küçük ateş güzeli, nomin

By onejhen

4.8K 537 1.2K

Na Jaemin denen küçük beyi, sözde dünyalar tatlısı oğlanı, on sekizini günü gününe doldurmuş bu yaz rüzgârını... More

giriş ༄ na jaemin denen küçük bey
2 ༄ aklımı başımdan alan
3 ༄ ateşten eli yanan çocuk
4 ༄ ateşi sevdi
5 ༄ kiraz lekesi
6 ༄ fırtına
7 ༄ lacivert bir yağmur ve son buluş

1 ༄ aklımda olmayan

514 72 113
By onejhen

- her şeyin başladığı gün
Gözlerinden göğüme sonsuz yıldız akar. (Erdem Beyazıt)

Her şeyin başladığı günler tarihte nasıl başlamıştır? Dünyanın başladığı gün nedir? Tarih ve saat tam olarak neyi gösteriyordu? Bir şeye nasıl başlangıç deriz ve başlangıç olan şeyler nelerdir? Saat nedir? Zamanı kim buldu? Akıp giden ve yetişmeye çalıştığımız fakat esiri olduğumuz bu şey de ne?

Bilmiyorum. Bilmiyorum çünkü Kordia'da zaman çok yavaş geçerdi. Sakin bir dere yatağının uslu suları gibi sessizce, ağırbaşlılıkla ve metanetle ilerledi. Eskiden Kordia'da zaman çok yavaştı. O zamanlar penceremdeki tül perdenin rüzgârla dalgalanmasını, gözyaşı damlası gibi kabarıp şişmesini seyrederdim. Yatağımda sadece tavanı izleyerek yatardım. Sol tarafta, kitaplığımın hemen üzerinde üç kollu bir çatlak vardı. İncecik bir şeydi. Sonra penceremden bir sinek girerdi. Kalkıp perdeyi çekmek için hiç acele etmezdim. Orada, pencerenin önünde durur ve sağ yandan ufuk çizgisinin yarı yoluna kadar uzanan tepeyi, yemyeşil ağaçları, cümbüş sineğinin gözleri gibi parıldayan güneşi ve ileride mavi bir şerit hâlinde görünen tatlı denizi seyrederdim.

Eskiden Kordia'da zaman yavaştı fakat Na Jaemin buraya adımını atar atmaz koca saatin ayarını bozdu, akrebiyle yelkovanını kurcaladı. Şimdi her şey onun merdivenden inen gürültülü ayak sesleri kadar hızlı gerçekleşiyor. Hatta o kadar hızlı ki, Na Jaemin denen çayır sineğinin hangi vakitte gelip beynime çöreklendiğine anlam veremiyorum. Nasıl onu güzelim bir kelebeğe benzetme cürretini göstermiş olabilirim, hayret ediyorum. Böyle bir şey mümkün olmamalı çünkü ondan nefret ediyorum.

Fakat her şeye rağmen zamanın yavaş aktığını zannettiğim anlar da var. Nadir de olsa böyle anlar hâlâ Kordia'nın kıvrımlı yollarının, temiz göğünün, eski bahçelerinin, manolya ağaçlarının arasında saklanıyor olabilir. Zannediyorum ki öyle. Çünkü şimdi sessizce ipe asılı çamaşırları seyretmekteyim. İki tane beyaz gömlek, mavi bir çarşaf, üç atlet ve bir tane erkek mayosu. Kırmızı renk. Hâlbuki annem beyazları yıkamış fakat en sondaki koyu kırmızılık koca bir nar lekesi gibi ipte asılı. Çamaşırlar rüzgârın elleriyle kalkıp iniyor, arkalarında da bir gölge, elindeki çorapları ipe tutturuyor. Na Jaemin'in gölgesi. Kopkoyu, beyaz çiçek yapraklarının altındaki bir çayır sineği. Hareketlerini görebiliyorum. Keşke görmeseydim ancak görüyorum. Yavaş yavaş seriyor çamaşırları. Bahçedeyiz, çamaşır ipinin bir ucu manolya ağacının dalına bağlı.

Yoldan geçen bir otomobilin kornasıyla irkilir gibi oldum. Bakışlarımı çamaşırların ardındaki çayır sineğinden kaçırdım hızlıca. Daha fazla tahammül edilemezdi. Bahçedeyiz. Ben evin önündeki gölgeliğin altında, dört kişilik beyaz masamızda oturuyorum. Tam çaprazımda Jaemin çamaşırlarını seriyor. Annem içeride, ne yaptığını bilmiyorum. Donghae ise atölyesinde olmalı. Ne yazık ki Jaemin ve ben yalnızız.

Öğle güneşi yerini yaz esintisine bırakalı çok olmuştu. Yoldan geçen tek tük arabaların ve otların arasındaki çekirgelerin sesleri çalınıyordu kulağıma. Elimde bir kitap. Solgun Ateş. Neden elimdeydi bilmiyorum, neden bu kitabı aldım annemin kitaplığından? Yazarının Jaemin'in o gün okuduğu kitabın (Karanlıkta Kahkaha) yazarı olması ise tamamen tesadüf. Geç fark ettim. Nabokov yazmış her iki kitabı da, geç fark ettim.

Otuz yedinci sayfayı okuyordum fakat odaklanmamı güçleştiren bir şeyler vardı. Enseme esintiyle beraber ufak bir sineğin konup kalktığını hissettim. Sonra sol tarafımdaki hareketliliğe kaymak istedi gözlerim ancak inatla kitaba bakmaya devam ettim. Jaemin'in masanın başına geldiğini, az ötemdeki sandalyeyi çekip oturduğunu, bellir belirsiz bir hareket deryası gibi gördüm. Ancak hiç oralı değildim. Nabokov daha önemliydi. Dünya üzerindeki her şey Na Jaemin'den daha önemliydi.

Bu yüzden, bu bilinçle, gözlerimi sola çevirme isteğimi rahatça dizginleyerek elimdeki çatalı masanın üzerinde duran şeftali tabağına uzatıp bir dilim şeftali batırdım. Aslında meyveleri pek sevdiğim söylenemezdi fakat maksat o ya, Jaemin bütün tabağı tek başına yemesin. Ağzıma götürdüğüm şeftali dilimini ısırmamla beraber dudağımdan çeneme doğru suyu aktı ve kitabın sayfasına art arda iki damla düştü. Kitabı aceleyle masanın üzerine bırakıp cebimden katlanmış mendilimi çıkardım ve çenemi ve dudaklarımı sildim. Tam bu esnada üzerimde hissettiğim bir çift gözün ağırlığı yetmiyormuş gibi sinir bozucu bir kıkırtı işittim. Çayır sineğinin vızıltısı.

Kaşlarım çatık, gözlerim nihayet soldaki odağını bulmuş fakat bundan hoşnutsuz. Beyaz mendilimi parmaklarımın arasında sıkıştırdım. "Ne o?" dedim, Jaemin'in gülümsemesi gittikçe büyüyen suratına bakarak. "Komik bir şey mi var?"

"İhtiyarlar gibi cebinde beyaz mendil mi taşıyorsun?" dedi. Basbayağı eğleniyor. Siyah saçları deniz dibinden sökünlenmiş yosunlar gibi rüzgârda sallanıyor. Sanki onlar da gülüyor bana.

Suratım asıldı. Bir elimdeki mendile baktım, bir Jaemin'e. "Temiz olmak ihtiyarlara özgü bir şey mi?"

"Hayır ama..." dedi, omuzlarını indirip kaldırarak, "Yine de böyle görünce komik geldi."

"Ben bunda komik bir şey görmüyorum." dedim ve mendili tekrar ağzıma götürüp temiz tarafını dudaklarıma bastırdım. O sırada Jaemin'in gülüşü yavaş yavaş azaldı ve batan güneşin ışıkları gibi alacalı bir biçimde yumuşadı. Pek rastladığım bir olay değildi. Açıkçası ona pek baktığım da söylenemezdi bundan evvel. Fakat tam o anda baktım. Jaemin'e baktım ancak onun bakışları aşağıdaydı. Gözlerimde değil dudaklarımda.

Mendilimi biraz daha sıktım parmaklarımın arasında. Sanki karşıma aniden bir şey fırlamış gibi irkildim, bir şeyden korktum. Belli belirsiz bir şeyden. İki siyah göz, kenarları keskin, uçları çok sivri; ikisi de dudaklarıma düştü. Nasıl oldu anlamadım. Birden. Sonra Jaemin birden çekti gözlerini, sağ elimde duran mendile baktı. Gülümsemesi kaldı dudaklarında.

Ondan tarafa bakmayı kestim. Alelacele çevirdim başımı önüme. Mendili tekrar dudaklarıma götürüp bastırdım. Baktım, bembeyazdı. Hiçbir leke yok. Hâlbuki kısacık bir an orada kırmızı bir kan lekesi göreceğim sanmıştım. Çünkü Na Jaemin'in gözlerinin keskinliği dudaklarıma düşünce orayı kanatır sanmıştım.

Sinirlendim. Mendili cebime atıp tekrar kitabımı okumaya çalıştım fakat nafile. Çayır sineği yanımda oturup uyuşuk uyuşuk şeftali yiyordu. Üstelik ellerim titriyordu. Kalbimde yarım yamalak bir çarpıntı baş göstermişti. Nereden gelmişti ve neyin nesiydi şimdi bu? Ben onu içeri buyur etmemiştim. Jaemin gibi çat kapı gelen bir davetsiz misafirdi. Ziyadesiyle öfkelendim orada otururken. Masadaki şeftalilerin kokusunu dahi duymak istemedim.

Sol tarafımdaki vızıltıyı görmezden gelmeyi başararak kırk yedinci sayfaya kadar okudum. O ise ne konuşuyordu, ne kalkıyordu, ne başka bir şey yapıyordu. Sessizce, dizlerini karnına çekmiş bir biçimde oturuyordu ve bana bakmadığını biliyordum. Nereye baktığı müphem.

Sonra annem ve Donghae geldi masaya. Hepimize ballı çay yapmışlar. Boş kalan iki sandalyeye de onlar oturdu ve sohbet etmeye başladılar. Fakat ben sohbete dahil olmayarak kitabımı okumaya devam ettim. Çok zaman sonra, çaylarımız çoktan bittiğinde ve annemle Jaemin'in neşeli kahkahaları (sinirlenmemek elde değildi) son bulduğunda annem bana doğru döndü. "Jeno?"

Başımı kaldırıp ona baktım. Saçlarını ensesinde gevşek bir topuz yapmış, kulaklarının üzerine kahverengi bukleler dökülüyor, üzerinde çok sevdiğim yeşil elbisesi, boynunda ona doğum gününde hediye ettiğim kelebek şeklindeki kolye. "Bu akşam yemeği dışarıda yiyelim diyoruz. Sen ne dersin?"

Omuzlarımı silktim. "Siz bilirsiniz."

"Nereye gitmek istersin?" diye sordu karşımdaki sandalyede oturan Donghae. Üzerindeki keten gömleğin kollarını dirseklerine kadar katlayıp kıvırmış, sağ elinin üzerinde beyaz bir boya lekesi var. Yeni tıraş olmuş yüzündeki gülümsemeyle bana bakıyordu. "Fark etmez." dedim.

"İskeledeki lokantaya!" dedi Jaemin, ellerini çırparak. Bana ihtiyar diyordu fakat kendisi on yaşındaymış gibi davranıyordu. Sahiden insanın sinirlerini oynatabilirdi.

"Süper fikir!" dedi annem, Jaemin'in neşesine ortak olarak.

"Sen de oraya gitmek ister misin, Jeno?" Donghae yeniden bana sorduğunda kitabımı kapatıp geriye yaslandım. Yirmi bir yaşındaydım, çocuk değildim. Beni seviyordu ve iyi davranıyordu, bunun farkındaydım ancak yine de böyle davranmaları bazen aptal gibi hissettirebiliyordu.

"Orada akşamları çok rüzgâr olur." dedim. Jaemin'in hevesini söndürmeye karar vermiştim. Nedendi bilmiyorum. Belki de az önceki bakışların intikamını almak için iyi bir yol olabilir diye düşündüm. Göz ucuyla Jaemin'e baktım. "Üşütüp hasta olmazsın ya," dedi. "Yoksa gerçekten de yaşlı mısın?" Sesindeki alaycılık kaşlarımı çatmama neden oldu.

"Jaemin." dedi Donghae, yumuşak sesiyle. "Jeno hepimiz için endişelenmiş olabilir."

Fakat adamı duymazlıktan gelip doğrudan Jaemin'i muhatap aldım. "On sekiz yaşında olup çocuk gibi davranacağıma yaşlı gibi davranmayı yeğlerim."

"Ben on dokuz yaşındayım bir kere!" dedi Jaemin, rehavetle. Kızdırmıştım onu. İntikamımı almıştım, bu içimi yeterince rahatlatabilirdi.

Annem endişeyle aramıza girdi. "Ne fark eder, değil mi?" dedi, sonra komik bir şey söylemiş gibi güldü. "Hem orası akşamları o kadar da rüzgârlı olmuyor, Jeno. Nihayetinde yazın ortasındayız."

Hiçbir şey söylemedim. Bunun yerine Jaemin, az önce sinirlenen o değilmiş gibi mutlulukla sandalyeden kalktı. "O zaman oraya gidiyoruz!" Anneme öpücük attı. Ben de zihnimde o öpücüğü havada yakalayıp avcumun içinde ezerek çöpe fırlattım.

Ardından Jaemin koşa koşa hazırlanmaya gitti. Ben de ondan biraz sonra odama çıktım asık bir suratla. Dışarı çıkmak istemiyordum. Üzerimi değiştirmeden yatağa uzandım bir süre. Birdenbire yorgun hissettim, hâlbuki bugün doğru düzgün hiçbir şey yapmamıştım. Yalnızca sabah seraya gidip çiçeklerle ilgilenmiştim biraz. Sonrasında ise tek yaptığım kitap okumaktı. Ancak dizlerime garip bir dermansızlığın tırmandığını, midemin ince bir sızıyla bulandığını hissettim.

Hepsi Jaemin yüzündendi. Midemi bulandıran ondan başkası değildi. Neticede sinekler mide bulandırırdı. Onun bir kelebek olacak hâli yoktu. Aklımın karışıklığını es geçtim. Üzerimi değiştirdim. Karşı odadan müzik sesi geliyordu. Nancy Sinatra dinliyor. En sevdiklerinden biri. Bunu biliyorum çünkü kaç sabaha bu kadının sesiyle gözlerimi açtığımı hesap edemedim.

Saat neredeyse altı buçuğa gelmek üzereyken annemin yeşil Ford Fairlane'inin arka koltuğunda, Jaemin ile aramızda koca bir mesafe bırakarak oturuyordum. Radyoda Then He Kissed Me çalıyor, arabayı kullanan annem parmaklarıyla direksiyonda ritim tutuyorken yan koltuğundaki Donghae ve arkadaki Jaemin ile birlikte şarkıya eşlik ediyordu. Hepsi de çok neşeli, gülüşerek şarkı söylüyor. Ben ise penceremi sonuna kadar indirmiş yalnızca dışarıyı seyrediyorum.

Neden böyleyim bilmiyorum. Ortamın huysuz ve can sıkıcı çocuğu gibi görünmek istemiyorum aslında, maksadım bu değil, hiçbir zaman da olmadı. Sadece elimde değil. Kocaman içten kahkahalar atamıyorum, diğerleriyle birlikte radyodaki müziğe eşlik edemiyorum, yüksek sesle şarkı söyleyemiyorum. Böyle davranmak benim için kolay değil, hatta bana çok uzak. Ben yalnızca şarkıyı sessizce dinleyip camın öte tarafından geçip giden ağaçları, bağları, butik otelleri, evleri ve sahildeki insanları izliyorum. Sanki otları yanmış bir çayırın tam ortasında tek başımayım ve o yanmış otlardan biriyim. Elimde olsa başka biri olmak isterdim. Yan tarafımda oturan oğlan gibi ışıl ışıl parlamak, onun gibi ağız dolusu kahkahalar atmak, kim ne der diye düşünmeden dans etmek isterdim. Bütün bunları ilk kez, iskeleye giden yolda, krem rengi araba koltuğunda otururken itiraf ettim kendime.

Jaemin'in iskeledeki lokanta dediği aslında Mavi Lokanta. Fakat bütün masalar denize uzanan iskelenin üzerinde olduğu için çoğu kişi burayı İskele Lokantası olarak da biliyor. Orta yaşlı garsonları var; birisi yarı İtalyan, birisi kır saçlı ve bıyıklı, diğeri masalara servis ettiği şarap şişelerini şov hâline getirerek açmaya ve müşterilerle çene çalmaya bayılır. Bembeyaz masa örtüleri daima denizden gelen rüzgârla kabarıp dalgalanır, akşamın sonuna doğru masalardan çer çöp uçup denize savrulur. Annemle buraya, henüz Donghae ve Jaemin'in hayatımıza dahil olmadığı ve babamın çoktan çekip gittiği günlerde, kendimizi şımartmak ve güzel bir şeyler yemek için çok sık gelirdik. İlk içkimi burada içmiştim. Annem, bana özel şarap açtırmıştı. Ancak şimdi iki kişilik ufak masamız yerini dört kişilik geniş bir masaya bıraktı. Annemle baş başa olduğumuz ve uzun uzun sohbet ettiğimiz günleri özledim birden. Daimi bir özlem ve melankoli yakamdan inmek bilmiyor.

İskelenin en ucundaki ikinci masaya oturduk Jaemin'in isteğiyle. Kendini ön plana atıp her şeyin istediği gibi olmasına bayılıyordu. Donghae ve annem, Jaemin ve ben karşılıklı sandalyelere kurulduk. Beyaz masa örtüleri her zamanki gibi rüzgârla salınıyordu ve duru deniz, üzerindeki yosun uzuvlarıyla iskelenin ayaklarına usul usul dalgalarını vuruyordu. Gök, koyu mavi bir kelebek kanadı gibi üzerimizde, iskelenin iki kenarına sıra sıra dikilen lambaların beyaz ışığı yüzlerimizdeydi. Biraz ileride, denizin üzerinde dalgalarla dans eden bir tekne vardı. Kordia her zaman böyleydi işte. Böyle olması gerekirdi. Zaman burada çok yavaş, her şey çok akışkan ve telaşsızdı. Rüzgâr hiçbir zaman fırtınaya evrilmez, dalgalar delirip kayalıkları dövmez, tekneler hızla ilerlemezdi. İnsanlar geceyarısı olup sandalyelerin toplanacağı vakit gelene kadar Mavi Lokanta'nın masalarında oturur, ağır ağır içkilerini yudumlar, gülüşür ve sohbet ederlerdi. Vakit, tıpkı masalardan yükselen sigara dumanları gibi usul usul süzülüp kaygısızca burgaçlanırdı göğe doğru. Herkes ya tasasızdı, ya bir şekilde tasalarını unutup geride bırakmayı biliyordu.

Ben hariç. Belki de yalnız ben hariç. Ben tasalarımı örtemiyor, toprağın altına gömemiyor veya yok edemiyordum. Onları yanık izi gibi göğsümde taşıyordum. Neyin derdi tasası bu diyeceksiniz, değil mi? Na Jaemin denen küçük bey karşımda oturuyor, tam karşımda. Ona bakmamak için her yolu deniyorum. Oysa ben bugüne değin hiçbir şey için böylesine çaba harcamadım. Bu beni öfkelendiriyor. İşte bunun tasası. Bunun ve daha nice şeyin.

Siparişlerimizi kır saçlı garson aldı. Annemle Donghae bize ıstakoz yemeyi teklif etti ve yanında bolca salatayla beyaz şarap ısmarladılar. Fakat Jaemin dedi ki, "Burada yapılan çok lezzetli ve ünlü bir balık varmış, ondan istiyorum."

"Hay hay." dedi kır saçlı garson. Jaemin de gülümsedi. Ne kötü bir manzaraydı. Görmesem de olurdu. Üstelik masaya gelen ıstakozu da beğenmemiştim. Uğraştıcı ve gereksizdi ve pek iştah açıcı göründüğünü söyleyemezdim. Bu yüzden ben de, garson beyaz şarapları servis ederken Jaemin'in istediği balıktan istedim. Mutlu değildim ama karnım açtı.

Azar azar şaraptan içtim, balığın birazını yedim ve birazını masamızın altına gelen ve ayaklarımızın arasında dolanan kediye verdim. Kedi, balığı yedikten sonra Jaemin onu kucağına alıp okşamıştı ve onunla sanki kendisini anlayabiliyormuş gibi konuşmuştu.

Bazen sohbete katıldım, ucundan kıyından bir şeyler ekledim, bazen annemle Donghae'nin konuştuğu şeylere kulak kabarttım (Donghae'nin şuan üzerinde çalıştığı heykel hakkında, sonbaharda Kordia'da açılacak olan fuar hakkında ve annemin okuldan hiç sevmediği bir profesör hakkında konuştukları zamanları işittim yalnızca), bazen sadece susup lacivertleşen ve yıldızları süs gibi üzerine bezeyen gökyüzünü, dalgası çoğalan denizi ve önümüzdeki masada oturan yaşlı çifti izledim.

Her şeyi izledim ama yalnızca karşımda oturan oğlandan uzak tuttum gözlerimi. Bakışlarım onun menziline girmesin, gözlerim yüzüne değmesin diye elimden gelen bütün çabayı harcadım. Cennetteki yasaklı meyveden kaçınmaya çalışan Adem ve Havva gibi mücadele ediyordum kendimle. Sanki ona bakarsam dünya tersine dönmeye başlayacaktı, sanki bütün sözlerden cayılacak, bütün yollardan dönülecek ve bütün inançlar sarsılacaktı. Ona bakarsam çayır sineğinin zar gibi incecik kanatları yüzümü gözümü örtecek, beni zehir zemberek bir sisin içine koyacaktı. Korkumu size daha nasıl anlatabilirim? Hele ki böyle yersiz ve sebepsiz bir korkuyu.

Fakat olmadı. İnsan neyden inatla kaçarsa ona doğru çekilir miymiş, çayır sinekleri kanatlarını hep genişçe açıp oraya buraya mı yaylanırmış, bilmiyorum. Olmadı ve ben koca akşam zapt ettiğim inadımı da gururumu da zemininden sarstım.

Tabağımdaki balık artıklarıyla oynuyor, arada sırada başımı sağ tarafıma çevirip annemi dinliyormuş gibi yapıyor fakat Kordia'nın uzaktan görünen buğulu, titrek ışıklarına bakıyordum. Jaemin sessizleşmişti. Bir süredir, belki on beş dakika, çok derin bir sessizliğin içindeydi. Ben de aynı vaziyetteydim. Sonra birden, şortumun açıkta bıraktığı çıplak bacağıma sıcacık bir şey değip geçti. Masanın altına giren kedi sandım. Değilmiş.

Aynı dokunuşu ikinci kez hissettiğim anda bütün vücudum, baştan ayağa ürpertiyle çekildi. Donghae'nin heykellerinden biri gibi kaskatı kaldım. Çok kısa bir süre içerisinde kalbimin ritmi çatıları döven sağanak gibi hızlandı. Fakat ben tek milim dahi kıpırdamıyordum. İzin verdim. Jaemin'in, giydiği siyah deri sandaletlerinin çıplak bıraktığı ayak bileğinin bacağıma değmesine ve o korkunç ve yakıcı hisle orada kalmasına izin verdim. Ne bacağımı uzaklaştırıyor, ne de başımı kaldırıp ona bakıyordum. Mideme kopkoyu bir sızı saplandı. Dünya şimdi tersine dönmeye başlamış olabilirdi.

On beş saniye geçti. Ayak bileğindeki o tepecik gibi çıkıntılı kemiğin sivriliğini, teninden yayılan sıcaklığı hissettiğim on beş saniye. Neden hiçbir şey yapmadığımı dahi bilmiyorum. Sanki kendimi anlamaya çalışıyordum. Karnımda çalkalanan bu koca fırtınayı çözmeye çalışıyordum. Sonra ani bir içgüdüyle başımı aşağı doğru eğip masanın altına baktım. Vaziyeti görmek istedim. Jaemin bacak bacak üstüne atmıştı ve üstteki sol bacağı benimkine yaslıydı ve bu hiç var olmaması gereken manzarayı bembeyaz masa örtüsü gizliyordu. Korkunç bir panik ve anlamsızlık hissiyle bocaladığım o anda Na Jaemin'in ayak bileğinin ne kadar ince göründüğüne hayret ettim.

Sonra hızla kendime çektim bacağımı. Yakıcı his kayboldu, kemiğinin çıkıntısı tenime batmayı bıraktı. Bacağımı irkilerek ondan uzaklaştırdığım anda içgüdüyle başımı kaldırdım ve göz göze geldik. Alaycı bir ifade göreceğimi veyahut Jaemin'in eğlenerek güleceğini düşünmüş ve buna hazırlamıştım kendimi. Ancak başka bir şey gördüm. Şaşkınlık. Şaşırdığı şey neydi acaba? Benim aniden teması kesmem mi, bacağını benimkine yasladığı gerçeği mi yoksa başka bir şey mi? Bunu belki de hiçbir zaman bilemeyeceğim. Fakat kendi isteğimi çok iyi biliyordum o anda. O da benim gibi heyecanlanmış olsun, karnında alev kanatlı kelebekler uçsun, kalbi normalin üstünde atsın istedim. Çok kısacık bir an, onun zeytin çekirdeği gibi siyah gözlerine baktığımda içimden geçirdiğim şey buydu.

Na Jaemin'in yüzündeki şaşkınlık azalmadan çektim gözlerimi. Başka yere baktım, bakabileceğim başka her yere. Kalbimin çarpıntısını avutmak istedim, onun neden bana dokunmasına izin verdiğimi bilmek istedim, gövdemdeki sızıyı hastalıklı bir uzuv gibi kesip atmak istedim ve eve gitmek istedim.

Saat geceyarısına gelmek üzereyken, annemin sigarasının dumanı masamızın üzerinde yarı parlak, gri bir avize gibi sallanırken, az önce gerçekleşen hadisenin hayalimde olup bittiğinden bir an için öylesine büyük bir şüphe duydum ki, gözlerimi Jaemin'e çevirdim. Ve ona baktım. O, yanındaki babasına bakarken ona baktım. Çoğalan rüzgârla birbirine karışan siyah saç tutamlarına baktım. Beş dakika sonra bir daha baktım. Bu kez elini ufak çenesine yaslamasına ve denizi seyretmesine baktım. Elleri fildişi rengindeydi ve parmakları uzundu.

Mavi Lokanta'dan ayrılırken, arabanın arka koltuğunda otururken, annemle Donghae yine radyoda çalan şarkıya eşlik ederken, koskoca parlak ışıkları ve bembeyaz duvarlarıyla lüks bir balo salonu gibi görünen Kordia Otel'in önünden geçerken ve eve vardığımızda bahçeden içeri girerken de Jaemin'e baktım. Ama o bana hiç bakmadı.

Kendimi nihayet odama sakladığımda derince bir nefes aldım. Birdenbire öyle yorgun hissettim ki üzerimdeki kıyafetleri dahi çıkarmadan oracığa, çalışma masamın önündeki sandalyeme çöktüm. Bir süre açık pencerenin havalandırıp geri bıraktığı tül perdeyi izledim ve cırcır böceklerinin sesini dinledim. Çok değil birkaç saat önce bir çayır sineği tarafından zehir zemberek bir sisin orta yerine bırakılıvermiştim. Bu kendime yedirebileceğim bir şey değildi. Dahası anlamıyordum ama zaten anlamak da istemiyordum. Öfkeliydim. Sinirim tam olarak neyeydi ve ne içindi bilmiyorum ve bilmediğim şeyler katlanarak çoğaldığı için daha çok sinirleniyordum.

Masamın üzerinde gündüz yarım bıraktığım çizimimden arta kalanlar duruyordu. Eskiz defterimin açık sayfası, en üstüne yan yana çizdiğim iki kelebek (biri Çokgözlü Hayal Mavisi, diğeri yine Küçük Ateş Güzeli), dört bir yana saçılan kalemlerim ve kıvrık kıvrık soyulmuş kalem çöpleri. Elim sağ tarafta duran kurşun kaleme gitti. Sonra onu aldığım gibi defterin açık sayfasının üzerine bir nokta koydum. Kömür rengi toz önce bir noktaya, sonra bir çizgiye, sonra başka çizgilere dönüştü ve köşelenip yuvarlanarak, sivrilip biçimlenerek Na Jaemin'in silüetine büründü kısacık bir zamanda. Çok değil, yaklaşık bir saat önce, lokantadaki masada karşımda nasıl oturuyorsa aynısını çizdim üstünkörü bir biçimde. Çenesi elinde, sağ omzu diğerine göre daha düşük, başını yan tarafa çevirmiş (böylece sadece hafif kavisli burnu ve kirpiklerinin uzunluğu seçiliyor) ve saçları alnının üzerinde vadi oyuntusu gibi açılmış rüzgârla.

Jaemin'i çizdim. İstemeden oldu. Elimden o çıktı. Belki onu kağıda kusarsam bu hastalıklı sızı vücudumu terk eder dedim. Belki kalbimdeki kasılmalar durur ve belki ben düşünmeyi bırakırım. Niyetim buydu fakat hayat veya Jaemin benim isteklerimi göz ardı ediyordu. Zira ben dalgınca kağıttaki siyah silüete bakarken birden kapım hızlıca tıklatılıp açıldı. Büyük bir panikle ve korkuyla defterimi alelacele kapattım. Kalemlerimin bazıları yere düştü.

Çayır sineğinden ne kadar kurtulmak isterseniz o tam aksine gelip kulağınızın dibinde vızıldamaya devam eder. İşte tam da böyle olmuştu. Jaemin, odamın kapısından içeri girdi ve tam karşımda durdu. Üzerinde aynı turuncu pijamalar, yüzünde yersiz bir tebessüm. Kalbim ise hâlâ panikten ötürü son sürat.

Bir bana, bir de masamın üzerindeki dağınıklığa baktı. "Rahatsız mı ettim?" dedi gülerek. Hiç bundan mahcup olmuş gibi bir hâli yoktu.

"Evet." dedim. Üstelik ne arıyordu bu saatte odamda? Masama daha fazla bakmasın diye sandalyeden kalkıp ayağa dikildim. Kaşlarım soru sorar bir vaziyette havalanmış. Jaemin ise ellerini küçük bir çocuk gibi arkasında birleştirmiş öylece bakıyor. "Uyku tutmadı." dedi. "Canım çok sıkıldı, ne yapacağımı bilemedim. Sonra neyi fark ettim biliyor musun? Senin odana daha önce hiç gelmediğimi."

"Evet, gelmedin çünkü odama kimsenin girmesini istemem." dedim. Sesim soğuk, belki biraz sinirli. Sahiden de odama birilerinin girmesinden nefret ederim. Hele böyle çatkapı, hele defterimde Jaemin'in resmi duruyorken.

Jaemin söylediğim şeyle ilgilenmedi. Bunun yerine ilginç bir yeri seyrediyormuş gibi gözlerini merakla odamın içinde gezdiriyordu. Birkaç ufak adım attı. Yatağımın karşısındaki uzun, cevizden yapılma kitaplığıma (büyükbabamdan kalma, eski, oymalı bir şeydi), derli toplu tek kişilik yatağıma ve duvara astığım kelebek ve bitki çizimlerime bakıyordu. "Ne yapıyorsun?" dedim, nihayet konuşmayı hatırlayarak.

Omuzlarını indirip kaldırdı. "Odanı inceliyorum."

"Ve ben bundan hoşlanmıyorum."

"Ne var sanki?" Rahatsızlığımı belli etmemişim gibi rahat bir tavırla masama, dolaylı yoldan bana doğru yaklaştı. Telaşla duruşumu dikleştirdim. "Bir şey mi çiziyordun?" Meraklı gözleri çakmak çakmak parlıyorken önünde durduğum masaya ulaşmaya çalışıyor bakışları.

"Sanane." dedim.

"Ne çiziyorsun? Merak ediyorum, hadi göster lütfen." Mızmız çocuklara benziyor. Pijamasının eteğini büzüştüren parmakları oyuncu bir tavırla hareketli. Ayak parmaklarının ucunda yükselip çizdiğim şeyi görmeye çalışıyor. Ben de duruşumu daha fazla dikleştirip bunu engelliyorum.

"Göster işte, ne olacak?" dedi, gözlerime bakarak. "Ne çizdin? Kelebek mi? Çiçek mi? Hadi göster bir kere! Bak ben çok iyi anlarım sanattan."

İronik bir gülümseme yerleşti dudaklarıma. "Senin gibi duygusal derinliği olmayan birinin sanattan anlayacağını sanmıyorum."

Kaşları öfkeyle çatıldı. "Benim duygusal derinliğimin olmadığını mı düşünüyorsun?"

"Zerresi dahi yok." dedim, sinir bozucu bir gülüşle. Jaemin'i öfkelendirmek tam şuan için çok cazipti. Odama bu şekilde giremez, eşyalarımı görmek için böyle ısrarcı davranamazdı. Böyle şeylerden nefret ederdim, kaldı ki o da mahremiyetin ne olduğunu bilmeyen biri gibi davranıyordu. Bacağını bacağıma yaslamak gibi.

"Bunu nasıl bilebilirsin ki? Beni azıcık bile tanımıyorsun."

"Tanıyorum." dedim. "Tanıyorum ve senden hiç hoşlanmıyorum."

Bu kez ironik kahkaha atma sırası ondaydı. "Ben sana bayılıyorum sanki!" dedi. Gözlerinde birikmiş bir alevin izlerini görür gibi oldum. Onu bu kadar yakından görmek istemiyordum.

"Bayılmıyorsan burada işin ne?"

"Sadece arkadaş olmaya çalışıyorum! Ama sen incelikten anlamayan bir insansın."

"Senin incelik anlayışın bu mu? Gecenin bir yarısı böyle birilerinin odasına dalmak mı?"

"Canım sıkıldı alt tarafı! Işığının yanık olduğunu da gördüm işte. Biraz konuşabiliriz demiştim ama tabi senin insanlardan uzak yabani bir hayat sürdüğünü unutmuşum!"

Birden sinirimin yapışkan pireler gibi tüm vücuduma tırmandığını hissettim. "Benim nasıl bir hayat yaşadığımdan sanane!"

"Aynı evin içinde yaşıyoruz biz!" Sonra duraksadı ve sesini biraz alçalttı. "Ama sen beni gördüğün yerde arkana bakmadan kaçıyorsun ya da iki kelimeden uzun konuşmuyorsun. Bence sen medeniyetten uzaksın."

"Hayır." dedim, dişlerimi sıkarak. Damarıma basıyordu. Burnu havada tavrı ve küçümseyici gözleri sinirime dokunuyordu. "Medeniyetten uzak olduğum için değil, seni sevmediğim için yapıyorum tüm bunları."

"Ben de seni sevmiyorum." dedi hiç düşünmeden. Bakışlarındaki sert kalkanlar ona attığım kılıç darbelerini bertaraf ediyordu. "Sinir bozucu ve can sıkıcısın fakat sana sırf babam ve annen için katlanıyorum. Sırf onlar mutlu olsun diye seninle arkadaş olayım diye uğraşıyorum!"

"Kimsenin senden böyle bir şey istediği yok."

"Bizim aramız iyi olmadığı için üzülüyorlar." dedi. "Bunu bile anlayamadın mı? Bana duygusal derinlikten bahseden insana bak. O işler senin sandığın gibi resim karalamakla olmuyor."

"Öyle mi?" dedim, iki adım atıp tam önünde durarak. Bakışlarımız aynı hizadaydı. Birbirimize nefret kusuyorduk. "Sen mi öğreteceksin bana nasıl olduğunu?"

"Neden olmasın?"

"Senden gelecek herhangi bir şeye ihtiyacım yok. Arkadaşlığını da istemiyorum, seni de."

Öfke maddesel bir şey olsaydı onun tam o sırada Jaemin'in gözleri gibi göründüğünü söyleyebilirdim. Öfkenin iki siyah küre şeklinde olduğunu, bembeyaz bir göz akının üstüne, uzun kıvrık kirpiklerin altına saklanmış derin bir şey olduğunu söyleyebilirdim.

"Kabul et artık." dedi Jaemin. "Annenle babam birbirlerini seviyor, çok mutlular ve muhtemelen her gece sevişiyorlar! Sen de bana alışmak zorunda kalacaksın. Onlar mutlu ve bizim de öyle olmamızı istiyorlar. Ama sen sırf anneni elinden aldığımızı düşündüğün için böyle davranıyorsun."

Durdum. Derin bir soluk verdim burnumdan. Çok sinirlendim, öyle çok sinirlendim ki Na Jaemin'in kalbini kırmak, söylediği her şeyi ona misliyle ödetmek istedim. Ancak sadece durup yüzüne, gözlerinin içine baktım. O da devam etti. "Sen aslında annene kızgınsın. Bütün bu öfken aslında ona. Ama onu çok sevdiğin için bunu gösteremiyorsun ve hepsini bana yöneltiyorsun. Annene olan öfkeni bana kusuyorsun."

Biliyordu. Yüzüme tokat gibi çarptığı şey gerçekti ve bunun gayet farkındaydı. Ancak ben tam anlamıyla o zaman fark ettim ve onun bu gerçeği böyle bilmiş bir ifadeyle söylemesine ve yüzüme vurmasına öyle çok sinirlendim ki ondan tüm kalbimle nefret ettim. "Madem bunları biliyorsun git o zaman." dedim. "Sana olan öfkem dinmeyecek. Evet, anneme gösteremediğim bütün nefreti sana kusacağım. Bunları bildiğin hâlde burada durmaya devam etmen saçma değil mi? Git."

Sıkıntılı bir nefes verdi sözlerimi pek de umursamayarak. "Babam için buradayım. Yoksa ben de her gün seni görmeye ya da bu aptal kasabada durmaya meraklı değilim."

"Kendini kandırma." dedim. "İstesen bal gibi de gidersin buradan. Git işte! Neden geldin ki en başından? Gidip annenle yaşasana sen! Ne biçim bir çocuksun?"

Sonra bir şey oldu. Jaemin'i kırıp dökme isteğimi gerçekleştiren fakat beklemediğim bir şey. Na Jaemin, sözlerimle beraber birdenbire sarsılmış gibi, yüzüne kocaman bir dalga misali vuran o tuhaf ifadeyle kalakaldı. Az önce gözlerinde gördüğüm sert kalkanlar tuzla buz oldu. Şaşırdım. Onu ilk kez böyle gördüm. Bakışlarının içinde titreyen, eriyip kaybolan buğulu, korkunç ışıklar vardı ve hepsi birer birer söndü.

Hiçbir şey söylemedi bir süre. Ben de olanı kavrayamadığım için öylece durdum. Sonra derin bir nefes aldı. Siyah küreler yeniden nefrete boğuldu. Belki de boğulan bendim. Orada, o bakışların yağmuru altında sele kapılıp giden ve çaresizce tutunacak bir dal arayan bendim.

Çenesi sımsıkı kenetlenmişti. "Benim annem öldü." dedi sonra. "Eğer hayatta olsaydı giderdim yanına, buna hiç şüphen olmasın."

Donup kaldım. O kadar aptal hissettim ki uzun bir süreliğine beynim dümdüz, boş bir tarlaya döndü. Evet, bunu tam şuan öğrenmiştim. Jaemin de bakışlarımdaki şaşkınlığı görmüş olacak, bana biraz daha yaklaştı ve "Haberin yoktu, değil mi?" dedi. Sanki birbirine bastırdığı dişlerinin arasından tıslıyordu. "Bunu dahi bilmiyordun çünkü asla annene sorma gereği duymadın. Çünkü hakkımda bir şey öğreneceksin diye ödün kopuyor."

Yine haklıydı. Söyleyecek tek bir kelimem, verecek cevabım yoktu. Hissettiğim öfke artık karşımdaki oğlandan kendime yöneliyordu ve ömrüm boyunca hiç bu kadar aptal hissetmemiştim kendimi.

"Annem hakkında yanlış bir şey söyleme ihtimaline karşın annene bu konu hakkında terk bir şey sormadın." Güldü. "Bense babanla ilgili bir kez bile konuşmamaya özen gösterdim bugüne kadar. Haklısın, Jeno, duygusal olarak öyle derinsin ki beni çok şaşırtıyorsun."

Sonra arkasını döndü ve hızla kapıyı çarpıp çıktı odamdan. Bu, iki gün boyunca onu görmememden önceki son andı. Daha sonra önce varlığını yavaş yavaş üzerime sindiren, gögüskafesimden, kemiklerimden, kalbimden ve hücrelerimden içeriye ağır bir zehir gibi sızan pişmanlık sardı her yanımı.

Ertesi sabah uyandığımda karşı odadan gelen müzik sesi yoktu, merdivenlere heyecanla basan, tellere konup kalkan serçeler gibi tutarsızca hareket eden ayak sesleri yoktu. Sabah kahvaltısında sandalyelerden biri boştu. O gün Jaemin ne aşağı indi, ne yemek yedi, ne havuzda yüzdü. Ben suçluluk duygusunun verdiği rehavetle masada usul usul kahvaltımı yaparken annem ve Donghae Jaemin'in neden kahvaltıya inmediğini konuşuyordu. "Aç olmadığını, rahatsız edilmek istemediğini söyledi." demişti Donghae, fazlasıyla üzgün bir suratla. Neden bu kadar üzüldüğünü anlayamadım. Gençler veya herhangi biri bazı sabahlar aç olmayabilirdi, bu normaldi. Fakat eğer Jaemin ile aramızda geçen tartışmayı öğrendiyse ki bu normal sayılmazdı, işte o zaman böyle özgün görünmekte haklıydı. Bense hiç sesimi çıkarmadan, hiçbir şey bilmiyormuşum gibi yemeğimi yedim.

Jaemin bir sonraki gün de ortada değildi. Yine müziğin odamın kapısından içeriye dolmadığı bir sabaha uyandım. İki gündür bahçedeki çamaşır ipine kırmızı mayosu asılmıyordu. Sanki Jaemin Kordia'ya hiç ayak basmamış, bu evin içinde hiç yaşamamış ve her yere kendinden bir parça ve iz bırakmamıştı. Sanki onun henüz hayatıma girmediği o uzak, eski günlerdeydim.

Her zaman istediğim de bu değil miydi? Her şeyin böyle olması gerektiğini düşünmüyor muydum? Ben ondan nefret etmiyor muydum, Na Jaemin çekip gitsin istemiyor muydum? Öyleyse neydi bu sineme çöken kopkoyu ağırlık? Suçluluk duygusunun ve vicdan azabının da çok ötesindeydi bu his. Kocaman, ıssız bir vadinin ortasında elim kolum bağlı kalmış gibi korkunç bir yalnızlık ve boşluk duyumsuyordum. Ama asıl korkunç şey buydu. Jaemin'in yokluğunun bana eksik ve yalnız hissetirmesiydi. Hâlbuki doğru dürüst birlikte zaman mı geçirmiş veya iki kelime mi konuşmuştuk daha evvel? Arkadaş bile değildik, hiçbir şey değildik. Hiçbir şey olan biri ortada olmadığında kendini böyle bomboş hissetmesi mümkün müydü insanın?

Cevaplayamadığım sorular yığını açık kapılardan üzerime yağdı. Ben galiba esrik bir sağanağın ortasında kalakalmıştım. Ben galiba bu soruları daha uzunca bir müddet sormaya devam edecektim. Bunu, ikinci günün akşamında, Jaemin'in buzdolabının üzerine kırmızı çiçekli bir magnet yardımıyla astığı kirazlı turta tarifine bakarken anladım. Çok da düzgün olmayan el yazısına, yamuk sayılarına ve satırın sonuna sığdırılmaya çalışılan tarifle ilgili ufak dipnota bakarken, yüreğimin yaşlı bir ağaç gövdesi gibi çatırdadığını zannettim. Defterden yırtılmış çizgili kağıda dokundum usulca. Uyuyan bir hayvanı uyandırmaktan korkar gibi veya yasaklı meyveye el uzatır gibi. Ama dokundum bir kere. Uzandım ona. Jaemin'e uzattım titrek parmak uçlarımı. Sonra korkup odama kaçtım.

Bütün akşamı odamda geçirdim. Evin içinde çıt çıkmıyordu. Bahçede çekirgelerin ötüştüğünü duyuyordum yine. Penceremdeki perde sessiz sessiz inip kalkıyordu esintiyle. Kendi kendimeydim. Senelerdir olduğu gibi, bu kare şeklindeki odanın, kitaplarımın, resimli ansiklopedilerimin, yeşil çarşaflarımın, boya kalemlerimin, dağınık masamın, kelebek çizimlerimin arasında, her zamanki gibi bir başımaydım. Tek başınalık. Birlik. Benim için alışılmış şeylerdi. Hayatım bu şekilde süregelmişti. Fakat şimdi, bu odada durmak istemiyordum. Şimdi biriyle konuşmak istiyordum. Kendimi bu öğrenilmiş ve ezberlenilmiş eşyaların arasından kurtarmak istiyordum. Kalbimdeki suçluluk duygusuyla birlikte Jaemin'e gitmek istiyordum. Çok uzağa değil, hemen karşı odaya. En azından yüzünü bir kez uzaktan görmek, kendini beğenmiş sivri çenesine ve kalkık kaşlarına yeniden bakmak istiyordum.

Bütün bunların farkındalığı azap gibi ruhuma çökerken odamda duramadım. Saatler önce nasıl korkup kaçtıysam odama, bu kez öyle korkup dışarıya attım kendimi. Karanlık evin içinde merdivenleri indim usul usul. Ortalık sessizdi. Boş bir ovanın ortası gibi. Sözgelimi benim gibi. Ben de avare bir gezgindim. Başıboş bir yaban arısıydım belki ve dolanıyordum. İçten içe gitmek istediğim yeri biliyor fakat inatla kaçıyordum oradan. Ben, hiçbir şeyim olmayan bir insana varmaktan kaçıyordum.

Ancak gideceği yeri eninde sonunda bulan ayaklar için kaçmak bazen nafiledir. Bahçeye çıktım. O zaman kaçtığım yeri gördüm. Bir yer; bütünüyle, ince gövdesiyle, simsiyah saçlarıyla orada. Bahçede, havuzun kenarında oturuyor. Üzerinde uzun kollu bir pijama. Üşümüş olmalı diyorum. Çünkü biraz rüzgâr esiyor. Altında gri şortu ve çıplak ayaklarını havuzun içine daldırmış, ağır ağır ileri geri sallayarak suyun içinde gölgeler ve devinimler yaratıyor. Kaçtığım yeri buluyorum. O yer bir insanmış.

Bu kez kaçmadım. Başta tereddütle, sonra başka çaremin olmadığını anlayarak yavaşça ilerledim ona doğru. Varlığımı fark edip başını arkasına çevirdi. Göz göze geldik. Birkaç saniyeliğine titredim zannettim. Üşümüştüm belki de. Na Jaemin denen küçük beyin buz gibi bakışlarını görmem de bunun için yeterliydi. Fakat yolumdan geri dönmedim. Havuzun kenarına, Jaemin'in tam yanına geldim. Daha sonra oturdum usulca yanına. Ben de pijamalı çıplak bacaklarımı tıpkı onun gibi havuzun içine salladım. Ayaklarımı ıslatan su vücudumu ürpertti.

Bir süre, gecenin içinde, sessizliğin orta yerinde öylece oturduk. Karşımızdaki yaşlı çınar ağacının yaprakları hışırdıyor, havuzdaki suyun dibinden süzülen beyaz ışıklandırmaların ziyası yaprakların üzerinde balıklara dönüşüp dans ediyordu.
Uzaktan gelen birkaç köpek havlamasını ve yoldan geçen bir otomobilin sesini işittim. Bir şeyler söylemek istiyordum. Ancak tutuklu kalmış gibiydim öte yandan.

Göz ucuyla yanımdaki oğlana baktım. Karşıya, suyun üzerine akseden ışıltılara bakıyordu. "İki gündür Nancy Sinatra'nın sesiyle uyanmıyorum." dedim. Sesimi birden yabancı buldum kendime.

"Ne güzel işte." dedi, soğuk sesiyle. "Sevinmelisin."

İlk adımı atmış olmanın cesaretiyle devam ettim. "Tuhaf hissettim, bu yüzden sevinmeye fırsatım olmadı."

Hemen cevap vermedi. Gözlerini de benden yana hiç çevirmedi. "Tuhaf mı?" dedi sonra, histerik bir gülüş eşlik etti sorusuna.

"İki gündür ortalıkta yoksun." dedim.

"Yüzünü görmek istemedim çünkü."

Cevabıyla birlikte hiç tahayyül edemeyeceğim ağırlıkta bir kaya parçasının kalbimin üzerine yuvarlandığını fark ettim. Ellerimle kavradığım serin betonu hissettim parmaklarımın altında. Jaemin'in, aramızda duran ve o beton kadar sert ve soğuk olan duvarına çarptım şiddetle. O sırada usulca bana döndü. Göz göze geldik. Suyun yüzündeki beyaz ışıklar suratının sağ tarafında ay ışığı misali vuruyor, sol tarafı ise bahçenin arkasından gelen karanlıkla koyu bir gölgeye boğuluyordu. "Aslında hâlâ görmek istemiyorum." dedi. "Ne işin var burada? Odana gidip yokluğumun ve sessizliğin tadını çıkar."

"Tadını çıkarabileceğim bir şey yok." dedim. "Sanırım varlığına alışmışım." Birdenbire söylediğim şeye kendim de şaşırdım. Nasıl böyle düşündüğüm şeyi söyleyiverirdim? Üstelik Na Jaemin denen çayır sineğine.

"Bana alışamazsın, Lee Jeno. Bilmediğin birine alışman mümkün değil."

Hayır, öyle dedim içimden. Üstelik bildiğim şeyler de var. Ayak bileğinin ne kadar ince olduğunu ve oradaki kemiğin nasıl da sivri olduğunu biliyorum mesela. Yeni yıkanmış çamaşırların ardından görünen gölgenin yaz güneşinde kelebek kanadı gibi titrediğini, rüzgârla havalanan simsiyah saçlarını, annemin Ford Fairlane'inin arka koltuğunda camdan dışarıya bakarken müzikle beraber sallanan başını, gözlerinin öfkelendiğinde nasıl kararıp insanı girdap gibi içine çektiğini biliyorum. Ancak bunların hiçbirini söyleyemem. "Bazen bilmediğimiz şeylere de alışabiliriz." dedim bütün bunların yerine.

"Vicdanını rahatlatmaya geldiysen aradığını bulamazsın, o yüzden git bence." dedi. "Çünkü senden nefret ediyorum."

Cümlesi içime oturdu fakat aldırış etmedim. Zaten benden nefret etmesi gerekirdi. Benim de ondan nefret etmem gerekirdi. Üstelik ne söylese hakkı vardı. "Ben üzgünüm." dedim nihayet. "Asla kasten böyle bir şey söylemezdim. Bilmiyordum."

Duraksadı bir iki saniyeliğine. Ardından gözlerime baktı ancak öyle bir bakıştı ki bu, gözbebeklerimi deliyor, yüzümün ardını, içeriyi görüyor diye korkuya kapıldım. "Bilseydin de söylerdin." dedi. "Hatta bilseydin bunu çok daha önce söylerdin."

"Öyle birisi değilim. Beni yeterince tanımıyorsun ve iyi bir iletişimimiz yok ama sahiden öyle birisi değilim."

"Bunu dert etmene gerek yok, Lee Jeno." Sesi keskin. Ancak ifadesi ve omuzlarının eğikliği umursamıyormuş gibi bir görünüm veriyor. Oysa umursuyor. Bakışları daha keskin çünkü. "Kusmak istediğin öfkeyi kustun. Benden ne kadar nefret ettiğini gösterdin. Vicdan azabı çekmek yerine bunu bir zafer say. Ama çok uzun süreceğini zannetme."

"Sadece çok sinirlendim." dedim. Kapana kısılmış bir savunma içgüdüsüyle debeleniyordum. "Normalden daha fazla sinirlendim çünkü kişisel alanımın işgal edilmesinden, odama girilmesinden nefret ederim."

Güldü. "Ne çok şeyden nefret ediyorsun."

Sustum ben de. Buna ne söylenirdi? Havuzun içinde, biraz mesafeyle yan yana duran ayaklarımıza baktım. Suyun çıplak tenlerimizin arasında titreyişine, Na Jaemin'in incecik ayak bileklerine ve cildinin güneşin kokusunu taşıyan rengine ve pürüzlerine baktım. Kalbimi iki büklüm yapan bu şey de neydi?

Jaemin başını göğe kaldırıp derin bir nefes aldı. Sonra suyun dalgalanışına baktı tekrar. "Annem hastaymış." dedi. Gözlerimi yüzüne çıkardım. "Hasta ama öyle sandığımız hastalıklardan değil. Psikolojik bir rahatsızlık. Manik depresifmiş. Babam bunu evlendiklerinde zaten biliyormuş. Ama sonra annemin durumu ciddileşmeye başlamış. Bu sırada bana hamile kalmış. İki kez beni aldırmaya karar verip vazgeçmiş. Sonra da doğmuşum. Annem beni kendine yaptığı bir kötülük olarak görmüş." Titrek bir nefes verdi dudaklarının arasından. Sanki nefesi orada bir engele takılıyordu. "Bunların hepsini onun büyükanneme yazdığı mektupları bulunca öğrendim. Ben doğduktan sonra işler daha da kötüleşmiş tabi. Babamlar annemi tedavi olmaya, doktora gitmeye asla ikna edememiş. Evden kaçıp duruyormuş. Benden sonra altı yıl daha dayanabilmiş dünyaya. Sonra..." Yutkunduğunu gördüm. Gözlerini uzağa kaçırıyordu. "Sonra, ben altı yaşındayken, bir gün beni bir işinin olduğunu söyleyerek büyükannemlere bırakmış. Ardından eve gidip intihar etmiş. Nasıl intihar ettiğini bilmiyorum. Bu konu hakkında hiçbir şey söylemediler." Konuşmasının başından beri ilk kez bana döndü. Yüzüme baktı. Birden öyle dehşet verici bir hüzün sardı ki boğazımı, soluğum yarım kaldı. "Onu hatırlamıyorum." dedi. "Fotoğraflardan biliyorum. Çok güzelmiş. Ama ona dair sadece birkaç hayal gibi hatıram var, onlar da yarım yamalak."

Bir şey söyleyemedim. Bunun yerine ben de, tıpkı onun az önce yaptığı gibi sertçe yutkundum. Korkuyla. Kendime karşı duyduğum öfke katlanıp beni boğdu.

"Babam annemin intiharından sonra mahvolmuş." dedi. "Ama sırf benim için devam etmiş yoluna. Benim için uğraştı senelerce. Evet, şımarık biriyim çünkü babam bana karşı fazla hassas davrandı ve şımarmama izin verdi. Yeniden aynı şeyleri yaşamaktan korkuyor. Bütün bu zaman boyunca beni düşündü hep. Önceliği kendine vermek yerine bana verdi. Oysa şimdi, seneler sonra kendisi için bir şey yapıyor, kendisi için yaşıyor. Bir kadını seviyor. Onu çok seviyor, biliyorum. Üstelik onunlayken çok mutlu. Bu kez ben onun mutlu olmasına izin vermek istiyorum. Senin anlayacağın, sana ve kaba sözlerine katlanıyorsam tek sebebi babam, Jeno. Başka bir sebebi yok."

Sarsılmış gibi suskunlaştım. Kaburgalarımı ve göğüskafesimin her bir kemiğini saran buhranlı ağrı, yakıcı bir pişmanlık ve hüzün vardı. Lee Jeno olalı kendime karşı hiç böylesine öfke duymamıştım.

"Benden nefret etmeye devam edebilirsin. Bunda tamamen özgürsün. Ama bir daha annem hakkında bir şey söyleme. Kaçmak isteyip kurtulamadığım şeyleri benim gözlerimin içine bakarak bana hatırlatamazsın." Cümlesinin sonuna doğru öfkesi gün yüzüne çıktı ve dili ince, zehirli bir yılana dönüştü. Beni tehdit edermiş gibi yüzüme biraz yaklaşmıştı ve ben öyle bir anda onun çok güzel olduğunu düşündüm aniden. Artık boğulacağıma adım kadar emindim. Bir çayır sineği beni oracıkta, havuzun başında nefessiz bırakıp kaçacak, ardına bile bakmayacaktı.

"Özür dilerim." dedim, fısıldayarak. Sesimi yükseltme gücünü kendimde bulamadım. "Çok üzgünüm, özür dilerim." İşin aslı sahiden de iliklerime kadar üzgündüm.

"Bir daha özür dile." dedi.

Sorgulamadım. Bunun yerine tekrar "Özür dilerim." dedim aynı fısıltıyla. Fakat ben cümlemi sarf ederken Jaemin'in gözlerimdeki gözleri usul usul, ipekten bir yığının üzerinde kayıyormuş gibi dudaklarıma indi. İkinci kez. Koyu mağaraları benim soluk ve cılız dudaklarıma akıyordu. Öylece durup bekliyordum. Kalbim yerinden fırlayıp havuzun dibini boylayacak, bacaklarım güçsüzlükten kırılacak, soluğum bir daha asla eski düzenine kavuşamayacaktı sanki. Gözleri, öylece, dudaklarımda durdukça aklım beynimden firar ediyordu.

O an biliyordum ki, Na Jaemin tam şimdi beni öpse ona hayır demezdim. Kaçmazdım. Çayır sineği dudaklarıma konsun istedim. Ya da kozasından çıksın, kanatlansın, evimizin küçük ateş güzeli benim dudaklarımda alev alsın istedim. Ama hiçbiri olmadı. Bunun yerine Jaemin kendini de, bakışlarını da benden uzaklaştırdı. Sonra sessizce ve yavaşça oturduğu yerden kalktı ve arkasını dönüp evin içine girdi.

Onu gecenin karanlığında kaybettim. Kendi gitti fakat kalbimdeki çarpıntısı, havuzun suyuna sinen sıcaklığı, yaz rüzgârı gibi burnuma değen taze kokusu ve nefesinin yüzüme değişi bir süre daha benimle birlikte orada kalmaya devam etti.

🦋


JENO'MUN INSTA ACMASININ SEREFINE YB !!🥳

Continue Reading

You'll Also Like

2.9K 473 17
jeno: renjun bana iyi geceler fındık burunlum dedi ama benim burnum kelesti nomin, text başlangıç: 270124 bitiş:090224 © youarenct,2024
110K 11.4K 66
//markhyuck// ... Birkaç kez sertçe yutkunup ilk kez dolan gözlerini gizlemeden gözlerime baktı. Yağan yağmur muydu bütün bedenimi üşüten, yoksa onu...
36K 1.9K 32
Kızın sesini duyunca Alaz'ın omuzları gevşedi. "Öldüm, Asi." Gözlerini kızın yüzünde dolaştırdı. "Sensiz geçirdiğim her gün biraz daha öldüm." Asi al...
134K 14.5K 52
Jungkook, erzağının bitmesiyle kendine yiyecek birşeyler ararken, Taehyung'un liderlik yaptığı bir küçük bir şehirle karşılaşır. Jungkook, açlığını d...