FANTOM ETKİSİ doğa dönüyor

By Talkinglibrary

1.1M 40.7K 16.3K

Yaşamı boyunca hiç kimsenin onu "tehlikeli" olarak nitelendireceğini düşünmezdi. Eh, hayat bazen hoş olmayan... More

Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 21
İLAHİ BAKIŞ AÇISI
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Evreni ve karakterleri tanıyalım
Bölüm 27

Bölüm 20

39.9K 1.1K 350
By Talkinglibrary

Benim için çok değerli olan oylarınızı vermeyi unutmayın. 🥰 iyi okumalaaar❣️


Görü perdesi aralandı. ''Evvel zaman içinde...'' Sesin sahibi anılarımı saklayan lanetin fısıltısıydı. ''Henüz Araf, şarkısı dinmeyen, büyüsü toprağında filizlenen bir öte diyar olduğu o günlerin birinde...Parmaklar birleşti, mavi duman gücün büyüklüğünü temsilen birbirine geçmiş ellerin etrafında volta atıyordu. Konseyin dört çift eli halkayı oluşturdu. Sükunetten gelen ışık dışarıya sızdığı deliklerden içeride bir bilinmezlik tufanı koptuğunu düşündüren türdendi. O ışıktan ruh yürüyecekti. Ne kadar bakarsan bak ona yakıştırabileceğin tek bir isim vardı. Aydınlığın yakamozu. Kimi toprakta gündüz, kiminde geceyken Araf'ın o pembe ışıkları içinde ruh alevi üçüncü kez üflenecekti.

İlki hüsran, ikincisi pişmanlık olmuştu.

Deneyden doğan kardeşlere mavi Morfo kelebeklerinin ömrü bitene kadar isim dahi konulmadı. Onlar Konseyin başarısız deneylerinden başkası değildi. Kardeşler Konsey'in ve Araf'ın ihtiyacı olan kişisel özelliklere sahip değildi. Kadere hizmet edemeyecek kadar bencil, zamanı kendi arzuları doğrultusunda şekillendirecek kadar hin fikirli iki kişi hiçbir işe yaramazdı. Ambrose gözlerini oyun çağında görünen çocuğa dikti. Erkek deneye. Kendine kul olması için buluta ancak itaatkar bir irade verirken onu izliyordu. Pişmanlığını gölgeleyen derin bir nefesi ciğerlerine çekti ve pelerininin uçlarını sıktı. ''Bu başarısız iki deneyi diğer başarılı deneyler için sadece sırtımıza inen bir kamçı bilmeliyiz,'' dedi. Son günlerde kaleminin ucu defterinin sayfasından bir an olsun kalkmıyordu. Kardeşlerden kız olanı adeta baştan çıkarıcı iblislerin ete bürünmüş haliydi. Ne yazık ki bir şeytan bile küçük kızın bedenini ele geçirse hisleri şimdikinden daha masum olabilirdi. Daha saf, daha günahsız ve bunlarla eş anlama gelen başka ne varsa...Her şeyi ve herkesi yalnız eğlencesi ve çıkarı için o bataklık bakışlarıyla ölüme sürüklemekten bir anlığına olsun çekince duymazdı.

Ambrose iki gözetleme raporuna da koca bir çarpı attı. Kardeşler umutsuz vaka olarak kalacaktı. Yeni sayfaya geçmeden önce önceki deneyler için yeni bir not tutamayacağından emin oldu. İkili bir süre sonra artık ''Asphodel kardeşler'' olarak anılıyordu. İsimlerini takip eden pişmanlık anlamına gelen o zambaktan almışlardı.

Üçüncü ruh alevlerinin arasından iki beden yükseldi. Ambrose dahil tüm Konsey şaşkınlıktan ellerini çözmüş bedenlerin gürültüyle yere düşmesine sebep olmuştu. Merak saniyeler içinde dört kafayı küçük bedenlerin başına topladı.

Biri bir yılanın diğeriyse bir yırtıcının güzelliğini ve asaletini taşıyordu.

Ambrose gülümsedi. Bu, nedenlerini ardında gizleyen bir gülümseme değildi. Alenen gururla kıvrılmıştı dudakları. Defterini çıkardı, bunun için geç bile kalmıştı. Bu defa iki ayrı sayfayı değil tek sayfayı kullanacaktı. Bu yüzden yukarıdan aşağı bir çizgi çekti. Ve sayfanın başına ikizlerin bedenlerine de işlenmiş o rakamları yazdı. ''Bir ve iki''

İkizler, onlara biçilen hayata öyle uyumlulardı ki her konuda son derece yetenekli olmaları onları kısa süre içinde birer rakip haline getirdi. Pamuklara sarılmış iki kanlı hançer gibilerdi. Hırslı, zeki ve görev sorumlulukları en az asaletleri kadar yüksek. Sürekli ''Ama,'' diyordu Ambrose. Düşünceleri hangisine kaysa bir diğeri için koca bir ''Ama'' Heyhat...ruh alevi sadece tek veliaht için üflenmişti. Düzenin ihtiyacı olan tek kişi...Bu yüzden tüm gözlerin ikizlerde aradığı tek şey birinin diğerinden baskın çıkmasıydı.

Bu besbelli bir ölüm kalım meselesine dönüştü. Konsey'in ikizlere uyguladığı imtihanlar fiziksel ve ruhsal açıdan yıpratıcıydı. İki dişli erkek çocuğu...onları en çok yoran birbirlerine olan sevgilerine rağmen karşı karşıya durmak olmuştu. Ambrose bir sabah onları aynı yatakta sarılıp uyurken bulduğunda ''Hiçbir güç bedelsiz kalmaz.'' diye fısıldadı kendi kendine. ''Bir şeyler verir...bir şeyler alır.''

Asphodel kardeşlerin kapı aralarından kıkırdamasına sebep verecek bir kaos Nanta'nın önde gelen sansasyonel gerçeğiydi. Nitekim çok gecikmeden biri zayıflığı açık edene kadarda böyle oldu. Tereddüt, ikizlerden birinin kişiliğinin bir parçasıydı. Yaptığı her adımdan, her hamleden ve her sözden önce üzerine düşünmek değildi. Onunki, sivri tırnak uçları gibi etine batan tereddütten kurtulma çabasıydı. Her seferinde kararı veren yanının hangisi olduğunu düşünmekten boğuluyordu. Ona bunu yapan teninin altında iki farklı kişilikle yaşamaktı.

Bir numarayı saf dışı eden kim olacağı ve hangi sesi dinleyeceği konusunda verdiği savaşı kaybetmiş olmasıydı. Kabullendi ve gerekeni yaptı. Asphodel kardeşlere katılmak kendi içinde gerçekleşenden sonra gelen ikinci yenilgiydi.

Ambrose artık eskisi kadar küçük olmayan omuzları takdirle sıktı. Bilinen iki numara o günden sonra ruh prensi namıyla yaşayamaya başladı. Bir gün sıranın kendisine geleceğini bilen herkes ona Azrail, başka bir deyişle Cellat diyordu. Amprose ise ona ''Müphem.'' demeyi seçmişti. Çünkü yalnızca Ambrose, yalnızca o bu genç oğlanın kabuk tutmuş ruhunun altında alacağı canların yasını tutacağını biliyordu. Diğerleri için prens bir bilinmezlikten fazlası değildi.

Prens ellerinde çakan siyah şimşeklere baktı. Nanta'nın bulutların üstünde kalan balkonu bir tek ona olduğu kadar yüksek gelmiyordu. Ölümü elinde taşıyan biri için yükseklik neydi ki?

Ayağının ucundan birkaç taş yuvarlanıp aşağı düşerken onları izledi. ''Ambrose?'' diye seslendi arkasına bakmadan. Her gün mutlaka şimdi dikildiği yerde durup kendisini izleyeceğini biliyordu. Ambrose onun için Konseyin beyni olmaktan fazlasıydı. Akıl hocasıydı, her zaman orada olacağından emin olduğu kişiydi, kardeşine sarılamayışı her zamankinden ağır geldiği gecelerde yürüdüğü yolların son adresiydi. ''Bir gün yüzlerini unutacak mıyım?''

''Hayır,'' dedi Ambrose. Yine her zamanki acımasızlığıyla büsbütün doğrucu davranıyordu. ''Ama bir gün acının nasıl hissettirdiğini unutacak kadar güçlendirecekler seni. Şimdi devam edecek, ta ki yara alamaz biri olana dek.''

Müphem -Ruh prensi birazdan kaybolacağı boşluğa bakarken parmağındaki yüzüğü çevirdi. ''Ya da gerçek biri olmayana dek.''

Dudaklarım onunkilerden ayrıldığında yepyeni bir bakış açısıyla Azrail'e bakıyordum. Gözlerini kıstı ve bakışlarımı eledi. Bir şeyleri öğrenmiş olmamın gerginliğiyle yanaklarımdaki ellerini havaya kaldırdı. Elleri havada kalmış tek güzel şey olabilirdi.

***

Kodes, her günkü gibi gökte dönmeye devam ediyordu. Mor bulutları karanlığı şehre, nihayetinde görüp görebileceğimiz her yere yaymıştı. Her günkü gibi.
"Hey-" Ayağıma basan adamı ittirdim, bir Sitrin olmalıydı.

Kırmızı perdenin etekleri kıpırdandı. Orada oluşu birazdan ruhun bedenden ayrılışını değil de eğlenceli bir tiyatro gösterisi izleyecekmişiz gibi hissettiriyordu, tam da yaratılmak istenen ambiyans gibi gurur kırıcı. Sızdığımız kalabalığın ortasından üzerine darağacı kurulmuş boş platformu izlemeye devam ettiğim sırada zaman zaman bedenime çarpıyorlardı. Defalarca sarsıldım. Bazen sert omuzlar, bazense kalabalığı oluşturan bedenlerin birazdan gerçekleşecek vahşete duydukları açlık tarafından. Onları karanlık bir gölge sarmıştı. Bir pelerin gibi boyunlarına bağlanmış canilik gözlerinden, yüzlerinden ve seslerinden okunuyordu. Buruşuk bir suratla onlara baktım. Bu insanlar ne istiyordu böyle? -Sitrinler, Garnetler, Labradoritler... Sözleri kabaydı. Aralarından biri perdenin arkasına ulaşacak yükseklikte ''Suratın için çamur hazırladım!'' diye bağırdı. Henüz yüzünü bile görmedikleri, günahını bilmedikleri biri için bu nefrette neydi böyle?

Oysa cevabı bilmek daha acıydı. Nefretlerinin dahi gerçek olmadığını bilmek oyunda kuralları Hanzeb'in koyduğunun kanıtından başka bir şey değildi. Göz ucuyla kalabalığın büyüklüğünü hesapladım. Her biri Hanzeb'in tahtta kalması için canını verir, her adımında ayağına kapanırdı. ''-Bir büyü sayesinde...'' diye ekledim içimden. ''Destekleri ve sadakatleri ancak başlarındaki lanet var olduğu kadar var.''

Bulunduğum alana yöneltilmiş okların varlığıyla omuzlarım sızladı. Sanki biraz sonra biri yayından fırlayıp koluma saplanmak üzere yola çıkacak gibi hissediyordum. Doğru anı yakalamak için tamamen hazır ve delici oklar. Sağ çaprazımda Gaya, sol çaprazımda Ares... konuşlandıkları çatıda gözler önünde olmaktan tamamen uzaktılar. Yayları ve okları da öyle.

Bu kalabalıkta beni kollayan büyüme ek olarak bir de Azrail vardı. Bakışları yüzümden geçerken öylesine biriymişim gibi olabildiğince ifadesiz kalmaya çalıştı. Hala hangi görünün geldiğini anlamaya çalıştığını biliyordum. İlk defa sahip olduğum yeni bilginin ne olduğu konusunda en ufak bir fikri bile yoktu. Onu en çok korkutan gerçek, öpücüğüyle zihnime serilen olabilir miydi? Öyle olmalıydı.

Öpücük...

İşte hatırlaması kalbime sarsıcı darbeler indiren bir an daha. Şaşkınlıkla aralanan dudaklarımdan dev bir tutkuyla faydalanmıştı. Her santiminin tadına vararak, aheste temaslarla. Yer gök aşkına, pembenin o tonu... Daha iyisi asla gelmeyecekti. Hazzın topuklarımdan saç diplerime tırmanan kavurucu ateşi her aklıma gelişinde kalbimde gerilmiş o incecik ipi çekip bırakıyordu.

Müphem tıpkı son bir dakikadır altı defa yaptığım gibi pelerinin kapüşonunu biraz daha önüne çekti. Bu ancak yüzüne daha fazla gölge düşürmek istiyorsan faydalı oluyordu -ya da gerginliğini sisteminden nasıl atacağını kestiremiyorsan. Ritmik adım sesleri eşliğinde bir grup askerin kalabalık ve platform arasına yan yana dizilmesiyle içimdeki konuşmaya son verdim. Solgun tenleri tam çürümek üzereyken tabutlarından fırlamışlar gibi görünmelerine neden oluyordu. Bu evrene dair tüyler ürpertici olmayan ne vardı da askerlerden normal olmalarını beklemiştim ki? Göğüslerinde, yakalarında ve omuzlarındaki armanın Asphodel ismini temsil ettiğini düşünerek gözlerimi kıstım ve daha dikkatli inceledim. Ateşten ve kılıçtan büyük bir ''A'' harfi armanın tamamını oluşturuyordu. Zevksizce düşünülmüştü. Önde gelen görevi içerideki vahşeti dışarı yansıtmak dışında bir diğer amacı yoktu. Şaşırtmamıştı.

Memnuniyetsizce ağırlığımı bir ayağımdan diğerine verdim. Birazdan o perdelerin arasından Ophelia çıkacaktı.

Askerlerin varlığıyla sessizleşen kalabalık tekrar kendi arasında konuşmaya başlamıştı ki çok geçmeden perde aralandı. Yüzü solgun, dudakları renksizdi. Platforma atılan çamurlar ve nefret söylemleri bir anda bulanıklaştı, gördüğüm sadece ve sadece tepeden tırnağa ne hale geldiğiydi. Tüm vücudum kaskatı kesildi ve kalp atışlarım hızlandı. Yüceler şahidim olsun ki gözlerinde neşeye dair en ufak bir parıltı kalmadığını görmek için daha yakından bakmaya gerek yoktu. İki koluna da yapışan gladyatörlerin yanında küçücük duruyordu. Zincirli ve neredeyse ölü gibi. Buna rağmen bir anda gücü damarlarına yeniden çekip hepsinin hakkından gelebilirmiş gibi iki dev tarafından sağa sola çekiştirilerek yürütülüyordu. Onun için üzülmek ve onunla gurur duymak arasında kaldım. Hanzeb'i bu kadar korkutan Ophelia'nın yapabilecekleri ya da izim yapabileceklerimiz olabilirdi. Veya her ikisi de aynı anda.

Urganın boynuna geçirilmesini beklerken kimseyle göz teması kurmamaya dikkat ediyordu. Muhtemelen ağlamamaya da. Bakışlarını ileriye dikti ve çenesini kaldırdı. Şanlı bir görevle onurlandırılmış gibi taviz vermiyordu. Belli ki kimseyi eğlenecek malzeme vermemekte de kararlıydı. İki ayağını basamağa korkusuzca bastı ve omuzlarını dikleştirdi. Güçlü duruşuyla birazdan ipin gerilecek ve ayaklarının salınacak oluşu onun hiç sorun değilmişçesine yavaşça dudağının kenarı kıvrıldı. Boynundaki ipe, uzuvlarını saran zincirlere ve cılızlığına bir kez daha baktım. O an şimdiye kadar gördüğüm en güçlü kişiydi. Nihayetinde o bir kadındı.

Askerlerden biri bir adım öne gelip kemerinden çıkardığı parşömeni açtı. Bu ses aynı zamanda dakikalardır doğru an için sakladığım gücü harekete geçirdi. Artık kahrolasıca dizginleri elimde tutmuyordum. Zihnimde bir yırtılma sesi yankılandı. Büyüm bu yırtıktan her zerreme akın ediyor, beni bütünlenmiş bir hisle kaplıyordu.

Büyüdü büyüdü büyüdü ve beni tepeden tırnağa kapayana kadar durmadı.

Ölü toprak gürledi. Asker elindeki parşömeni okumayı erteleyerek gözlerini toprağa dikti. Herkes tıpkı onun ayaklarını kaldırıp yere bakıyor ve onları neyin beklediği anlamaya çalışıyordu. Sanki ruhumun yanına bir tane daha eklenmişti ve iki ruh tek bedeni kullanıyorduk. Bu yeni benliğin çatlakları vardı. Tek kaşım kalktı ve dudaklarım korkudan aldığım hazla kıvrıldı. Ah yüceler, sanırım o deliydi. Kontrolsüz ve aynı zamanda tüm kontrolü elinde tutan bir kahkaha dudaklarımdan döküldü. ''Hayır,'' dedim. Çevremdekiler benden uzaklaşıp etrafımda insandan bir çember oluşturdular -ya da insan dışında her neyseler. ''Bu asla hazır olduğunuz bir şey değil. Ama...'' Toprak delindi ve çağırdığım dallar bileklerime dolandı. Yavaşça bedenimi sarıyor ayaklarımın altından yükselip beni herkesten yukarı taşıyorlardı. Dalların her bir santimini hissederek hazla gözlerimi kapattım. Omuzumu silktim ve neşeyle ''Alışırsınız,'' dedim.

Bu gücün varlığı hayatı boyunca başarı umuduyla didinip nihayetinde her seferinde umudu elinde patlayan asıl ben için inanması zordu. Şu an bile o ezici kişiliğin burnunun ucundan ''Sen kim oluyorsun?'' diye sorduğunu duyabiliyordum. Bir yanım vardı ki...hiçbir zaman başaracağıma inanmayacaktı. En kötüsü de bu inanç batağına kapıldığım seferlerin on parmağı geçmekte olmasıydı.

Neyse ki şimdi çatlak olandım.

Çığlıklar arasından gerilen yayların sesini duydum. Bir değil, iki değil, tam dokuz tane. İkisi beni koruyorken yedisinin hedefi de bendim. Hepsi havayı delerken bana ulaşamadan engellere takıldı. Yerden metrelerce yüksekte dallarımdan yaptığım koca yumruğu gürültüyle toprağa indirdim. Bunun birkaç saniye öncesinde askerlerin dahi yüzüne yansıyan dehşet ifadesi heyecanımı körüklüyordu.

Ophelia sessizce dudaklarını oynattı. ''Ortalığı kır geçir kızım.''

Yumruğun etkisiyle toprak dalgalandı, askerlerin bana çevirdiği okların yönünü değiştirecek kadar sarsıcı olduğu için şanslıydım. Platforma emekleyen Hera bir anlığına emeklemeye bırakıp bana döndü ve baş parmağını boynundan kaydırdı. Bu sessiz ''Öldür gitsin.'' sinyali ikinci yumruğun tetikleyicisiydi. Gladyatörleri Ophelia'nın etrafından uzaklaştırmamı bekliyordu. Arka çaprazdan gelen bir ok saat üç yönümden bir askerin kulağına saplandı.

Başka bir asker okunu yayında gerdi. Henüz ikinci yumruğumu indirmeden Müphem'in askere arkadan yaklaştığını gördüm. Gerdiği oku askerin göğsüne çekti ve bana kadar gelen vıcık vıcık bir sesle sapladı.

Daldan yumruk toprakta ilk seferinde olduğu yere inince kulakları sağır eden bir patlama oldu. Oysa patlayan toprak değildi. Hayalet bir kalkan yerden yükselip dalga halinde tüm alana yayılırken herkes sarsılmıştı. Dallarım başımın üzerinde bir taç kondurduğunda tacın üzerinde açılan tomurcukları tenimmiş gibi hissediyordum. Kelebeğe dönüşmek gibiydi. Tacın konumlanmasıyla yerden bir metre daha yükseldim.

Gladyatörler basamaktan inerken gülümsemem genişledi. Evet koca oğlanlar, aynen böyle. Kolları ve elden ayakları biçer döver gibi önlerine düşeni etkisiz hale getirene kadar hareketini bırakmıyordu. Çığlıklar etin kopma sesine karıştı. Çınlayan ve bir diğeriyle buluşan metalin sesi susmak bilmiyordu. Öyle çok , öyle hızlıydı ki bir noktadan sonra kimin uzuvlarına veda ettiğini takip etmeyi bıraktım.

Bir ses ''Yeterli!'' diye bağırdı. Turuncu oğlanın dilinden dökülüyordu. ''Gitmemiz gerek...''

Kimsenin hiç beklemediği anda ikinci yumuğun ve hayalet dalganın adım sesleriyle titremeye başladık. Kalbim adımların ritmini yakalar yakalamaz uyumla atmaya başladı. O sırada batıramadığım bir heyecanla yanağımı dişliyordum. Kaosun sesi önce azaldı sonra tamamen kesildi. Bu adımları ancak asırlar önce duyduklarını düşünüyordum.  Paniklerine ara verip kulak kesilmelerinin sebebi ancak bu olabilirdi. Biraz ötede havaya kalkan toz bulutunun arasından bir geyik çıktı. Dört nala koşuyor ara sıra hırçın tavırlarla metrelerce öteden bile ölümcül büyüklükte boynuzlarını sallıyordu. Herkes gözlerinde aynı parıltıyla onun gelişini izledi. Kanlı canlı varlığı gözler önüne serildiğinden beri kimse geyiğin arz ettiği ölüm tehlikesini umursamıyordu. Bir canlı, bir hayvan eski Araf topraklarında eski Araf halkına vahşice koşuyordu. Asil ve kanlı güzelliğiyle.

Hepsi bu kadarda değildi. Toz bulutunun ardından geyiği takiben neredeyse geyiğin iki katı bir at göründü. Damarlarımda pır pır eden hayatların varlığıyla canıma can eklendiğini ve ilk defa hayata karşı bu kadar doymuş hissettiğimi fark ettim. Bunu hiç tatmadığım bir hasretin son bulması olarak yorumlamakta ne kadar zorlansam da gerçek buydu.

Yer gök şahidim olsun ki yaşam kanım her zerremde fokurduyordu.

Aniden bir şahinin kanatları göründü. Bir inek. Bir aslan. Kızgın bir boğa. Fil ve zürafa. Nutku tutulmuş kalabalığın hayranlık mırıltıları kulağıma çalındı. Hem geri çekiliyor hem de üstelerine gelen bu asillerin varlıklarıyla ana esrime oluyorlardı.

Yarattığım karmaşa ancak bir yaşam kanının yapabileceği türdendi.

Gladyatör öne çıkıp öfkeli eşlikçilerimin önüne dikildi. Bu, geyik onu boynuzuyla bedeninin orta yerinden delip bir köşeye fırlatmadan önce yaptığı son eylemdi -öfkeli olduklarını söylemiştim. Sürü yaklaştı neredeyse üstlerinden geçeceği sırada kalabalık iki yana bölünüp geride sadece imparatorluk askerlerini bıraktı. Kargaşa dindirilmez boyuta gelene kadar durmayacaktım. Ophelia'nın çoktan kurtarılmış olması bilinenin aksine asıl amacım olmaktan uzaktı.

MÜPHEM:

Daha fazla burada durmamız gereksizdi. Şimdi, şu an buradan toz olmamız gerekiyordu.

Ophelia sendeleyerek Hera'nın kollarına atıldı ve kaçışan kalabalığa karıştılar. Azalttıkça yenisi eklenen askerlerden birini kılıçtan geçirdim ve başımızın üzerinden toprağa değmek üzere olan yola baktım. ''Kahretsin!'' Genelde yağmalanan ürünlerin Kodes kalesine taşınmasında kullanılan bir yol olduğunu ve üzerindeyken yürümenize gerek olmadığını bilecek kadar şanssızdım. Sessiz bir küfrü dilimde yuvarladım. Bu bilgiyi o yolu kullanmak zorunda kaldığımda edinmiştim.

Bir anda görüntü gitti ve ayaklarım yerden kesildi. Düştüğüm yerde sürüklenirken yüzüm buruştu. Pürüzlü yüzeyin sırtımda açtığı yeni yaraları ve süzülen kanın sıcaklığını hissedebiliyordum. Ayağa kalktım ve çınlamanın geçmesini beklerken darbenin nereden geldiğine odaklandım.

Ah, olan doğal felaket değildi. Ayrıca düşündüğüm gibi üzerime bir binanın devrildiği falanda yoktu. Suratıma inen bir Gladyatör yumruğuydu. Beynimin kulağımdan akma ihtimaline karşın eğildim sıradaki yumruktan kurtuldum. Bu yumruk yüzüme inmeyi değil zeminle olan ilişiğimi kesmeyi hedeflemişti. Adi külüstür, eminim kafasını duvarlara sürtüp kıvılcım çıkartırken mor gökyüzü epey iyi aydınlanırdı. Ya da o hurda kıçını.

Bu defa platformun altına yuvarlanmak yerine basamaklarını tırmandım. Bugün burada olmasam dahi yaşananların sorumlusu damgası yiyeceğimden gizlenmek konusunda kasmama lüzum yoktu. Bu yüzden dimdik durdum ve hengameyi izledim. Gözlerim Hera ve Ophelia'yı aradı. Ortadan yok olmak için ortalama kırk saniyeleri vardı.

Alessia ise...

Bağırmadan önce göğsümü şişirdim. ''Beni duyuyor musun? Gitmeliyiz!''

Başını iki yana salladı. Ah...hayır. ''Senin neyin var böyle?''

Beni cevapsız bırakışını izlerken derin bir iç geçirdim. Bir anlığına oksijen her zaman olduğundan daha gerekli gelmişti. O anda gelecek darbelere karşı savunma yapmam gerektiğini biliyordum fakat bunun yerine gözlerimi kırpıştırdım. Daldan tacı ve metrelerce yükseklikteki varlığı...O an azgın suların derinliklerindeki inciye bakıyordum. O bu hikayenin hem azgın suları hem de incisiydi.
Bir an ışığıyla gözümü kamaştırıyor aynı anda karanlığına sürüklüyordu. Küçük dolgun dudaklarının hayaletini yeniden dudaklarımda hissettim. Farkında mıydı bilmiyorum ama tüm bu çelişkilerin harmanı onu büsbütün altın tepsinin kırmızı kadife yüzeyinde bir elmas yapıyordu.

Eldivenimi çıkardım ve kılıcından kaçabildiğim her askere dokunmaya başladım. Şok, çığlıklar, yere yığılma, kapanış. Hep aynı terane. Bir gladyatör baltası tam kaşımın önünde öylece kalakaldı.

''Tutmasam ölüyordun.'' Ares baltayı tamamen yanlış bir fikirle gerisin geriye gladyatöre fırlattı. Balta gladyatörün metal tenine zarar vermek şöyle dursun, cuk diye avucuna oturuvermişti. Takdirden uzak bir ifadeyle aldığım nefesi burnumdan geri verdim. ''Cidden süpersin ya...'' Aynı balta bumerang gibi iki aptal başımızın üzerinden geçerken yuvarlandık. Lanet küflü refleksleri ve onlar. Canları cehennemeydi. Ares yattığı yerde onu ölü sanan bir askerin kasıklarına kılıcını geçirirken ellerimi faydalı birer silah olarak boğazlarına dolamaya ve ağızlarına kapatmaya devam ettim. Bir sonraki tekmem Ares'i kafasız kalmaktan son anda kurtardı. ''Şu an seninle yumruk tokuşturmam dostum.''

Gözlerimi devirdim. ''Kırıcı. Meraklısı olduğumu falan düşünüyorsun sanırım.'' Sırıttı ve eğilip keskin kılıcı boynuzlarının üzerinde bir tur döndürürken üç kişiyi birden haşat etmişti. Bedenler aynı anda etrafımıza yığıldı. ''Berbatsın.'' diye geveledim. O sırada artık omuz omuza ve nefes nefeseydik.

''Sende fena sayılmazsın.''

Birazdan göğün morluğu daha da baskıcı bir hal aldı. Durduk ve eski Araf'ı dinledik. Sanki oksijenin solunabilirliği azalmış, yer çekimi rahatsız edici boyutta artmıştı. Fazla beklemeden bunun nedeni gözler önüne serildi. Hanzeb toprağımıza ilk adımını atmıştı. Üstelik yakasını düzeltirken sırıtıyordu. ''İddialı oynadığını duydum ve adaylığımı koymaya geldim.'' Alessia biraz bile alçalmadan yukarıdan bakmaya devam ediyordu.

Başını yana yatırdı. ''Hiç şansın yok.''

''Bunların akıllıca olduğunu mu düşünüyorsun?'' Konuşurken hayvanlara ve sere serpe yatan delik deşik askerlere baktı. Yüzünün tiksintiyle buruşmasını beklemek hata olurdu. Tacı yamulur gibi olduğunda tek parmağıyla yerine yerleştirdi.

Dallar dans ederek Hanzeb'e yaklaştı. ''Cevabı daha net görmek ister misin?'' Dudaklarım istemsizce hiç durmadan oynuyordu. Hayır, hayır, hayır, hayır. Elbette fısıltımı duyamazdı ama...kendini mi kaybediyordu o? Hanzeb, kürkten pelerinin altından çıkardığı ellerini iki yana açtı. Beliklerinde delikler açılıyor ve deliklerden siyah sümüksü dokunaçlar uzuyordu.

Adımlarım hiç olmadığı kadar hızlıydı. Ellerimi benden önce gitsinler diye uzattım ve sol elimi Hanzeb'in dokunaçlarına doladım. Alışkın olduğu bir durummuş gibi yavaşça hançerini çıkarıp uzantıyı kendinden ayırdı ve tıslayarak geri çekildi. Yere düşen yılanımsı dokunaca baktım, ölüm getiren kabuslarımdan ancak böyle sağ çıkabilirdi. Şayet bunu yapmasam dokunaçlarını dallara dolayacak, zehrini akıtacak ve Alessia'nın ruhunu bir besin gibi emecekti.

Dallar sakinleştirici bir dokunuşla omuzlarımı sıvazladı.

Hanzeb başını kaldırdı. ''Siciline birkaç yeni dokunuş yapacağım.'' Bakışları benden kayıp arkamda bir yere odaklandı. Alessia'ya. ''Ortalığı batırmış olsan da...'' dudaklarını yaladı. Alessia yere inip yanıma dikildiğinde gözlerini ondan alamıyordu. İlk fırsatta iki boş çukura dönüştüreceğim o gözlerini. ''Küçük bir çocuk gibi saklanmayı bırakmana sevindim. Ama bilmeni isterim ki yenilginin mükafatı olmaz. Böyle bahisler açmanın manası yok.''

Alessia kıkırdadı. ''Yenilmeyecek olmam iyi bir şey öyleyse.'' Hanzeb umursamaz bir tavırla elini savurdu. Hayvanlar ve gladyatörler savaşırken etrafımızı sarmıştı . Ares, Alessia'nın diğer yanına dikildi ve etrafımızdaki gittikçe küçülen Askerden çembere karşı gardımızı kaldırdık. Bu sırada Alessia ve Hanzeb arasındaki bakışma bir an olsun son bulmuyordu. Elim kılıcıma gitti ama bulduğum boşluğa lanet okudum. Düştüğüm esnada kınından çıkmış olmalıydı. Ares çarpıştığı sırada ikinci kılıcı bana fırlattı. Onu yakalamam ve kana bulmam bir olmuştu. Başsız ve acemi asker ayaklarımın dibine düştü.

''Seni öldürmek gibi bir niyetim yok, Alessia.'' Hanzeb'in sesi yapıcıydı. Özetle hilekardı, tam bir cehennem kralına yakışır türden. Alessia dallarını tıpkı kılıçlarımız gibi kaldırdı.

''Tabii ki, sadece beni kötü emellerine malzeme etmek istiyorsun, '' İşaret parmağıyla bedenini gösterdi. ''belki sonrasında bunun bir çaresine bakarsın, ha?''

İkisi arasındaki mesafeyi kısaltan Hanzeb'in adımlarıydı. O sırada koluma keskin bir acı yayıldı. Ardından sıcak kan parmaklarıma kadar süzüldü. Öfke ve bıkkınlıkla cansız askerlerin sayısını arttırmaya devam ettim.

Hanzeb gözlerini kırpıştırdı ve başını tasdiklemez şekilde iki yana salladı. Yanlışı sezen bir ebeveyn gibi görünüyordu. ''Korkunu anlıyorum hayatım. Fakat asıl kimliğine dair tüm ayrıntılara sahip olmadığın birinin zihnini doldurmasına izin verdiğin sürece hep bu güvensizlikle yaşayacaksın,'' Uzun tırnaklı pis elini davetkarca uzattı. ''neden gerçeklerin perdesini aralamak için benimle gelmiyorsun?''

Yaptığım işe bir saniyeliğine ara verip ona kötü bir bakış attım. Bu bana bacağımda misler gibi bir sıyrığa mal olmuştu. Tıslayarak hamlelerime döndüm. ''Yalan söylüyor,'' diye bağırdım hiç o tarafa bakmadan. ''Daveti daha fazlası için.''

Alessia'da gözlerini önündeki tehditten bir an olsun ayırmıyordu. ''Ciddi olamazsın.'' diye dalga geçti. Bir an sonra dallarını Hanzeb dahil tehdit oluşturan herkese savuruyor delip geçiyordu. Hayvanların bazılarından kükreme sesi yükseldi. Birkaç gladyatör ayaklar altında ezilirken hayatta kalanlar canımızı okuyordu. Hanzeb'in karşısında durmaya hazır olmadığının farkında olduğu fikri gittikçe benden uzaklaşırken yan gözle saçtığı cahil cesaretini izliyordum. Yediği darbelerle hamleleri yavaşlamaya başladı. Her yanı çizik ve yara içinde kalmıştı. Akıllıca bir düşünceyle siyah dokunaçların ona yeterince yaklaşmasına izin vermiyordu.

Ares'in acılı haykırılıyla bir anlığına başımı çevirecek kadar dikkatim dağıldı. ''Bu çok acıttı.'' Onu avucundan yere çivilemiş baltadan kurtulmaya çalışıyordu. Yeterince kanıyor olmalıydı. Rastgele bir tekmeyle kıçımın üzerine oturdum ve kılıcın keskinliğinden yuvarlanarak kurtuldum. Ares'e okuduğum lanetlerin gücüyle ayaklanırken onu gördüm. Aynı zamanda göğsümde bir şey kasıldı. Tıpkı ben ve Ares gibi yeri boylamış kaşından akan kan gözüne sızarken görüşünü net tutmaya çalışıyordu. Dalları ve sümüksü dokunaçlar dolanmış biri özgür kalmaya çalışırken diğeri mengene gibi sarmaya devam ediyordu.

''Alessia!'' Güçsüz bir dalı önüme uzatarak yolumu kesti. Ya oraya varıp yardım etmemi istemiyordu ya da durumu kişisel bir nefrete dönüştürmüştü. Hırlayarak belime dolanan dallardan kurtulmaya çalıştım. Her iki sebepte orada ruhunu teslim ederken izlemem için yeterli değildi. Hiçbir sebep hiçbir zaman bunun için yeterli olmayacaktı. Çırpındıkça dallar güçlendi ve belimdekiler güçlendikçe Hanzeb'e karşı savaşanlar zayıflıyordu. Bunu fark eder etmez hareket etmeyi kestim. İlk defa korkuyla attığım o geri adımlar sırasında kısacık bir an göz göze geldik. O süre bakışlarının ardındaki sözleri görmem için çok bile fazlaydı. Orada kal, kendi güvenliğim için.

Dallar etrafımda beni her darbeden uzak tutabilecek kadar geniş bir çember oluşturmuştu. O an bana düşen tek şey cebinden çıkardığı kağıdı Hanzeb'e uzatırken onu izlemekti. Elimi göğüs cebime attım. Saatler önce o boşluğu dolduran kağıdı ellerinde tutuşunu ve hikayenin kötü adamına teslim edişini izliyordum. İhanet edişini.

O mektubun bir imdat çağrısı olmadığını ne zaman fark etmişti bilmiyorum. Fakat şu an onu karanlık ellere uzatırken bunun gayet farkındaydı. O kağıtta deftere giden ipuçlarının olduğunun en az benim kadar farkındaydı.

Şaşkınlıkla olabilirmiş gibi daha da hareketsizleştim. Ona sorgusuz sualsiz güvenimi temsil eden berraklık dalgalarla bulanıklaştı. Hanzeb kağıdı yüzündeki hoşnut ifadesiyle alırken gözlerim yanıyor, kalbim sıkışıyordu. Bu bedenimde pek alışık olduğum bir tepki değildi. Bunca zaman kendimi yapmayacağıma inandırmaya çalışırken ona yine, yeniden ve çoktan güvenmiş olduğumu fark ettim. Ona bakarken kaşlarımı çattım ve başımı yana yatırdım. Dudaklarım aralanıyor ama nefes bile almadan geri kapanıyordu. Öylece durup ''Neden?'' bile diyemeyeceğimden korktum.

Bakışlarım en benimkiler kadar şaşkın diğer bakışlarla kesişti. ''Kaç'' Sadece dudaklarımı oynatabiliyordum. Ares başını olumsuz anlamda sallayınca yine sessizce yeniledim. ''Git dedim.''

Hanzeb avucundakiyle tatmin olmuş şekilde dokunaçlarını bileklerine geri çekti ve eğilip Alessia'nın örgüsünden serbest kalmış bir tutamını kulağının arkasına sıkıştırırken ''Bu küçük iş birliğinden hoşlandım. Zamanla daha akıllı bir kız olacaksın,'' dedi. Ondan uzaklaştı ve neredeyse tüm yaşam özü sömürülmüş bir halde bıraktığı kıza son bir kez omuzunun üzerinden baktı. ''Basit bir kız.''

Kırgınlığım çoktan öfkeye dönmüştü. Belimde gittikçe gevşeyen dallara tiksinerek baktığımı görsün istedim. Bu haline üzülmek için zamanda fazla ilerlemiştik. Hanzeb geldiği yola adımını attı. Çok yavaşça yukarı çıkamaya başlamadan önce hayatta kalan gladyatör ve askerlerine son emrini verdi. ''Hepsini zincirleyip Kodes'e çıkarın.''

Dallar belimden düşüp hiç var olmamış gibi toprağa gömüldüler. Alessia'ya baktığımda bunun sebebini net bir şekilde görebiliyordum. Yarı bilinçle başını zemine koydu. Gladyatörler başımın çaresine bakamayacağım kadar fazlaydı ve tek başımaydım. Üstelik defter için başka bir kozu daha Hanzeb'in ellerine teslim edecek kadarda salak değildim. Yaşam kanını.

Bu yüzden gladyatör çemberi dağılmadan Alessia'nın yanına koştum. Taze ihanetinin yakıcı sıcaklığı yüzüne baktıkça daha da derinlere iniyordu. Onu kucaklarken öfkeye dönen kırgınlığıma şükür ettim. Şayet bu dönüşüm olmasaydı şu an kollarımın arasındayken onu çoktan affetmiş olurdum. Başı kolumdan aşağı sarktı. Yaşamı hayata geri döndürmemde önümdeki en büyük engel olmayı seçen kızı biraz daha sıkı kucakladım. Yarattığı sıkıntının büyüklüğü kadar küçüktü. Etten ve metalden çevremize duvar örülmüştü. ''Her şeyden kaçabilirsin küçük prens,' Morganna'nın Kodes'in deney odalarındaki sesi yeniden o andaymışız kulağıma çalındı. ''Ama bundan asla-'' Sanki kurtuluş bir adım sonrasındaymış gibi kaçacak küçücük bir boşluk bırakmamış gladyatörlere baktım.

''Teslim olamazsın.'' diye fısıldadım. Bu kendime verdiğim kesin bir emirdi. ''Düşün, düşün, düşün...'' Silahlar ve bileklerimizi saracak deri kayışlara yaklaşmaya devam ettiler.

''Beyler,'' Bir büyü bakışlarımı sesin sahibine çevirmeye zorladı. Etekleri her adımda ardında dalgalanırken ellerinde tüten büyüsü ucu alevli bir kırbaca dönüştü. ''kim dans etmeden önce birkaç kadeh motor yağı içmek ister?'' Sessizlik süresi boyunca bekledikten sonra sıkılmış gibi yanaklarını şişirdi ve gözlerini devirdi. ''Bunu ''Kimse'' olarak yorumluyorum.''

Merga kırbacıyla yeri kamçılar kamçılamaz toprak jilet gibi ikiye ayrıldı. Bir sonraki hedefi zincire vurulmuş hayvanları özgür bırakmaktı. Demir zincir kağıttanmış gibi ikiye bölünüp metalik bir sesle yere düştü. Sürü ilk anki öfkesiyle kaçışıyordu. Merga bana baktı ve bu an hiç olmamış gibi gözlerini yeniden kurbanlarına çevirdi. İşte bu güç hem aranıyor hem de bulunamıyor olmasının sebebiydi.

Bir düşünceyle ürperdim. Merga bize yardım ediyordu.

Savrulan baltanın altından eğilerek koşmaya başladım. Kollarımın dolu olması beni yavaşlatacak bir neden olmaktan çıkacak kadar idmanlı bir bedene sahiptim. Bunun için şanslıydım. Ya da çalışkan. Burası Kodes'in tam üzerinde kaldığı Labradorit sokaklarından biriydi. Hiç olmadığı kadar sessiz ve sakin oluşuna lanet ettim. Arasında kaybolacağım bir kalabalık bulmaya gerçekten ihtiyacım vardı.

Ağır adımlar tarafından birkaç metre geriden geliyordu. Üç, belki dört kişilerdi. Boy farkı göz önünde bulundurulduğunda kalabalık geliyor oluşları beni onore etmişti doğrusu. ''Durmalısın,'' diye bir fısıltı, sanırım bir süredir duyamayacağım tonda dudaklarından dökülüyordu. ''dur,'' dedi bu sefer. Göz kapakları bin bir zorlukla bulduğu enerjiyle aralanıyordu. ''Yürüyebilirim.''

Koşmaya devam ettim ''Buna zaman yok.''

''Ophelia...'' dedi sığ nefeslerinin arasından.

''O gerçek Ophelia değildi.'' Ara sokağa girer girmez onu kucağımdan indirdim. Az öncekine nazaran daha fazla hayatta görünüyordu. ''Tabii sen bu oyunu baştan beri biliyor olmalısın. Kuklalar öyle yapar.'' Adeta hırlamıştım.

Canı yanmış gibi yüzünü ekşitti. ''Yapılacak en doğru şeyi yaptığımı sen de göreceksin.''

Sesleri yeniden duyar duymaz bileğini tutup yeniden harekete geçtim. ''Sadece aptallığa doymadığını görüyorum ve bu değişmeyecek.'' Arada sendeliyor ama neredeyse benim kadar hızlı koşuyordu.

''Neredeyse ölüyorduk ve bizi kurtardım, böyle mi teşekkür ediyorsun?''

''Ölmeme izin vermeyip tüm Araf'ı lanetten kurtarma fırsatını ellerinle Hanzeb'e verdiğin için minnet duymam mı gerekiyordu? Kurtarmak kelime anlamını yeniden araştırmanı öneririm.''

''Bunu düşünemeyecek-''

İkimizi de yıkık dökük bir binanın kırık duvarından içeri ittim. Bileğini iğrenerek savurup atmam gözlerinin olabildiğince büyümesine sebep olmuştu. ''Açıklamalarını dinleyerek çok şey kaybettim. Örneğin zaman.'' Ve güven. Sesimdeki öfkeli tonla birkaç adım geriledi. ''Yaşam kanının aksine zehrin ta kendisisin. Ben...'' Soluklanırken bileğini yeniden tutup kelepçeyi geçirdim. Buna neden karşı koymadığını düşünemeyecek kadar öfkeliydim. ''Ben bir daha kanıma girmene müsaade etmeyeceğim.''

Sessiz kaldı.

Burun kemerimi sıkıp sessiz bir sabır dilendim. Kendini açıklamıyor ya da herhangi bir savunmada bulunmuyordu. Sessizliği öfkemi körükledi de körükledi. Onu sarsmak ve dilinden onu buna mecbur bırakan gerçekleri duyarken suçlamamdan pişmanlık duymak istiyordum. Omuzundan ittim.

''Bir şey söyle, bir açıklama yap.'' diye kükredim. Aralanan dudaklarından yalnızca bir nefes çekti. Kıyafetini düzeltti ve çenesini kaldırdı. Bakışlarındaki derinlik kaybolmuş bunun yerini duygularını örten bir soğukluk doldurmuştu. Durmak istediği yeri seçiyordu.

''Böyle olması gerekiyordu.''

Hayır, yanılıyordum. O seçimini çoktan yapmıştı.

Kelepçesini kırık dökük sütunun arasında sağlam kalmış demirlerden birine takarken düşmanlığımız üzerime dar gelen bir gömlek gibi göğüs kafesimi sıktı. Yaklaşan adım seslerine orantılı olarak hızın artıyordu. İç cebimden keseyi çıkardım. Bu kese, bıçaktan sıyrılır gibi kan ter içinde kurtulduğum o günlere dönmemek için bir çıkış yoluydu. Adım seslerinin ne kadar yakınımda olduğunu umursamama gerek bırakmayacaktı. Kusursuz bir plandı.

Metal adım sesleri gıcırdayarak olduğumuz sokağa döndü.

''Ne yapıyorsun?''

Az önce maskelediği duyguları arasından endişe gün gibi okunuyordu. Tıpkı onun gibi cevapsız bıraktım. Ne de olsa bu, onunki kadar acıtmayacaktı. Keseyi ters çevirince toz avucuma boşaldı. Titreyen göz bebeklerine bakmak için nefes alacak kadar daha bekleyemezdim. Tozu ona üfledim.

Öksürükler içinde elini savururken dikkatli bakmasam göremeyeceğim o parıltılar bedenini sardı. Başta ayakları, bacakları ve bunu takiben elleri yok olurken korku ve şaşkınlıkla bir kendine bir bana baktı. ''Sen...'' diyebildi yalnızca. Başına ne geldiği konusunda en ufak bir fikri dahi yoktu ve muhtemelen onu cezalandırdığımı düşünüyordu.

''Hayır,'' dedim içimden. ''Asıl cezayı sana karşı savaşırken çekeceksin.''

''Hayır,'' diye çığlık attı sanki beni duymuş gibi. Kelepçe ve demirin birbirine sürme sesi yankılandı. Arkamda olduklarını biliyordum. ''Şşşt,'' diye uyardım. Tamamen silinmiş suratında gözlerini görmem imkansızdı. Çok geçmeden sırtıma yakıcı bir acının saplanmasıyla öne doğru savruldum. Alessia'nın belli belirsiz sözleri dudaklarından dökülmeye devam ediyordu. Sanki sesinde ağıt vardı. Bu zihnimde her yanı dökülen şehirden yükselen sahte bir seste olabilirdi. Yine de ''Sessiz olmazsan iki ölümü daha erkene taşımış olursun.'' diye fısıldadım ağır ağır. Sıcak bir sıvı belime doğru akıyor, sanki ayaklarımın altındaki zemini hissedemez oluyordum. Bu bir...gladyatör baltası olabilirdi. Sırtımdaydı ve neredeyse beni ikiye bölüyordu. Göremediğim bir güç Merga'nın parçaladığı kelepçenin yerine yenisini takarken bir zamanlar görüntüsünün doldurduğu boşluğu izliyordum. Oradaydı ama yoktu. Görüyordu, izliyordu. Belki de bu derinlerde kalan gerçek duyguları için yaşayabileceği en büyük cezaydı. Tabii geride kalan olduysa.

Askerlerin çekiştirmesiyle yanağım yerden ayrıldı. Az öncekine benzer bir acıyla yeniden sarsıldım. Dudaklarımı sımsıkı kapatmış, yalnızca acı emer kişiliğimi yaşatmaya çalışıyordum. Bu acı sırtımdaki keskin silahın sahibi onu geri almak isteğinde ortaya çıkmıştı. Artık daha fazla sıcaklık daha fazla kan vardı. Uyuşuk ayaklarımı daha fazla hissetmeye çalışırken gözlerimi kırpıştırdım.

Mahkum arabasının zemininde yatarken kapılar kapandı. Fakat gömüldüğüm karanlığın ışıksızlıktan kaynaklanmadığını düşünüyordum. Bir süre sonra tekerleklerin sarsıntısını dahi hissedemeyecek kadar derinlere daldım.

Azrail ölemezdi değil mi?

⚠️BÖLÜM SONU DEDİKODUSU! DÖKÜLÜN.?!⚠️

Minik yıldıza dokunmak vereceğiniz en faydalı destek olacaktır. Burada olduğunuz için teşekkürler ♥️♥️♥️

Continue Reading

You'll Also Like

144K 10.6K 28
Kim daha canavar, insanlar mı yoksa sen mi?
127K 9K 14
Tüm diyar, doğudaki savaş yüzünden kaosa sürüklenmiştir. İmparatorluğu ayakta tutmanın ve Wisteria'yı kurtarmanın tek yolu ise Saige Nerth ve Zaiden...
1.8M 95.3K 45
Zengin, şımarık ve akıl almayacak derecede çılgın olan Pera verdiği büyük parti sonucu kendini dedesi ve babaannesinin yaşadığı köyde, çiftlik evinde...
32.1K 1.7K 29
Gece yarısı sokakta karşısına çıkan evsiz bir kediyi evine alan bir kız en fazla kediyle ne yaşayabilirdi? "ben aslında evine aldığın kediyim, " ger...