KAN MEVSİMİ (KİTAP OLDU)

By ekinskoch

34.6K 2.4K 3.9K

Basılı metin tam haliyle aynı zamanda wattpad üzerinden yayınlanmaktadır! Ruslan bir vampirin aşkının zalimli... More

1.0. Fransız Öpücüğü
1.1. Sevgimi Isıramayacağın Bir Yere Sakladım
1.2. Sonsuza Dek Beraberiz
1.3. Duygu Körlenmesi
1.4. Ölümsüz Yaralar
1.6. İlk Önce Düşlerim Parçalandı
1.7. Takıntılı Aşk
1.8. Kadersel Karşılaşma
1.9. Bana Sımsıkı Sarıl ve Hiç Bırakma
1.10. Değer Kaybeden ve Değerlenen
1.11. Kabuk Bağlamak
1.12. Bir Gözyaşı Düeti
1.13. İstanbul'un Sahibesi
1.14. İs ve Reçine
1.15. Saat Başları (ve diğer tüm dakikalar)
1.16. Geç Romantikler
1.17. Çapraz Sevişme
1.18. Sana Ait Her Şeyi İstiyorum
1.19. Teslimat Günü
1.20. Narsistle Dans
1.21. İkiyüzlüler
1. Cilt - Sonsöz

1.5. Dışarıda Kalan Her Şey

1.5K 142 249
By ekinskoch

Likya
🩸

Onu ben öldürmüştüm! Yaptıklarımı düşündükçe kendimden çok utanıyordum. Hem suçlu hem güçlü demek böyle bir şey demek oluyordu herhalde. Cinayetin üstünden haftalar geçtikten sonra bazı kayıp anılarım geri gelmeye başlamıştı. Karya'yı öldüren ben olmalıydım çünkü gözümün önünden gitmeyen o görüntü her şeyin kanıtıydı.

Onu yedikten hemen sonrasıydı. Düşüncesi bile mide bulandırıcıydı ama başımı döndüren tokluk hissini hatırlıyordum. Bir seyirci olarak mı yoksa bedenin kontrolünün sahibi olarak mı bu anılara ortaktım hala emin değildim. Ama anımsıyordum. Kan birikintisinin üstünde bir yemek artığı gibi kalakalmış kolyede "K" harfi vardı. Ona uzanmış, dudağımı büzmüş ve boynumdaki kolyeyle yer değiştirmiştim. Suçu kardeşimin üzerine atmıştım.

Kim bilir, belki de bu suçluluk duygusuyla onu hayalimde yaşatıp içimde bir yere hapsetmiştim.

Karya

Beni Likya öldürmüştü. Başta emin olamamıştım ama artık emindim. Anılar parça parça geri geliyordu. Beni yere devirip karnımı deşen elini hatırlıyordum. Kemiklerimi parça parça kırışını, acıdan bilincim kapanmadan önce etimden aldığı her ısırığı hatırlıyordum. Parça parça tüketilişimi. Bir de çekim vardı. Onun içine zihnen ya da ruhen akıyor gibiydim.

En nihayetinde gözümü, önümdeki korkunç bir katliam manzarasına açmıştım. Benden geriye tek bir şey bile kalmamıştı. Sadece bir şey. Kolyem...

Hissettiğim korku ve hüznün bir tarifi olamazdı. Ölüler ölürdü ve tekrar bir şey hissetme şansları olmadan öte tarafa göç ederlerdi. Bir ruhun duyduğu acının neye benzediğini bilemezdim. Ama insani olamazdı. Ben olabilecek en insani şekilde hayatımı kaybetmiş olduğuma üzülmüştüm. Genç yaşımda, hayallerimin hiçbirini gerçekleştiremeden öldüğümü anlayınca hepsini hissetmiştim; hayal kırıklığı, acı, hüsran ve öfke...

Ölmekten hep korkardım. Bir şeyler yapabilmek isterdim: Hayatta olduğum zamanı onurlandırıp dolu bir hayat yaşayabildim demek. Ama korkardım da. Ya bunu diyemeyecek kadar erken ölürsem diye. Ölmüştüm. Gözümden bir damla yaş süzülmüştü. İçten içe kendime kızmıştım. "Başaramadın Karya," diye azarlamıştım o korku dolu kızı; korktuğu başına gelen kızı. "Dolu diyebileceğin bir an bile yaşayamadın."

Beni Likya öldürmüştü ve buna karşı yoğun bir sitemle doluydum. Paylaştığım zihnin sahibi olduğunu anladığımdan hıncımı, yaşamak için son şansım olan bu ölümlü bedenden çıkarmak istemiştim.

Burada yapamazdım ki? Bu nasıl mümkün olsun? Hiçbir hak iddia edemeyeceğim bir vücuda sahiptim. Benimkinin tıpatıp aynısı olsa dahi hiçbir zerresi bana tanıdık gelmiyordu. Onu çalmışım gibi hissetmeme engel olamıyordum. Likya benim hayatımı çalmış olanken ben bedeninde bulunmayı ağza alınamayacak bir ayıp gibi görüyordum.

Suçsuz olmadığım noktalarda dahi bu kadar suçlu hissettiğim düşünülürse kim bilir Likya ne düşünecekti? Kendi ikizini öldürmüş bir cani olmak benim gönlü hovarda, duygusal ve usul kardeşimi yıkardı. Aramızda en güçlü olan hep ben olmuştum. Zorluklara göğüs gerebildiğim için önüme dikenlerden bir yol döşenmişti ve zamanla acılara karşı nasır tutmuştum. Oysa Likya...

O çok narindi.

Bu yaptıkları kaldırabileceğinden çok fazlaydı.

Zaten hâlihazırda hissettiklerimle tekrar mutlu bir gün geçiremeyeceğimi içten içe biliyordum. En azından onun hayatı kararmasın istedim: O bir katil olduğunu bilmesin, bense her zaman suçlayabileceği ve tartaklayabileceği bir kum torbası olayım...

Çoktan ölüp gitmişken kendini feda etmek sandığımdan kolaydı.

Kolyelerimizi değiştirirken Likya'yı koruduğumu düşünüyordum.

Onun bunu kendi üstüne alınacağını tahmin edemezdim.

Likya

O günden sonra ne olduğumuzu anlamak çok zaman almamıştı. Bir canavardık. Kim katil kim mağdur olursa olsun bizdik. Birdik. Bu işin içinde birlikteydik. O yüzden birbirimizi suçlayıp tartaklamayı bırakmış, içinde olduğumuz durumu değerlendirmeye başlamıştık.

Kardeşi kardeşe düşüren bir açlık...

Evimizde kalan herkes için bir tehlikeydik. Bir bahane bulup ücra bir pansiyonda kalmıştık. Fakat bir hafta içinde hem odanın geceliğine hem de kilolarca et alışverişine döktüğümüz paramız suyunu çekti.

Bir başına sokaklarda kalmış bir genç kız için İstanbul sokakları çok tehlikeliydi.

Savunmasız görünümlü genç kıza sulanmayı düşünenler için ise biz büyük bir tehlikeydik.

Zalim bir açlıktı bu; bitmek bilmeyen. Nedenini anlayamadığımız bir bilmeceydi sanki. Bize saldıranlara saldırmamak, kimsenin canını yakmamak için toplumdan iyiyce uzaklaşırken kendimizi yanmış bir evin döküntüsünde bulmuştuk. Arada gelen evsiz veyahut uyuşturucu bağımlısı ziyaretçilerimize zarar vermemek için en son çare açlığımızı köreltmeye; sokak hayvanlarıyla beslenmeye başlamıştık. Zamanla bir hayvandan farkız yaşar olmuştuk.

Dışarısı bizim için vahşi hayattan farksızdı. Bir avcıydık ve avlanıyorduk. Ama insan yanımız bir katil olmaya hazır hissetmediği için insandan ve insani olandan hızla uzaklaşıyorduk.

Bizi işte öyle bir zamanda buldular.

Kir, kan ve umutsuzluk içinde ışığı unutmuş bir yırtıcı iken...

Haftalar mı yoksa aylar mı geçmişti, söylemesi güçtü. Ailemizin bizi kayıp ilan edeceği kadar çok süre sonraydı. Bizi bu sayede aramaya çıkmışlardı. Bunun gibi gizemli kayboluşlar alışık oldukları vakalardı.

Bize vampir olduğumuzu söylediler. Katı beslendiğimiz için gulyabani de deniyordu.

Gulyabanilerin yerleştirildiği bir yetimhaneye götürülürken tüm gizem perdelerini aralamış, kafamıza takılan her soruyu yanıtlamışlardı. Neden ve nasıl olduğunu bilince kolaylaşması gerekmez miydi?

Oysa her şeyi kabullenince içinde kalakaldığın durumu kabullenmek ve bununla yaşamayı öğrenmekten başka bir seçenek kalmıyordu.

Bizim sınavımız böyle başlamıştı işte.

Karya

3 yıl sonra...

"Sizi kimin dönüştürdüğünü bilmiyorsunuz yani?" dedi küçük kız. Dudakları arasına götürdüğü kandan lolipop dilini kırmızıya boyuyordu. Gözlerimi kaçırmak istememe neden olacak kadar yanlış bir görünüşü vardı. Vampirler ideal yaşına çıkar ya da inerdi. Fakat o çocukluğuna dönmüştü. Hep çocuk gibi davranmaya alıştığı için zihni onun için en ideal yaşın çocukluğu olduğunu düşünmüş olmalıydı.

Rahatsız ediciydi. Saçlarını iki yandan toplamış, kiraz tokalı bir kız çocuğunun ölgün teni... dişleri arasında döndürdüğü lolipopun içinde emildikçe açığa çıkan yusyuvarlak göz... sivrilmiş vampir dişleri... Hepsi çok yanlıştı.

Karşıma oturmuş ayaklarını aşağı yukarı sallayarak benim için kabullenmesi güç soruları sorup duruyordu.

Derin bir nefes alır gibi ciğerimi şişirip indirdim. "Evet, o gün eve dönen her hangimizdiyse dönüştürülmüştü ve bunu bilmiyordu." Zamanla kimin kimi öldürdüğü konusunda yeni veriler eklenmişti. Hepsi daha da puslandırıyordu gerçeği. Artık beni öldürenin Likya olduğundan o kadar emin değildim. Öyle ya da böyle birimiz öldürülmüş, vampire dönüşüp diğerimizi öldürmüştü. İkimiz de mağdurduk; sadece farklı şekillerde.

"Bu yüzden kendini kaybedip saldırdı yani," dedi cıvıltılı bir tavırla. Bu kısmı aklını başından alırmış gibi kırmızı dilini dudakları üzerinde gezdirdi. "Sonra da kardeşini yedi."

"Yedim. Yedi. Yedik..." dedim uflamaya benzer bir yavaşlıkta. Bunu açıklaması zordu. Hangi iyelik eki neye gelmeli, kim neyi yaptı, kim suçlu kim suçsuz, suçumuz en başta neydi; birbirine girmişti artık.

"Ama bu noktada özel gücünüz devreye girdi, değil mi?" diye doğrulanma aradı sanki uykuya yatırılmadan önce okunan masalın devamını merak etmiş sabırsız bir çocuk edasıyla.

Huysuzca başımı salladım. Bu bir çocuk masalı değildi. "Bilinç emebilme gücümüz olduğunu bilmiyorduk. Her şey koca, berbat bir kaza sonucu meydana geldi."

Bilmeden öldürdük, birimiz bir diğerini. Açtık ve kendimizi kontrol etmeyi bilmiyorduk.

İstemeden emdik ölen kardeşin bilincini. Zihnimize birebir kopyaladık artık mideye inmiş beyne kayıtlı tüm verileri.

Bu sayede asla ölmedi aslında ölen. Eksildik ama yok olmadık. Bölündük. Çoğaldık. Aynı bedeni paylaşan iki zihin olduk. Aynı ölümsüz hayata mahkûm iki kardeş...

"Farkında olmasan da ikizini tamamen yemen iyi olmuş ama. Sana demiyorum. Katil olanınız hanginizse ona diyorum." Lolipopunu sertçe ısırıp cam kırıkları gibi parçalanan kan pıhtılarını arabanın halı kaplamasına saçtı. Dişlediği gözü ağzına alıp çiğnemeden yuttu. İğrenç, mide bulandırıcı bir yutkunma bana o ilk geceyi hatırlattı. "Artıklar bıraksaydın kim bilir... Belki bilincini tamamen ememezdin. Eksik kalırdı kardeşin. Bu kadar gerçekçi olmazdı."

"Gerçek zaten!" diye doğruldum yerimden öfkeyle. Bir çocuğun terleten sorularının yanı sıra asabımı bozan bir saldırganlığı da vardı bacaksızın. Beni bu görevde onunla kim eşleştirdiyse iyi bir yumruğu hak etmişti.

Hareket eden aracın ani dönüşüyle dengemi sağlayamayıp koltuğuma geri devrildim.

Süpervizörümüz Tolga, sürücünün yan koltuğundan arkasına dönüp küçük kızı azarladı. "Yeter artık Ayşegül. Rahat bırak kızı."

Hiç aldırmadan bana bakmayı sürdürdü. "Ama asla bilemezsin: Ruhunu da emip emmediğini bilemezsin ki." Benim hışmıma karşın sükûnetle konuşan kız bacak bacak üst üste atıp gülümsedi. "Sonuçta özel gücün sadece bilinci emebilmek."

Kalbimin ezilmesine neden olan gerçeği dillendirmişti. Biz diyemezdim. Likya da bu duruma benim kadar içerliyor, korkuyor mu bilmiyordum çünkü. Üstüne hiç konuşmamıştık. Konusunu geçirmemeye ayrı bir özen gösteriyorduk.

Ne fark eder ki, diyebilmeliydim. Ama değildi işte. Fark ederdi. Ruhu göçüp gittiyse eğer ölmüş olanın... Sadece zihni kopyalanmışsa... Ölen gerçekten de bir asalak gibi yaşıyor demekti. Bu beden üzerinde hiçbir hakkı yoktu. Bu dünya üzerinde hiçbir gerçekliği yoktu.

Eğer ruhu yoksa ölüp göçenin... Bu katilin zihninde yaratılmış bir gerçeklikti ve sadece zırdelilikle açıklanabilirdi.

Baktırabilirdik aslında. Bunun için cadılara gidebilirdik. Tek bir soru yeterdi korkunun gerçek olması için. İki ruhun ağırlığıyla mı yaşanıyor bu ömür yoksa çoktan yapayalnız mı kalmış cani, cadıların mistik bağlantılarıyla anlaşılırdı. Doğrulanmak kulağa fena gelmiyordu ama aksini düşününce fenalaşıyordum. Gerçeğimiz yanlışsa bizi çok daha zor bir gelecek bekliyordu.

Bununla baş etmesi bile yeterince zorken fazlasının riskine girmiyorduk.

Araç durduğunda bizi bıraktığı gibi uzaklaştı. Karşılıklı oturabileceğimiz kadar geniş olması az önceki gibi sohbetimiz bol olsun diye değildi. Genelde böyle gecelerde içeri birilerini tıkardık: cesetleri. Yemek toplamaya gelmiyorduk elbette. Ama ola ki biri öldü, arkamızda bıraktığımız bir ceset ziyan sayılırdı. Yetimhane için morglar ve kimsesizler mezarlığı şu sıra yetersiz kalıyordu. Sadece vampir olsaydık bağışlarla her şey daha kolay olurdu. Kan yenileniyordu. Kesilen kol yeniden çıkmıyordu.

Tolga karşımızdaki opera binasının önündeki meydana doğru yürüyüp sigarasını yaktı. Ciğerleri eskisi gibi çalışmadığı için nikotininden yeterince yararlanamıyordu ancak ölmeden önce sigara içenler kendini içmek zorunda hissederdi. Başka türlüsünü bilmezlermiş gibi numaradan da olsa içip dururlardı.

Arkasından gitmediğimizi görünce bize baktı. Ayşegül küçük beyaz bir elbise ve pembe yağmurluk giyinmişti. Bense annesi gibi görünmek için oturaklı bir gece elbisesi ve görev için saçmalıktan ibaret stilettolar giymiştim. Baştan aşağı siyahtım. Paltoma biraz daha sarınıp soğuk nefesimi ısınmak ister gibi içeri üfledim. "Sigaranı yaktığında planın son bir kez üstünden geçeriz. Bu hep böyleydi." Ayşegül bile biliyormuş gibi beni bırakmamıştı. Ya da annesinin elini bırakmayan uslu bir çocuk taklidi yapıyordu.

"Artık ezberlemişsindir diye düşünmüştüm," dedi ağır ağır bana doğru ilerlerken sonra ani bir şüpheyle yaklaşıp gözlerime baktı. "Karya? Sen misin bu?" Ellerini ensesini götürüp meydana doğru birkaç adım arşınladı. "Şaka mı yapıyorsun kızım? Bu görevi Likya yapacak diye konuşmuştuk."

Gözlerimi kaçırdım. "Geçen görevde de kontrol ondaydı."

"Sen de durup durup kardeşimin bilincini gasp edeyim mi dedin yani? Bunun ne kadar saçma duyulduğunun farkında mısın?" Sigara tutan elini bu sefer alnına götürüp kuzgun karası saçları arasına daldırdı. Az kalsın kendi saçlarını yakacak kadar sinirlenmişti.

"Aslında Likya kendisi izin verdi. Biz birbirimizi zorlamayız," diye diklendim. Kendi kardeşim dahi bunu sorun etmiyorken Tolga'dan böyle azar işitmek canımı sıkmıştı.

"Likya kim oluyormuş da izin veriyormuş? Eski zamanlardaki gibi birbirinizin kılığına giremezsiniz. Artık ne çocuksunuz ne de hayattasınız." Dudakları düz bir çizgi haline gelmişti. Öfkesine rağmen kusursuz bir diksiyonla bizi yerden yere vuruyordu. Üstüne ince bir kontur şeklinde bırakılmış bıyığı eklenince tam bir İstanbul beyefendisiydi. "Bu görevler Lonca tarafından veriliyor ve ekipte kimin yer alacağını da onlar belirliyorlar. Likya dedilerse Likya gelecek. O kadar!"

Gözlerimi devirdim. Lonca'nın adını da andığına göre ciddiydi ve bana pek bir söz bırakmamıştı.

Yana baktığımda Likya'nın -hayali görüntüsünün- orada dikilip mahcup bir ifadeyle Tolga'yı izlediğini gördüm. Sanki "Beni bu duruma senin itirazların ve kaprislerin düşürdü," dercesine bana döndü. Haklıydı.

Okula başladığımızdan beri her gün ben dışarıda kalmışım gibi hissetmiştim. Herkes Likya'yı severdi. Ona taparlardı. Ama kavgacı, alıngan ve huysuz Karya'yla kimse iyi geçinemiyordu. Yine yapmıştım yapacağımı anlaşılan. "Özür dilerim," dedim. Tolga üstüne alındı ama ben Likya'ya söylemiştim. Uzanıp narin elini tuttum ve kontrolü ele almasına izin verdim.

Güçlü bir çekim ile birlikte kaydığımı hissettim. Gözlerimi açtığımda perspektiflerimiz değişmişti.

Likya bedene sahipti.

Bense dışarıdaydım.

Likya

Karya çoğunlukla zor bir insandı. Kardeşim bile olsa, normalde tahammül etmeyeceğim türde şeyler talep ederdi. Fakat içinde bulunduğumuz hassas durum sebebiyle ona karşı boynum kıldan inceydi ve yıllarca deviremediği irademi çökertmişti.

Artık kardeşime ve karanlık dünyasına tamamen teslimiyet göstermiştim. Zaten vampirlerin asalak hisleri en karanlık olanları zihinde tutmaya yarıyordu. Bozuk bir plak gibi aynı negativiteyi yayan Karya'yla kendi zihnimin içinde sağ kalmak neredeyse imkânsızdı. Felaketleştirmediğimiz bir olay yoktu. Tatmin olabildiğimiz bir karar, tek ufak bir an bile yoktu.

Bunun bir bıkkınlığa dönüşmemesi için yoğun bir çaba sarf ediyordum fakat içinde olduğum çıkmazda bu imkânsızdı. Yalnızca Tolga... Onun varlığı bana iyi gelebilmişti.

Hala çatık kaşlarıyla bana bakmayı sürdüren genç adamı baştan aşağıya süzdüm. Vampirlerin en kusursuz, en baştan çıkarıcı görünüşlerine evirildiklerini biliyorduk. Fakat genetiğine göre potansiyelin de değişiyordu. Tolga gür kaşlarının hemen altından başlayan sürmeli gözleri ve köşeli çenesiyle tam bir Yeşilçam erkeği gibiydi. Zamanımın çok öncesinde dönüştüğü için hala geçmişin nostaljisini üstünde taşıyordu.

"Likya," dedi sert ama içinde bana karşı zaafını belli eden şefkat gizli bir sesle. "Bir daha böyle bir şey olmasın!"

Başımı usulca sallayıp şimdi gidebiliriz dercesine arkasından ilerledim. Ayşegül hemen yanımda yürümeye başladı.

Tolga'nın dimdik sırtına bakarken düşüncelere dalmama engel olamadım. Herkes dik durabilirdi ama yıldırılmaz, demirden bir bileğe sahip gibi görünmek kişiye hastı. Yakışıklılığının dışında, üstündeki kıyafetler de soyulduğunda altından çıkan geniş vücudu bunu iliklerime kadar hissettirirdi.

Birkaç yıl onu uzaktan süzerken kafamda canlandırdığım fantezi, gerçeğiyle teyit edilmişti. Onunla birlikte olduğumuz sabahlar çıplak teninin her bir köşesi üzerinde dilimi gezdirme dürtüme engel olamıyor, sadece onun arzusuyla kavrulurken birinin etinden bir ısırık alma fikrine yükseliyordum. Tabii bilinç emebildiğimizi öğrendikten sonra Karya ile asla canlı birine dokunmamak - yani yememek - üzerine ant içmiştik. Bir kez daha başkasına ait zihni içimize çekme düşüncesi berbattı.

Opera binasının önündeki geniş taş meydan yağmurla ıslanmış, karşısındaki pırıl pırıl, şanlı yapının görüntüsü ayna gibi yere yansıtmıştı. Ayaklarımdaki topuklular aceleci adımlarımı zorlaştırıyordu fakat onlarla Karya kadar güçlük çekmiyordum. Güzelliğin konforlu olamayacağını kardeşimden önce öğrenmiştim.

Tolga bize bakmadan konuşmayı sürdürdü. "Kulak tıkaçlarınızı kontrol edin. Konser başlamadan taktığınızdan emin olun."

Elim paltomun cebindeki iki küçük süspansiyon tıkacı buldu. Neyse ki Karya kara mizahıyla yerini değiştirmeyi akıl etmemişti. Hayatıma anlam katan müzik her nasılsa vampir olduktan sonra bir kâbustu. Notaların titreşimleri hassas algımı bozuyor, beynime vurulan çekiçler gibi katlanılamaz bir acıya dönüşüyordu. Tıkaçlarla müziği susturmaya çalışacaktık fakat susan tek şey bu değildi.

"Salona geçilmeden önce işimizi halledip gitmeye bakalım. Tıkaçları bir kere taktıktan sonra iletişim kurmamız zorlaşacak," diye doğruladı Ayşegül.

Tolga kapıya gelirken omzunun üstünden bana bakıp gülümsedi. "Likya bir istediği olduğunda söküp almasını çok iyi bilir." Gözlerindeki kışkırtıcı ifadeyle midem burkuldu.

Pislik herif, beni nasıl etkileyeceğini çok iyi biliyordu.

Bu akşam görevimiz başarılı olursa Tolga'nın odasının yolunu tutacağıma hiç şüphe yoktu.

Elbette işverenimizin altına yatınca her hareketimi yargılayan kardeşimin gözünde aşağılık bir sürtük olmuştum; bir kez daha. "Beni hiç şaşırtmadın Likya," demişti ilk gecemizde. O anı yüzlerce kez hayal etmiştim ama hiçbirinde Karya'nın zihnimden fırlayıp beni yargılayacağı yoktu. Yine de zamanla aldığım zevke ve sevdiğim adamın dokunuşları arasında Karya'nın sesi küçük bir sinek vızıltısına dönüşmüştü. Tolga benim için her şeyi katlanılır kılmıştı.

Karya'nın bilmediği bir diğer şey ise hayatımdaki her erkeği erotize ederek yatağa atmamıştım. Yatağa atmak istediğim tek erkek Tolga olduğu için onunla daha çok zaman geçirmenin yollarını aramış ve yetimhanenin saygıdeğer öğretim görevlisinin boş zamanlarında ne gibi aktiviteler yaptığını keşfetmiştim.

Esilya Yeraltı Loncası'nın İstanbul'daki bir numaralı adamı olması pek de saygın sayılmazdı ve bu sebeple gizli tutuyordu. Ahlaklı görünen bir adamın ne gibi pisliklere bulaşmış olabileceği düşüncesi beni daha da heyecanlandırmıştı. Sırrını öğrendiğimde, beni susturmak için iş teklif ettiğini düşünmüştüm. Ancak o zamanlar bilmediğim Tolga'nın da benden etkilendiği ve benimle aynı sebeplerden ötürü daha çok zaman geçirmek istemesiydi. Bu sayede beni ve Karya'yı Lonca'nın yeni yıldızı yapmıştı: kod adı İkizler.

Her şey en başından beri bir aşk oyunuyken Karya dikkatsiz ve umursamaz olduğu için hiçbir şey anlamamıştı. Sonuca baktığından, gözünde patronuyla yatan aşağılık bir kadındım. Şimdi de kendini, bana karşı tüm bu özel muamelenin başlıca sebebinin ona bacaklarımı açıyor oluşum olduğuna inandırmıştı.

Sırf iki dakika susması için ona bu görevi yürütmesi için müsaade etmiştim ve başımıza gelenler ortadaydı. Tolga'nın kızgınlığından korkmuyordum. Fakat gözünde düşüyor olma fikri içimde önlenemez bir panik dalgası yükseltiyordu. Seviştiğimizde dudaklarımı sanki hayattayken oksijene ihtiyaç duyduğu gibi öpüp içine çekmeyeceğini, her zerremi bağımlısıymış gibi sarıp tüketmeyeceğini düşündükçe fenalaşıyordum. Aramızdaki bağ şu an zirve noktasındaydı ve Karya yüzünden bu da etkilenmeye başlarsa yıkılırdım.

Bunu da mahvetmesine izin veremezdim. Vermeyecektim.

Kapı açılıp kontrole ilerlerken insan dalgası her zamankinden daha hafif bir etki bıraktı üstümde. Tolga'nın ensesindeki bir noktaya kendimi odaklamışken çevredeki hiçbir şeyin önemi olmuyordu. Sonradan kademeli bir şekilde algımı genişlettim ve kalabalığı taramaya başladım.

Bilgi almak için gönderildiğimiz zengin iş adamı bugünkü prömiyerde olmalıydı. Birbirinin aynısı takım elbiselerle kimin kim olduğunu ayırt edemiyordum fakat her nasılsa özel korumalarıyla tek bir bilinçle hareket eden grubun adım seslerini tüm o kaosun içinde seçebilmiştim. Geniş fuayeyi gözlerimle tararken onları göremedim ama elimden geldiğince odaklı kalarak nereye gitmiş olabileceklerini aklımda tutmaya çalıştım. Dikkatimi Tolga'nın kolumu tutarak beni uyarması dağıttı.

"Gözlerini aşağıda tut Likya. Bu ışıkta renkleri daha net belli oluyor."

Unuttuğuma hayret ederek hızla yere baktım. Gözlerim lenslerle saklamaya çalışmadığım zaman da bir garipti. Bir gözüm olması gerektiği gibi kıpkırmızı, bir diğer ise buz mavisiydi. Gözümüze rengini kalbimiz yerine ekilen kristal verirdi. Benim kalbimin oyuğunda iki farklı kristal vardı. Kızıl ve mavi kristaller iç içe geçmiş, yin ve yang gibi birbirine karışmadan sarmalanmışlardı.

Bunu hep içimizde bir masumun, bir insanın ruhunu daha taşıdığımıza yormuştuk Karya'yla. Kırmızı canavar taraftı, mavi ise insani yanımız. Belki de bu bizim için hala bir umut olduğuna bir işaretti. Belki tamamen bir yaratığa dönüşmemiştik henüz. Yaptıklarımız affedilmez olsak da...

Lenslerle kırmızıyı da maviyi de benzer bir kahve tonuna dönüştürmeye çalışıyorduk. Çift renk göz rengi olan insanlar olurdu olmasına ama bu kadar nadirken ve biz bu kadar dikkat çekmek istemiyorken kahve güvenli bir tercih gibi görünmüştü. Ne yazık ki ışık ton farkını gözler önüne seriyordu.

Beni uyardığı gibi önümüzdeki sıranın bitmek üzere olduğunu hatırlatması gerekince Tolga kulağıma eğildi. "Topla kendini güzelim. Bu iş sende."

Aslında ne kadar dağınık olduğumun farkına varınca gerilmiştim ama sözleri arasına iliştirdiği resmiyetten uzak küçük hitabeti içimi ısıttı ve gülümsememe engel olamadım. Duymuş gibi derhal bana bakan Ayşegül'ün gözlerinde Karya'nın ayıplayıcılığından farklı olarak bir kurnazlık ışıltısı gördüm. O kızın sorularından da belli olduğu üzere ağzına asla laf vermemeliydim. Kendime hızlıca çeki düzen verip aygıta yürüdüm.

Elini kısa bir süreliğine olsa da bırakmak iyi gelmişti. Ayşegül, isminin bu olduğuna bile emin olmadığımdan belki Lonca'daki unvanıyla: Cimcime diye seslenmeliydim, korkutucu bir kızdı. Cimcime hakkında duyduğum söylentiler kan dondurucuydu. Tolga dahi ondan diken üstünde söz ederdi.

Kontrolden geçerken üstümüzde tek bir metal ötmedi. Bir vampir olarak bunlara ihtiyacımız yoktu. Dümdüz tutulan parmaklar en sert elmaslardan güçlü, uzayan tırnaklarımız bir metal kadar keskindi. Sadece dişlerimizle değil, her yanımızla öldürücüydük.

İçeri geçince Tolga benimle eşine veda eden bir adamın rolüyle öpüp başka bir yöne doğru giderken Ayşegül hala imalı bakışlarla beni izliyordu. Bizi daha iyi gözleyebileceği yere gitmekte olan Tolga'nın uzaklaşınca Ayşegül'den gelecek yeni bir soru dalgasına hazır bekledim. Umarım bunu burada yapmazdı çünkü Tolga duysa tedirgin olmaz öfkelenirdi. Benim yüzümden Lonca'yla iplerin gerilmesi en son isteyeceğim şeydi.

Bu nedenle hiçbir şey olmamış gibi işime odaklanmaya çalıştım. Neredeydi bu iş adamı bozuntusu? Grubunun adım seslerini kulise giden koridorlara yakın bir yerde kaybetmiştim. Tolga'nın rahatlatması ayrı, Ayşegül'ün üstümdeki bakışları ayrı dağıtmıştı dikkatimi. Gözlerimi kapatma içgüdüme karşı koyarak zihnimde opera binasının planını canlandırmaya çalıştım. İki gündür incelediğim planı artık ezberlemiştim ve adımların gidiş yönünü hayal ederek hayali bir rota çıkarmaya başladım.

"Gidiyor olabilecekleri birkaç yer var," diye fısıldadı Tolga uzaktaki bir yerden. Sanki zihnimi okumuştu.

Onun sesine her daim tetikte olduğum gibi kendisi de benim cevabımı duymuş olmalıydı. "Kulis - elektrik odası - tuvalet."

"Kulise gidiyor olabilir mi?"

"Bana kalırsa hayır. Bu gösteriye bağışta bulunduğu için katıldı," dedim dudaklarımı bile kıpırdatmadan. Araştırmamı yapmıştım. "Sanatçıların herhangi birisiyle tanışıklıkları yok ve Faruk Bey'in gösteriden önce onlarla tanışacak kadar ince ruhlu olduğunu sanmıyorum."

"Bu durumda iki seçecek kalıyor," dedi Tolga. "Elektrik odası ya da tuvalet."

"Prostat kanseri geçmişi var. Sık sık tuvalete gitmesi en güçlü ihtimal." Cevabımızı bulmuştuk bile.

"İşte benim kızım!"

Tolga'yı gururlandırmış olmak bana dünyaları verdi o an. Ama Ayşegül'ün de bizi dinlendiğini biliyor ve bu kadar gerginken tam anlamıyla sevinemiyordum.

Ayşegül'ü tuvalete doğru çekiştirirken adımlarını zorladığını biliyordum. Derdim o sinirlerimi hoplatan gözlerini artık üzerimden çekmesi ve bir çocuk nerelere bakıyorsa oraya bakmasını sağlamaktı. Bunun için küçük kızını tartaklayan bir anne gibi görünmekle bir problemim yoktu. Fakat tuvaletin önündeki insan kalabalığını görünce yavaşlamam gerekti.

Hepsi Faruk Bey'in adamlarıydı. Tuvalete giden mermer koridorun önünü bir barikat gibi sarmışlardı. Anlaşılan bu kadar korunaklı olmak isteyen bir adamın umumi tuvaleti kendine kapattırabilme gibi bir lüksü oluyordu. Ne yapacağımı düşünmek için Ayşegül'ü durdurup önünce diz çöktüm. Elbisesinin fiyongunu bağlıyormuş gibi yaparken de güya kızımla konuşuyordum. "Biraz daha tutabilir misin annecim? Sanırım içeride önemli biri var. Beyefendilere izin verelim bir süre."

Ayşegül bana tuhaf tuhaf bakmayı sürdürürken gözlerimi büyültüp sadece vampirlerin duyabileceği bir desibelde fısıldadım. "Bana şöyle bakmayı kes artık! Kız çocuklarının annelerine yiyecek gibi baktıklarını hiç sanmıyorum. Dikkat çekeceksin."

"Süpervizörünle kırıştırıyorsun," diye suçlarken bir çocuk gibi kıkırdadı ve yüksek sesle cevap verdi. "Ben artık büyük bir kız oldum. Tabii ki çişimi tutabilirim."

"Nereden çıkardın bunu?" diye yalanladım dehşet içinde. "Aferin annecim. İşte böyle uslu bir kız ol."

"Şimdilik emin değilim. Ama daha yakından izleyeceğim." Göz kırpıp koşturdu ve duvarın önünde bir örüntü oluşturan mermer karolarda seksek oynamaya başladı. Bana bakmadan son bir şey daha söyledi. "Şimdi işine dön. Bakalım adamları teslimat hakkında bir şey biliyor mu?"

Sert bir şekilde yutkunarak yerimde doğruldum. Bu ruh hastası kızın izleyerek ya da bu gerçeği öğrenerek yapabileceği bir şey yoktu. Ama bu görevi batırmama sebep olacak şekilde aklımla oynarsa bundan büyük kâr elde ederdi. Ona istediğini vermemek için elimden geldiğince yapmam gerekenleri düşünmeye çalıştım.

Faruk Bey yakın zaman öncesinde kara büyü piyasasını derinden sarsacak miktarda yüklü bir alışveriş yapmıştı. Kimse, bizim dünyamızın sakinleriyle nasıl iletişime geçti, yoksa ilk onunla mı iletişime geçildi bilmiyordu. Fakat kendisine sattıkları şey her ne ise ederi inanılmaz büyüklükteydi. Kara büyü trafiğinin başını çeken Yeraltı Loncası bu işin derhal peşine düşülmesini istemişti.

Söz konusu teslimat ne üzerineydi? Büyülü varlıklar ve insanlar arasında ne gibi bir alışveriş dönüyordu? Hepsini öğrenmemiz gerekiyordu. Bu bilgiler anılarda saklı olabilirdi ve birçok vampir anıları sömürme konusunda yetenekliydi. Fakat bazen anılar sadece bir imajdan ibaret olurdu. Ne ifade ettiğini anlayamamak mümkündü.

Öte yandan özel gücü bilinç emebilmek olan İkizler bu görev için birebirdi. Bilincinden parçalar emdiğinde o teslimatın kiminle, ne üzerine yapıldığı; amaçladıkları şeyin ne olduğunu ve teslimatın gerçekleşeceği yeri, saatine kadar her şeyi öğrenebilirdik. Anı sadece bir andı. Bilinçte niyetler saklıydı.

Bunun için Faruk Beyden ya da adamlarından sulu bir ısırık almam gerekseydi bu görevi asla kabul etmezdim. Şükürler olsun ki gücümün hünerini birini ısırmadan da sergileyebiliyordum. Nabzının üzerinde parmağımı bastırmam bir şeyler emebilmek için yeterliydi. Zor durumda kaldığımda ise enselerine tırnaklarımı belli belirsiz batırmam süreci hızlandırırdı. Eğer ayarsız davranırsam anlık bilinç kaybına sebep olabilirdim. Bu yüzden her zaman ölçülüydüm.

Yine de istediğimizde insanları bayıltabilme özelliğimize bayılırdım.

Adamlara doğru ilerledim. "Kusura bakmayın, içeride önemli birisi mi var şu an?" diye sordum birine. Elim o sırada yakınlaştığım üç adamın kol manşetlerinden sıyrılmış bileklerine gitti geldi. Öyle usul, fark ettirmeden yapmıştım ki omzu üstünden dönen adam dışında tepki gösteren olmadı.

"Kadınlar tuvaletini kullanabilirsiniz. Bir sakıncası yok hanımefendi," diye yanıtladı beni. Sevinmekten çok omuzlarımı düşürmem kaşlarını çatmasına sebep olunca ani bir minnet ifadesiyle Ayşegül'ü yanıma çağırdım. "Gel girelim kızım, bizlik bir mesele yokmuş."

Üç adam da hiçbir şey bilmiyordu. Ama hepsini kontrol edememiştim.

Bunun en az benim kadar farkında olan Ayşegül çocukça bir oyunla bana değil adamların arasına koşturdu. "Ben artık büyüdüm. Tek başıma yapabilirim çişimi."

"Ayşegül! Koşturma, düşüp bir yerlerini inciteceksin." Hemen arkasından adamların içine dalmam anormal karşılanmadı. Küçük bir kızın hareketleri ya da annesinin paniği çok sorgulanmazdı. Üstelik adamları güldürüp dikkatlerini dağıtan bir neşe saçmıştı. Küçük kovalamaca oyunumuzda her bir korumayı kontrol etmiş fakat hepsinden aynı sonucu almıştım. Kimse bir şey bilmiyordu.

Teslimatı bilse bilse ona en yakın duran korumalar ya da Faruk Beyin kendisi bilirdi. Maalesef Tolga, Faruk denen adamla yüz yüze gelmemem konusunda beni uyarmıştı. Bizim dünyamız hakkında ne kadarını bildiğinden emin değildik. Kimliğimin ifşalanması felaketlere yol açabilirdi.

"İyi tamam. Ellerini yıkamayı unutma," diye arkasından bağırdım ve küçük kızının şovundan utanç duyan bir anne mahcubiyetiyle adamlara döndüm. "Verdiğimiz rahatsızlık yüzünden üzgünüz. İyi akşamlar."

"Estağfurullah, çocuk işte," dedi biri. Gülümsedim ve koridora girdim. Yolu henüz yarılamıştım ki tuvalete gitmek yerine koluna Faruk Bey olduğunu fotoğraflarından tanıdığım adamı takmış Ayşegül'ü karşımda buldum. Bu kesinlikle planlarda olmayan bir şeydi. Adamla denk gelsek bile yanından sıyırılıp geçmekle yüz göz olmak ayrı şeylerdi.

"Anne bak. Bu amca bana balkondan konseri dinleyebileceğimi söyledi."

Elini tuttuğu Faruk Bey keyifli bir gülümsemeyle kızı dinliyordu. Adını aldığı cimcime tavırlarına o da kanmış olmalıydı. "Locamızda epey boş koltuk var. O kadar içten istedi ki kıramadım."

Ayşegül'ün yaptıklarına hala inanamadığımdan yüzüme oturmuş ifadeyi tedirginlik olarak algılamış olacak elini öne uzattı. "Bu arada ben Faruk Çiçekçi, kendimi tanıtamadım." Ben küçük kızları taciz eden bir adam değilim, ünlü bir iş adamıyım, diyordu sanki bu hareketiyle.

Önce Ayşegül'ün şimdi de benim elime dokunarak ne kadar soğuk olduğumuzu fark etmesinden korkup çarçabuk sıktım elini. İşaret parmağımı bileğine uzatıp nabzına temas ederek bilincinin içine daldım. Görüntüler flaşlar gibi patladı.

Altından bir tabut. Kargo gemileri arasında bir teslimat anı. Gözleri kırmızı bir iş adamının takımının cebinden çıkarıp verdiği siyah bir kart. Lexion. Kartın üstünde yazan isme ait marka logosu koca bir "X"i içine alan yuvarlak. Gözleri kapalı bir genç kız. Saçları altın.

Gözlerimi temasımız kaybolurken açtım. "Memnun oldum Faruk Bey." Afalladığımı belli etmemek için yoğun bir çaba sarf ettim. "Ben de Hülya ama teklifinizi reddetmek durumundayım. Ayşegül'ün fevri istekleri olur ama size emrivaki gibi olmasın."

"Ne münasebet. Lütfen, gelin konuğum olun," diye ısrar etti adam. Bir şey fark etmiş gibi görünmüyordu.

Teklifi kabul etmiş gibi yapmak ve onunla biraz daha oyalanmak çok güzel olabilirdi fakat Tolga'nın uyarılarını hala zihnimin bir köşesinde duyuyordum. Bu yanlıştı ve tehlikeliydi. "Teşekkür ederiz. Bu seferlik aşağıdan izlese daha iyi olur. Bir sonrakine balkondan bilet bulup gönlünü alırız."

Ayşegül yapmacık bir sızlanmayla ısrar ederken adam nazikçe sözde kızımı bana teslim etti ve yoluna devam etti. "İyi seyirler Hülya Hanım."

Korumasıyla birlikte yanımızdan geçip giderken yeterince ememediğimi bildiğimden açık ensesine doğru fark edilmez bir hamle yaptım. O sırada elime çarpan ikinci bir kol ile duraksadım. Hiç hissettirmeden ortaya çıkıvermiş Tolga gözlerinde hiddetle bana bakıyordu. "Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye hırıldadı kulağıma doğru.

"Yeterince öğrenemedim. İzin verseydin bakabilirdim," dedim ona karşı bu sefer o kadar da savunmasız durmadım. İşimi bölmesine sinir olmuştum. Bıraksa bir salise içinde her şeyi söküp alabilirim o adamdan.

"Fazla ileriye gittin Likya." Faruk Beyin yeterince uzaklaştığını görünce sesini yükseltti. "İkiniz de!"

Ayşegül olmasa bunların hiçbiri olmazdı, doğru. Fakat bir işe de yaramıştı. Diğer türlüsü bu bilgilere bu kadar yaklaşmış olamazdık.

Gözlerime bir kez daha baktı ve hala emdiğim bilincin sarhoşu gibi puslu bakışlarla onu seyrettiğimi fark edince kaşları çatıldı. "Bu görevi burada sonlandırıyorum. Yeterince bilgi topladın."

"Hala devam edebiliriz. Görevi tamamlayabiliriz," diye itiraz ettim. Peşinden gidip birkaç saniye daha dokunabilirsem yeri ve saati tüm incelikleriyle öğrenebileceğimi biliyordum. Niye bu kadar aşırı tepkiler veriyordu ki?

"Sabrımı zorlama Likya. Sizinle okula gidince konuşacağız." Yine aynı dik duruşuyla önümüzden yürümeye başlayınca kaybettiğimi fark ettim. Yanımda sırıtan Ayşegül ise kazanmış gibi duruyordu. Bu kızı evire çevire dövmek istiyordum. Ne kadar güçlü olduğunu kestiremediğim için kendimi tutuyordum sadece.

Fuayeye geri çıktığımızda insanlar akın akın salona geçiyorlardı. Onları yarıp çıkış kapısına yöneldik. Konsere birkaç dakika kaldığının anonsu başlayınca hepimizin işitme duyusu hassaslaştı ve yüzümü buruşturdum. Boynumu bükerek kafamı yukarı çevirdim ve rahatlamaya çalıştım. Tam o sırada gözüm balkon katı girişindeki hareketliliğe takıldı. Faruk Bey ve adamları açılan kapıdan özel locaya giriyorlardı. Arkalarındaki korumalardan herhangi biriymiş gibi görünen başka bir adam da anons sesinden en az bizim kadar rahatsız olmuş gibiydi. Acısı yüzünden okunuyordu.

Gözlerim şokla büyürken kamufle olmak için giydiği takım elbisesinin aslında diğerleri gibi olmadığını küçük detaylardan fark ettim. Bu adam bir vampirdi ve muhtemelen Faruk Beyin peşindeydi.

Bizden başka bir vampirin onunla işi ne olabilirdi? Anlaşmayı yaptığı satıcılardan birisi olsa içeriye sızmaz, elini kolunu sallayarak girerdi. Hareketlerinde bir tekinsizlik vardı.

"Tolga," dedim uyarıcı bir tonla. "İçeride bir vampir daha var. Sanırım adamımız tehlikede."

Tolga bana bakıp kısa süreliğine afalladı ama başka tepki göstermedi. "Bu görevi erken sonlandırmakta ne kadar haklı olduğumu gösterir sadece. Bu işe karışırsak Lonca'nın itibarını riske ederiz."

Demek ki Lonca'dan gelen başka biri değildi. Olsa Tolga başka türlü davranırdı. "Ne yani? Onu böylece bırakıp gidecek miyiz? Teslimat bilgilerini tamamen ememedim ve tek kaynağımız o. Alıcıları ölürse teslimat olur mu olmaz mı onu bile bilmiyoruz."

"Bu bir kurtarma görevi değil. Teslimat bugün olmazsa başka zaman olur," dedi Ayşegül çokbilmiş bir şekilde. "Ellerinde satacak değerli bir şeyleri varsa hiç beklemeden yeni bir milyoner bulurlar."

"Sizi bilmem ama benim burnuma hiç iyi kokular gelmiyor. Bu işi burada bırakırsak zannettiğiniz kadar basit bir sonuçla karşılaşmayacağız. Doğaçlamamız gerek," dedim gözlerimi kapanmakta olan salon kapısından ayırmadan. Nasıl bu kadar duyarsız olabilirlerdi? İçeri koşuşturarak giren birkaç seyirciye acele ettirmeye çalışan kırmızı takımlı görevlilere baktım. Kahretsin... Onlar da anons sesinden kötü etkileniyordu. Sadece bir kişi değillerse bu planlanmış bir olaydı. Tıpkı bizimki gibi...

"Bırak peşini Likya." Tolga niyetimi anlamış gibi uyardı. "Sana süpervizörün olarak emrediyorum. Sakın aptalca bir şey yapma."

Paltomun cebinde kulak tıkaçlarımı kavradığım elimi bir yumruk yaptım. Kendimi toparlamak için yapmaya alışık olduğumdan derin bir nefes aldım ve öne doğru koşturdum. Paltomu çıkarıp Tolga'nın üstüne fırlatmıştım. Onu oyaladığım saniyeler içinde, kararlı bir ifadeyle kapıya kadar gidebildim. "Bana içgüdülerime göre hareket etmemi öğreten sendin. Üzgünüm."

Kulaklıkları son anda kulağıma taktım ve kapanmak üzere olan kapının arasından bir kuş tüyü gibi süzülerek salona girdim.

Tolga'nın arkamdan ismimi haykırdığını hayal meyal duyabilmiştim.

Ardından sonsuz bir sessizliğe gömüldüm.

* * *

Yazardan...

Ufak bir ara verdiğim için üzgünüm ama kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ayrıca kitabın ismini değiştirdim biliyorum. Ama çok da dikkate almayın bu ismi, kitap basılırsa başka bir ad bulacağım. Sadece Wattpad sadelikten yana. Akılda kalıcı bir ismimiz olsun istedim. Utanmasam "Vampir Kurgum" der çıkardım işin içinden.

Bölümler daha sık gelecek. Bir çırpıda yazıp bitirmek istiyorum bu kurguyu çünkü inanılmaz yükseliyorum işleyişine. O yüzden benimle kalın. Geçen seferki gibi hasta olur da yataklara düşmezsem gönül rahatlığıyla yeni bölüm için darlayabilirsiniz.

Sizi seven Ekin'iniz 🖤

Continue Reading

You'll Also Like

24.5K 319 21
Şahsıma kurulan şeytani bir kumpas sebebiyle ayak kölesi oldum. Bu durumdan nasıl kurtulacağım (Şantaj Kölesi hikayesinin 2.sezonudur. 35 bölümden de...
285K 19K 31
Sürekli aynı kâbuslarla uykuları bölünen Rena, yine bir gece aynı kâbusun etkisinden korkuyla uyanır. Rüyanın üzerinde bıraktığı etkiden kurtulmak iç...
908 63 14
Burda denk gelip bunu ciddiye alıp okuyan olacağını sanmam ama yine de açıklama yazma ihtiyacı hissettim. Bu lisedeki arkadaş grubumla yaptığım bir g...
112K 463 22
Tecavüz,şiddet,taciz ve sex içerir.Bu bir sexting eseridir.+18 okuması geçerlidir.Tüm bölümler +18 değildir.