğunda, Timuçin üçüncü seviyede olan klimayı dörde çıkardı. "Soğuk alma şimdi," diye de açıklama yapmıştı. Aramızdaki soğukluk eskisi kadar olmasa da varlığını sürdürdüğünden sadece kafa salladım.

Tabelalar bir yol ayrımını gösteriyordu, dikkatle takip ederken İzmir yolunun sağında kalan Manisa tabelasını görmüştüm.

Yanımda Ahu ile birlikte, bu yol ayrımında sağa döndüğüm gün aklıma geldiğinde derin bir nefes verdim. Onu en son gördüğümde "Sana ne?" diyerek çekip gitmişti ama aklım biraz onda kalmıştı. Önemli bir şey olmadığını düşünerek alaya almıştım ama iki gündür ondan ses çıkmaması beni düşündürüyordu.

Kendi derdimden kafamı kaldıramadığımdan, arayıp sormaya fırsatım da olmamıştı. Gecenin bir körü, gece gelen hiçbir telefondan hayır gelmeyeceğini hatırlatmak ister gibi çalan telefonla yollara düşmüştük.

Umarım iyidir, aksi takdirde yaptığım patavatsızlığın yükü ile bir süre yaşamak zorunda kalırdım.

"Selma Sultan arıyor," diye beni uyaran Timuçin ile 'Aç' der gibi kafamı salladım. Hareketimi doğru anlayarak telefonu açtığında "Oğlum?" diyen ses tüm arabayı doldurmuştu. "Neredesiniz?"

"Manisa yol ayrımı geçtik az önce, bir saate orada oluruz." Rahatlamış gibi derin bir nefes vererek "Oh şükür, az kalmış. Dikkatli gelin emi oğlum, cenaze öğlen zaten." demişti.

"Dikkat ederiz, amcam nasıl?"

"Cenaze işlemleri için koşturup duruyor, ne yapsın? İyi ama aklın kalmasın, zamanı gelen gidiyor işte Cengiz'im, kabullenmekten başka elden ne gelir ki?" Sesindeki üzgün tını, dudaklarımı istemsizce aşağı doğru sarkıtmıştı. "Allah vakitli, sıralı ölüm nasip etsin. Daha fazla çekmedi en azından."

Bizden önceki nesle özgü bir tavırla, kendi acısını geçip bizi teselli etmeye çalıştığı için vicdan azabı duyarak "Öyle Selma Sultan, Allah mekanını cennet eylesin. Sen de kendini çok yorma tamam mı?" diye tembihledim. Beni onayladığında vedalaşarak telefonu kapattık ve arabayı sağa çektim.

"Sen geç direksiyona" diyerek, el frenini çektim ve boşa aldığım arabadan emniyet kemerini çözerek indim. Hastalıktan olsa gerek, üstüme garip bir halsizlik çökmüştü ve şeritler hafifçe bulanıklaşıyordu.

Yerleri değiştikten sonra Timuçin arabayı hareket ettirdi. "Sen biraz dinlen, kötü görünüyorsun." Hayır demeye gücüm yoktu, oturduğum koltukta arkaya yaslanırken gözlerim yavaşça kapanmıştı.

...

Cenaze evi kavramı oldukça garipti.

Acısı olan bizler, gelip gidenle ilgilenirken, hayatı normal devam edenler ise bizden bir şeyler bekliyordu. Derlerdi de pek inandırıcı gelmezdi, yaşayınca insan ne kadar sinir bozucu bir durum olduğunu anlıyordu.

İnsana acısını unutturuyordu yine de, bir şekilde meşguliyetin oluyordu.

"Köy evini de haftaya tamamen kapatırız," dedi amcam. Dedem kendi köyüne gömülmüştü vasiyet ettiği gibi, biz de taziyeleri köydeki evde kabul edip, iki gün sonra kapıyı çekip evimize dönmüştük.

"Bir temizleyelim güzelce, sonra eşyaların üstünü örteriz. Bozmayız hiç," diyen yengem hemen amcamın yanına oturmuştu. Hep beraber çay içiyorduk, Kerem abim yengemi bırakmaya gitmişti. Timuçin kendi evine uğrayıp duş falan aldıktan sonra hemen geri dönmüştü. "Yardımcı ile git Selma Sultan, şimdi kendini çok yorarsın sen."

"Bakalım, içim nasıl rahat edecekse."

Amcam durgun bakışlarını aniden bize çevirdi. "Sizin dersiniz falan varsa geri kalmayın oğlum, burada yapacak bir şey de kalmadı zaten." dediğinde Timuçin hemen "Olur mu öyle Mustafa Amca? Hem dersleri falan ayarlarız biz, kalalım biraz." diye atılmıştı.

"Sağ olasın oğlum, Allah razı olsun. Bizi yalnız bırakmadın böyle günde," diyen amcam Timuçin'in dizine bir iki kere vurduğunda, utanarak kafasını eğdi. "Estağfurullah."

Kısa bir süre sessizce çaylarımızı yudumladığımızda, çalan kapıyla yengem şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. "Kerem ne çabuk geldi," derken ben çoktan kapıyı açmak için ayaklanmıştım.

Salonun kapısının tam karşısına denk gelen dış kapıyı açtığımda, Kerem abim yerine gördüğüm insan ile "Ne işin var burada?" derken buldum kendimi. Timuçin sesimi duymuş olacak ki "Kimmiş?" diye salon kapısına gelmişti.

"Merhaba," diyen annem, yüzsüzce ve davet beklemeden ayakkabılarını çıkararak içeri girdi. O eve adım attığında, içimdeki his belan geldi diye beni dürtmeye başlamıştı.

"Oğlum," dedi selamlaşmak için bana doğru bir adım atarak. Arkamda duvar olduğu için sabit kaldım, o ise çoktan boynuma sarılmıştı. Kafamı hafifçe sağa çevirerek Timuçin ile göz göze geldiğimde sessizce "İdare et," dediğini görmüştüm.

"Ah nasıl özlemişim, canım Cengiz'im."

Ya, nasıl da özlemişsindir sen Cengiz'ini. Buram buram burnunda tütmüştür de Ankara'dan bir saatlik yolu aşıp gelememişsindir görmeye.

"Dilek?" diyen yengem Timuçin'i geçerek bize adımladığında annem beni bırakarak "Başın sağ olsun Selma," demişti. Onlar da samimiyetsiz bir hoşgeldin sarılması faslı geçirdikten sonra sıra amcama gelmişti. "Abi," dedi aynı aymazlıkla. "Başın sağ olsun, ailenden kalan son kişiyi de uğurladın."

Ortama buz gibi düşen cümle ile, iliklerime kadar üşüdüğümü hissettim.

İşte böyle bir insandı benim annem, şehit düşmüş babamın genç yaştaki ölümü sanki yenilir yutulur bir acıymış gibi alelade bir anda söyleyip geçebiliyordu.

Onun kurduğu bir cümle, bizim kalbimizde yıllarca ağırlık oluyordu.

"Sağ olasın," dedi amcam yutkunurken. Zar zor çıkan sesi ve bana bakan gözleri, şimdiden sinirden gözümü döndürecek seviyeye gelmeme neden olabilirdi çünkü gelir gelmez insanları üzmeyi yine başarmıştı.

"Buyur," diyen yengem onu salona yönlendirdi. Timuçin ise bana doğru adımlayarak "İyi misin?" diye sormuştu. "İyiyim iyiyim," derken ciddiydim. Kötü falan değildim, bu kötü olmak değildi. Bu sadece birinin varlığından rahatsız olmak, onu evinde istememekti. Tıpkı karşısındaki kişinin evinde istenmediğin gibi. "Ben gideyim istersen, bu baş sağlığına gelmemiştir buraya."

"Senden gizlisi saklısı varsa konuşmayıversin Timuçin, kapı da burada." dedim annemin çıkıp gidebileceği kapıyı işaret ederken. Kafasını olumlu anlamda sallayıp, salona dönmeye yeltendiğinde ben de derin bir nefes alıp onu takip ettim.

Allah'ım, sen aklıma mukayyet ol.

"Nasılsınız?" dedi annem sanki çok normal bir ev oturmasına gelmiş gibi. Vücut hareketlerinden bile anlıyordum, konuşmak istedikleri bunlar değildi ama bir girizgah yapması lazımdı. Koltuğun ucuna oturmuştu, sağ dirseğini koltuğun koluna yaslamış, her an kalkacakmış gibi bir pozisyonda konuşuyordu.

"İyiyiz, sen nasılsın?" Yengem her zamanki gibi sakinlikle konuşuyordu. Onun mizacı buydu ama amcam için aynı şey geçerli değildi. Dalıp giden gözleri, çatılmış kaşlarının altında kalmıştı. "İyiyim, cenazeye yetişemedim kusura bakmayın. Asım dedeyi uğurlamak isterdim, sonuçta onca zamanı beraber geçirdik."

Heh, dedim içimden. Böyle böyle gel bakalım asıl konuya.

"Cenazeyi bekletmemek lazım derler, uzaktan gelecekler vardı ama uygun olmaz dedik," diye açıklama yapan yengem ayaklandı. "Çay koyayım? Biz de yeni geldik, hep beraber bir çay içelim demiştik."

"Olur."

Yengem kapıdan çıkmadan önce, kapıya en yakın koltukta oturan benim yanımdan geçecekken elini kısaca omzuma dokundurmuştu. İstemsizce dudaklarım yukarı kıvrıldı. "Cengiz'im, sen nasılsın oğlum? Dedeni çok severdin, o da seni tabi ki. Sen güleceksin diye elleri kolları dolu gelirdi hep bize."

"İyiyim, hazırlamıştık zaten kendimizi." dedim sadece. Fazla açıklamaya da gerek yoktu çünkü muhtemelen merak eden de yoktu. "Var mı ufukta bir gelinim falan? Hiç anlatmıyorsun?"

Timuçin ile göz göze geldiğimizde, asabı bozulmuş bakışları tekrar anneme döndü. Senin beni terk edişinin hayaleti beni rahat bıraksa belki anneceğim. Ama senin bile beni terk ettiğin bir dünyada kimin eli tutulur bilmiyorum, sen belki açıklamak istersin, neden beni bırakıp gittiğini?

"Yok," diye cevapladığımda yengem elindeki çay ve kurabiye koyduğu tabakla birlikte içeri girdi. "Kusura bakma, malum telaşımız var." Annem gülümseyerek "Olur mu öyle şey, ikram yemeye mi geldim buraya, böyle günde?" dedi ve ona uzatılan tabağı ve çayı aldı.

Bir süre sessizce halı desenini izleyerek çayını içti, fırtına öncesi sessizliği andıran bir durgunluk hepimizin üstündeydi. En son bu eve ne zaman geldiğini bile unutmuştum ama nadir ziyaretlerini bile zehir etmeden asla geri dönmezdi. "E abi, tek sen kaldın artık." dedi tekrardan. Amcama annesinin, kardeşinin ve babasının kaybını ısrarla hatırlamak istiyor gibi devamlı orayı vurguluyordu. "Niye tek kalayım Dilek? Eşim var, oğullarım var. Anne baba şükür başımızdaydı bir yaşa kadar, Allah başka acılar göstermesin."

"Tabi tabi, öyle. O manada demedim," Çayından bir yudum alarak devam etti. "Asım dedenin mirası için diyorum." Ağzındaki baklayı sonunda çıkarttığında amcam güldü. "Miras dediğin benden sonra da miras kalacak, ne diye tek kalmış olayım?" dedi rahatlıkla. "Ne bileyim, Kemal'e ısrarla Ankara'da ortalama bir daireyi verip, geri kalan mirastan el çekmesine neden olunca, senin için önemlidir diye düşündüm abi."

Amcam bir bana bir de Timuçin'e bakarak, sabır çeker gibi bir hareket yaptı ve "Çocukların yanında konuşturma beni Dilek, Kemal babamla oturmuş konuşmuş, böyle istemiş." dedi. Annem elindeki çayı sehpaya koydu, bu artık dur durak bilmeyeceğinin resmiydi. "Sen diyemedin mi peki abi, ben senin büyüğünüm, ne demek bana daha çok pay bırakmak diye?"

"O ev İzmir'deki her şeye denkti neredeyse, ne diyecekmişim ben?" diye çıkışan amcamla annem güldü. "İzmir'deki her şeye denk tabi. Siz bu denkliği her yerde gözettiniz mi? Gencecik kız ve oğlan bunlar, Asım dedeye bir de biz bakalım dediniz mi?"

"Ya havle," dedi amcam sinirle yerinde dikleşirken. "O dönem sen demedin mi, Kemal göreve gidiyor yalnız kalıyorum? Evde bir ses bir nefes olsun diye?"

"Ben Asım dedeye bakmaktan gocunmuyorum abi, çarpıtma. Bakmaya gönüllü de oldum, yine olsa yine bakarım. Kemal'in babasına evimi açmayacağım da kime açacağım? Ben bir buçuk sene her şeyine koştum, mirasa gelince iş sizle biz eşit olduk. Ben yine diyorum, gönüllü baktım," Tekrar ederek pekiştirdikten sonra devam etti. "Ama bu hakkım olduğu gerçeğini de değiştirmez. Kemal öldü, ortaklık bozuldu mu yani?"

"Yeter," dedim kısık çıkan sesimle. Kemal öldü, tüm söylediklerinin arasında kulağımda kalan tek cümleydi. "Her defasında yapma şunu, yeter."

"Oğlumu bile bana düşman ettiniz, hukuk okuyor bu çocuk. Hak, adalet arayacak. Annesinin hakkını bile gözü görmüyor, sizin doldurmalarınız oğlumun bile kalbini kararttı!" Dolan gözlerini gizlemek için hafifçe kafasını eğdi ve burnunu çekerek "Bana sıcacık bir anne bile diyemiyor," dedi.

"Saçmalama Dilek, Cengiz'in kafasını doldurmak ne demek? Kıyabilir miyiz el kadar çocuğa?" Yengem sesi titreyerek konuşuyordu, Timuçin ise onun yanında olduğu için anında elini sırtına koymuştu. "Bunlar nasıl laflar?" diye tamamladığında annem güldü. "Sizinki nasıl laflar, asıl onu görüyor musunuz? Kardeşim, kardeşim dersiniz. Kemal gitti, belki sizinle bir anlaşma da yaptı ama bana hakkımı vermek bu kadar mı zor?"

"O hak senden önce Cengiz'in!" dedi amcam sesini yükselterek. "Cengiz gelip hesabını sormuyor, istese sormaz mı? İstese vermez miyiz? Sana mı düştü bunlar, derdin mirassa Cengiz'e kalacak olan yetmiyor mu sana?"

"Çocuğa laf edecek alan mı bırakıyorsunuz?" Kin dolu bir sesle konuştuktan sonra bana baktı. "Ne kadar hakkını yediniz ufacık çocuğun. Babasından kalan bir maaşı vardı, onu bile hep siz aldınız. Şimdi dedesinden miras kalacak, kendi annesi bakmış, hak etmiş. Ona bile payını vermiyorsunuz."

Babamdan kalan maaş, kuruşu kuruşuna, her ay bankaya yatıyordu. Bu yaşımda hala daha yatmaya devam ediyordu, bir kere bile ona ihtiyaç duyduğum bir an olmamıştı. Kimse beni o paraya mecbur etmemişti, benimle kimse pazarlığa oturmamıştı.

Bu pazarlığı ancak benim annem yapardı, benimle birlikte alacağı paraları düşünerek.

"Yukarıda Allah var, bari şu çocuklardan utanmıyorsun Allah'tan utan!" dedi yengem dolu gözlerinden yaş düşmemesine çabalarken.

"Dilek, abiciğim," diyerek ortamı kendi sinirine rağmen yumuşatmak isteyen amcam araya girdi. "Bak bunların ne yeri ne zamanı, cenaze evi sayılır burası. Sen bir sakinleş, oturup konuşulur bunlar. Para pul tek derdimiz olsun, üzme bizi."

"Benim üzüntüm ne olacak abi?" Güldüm, gerçekten de güldüm. "Neymiş derdin, hazır oturduk hep beraber dinleyelim?" dedim, yengem ise hemen "Cengiz," diye beni uyarmıştı. "Bırak bir yenge, soralım bir şeyler. Hep size mi soru sorulacak, mirasının peşine düştüğü eşinden kalan çocuğa kim bakmış, büyütmüş. Kim ona anne baba olmuş, bir soralım. O soruyor ya hep."

Annemin titreyen sesi "Oğlum," derken ona döndüm. Hiçbir şey duymak istemiyordum, bana bir cevabı yoksa burada daha fazla durmasını da istemiyordum. "Cevap ver hadi," dedim ısrarla. Derin bir nefes aldı, titreyen alt dudağını sıkıca üst dudağına bastırdı ve bir süre sustu.

Konuştuğunda, keşke sussaydı dedirtmişti. "Ben seni bırakmak ister miydim hiç?"

Ne ala işti bu ya, bırakıp gidiyordun ve istemediğini söyleyerek kendini savunabiliyordun. Çünkü bugüne kadar kimse sana gelip istemiyordun madem kafana silah mı dayadılar demiyordu. Bundan aldığın güçle konuşuyordun, kimse de senden hesap sormuyordu.

Ama bu devir bitmişti, benim üstümden insanlara uyguladığı tüm bu psikolojik şiddetin karşısında durabilecek yaşa gelmiştim. Artık aşağıdaki odaya gönderilen değil, onu bu evden gönderen olmamın vakti gelmişti de geçiyordu. "Ne oldu, amcam geldi de zorla beni senden mi aldı?" Kafamı iki yana sallayarak devam ettim. "Ne olmuş olabilir ya, evladını bırakıp gitmene ne neden olmuş olabilir!?"

"Cengiz," diyen bu sefer Timuçin olmuştu. "Karışma Timuçin," dedim kısaca, kimsenin beni durdurmasına ihtiyacım yoktu. Frene basmak istemiyordum, kendimi durdura durdura her şeyi kendime yük edinmiştim. O küçük oğlunun elinden tutup okula götürürken, ben amcama baba demenin verdiği ağırlıkla geceleri ağlayan bir ilkokul çocuğuydum.

"Yalnızdım," dedi beklemediğim bir anda. Titreyen elleri ile yanağını sildi. "Yapayalnızdım, bu dünyada sırtımı yasladığım tek dayanak gitmişti, ben el memleketinde gittiği görevden dönmeyen babanı beklemeyi bırakıp, mezarına gitmeye başlamıştım!"

"Bana acıtasyon yapma," diyerek sert bir sesle devam ettim. "Bu evde biri babasını, diğeri kardeşini toprağa verdi. Burada bize, hele de bana kendini acındırmaya kalkma!"

"Acı ya da acıma Cengiz, gerçek bu. Ben ister miydim böyle olsun? 20 yaşında evlenmiş bir genç kızdım sadece, aklım neye eriyordu ki! Babana inandım, onu sevdim. Elimi tutacak ve beni kurtaracak sandım, sözler verdiğinde inandım. Dedim ki evlenince bırakır bu mesleği, beni evde öylece bırakıp göreve falan gidemez. Çocuk aklıyla," İç çekti ve aynı sesle devam etti. "Deden geldi, onu dayanak bildim. Ona baktım, ettim. Helali hoş olsun, babanın yolunu gözlerken delirmediysem sen yokken onun sayesindedir. Sonra sana hamile kaldım, yemin ederim ki bir evladı bırakmak, eşi bırakmak gibi değildir dedim kendi kendime. Evde uyuyan bir bebeği bırakamaz, çocuğunu yetim bırakmaz!"

"Dilek, yapma." dedi amcam, ona döndüğümde gözleri benim üstümdeydi. Ben ise hiçbir şey hissetmiyordum, ne hissedilmesi gerekiyordu ki? Bu kadar bencil bir anne için ne hissetmek gerekirdi? "Bıraktı ama, sen de biliyorsun abi. Nasıl yalvardım ona, neler dedim. Oğlunu da bıraktı beni de," derken hıçkırıkları ile kelimeler birbirine karışmıştı.

Anlatıyordu, çok büyük bir acıdan bahsediyordu ama bana neden vermiyordu. Sadece içindeki irini kusuyordu, bana yaptığının nedeni ise söylediklerinin arasında yoktu. "Ee, madem o bırakabiliyor, ben de bırakırım mı dedin?" diye sorduğumda kafasını iki yana salladı. "Evladımın babasız kalacağını bilsem, bilsem ki Kemal mesleği bırakmayacak, çocuk falan doğurmazdım. Onun arkasında iki çift yaşlı göz bırakmazdım."

"O nasıl söz Dilek?" dedi yengem panikle. Ben ise parmak uçlarımı uyuşturan his ile ne yapacağımı düşünüyordum. Bu his, ne olacaktı böyle? Annen tarafından sırf baban öldü diye, doğmamış olmanın dilenmesi, niye parmakları uyuştururdu ki? Niye yakıcı bir his gibi soluduğun havadan ciğerlerine giderdi, orada standart atan bir organın yakınlarına bir ağrı saplayıverirdi?

Ne yapacaktım ben bu duyguyla?

"Keşke," derken, kelime bana işkence ediyor gibi çıkmıştı ağzımdan. Timuçin aralanan dudakları ve kalkan kaşı ile her an kalkıp yanıma gelebilecekmiş gibi duruyordu, ben ise değil bu odaya, koskoca dünyaya sığmıyor olmanın çözümü arıyordum. Deli divane, tüm zihnimde, bunun çaresini arıyordum.

"Yalnızlıktan ne yapacağımı bilemedim, tek başımaydım, bir desteğe ihtiyaç duydum. Bir başına koca şehirde, çocuğunla geçinmek bile ne kadar zor biliyor musun?"

"İğrençsin," dedim kendimi tutamayarak. Yüzüm mide bulandırıcı bir şeye bakıyor gibi buruşmuştu, ellerimdeki soğukluk ile ufak bir titremede hissediyordum. "İğrenç birisin," Devam edecektim ama ona söyleyeceğim her kelime, o kadar ağırdı ki hepsini birer taş yutuyor gibi birkaç kere yutkunarak içimde tutmak zorunda kaldım.

"Böyle deme ne olur, beni biraz anlayamaz mısın?" derken artık kendini salmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Utanması da yoktu, benim gözüm bile dolmazken ağlamayı kendine hak görüyordu. Bir ölümden söz ediyorduk, onun acı kaybından, kaybettiği eşinden.

Ama o, dünyaya babam ile gelmemişti ki, o babamsız geçirdiği senelerde nasıl hayatta kalmışsa, aynı şekilde hayatta kalabilirdi. Ben ise gözümü açmıştım, anne ve babamı görmüştüm, sonra bir gün biri gitmişti. Bana öğretilmesi gerekirdi, babasız böyle yaşanır, denilmesi lazımdı çünkü onsuz hiç yaşamamıştım.

O ise çekip giderek, yalnız yaşamayı öğrenmemi tercih etmişti ve bundan zerre utanması yoktu. Hep bahaneleri, kendince nedenleri vardı. Belki pişmanlığı da vardı ama pişkinliğin kirli maskesinin altından görünmüyordu. "Sen beni anlar mısın?" dedim sadece, annem bir anda daha şiddetli ağlamaya başladı.

Sen annesiz babasız büyümüş bir çocuğu, anlar mısın?

"Anlayamazsın," diyerek acımasız bir cevaptan sonra, devam ettim. "Ama ben senin o halini anladım diyelim, sonrası peki? Maddiyat mı tüm konu? Boğazımdan geçecek bir iki lokma mı? Buna duyduğun ihtiyaç mı?" Yengemle amcamı işaret ettim. "Bu insanlar tüm hayatını iki oğlu varmış gibi geçirdi, iki çocuğa masraf yaptı. İstesen, senin yanındayken bana masraf yapmayacaklar mıydı?"

"Öyle değil," demeye kalktığında hemen araya girdim. "Öyle, gayet öyle. Beni annesizken hiçbir şeye mecbur etmeyen, elin adamına mı muhtaç edecekti? Sen beni böyle kandırabileceğin zamanları iyi değerlendirmeliydin," dedim alayla sırıtırken. "Bunları yiyecek yaşı çoktan geçtim, buna bile geç kaldın."

"Bunlar senin sözlerin," Korkunç bir saldırganlıkla yengeme döndü, bu hayatta hesap sorabileceği belki de son insana. "Yıkamışsın beynini ufacık çocuğun, annesine düşman etmişsin. Mutlu musun? Cengiz'in kalbini kararttığına değdi mi aldığınız para?"

"Sen-" diye ayağa kalkmıştım ki Timuçin hemen ayağa kalkarak beni tuttu. "Ne saçmalıyorsun, gelmişsin utanmaz utanmaz konuşuyorsun!" Annem ile birlikte yengem de ayağa kalktığında, beni es geçerek yine yengeme yöneldi. "İki oğlumuz var dedin ne zaman sorsam, böyle mi büyüttün küçük oğlunu? Bu aileden olmadığını her gün hissettirerek, oğlumu acılar içinde kıvrandırarak?"

Uyuşma hissi, gözlerimden başlayarak tüm vücuduma yayıldığında, derin bir nefesi içime çekmiştim. Görmezsem yok olur gibi de gözlerim kapanmıştı, kapatmasam gördüğüm görüntü ile elimden bir kaza çıkar mıydı, bilmiyordum. "Terbiyesizleşme, Kemal'in emaneti o bana, acılar içinde kıvranmak ne demek?" Amcam susmaya daha fazla dayanamıyor gibi bağırarak devam etti. "Doğru konuş, konuşmayacaksan çık git bu evden!"

"Hiç sorma, neden Kemal'in emaneti bana kaldı diye. Hiç durdurmaya çalışmadın, bırak bu mesleği demedin. Vatan dedin durdun, şimdi bir evde senin oğlun dizinin dibinde, benim oğlum gözü yaşlı annesinden hesap soruyor!"

Bir hıçkırık sesi duyduğumda gözlerimi açtım. Yengem tam karşımda duruyordu, gözlerinden hızla akan yaşları durdurmak istiyor gibi eli yanağındaydı ama daha beteri, diğer eli kalbinin üstündeydi. Korkuyla kaşlarım çatılırken "Selma Sultan?" dedim, o ise kendini koltuğa bırakmıştı. "İyiyim," derken ağlamaya devam ediyordu, Timuçin ile birlikte yanına ilerlediğimizde duraksadım.

"Bana sen yokken annelik etmiş kadını düşürdüğün bu halin uğruna bile seni asla affetmeyeceğim," dedim. Bana doğru adımlamaya çalışmıştı ama ona doğru dur ifadesiyle kalkan elimle durdu. "Azıcık vicdanın varsa bir daha bu eve gelmezsin, ha diyelim ki yok ve geldin. O zaman sonuçlarına da katlanırsın."

"Cengiz," Pişmanlıkla söylediği adım ile derin bir nefes verdim. "Eğer birinden bir şikayetin varsa dön önce kendine ben neden annelik yapmadım de, sen annelik yapamadın demek için bile sorman gereken bir sürü soru var senin. Nereye gidiyorsan git, kendine ne soruyorsan sor. Kimi suçluyorsan suçla ama bir daha bu aileyi üzecek tek bir hareketinde, seni tamamen silerim. Nüfus cüzdanım da dahil buna, anladın mı?"

"Ben senin iyiliğin-" diyeceği sırada kolundan tutarak, kendimle birlikte salonun çıkışına doğru yürüttüm. Timuçin ise ayağa fırlamış "Cengiz, yapma," diyerek peşimden gelerek bana engel olmaya çalışıyordu. O başaramadan dış kapıyı açtım, annemin kolunu bırakıp dışarıyı işaret ettim. "Ziyaretin kısası makbuldür," dediğimde göz yaşlarını son bir kez silerek kafa salladı.

Gelmemesi gereken evden, gitmemesi gereken şekilde çıktığında, kapıyı arkasından kapattım.

Kapanan kapı tüm söylenenleri sanki bu eve hapsetmiş ve hepsi de benim üzerime saldırıyormuş gibi hissederek, duvara yaslandığımda Timuçin fısıldayarak "Selma teyze baya kötü oldu," demişti. Kafamı sallayarak onayladım, o sözlerden sonra kim kötü olmazdı ki?

Kendi oğlundan bir gün bile ayırmadığı çocuk hakkında suçlanıp, ondan hesap sorulurken; bir anne nasıl üzülmezdi?

"İnsanları üzmeden gitse şaşardım," diye söylenerek duruşumu düzelttiğimde Timuçin omzuma bir iki kere vurdu. "İyi idare ettin, Selma teyzenin yanına gidelim şimdi. Akşam konuşuruz yine." Tekrar onaylayarak, salona doğru yönelirken üstümde hafif bir utanç vardı.

Hem insanlara onca zahmet olup hem de olanca lafı yemelerine neden oluyordum. Benim kalbim kırılmasın diye ondan hesap da soramıyorlardı. Ağız dolusu biz senin evladına sahip çıktık be kadın bile diyemiyorlardı.

"Sultanım," dedim yengemin oturduğu koltuğa yönelerek. Tek kolunu koltuğun kenarına yaslamıştı, yanına direkt Timuçin oturunca ben de diz çöktüm. Biz gelir gelmez yengemin yanından karşı koltuğa geçen amcam ise "Tövbe estağfurullah," çekip duruyordu.

"Cengiz'im," diyerek aşağıda kalan yüzümü okşayan yengem dolu gözleriyle "Kalbin kırılmadı değil mi?" diye sormuştu. Gözlerim hiç istemesem de hafifçe yanmaya başladığında hemen şakaya vurdum. "Ne o öyle, camdan mı bu da kırılsın? Sapasağlam tabi ki kastan oluşmuş organ."

Yüzünde oluşan gülümseme ile ben de gülümsedim. "Canım benim," dedi bana sarılmak için eğilirken. "Gücenme annene de, o da çok zorluklar yaşadı. Böyle olsun hiçbirimiz istemezdik, o da istemezdi. Bakma sen böyle konuştuğuna."

"Biliyorum," derken aslında söylediğime ben bile inanmıyordum. Bir de utanmadan Cengiz'i bu hale siz getirdiniz diyordu ya, bir insan kendine yapılan iyiliğe nasıl bu kadar kör olurdu aklım almıyordu.

Kutlamadığı doğum günlerime onun adıyla hediye gönderen yengeme öyle büyük borcu vardı ki, kırk sene kölesi olsa ödeyebilir miydi, bilmiyordum.

O ise her konuda olduğu gibi bu konuda da nankördü. Hem beni terk edecekti hem de döndüğünde ona mutlulukla sarılan bir çocuk bulacaktı. Bulamazsa da bırakıp gittiği aileyi suçlayacaktı, tüm bu senaryoda kendinin suçlu çıktığı tek bir nokta bile yoktu çünkü bazı insanlar için hayat böyleydi.

Her şeyin kurbanı, hiçbir şeyin katili olmayan insanlar; başka insanların sırtına kambur gibi yük oluyordu işte.

"Cengiz?" dedi yengem sarılmamıza son verip geri çekilerek. Gözleri yine dolu doluydu. "Hiç öyle hissettin mi?" Gözlerini kaçırarak devam etti. "Öyle acılar içinde."

"Delinin biri kuyuya bir taş atmış!" diye cevap veren ise amcam olmuştu. "Aslan gibi benim oğlum, annesi dönüp kendisine baksın. Kendi yaşadığını mal etmesin oğluma."

"Öyle," dedim yengemin içi iyice rahatlasın diye. "Hem abim ile beni ayıracak olsan Kerem abimi mi tutarsın? Onun elle tutulacak bir yanı mı var Selma Sultan, gözünü seveyim."

Sonunda gerçekten onu güldürdüğümde, derin bir nefes verdim. En azından döktüklerinin bazıları tamir edilebiliyordu, geriye bende yıktığı onca şeyi temizlemek kalmıştı.

Orada yıkıntılar çok olduğundan, yenisi ile eskisi birbirine karışır, döküntüler unutulur giderdi.

Hep öyle olmuştu, bundan sonra da öyle olacaktı.

...
Oy vermeyi unutmayın♥️

Continue Reading

You'll Also Like

932K 64.9K 37
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...
25.5M 908K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
1.1M 40.9K 58
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
191K 9.4K 20
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?