N.O.A.H. - II

By ezgi_caglar

35.9K 4.4K 2.7K

***Watty 2021 Bilim Kurgu kazananı ve En Etkileyici Dünya ödüllü N.O.A.H.'nın devam kitabıdır.*** --- Vahşi b... More

Giriş
Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Poster Sürprizi
Bölüm 8
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16 Öncesi
Bölüm 16
Bölüm 17
Yeni Poster
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
Bölüm 22
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bölüm 26
Bölüm 27
Son Poster
Bölüm 28
Son Notlar

Bölüm 9

1.1K 146 76
By ezgi_caglar

Haftaya bomba gibi başlamak için işte geldim buradayım!

Size yine sınırları zorlayan uzunlukta bir bölümle geldim. Üstelik yepyeni bilgiler ve sonunda da büyük bir sürpriz saklı bu bölümün.

Sustum şimdi, ama sonunda yorumlarınızı heyecanla bekliyorum :))))

Keyifli okumalar,

E.Ç.

***

I am the monster you created

You ripped out all my parts

***

BÖLÜM 9:

Kat

Bir arı kovanı... Evet, tek kelimeyle buydu. Koca, yapış yapış, karanlık bir arı kovanı...

Gözlerimi bir kez daha etrafımda, meydan dedikleri ana salonun içinde gezdirdim. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım başka bir tanım bulamıyordum burası için. Bundan önceki tüm sabahlarda olduğu gibi mekanı dolduran onlarca insan önlerine eğilmiş sabit bir ritimle kahvaltılarını bitirmekteydi. Süre dolduğunda aynı anda ayaklanacak, tepsilerini mutfağa bırakıp görevlerine dağılacaklardı. Çocuklar eğitime, doktorlar sağlık kanadına, ziraatçılar balık havuzlarına, üreticiler yosun bahçelerine, mekanikler aletlerinin başına, askerler antrenman salonlarına...

Tam bir haftadır asla teklemeyen bir saat gibi çarkların dönüşünü izliyordum su altına saklı bu kalede. Sabah, öğle, akşam, birbiri üstüne eklenmiş labirentvari odalar, içini dolduran arılar, onları vızır vızır çalıştıran adanmışlık... Bir tek kraliçe yoktu ortalıkta. Yaptığımız konuşmadan sonra annemi bir daha hiç görmemiştim. Öyle görünüyordu ki Dr. L., Morris ve o seviyede her kim varsa halkın arasına karışmıyordu günlük hayatta.

Yarın akşam... demişti Flame dün geceki yemeğimizde. Morris her pazartesi yemek sonunda konuşma yapıyormuş.

Annemi görmemek sorun değildi. Hatta, onu görmek istemediğime emindim. Ama her cümlenin sonunda adını duyduğum, her kararın altında imzası olan Morris'le bir kez bile karşılaşmamış olmak sinirimi bozuyordu. Nedense burada kraliçenin annemden çok o olduğunu düşündürmüştü insanların verdiği tepkiler. Her şeyi başlatan, tüm bu kaçaklara bir ev ve amaç verenin o olduğu düşünülürse bu kadarı mantıklıydı sanırım. Benim için Noah gibi, annem gibi hırslı bir diktatörden fazlası değildi. Ve tüm bu insanları, bu yosun kokan zindanda bunca yıl hizada tutmayı başardığına göre işinde gerçekten başarılı olmalıydı.

Paralel bir evren gibiydi kale. Gerçek hayatın kuralları da zaman da işlemiyordu sanki burada. Haklar eşit ama kısıtlıydı. Ark'tan özgür ama kendi içinde kurallarla dolu bir hapishaneydi. Büyük yatakhanelerde birlikte uyuyordu insanlar. Günde üç defa aynı yemeği yemek için buluşuyor, onlara verilen kıyafetleri giyiyor, ortak banyolarda izin verilen zamanlarda yıkanıyorlardı. Dış dünyayla tek bir bağlantıları vardı, o da yalnızca akşam yemeği sonrası meydandaki ekranlarda gösterilen haberlerdi. Tepemizde devam eden savaşı, annemin müthiş eserini, Noah'nın tepkisini ve onun ölmediğini bu sayede öğrenmiştim ben de.

Oğlum yaşıyor, demişti Dr. Noah ışıl ışıl parlayan gözleriyle doğrudan kameralara bakarak. Dünyamızı yıkmak isteyen kötü niyetli teröristlerin onu yaraladığı doğru. Ama biz o sefillere yenilmeyecek kadar güçlüyüz. Oğlum o sefillere yenilmeyecek kadar güçlü. O bir savaşçı ve onun duruşu hepimize örnek olmalı. Pes etmeyeceğiz. Dünyayı karanlığa bırakmayacağız. Birlikte bu savaşı kazanabiliriz!

Sanki halka değil doğrudan bana konuşuyordu. Oğlunu yaralayan teröristlerden biri, dünyaya karanlığı getirenlerin başıydım ne de olsa. En azından bana sırtını döndüğü gün buna inanmayı seçmişti Tyron. Ne sefildim ki buna rağmen, yaşanan onca şeyin üstüne onu kurtarmaya yeltenmiştim o hangarda. Ve ne sefildim ki hayatta olduğunu öğrendiğim an kalbimdeki baskı yerini kontrolsüz bir neşeye bırakmış, elim ayağıma dolanmıştı. Neyse ki hastalıklı bedenimde iyi bir duygu tutunamıyordu uzun süre. Aldığım ikinci nefesle korkunç bir boşluk ve karanlığa dönmüştü o cılız coşku. Üçüncü nefesimde yeniden bitkisel hayattaydım. Yaşıyordum, ama sadece günü devirecek kadar. Dahası yoktu.

"Yemeyeceksen tepsini buraya ittirsene kedicik."

Fitz'in sesiyle bakışlarım salonun uzak köşesinden kendi masamıza döndü. Flame'in dirseğini Fitz'in midesine geçirdiğini son anda yakalamıştım.

"Ne var ya," diye kendini savundu Fitz. "Dün de bıraktı tüm yemeği. Bari biz yiyelim de ziyan olmasın. Yiyecek tek zıkkım bu lanet otlarlar zaten."

Haklıydı. Ne kadar denediysem de çimen rengi bulamacı almıyordu midem. Aynı otlarla yaptıkları köfteleri çiğneyip tükürmüş, ekmeği zorla yutmuş, çorbadan iki kaşık alabilmiştim. Sindiremediğim bu yemekler değil, yaşadıklarım, gördüklerim, öğrendiklerimdi ya... arkadaşlarıma bunu anlatmaya çalışacak değildim. Sessizce tepsiyi Fitz'in önüne doğru itip arkama yaslandım.

"Kat," dedi Ace hemen tepsiyi geri önüme çekip. "Bedeninin toparlanması için bir şeyler yemen lazım. Hala iyileşmeye çalışıyor."

"Aynen öyle!" dedi Flame bana doğru uzanıp. "Lütfen, zorla azıcık kendini. Hasta olacaksın bu gidişle."

Onlara toparlamaya çalıştığımın bedenim değil ruhumun kayıp parçaları olduğunu söylemeyi düşündüm bir an. Vazgeçtim. Her ağzımı açışımda konuşmaktan bir daha vazgeçiyordum zaten. Anlatmak imkansızdı, paylaşmak can yakıyordu ve susmak açık yaraları dondurmanın tek yoluydu. Flame odama geldiği geceden beri çırpınıyordu söz verdiği gibi yanımda olmak için. Ertesi sabah kapımın önünde beklerken bulduğum Ace de Fitz de gözümün içine bakıyordu anılarındaki kedi kızı hayata döndürmek için. Annemin onları yerleştirdiği görevlerden arta kalan tüm boşluklarda bir gölge gibi etrafımdaydılar.

Ne oldu Kat? Ne yaşadın Kat? Anlat bize Kat. İzin ver, yardım edelim Kat. Ağızlarından çıkan ve çıkmayan tüm sorularla elimi tutmaya çalışıyordu her biri. Maalesef onlara uzatacak bir el, sözlerine inanacak bir yürek kalmamıştı ben de. Son bir haftadır olduğu gibi yine bakışlarımı önüme diktim ve sustum ben de. Kahvaltının sona erip görev yerlerine gitme zamanı geldiğini bildiren alarm imdadıma yetişmişti neyse ki. Bir anda ayaklanan diğer herkes gibi ben de sandalyemi geri itip kalktım. Zaten vermeyeceğim cevabı dişlerimin arasında ezip tepsimle mutfağa yönelmiştim hemen.

"Kat bekle!" dedi peşimden koşturan Flame. Ace'in sıkıntılı bir iç çektiğini, Fitz'inse çaresizce mırıldandığını işittim.

"Bugün benimle gel," dedi Flame koşturarak yanıma yetişip. "Laboratuvarda çalışabilirsin sen de. Kimse bir şey demez."

"Ya da benimle gel," diye önerdi diğer yanımdan gelen Ace. "Hastalarla ilgilenmek sana iyi gelir. Hem sağlık bölümünde doktora ihtiyacımız var. Yaralılara yetişemiyoruz."

Fitz de diğerleri gibi onu seçmem için öneride bulunmaya hazırlanıyordu ki tepsimi bırakıp arkamı döndüm. "Belki yarın."

"Kat," dediler hep bir ağızdan.

Her gün aynı yalanı söylediğimden o yarının asla gelmeyeceğini biliyorlardı. Beni zorlayabilir, inat edebilir, kolumdan tutup yanlarında sürükleyebilirlerdi. Ama Ace'in ufacık bir dokunuşuyla nasıl sıçradığımı, Fitz'in sırtımı sıvazlayan elinden nasıl kaçtığımı, duyduğum her yüksek seste, her beklenmedik harekette nasıl bir korku yaşadığımı birden fazla kez görmüşlerdi. Belki de o yüzden elimi belli belirsiz sallayıp tek başıma çıkışa yöneldiğimde istemeden de olsa beni yine ve yeniden kendi halime bırakmayı seçtiler.

"Zamana ihtiyacı var," dediğini işittim Flame'in arkamdan. Diğerlerinin sessizliği bu iyimser beklentiye katılmadıkları anlamına geliyordu korkarım. Tam tescilli bir deliydim muhtemelen arkadaşlarımın gözünde ve bu konuda fazlasıyla haklılardı. Annem kızını Köprü'den kurtarmayı başarmıştı bir şekilde. Ama aklı noksan, ruhu kayıp, etten bir kabuk olarak...

Belki de bu yüzden kimse yanaşmıyordu bana. Tüm günü kalenin koridorlarında, salonlarında ya da odamda boş boş dolanarak geçiriyor, kimseyle konuşmuyor, hiçbir şey yapmıyordum. Kimse beni diğerleri gibi bir göreve yerleştirmeye tenezzül etmemişti. Bu ayrıcalığı soyadıma borçlu olduğuma emindim. Tıpkı her daim peşimde dolanan ajanlar gibi... Hep bir gölge vardı peşimde. Her döndüğüm köşede beni izleyen ve anneme raporlayan bir çift göz olduğunun farkındaydım. Yine de kimse bir kez olsun beni durdurmamış, kurallara uymam için beni uyarmamıştı.

Tek bir istisna vardı bu kusursuz izolasyonda, o da yine dikildiği yerden aç bir köpek yavrusu gibi suratıma bakıyordu. Leroy Noah... bir gün ansızın hayatıma girip her şeyi değiştiren küçük Lee... Suratındaki şu acıklı ifadeyle nasıl da masumdu. Tıpkı onu ilk bulduğum anki gibi... Ben, ailesi ve hatta tüm dünyaya yalan söylediğine, onlarca insanı soğukkanlılıkla ölüme sürüklediğine kim inanırdı? Halbuki o, dışarıdan görünen bu kılıfın altında annemin planlarının bir numaralı suç ortağıydı. Ve şimdi, sanki tüm bunlar olmamış, sanki midemi bulandırdığının farkında değilmiş gibi benimle konuşmaya çalışıyordu her fırsatta.

Hayatımı kurtardığı için ona borçlu olduğumu düşünüyordu sanırım. Oysa yaptığı tüm kötülüklerin üstüne bir de beni bu boktan hayata dönüp her şeyle yüzleşmek zorunda bıraktığı için ondan iki kat nefret ediyordum. O yüzden bana doğru hareketlendiğini gördüğümde yüzümdeki tiksintiyi saklamadan kalabalığın arasına daldım ve hızla aralarında ilerledim. Eninde sonunda onunla yüzleşmek, öfkemi suratına kusmak zorunda kalacağımı biliyordum. O gün bugün değildi.

Artık nispeten öğrendiğim koridorlardan odama yöneldim. Bir amacı, bir varış noktası olmayınca tüm yollar yabancılaşıyordu insana. Ben de gelişigüzel bir rota tutturmuş, düşünmeden yürüyordum. Diğerlerinin üzerimdeki ilgisi ilk günlerdeki kadar olmasa da hala beni huzursuz edecek kadar büyüktü. Öyle görünüyordu ki yıllarca beni yeraltında bir kaçak olarak yaşamaya iten tüm gerçekler burada onurla taşımam beklenen birer rozetti. Dr. L.'in kızı olmak, onunla dünyayı değiştirecek darbeyi başlatmak, Noah'nın elinden kurtulmak, ölüme birden fazla kez takla attırmak...

Bu kaleden çıkacakları anı iple çeken tüm bu insanların bana baktıklarında annem gibi bir kahraman gördüklerinin farkındaydım. Kimse bu noktaya gelene kadar elime yüzüme bulaşmış kanla ilgilenmiyordu. Bense bana selam veren, ışıl ışıl gözlerle bakan, merak eden, soran, sorgulayan her bir insanla aynı çıkmazda buluyordum kendimi. İkilik çıkmazıydı bu. İyiyle kötü. Beyazla siyah. Birilerinin yaşaması için diğerlerinin ölmesi gerekiyordu. Birileri göğe yükselirken diğerleri suyun dibini boyluyordu. Birileri kanarken diğerleri kahkaha atıyordu. Biz, sefil insanlık, tek bir yerde, tek bir renkle, tek bir kalp gibi atmayı hiç ama hiç başaramamıştık.

"Kedilerin dokuz canı olduğu doğruymuş demek."

Bir anda kulağımın dibinden gelen sesle yerimde sıçradım. Ama bu omuzumda hissettiğim eli kavrayıp bileğini ters çevirmeme ve o elin sahibini duvara yapıştırmama engel olmamıştı. Yumruğum havada nefes nefese karşımdaki mavi gözlere baktım.

"Lore?"

Boğazıma dokunan metal onun kendini savunmak için aynı anda çektiği hançerdi. Ama yüzündeki afacan tebessümle bana zarar vermek isteyen birinden çok şakalaşmaya can atan bir kız çocuğunu andırıyordu.

"En son bıraktığımda aynı tarafta savaşıyorduk ama?" dedi tek kaşını alayla kaldırıp. Ben onu bırakıp gerilediğimde bıçağını indirip bacağındaki askıya geri sokmuştu. "İyi görünüyorsun kedicik."

Ona cevap vermek yerine kaşlarımı çatıp etrafıma bakındım. Bir kedinin kulaklarına sahiptim ben. Nasıl gelişini duymamış, dibime girene kadar onu hissetmemiştim?

"Korkma, yeteneklerini falan kaybetmedin," dedi Lore çözmeye çalıştığım bulmacayı anlayıp. "Ben istediğimde çok sessiz olabiliyorum diyelim. Ne de olsa ortak genler taşıyoruz." Ben anlamadan ona baktığımda bezgince iç geçirip "Miyav?" dedi anladın mı diye sorar gibi.

"Sen..."

"Evet kız kardeşim," dedi Lore keyifle yan dönüp. O an ilk kez onun da benim gibi bir kuyruğu olduğunu fark ettim. Tüm karşılaşmalarımızda üzerindeki kıyafetlerin altında saklıydı demek. Şimdiyse kızıl tüylü bir kırbaç gibi arkasında salınıyordu. "Sanırım bu nasıl ikimizin de hayatta kaldığını açıklıyor."

"Ya da annemin hiç boş durmadığını..." diye homurdandım yeniden yürümeye başlayıp.

Sesim hissettiğim kadar aksi çıkmıştı. Tam olarak neye kızdığımı bile bilmiyordum. Benden başka bir kedi olmasına mı? Annemin benden gizlediği yeni bir girişimiyle karşılaştığıma mı? Daha önce pek çok insanı iyileştirirken kullanmıştık bir kedinin genlerini. Ama o genleri tüm bedenini dönüştürecek kadar güçlü olan kendimden başka kimseyi tanımamıştım. Hep özel olduğuma inandırmıştı annem beni. En özel, en farklı, en eşsiz eseri... Karşımdaki kızsa... Sanırım hayat onu biraz daha gözümü açmak için göndermişti. Annemin yarattığı canavarlardan biriydim ben de. Sıradan ve tekrarlanabilir.

"E, nereye gidiyorsun?" dedi Lore yanımda ilerleyip. Ona yandan ters bir bakış atıp sessiz kaldığımda omuz silkti. "Aslında bana katılmak ister misin diye soracaktım. Sahalara dönüşümün şerefine antrenman yapacağım. Belki şu etkileyici tekniğinle beni biraz zorlarsın diye düşünmüştüm."

"Sen mi düşündün, yoksa annem mi?" dedim ona bakmadan. "Çünkü seni peşime takanın o olduğuna neredeyse eminim. Şu asalak gölgeler yetmedi herhalde."

Lore omzumun üstünden başımla işaret ettiğim, güya bizimle hiç ilgilenmeyen köşedeki oğlana baktı. Dudaklarının istemsizce yukarı kıvrıldığını fark etmiştim. "Aslına bakarsan," dedi gülüşünü bastırıp. "Antrenmanı düşünen bendim. O sadece nasıl olduğunu kontrol etmemi istedi."

"Ona şahane olduğumu söyle o zaman," dedim hızlanıp. Ama inatla peşimi bırakmıyordu Lore.

"Hadi kedi kız, ikimiz de biliyoruz ki burada dolanıp durmaktan çok daha iyi gelecek ter dökmek sana. Hem... belki bana bir iki yumruk atmana bile izin veririm."

Pat diye durup kıvılcımlar saçarak Lore'a baktım. Sözlerini bilerek seçmişti. Beni kışkırtmak istiyordu. Ve kışkırtmıştı da. Meydan okumasıyla kaskatı kalbimin etrafında bir anlığına bir kıvılcım hissetmiştim. Ah şu içimdeki hırslı, rekabetçi kedi...

"Ne kaybedersin ki?" dedi Lore dudaklarını büzüp. "En fazla birkaç yeni çizik..."

Bu oyuna gelmeyecek kadar zeki bir kızdım ben. Ne yazık ki kontrol edemediğim hırsımın yanında bir konuda daha haklıydı Lore. Şu an bana teklif ettiği hareket gerçekten en çok ihtiyacım olan şey olabilirdi. Bilincimi kapatmak, kaslarımın hafızasıyla hareket etmek, düşmek, kalkmak, beynimi kullanamayacağım kadar yorulmak...

"Nerede çalışacağız?" dedim bir anda.

Lore kabullenişime benden daha az şaşırmışa benziyordu. Yine o muzip gülümsemesini bastırıp eliyle zaten yürüdüğümüz yönü işaret etti. O hareketlendiğinde ben de peşine takılmıştım. Birkaç dönemeç ve birkaç basamaktan sonra beni askerlerin antrenman yaptıkları kata götürdüğünü anladım. Bu çöplükte hatırı sayılır bir rütbesi olmalıydı, çünkü onu gören askerler saygıyla selamlamadan geçmiyordu yanımızdan. Elbette annem boşuna onu göndermemişti kasrı yerle bir etmesi için. Bu düşünceyle yumruklarımı sıktım farkında olmadan.

"Geç bakalım," dedi Lore ben kendimi daha da zehirleyip iyice sinirlenemeden.

Nispeten küçük salonlardan birinin önündeydik şimdi. Ben kapıda durup onun sonraki adımını izlerken Lore içeride çalışan ikiliyi nazikçe kovalayıp ceketini çıkarmış ve köşeye atmıştı. "Gelecek misin?" diye sordu elini beline koyup. Bir yandan boynunu, omuzlarını esnetiyordu. Ağır hareketlerle ona katılıp gömleğimi çıkardım ben de. Odanın diğer tarafına geçip günlerdir amaçsızca yürümekten başka işe yaramamış kaslarımı canlandırmak için salınmaya başladım yavaşça.

On dakika ikimiz de birbirimize karışmadan kendi köşelerimizde ısınmıştık. Tavandan sarkan halatları, odanın bir ucundan diğerine uzanan boruları, minderleri, merdivenleri, bulduğum her şeyi kullandım bu sürede. Kan uzuvlarıma pompalandıkça bedenim canlanıyor, kemiklerim arasına sıkışıp kalmış enerji açığa çıkıyordu. Atla, sark, kay, zıpla, tırman, tırman, tırman, uç... Tam tahmin ettiğim gibi sessiz, sözsüz paralel bir evrene sürüklemişti bu rutin beni. Tenimde biriken ter damlalarından daha meditatif bir şey yoktu. Ya da belki, tek bir şey vardı.

Minderde Lore'un karşısına geçip de dövüş pozunu aldığımda uyuşturucu kullanmış gibi her noktasını hissediyordum bedenimin. O ellerini yumruk yapınca silahsız başlayacağımızı anlayıp taklit ettim. Ve sonra, hiçbir işaret fişeği çakmadan aynı anda birbirimize doğru atıldık. Lore'u dövüşürken izlemiştim. Ne kadar iyi olduğunu zaten biliyordum. Benden çok ama çok daha iyi olduğunu anlamamsa otuz saniye sürmüştü.

Her darbemi mükemmel bir tutarlılıkla karşılıyordu Lore. Açıları kusursuz, hareketleri akışkan, yüz ifadesi sakindi. Moxie'nin bize öğrettikleri hayatta kalmamız için yetecek düzeyde bilgiydi. Bu kızsa profesyonel bir savaşçıydı. Gerçek bir asker. Lanet olsun ki en az onun kadar iyi dövüşen başka birini aklıma getirmişti. Bu bir anlık anı gözümü karartınca tedbirsizce savurdum pençemi. Hatamın bedeli gecikmeden yanağıma inen bir yumruk olmuştu. Lanet! Mindere kapaklanıp başımın etrafında uçuşan beyaz sinekleri seyrettim bir an. Onların arasından Lore'un eli uzanıp beni ayağa kaldırmıştı.

"Bırakmak istediğinde haber ver," dedi keyifle. İşte yine damarıma basmaya çalışıyordu.

Onu itip kendimden uzaklaştırdım ve yeniden, bu kez çok daha temkinle saldırdım. Tek hamlede sıçrayıp filelere konmuş, oradan boruların üstüne atlamıştı. Ya işe heyecan katmaya çalışıyor ya da bir kedi olduğunu tekrar tekrar gözüme sokmaya çalışıyordu. Her koşulda bir an sonra ben de onun gibi havada, metal borunun üzerindeydim. Denge ikimiz için de bir problem değildi. İpten ipe atlamak, havada taklalar atmak, bir borudan diğerine uçmak... Tekmelerimiz havada uçuşuyor, uzuvlar birbirini kesiyor, etrafımızdaki dünyayla dönüyor, dönüyor, dönüyorduk.

İtiraf etmeliydim ki eşsiz bir hazzı vardı başka bir kediyle dövüşmenin. Ve böyle düşünen kesinlikle sadece ben değildim. Benim için olduğu kadar Lore için de bir ilkti bu belli ki. Teknik olarak benden üstün olsa da fiziksel yeteneklerimizin sınırlarının çok yakın olduğunu biliyor, bundan bariz şekilde keyif alıyordu.

"Yakala," demişti aşağı inip köşedeki silahlardan uzun bir çubuğu bana doğru savurup.

Kendine de bir tane kapıp yeniden yukarı tırmandığında bu kez elimizdeki sopalarla dövüşüyorduk. Onu bıçaklar, kılıçlar, halat ve dolapta başka ne varsa takip etmişti. Tüm bu süre boyunca bir kez olsun kanatlarını kullanmıştı Lore. O keskin bıçaklarıyla işimi anında bitirebileceğini biliyor, sanki bu dansımızın sona ermesini istemiyordu. Ona müteşekkirdim. Kaslarımın acı içindeki çığlıklarını bile duymazdan geleceğim kadar içine almıştı beni bu mücadele. Onca günden sonra ilk kez yeniden ağırlıksızdım sanki.

Derken... Lore'la üzerinde durduğumuz file bir anda tavandan kurtuldu ve aynı anda yere düştük. Ben takla atıp tek dizim üstünde, Lore'sa az ötede dört ayak üstünde kalmıştı. Göz göze geldiğimiz o kısa anda dudaklarımın yukarı kıvrılmasına engel olamadım. Sonraki saniyeyse üzerimize yağan borular bu cılız mutluluğu yok edivermişti. Tavandan kopan tek şey file değildi demek ki. Parkur üzerimize yıkılırken kopan parçalardan kaçmak için odanın iki köşesine attık kendimizi. Bu benim için kesinlikle doğru bir hamle değildi. Lore'un kanatlarının birkaç metre ötede açılıp ona kalkan olduğunu gördüm yan gözle. Bense...

"Eğil," demişti biri arkamdan. Verdiği komuta uymamı beklemeden boynumdan mindere bastırdı beni. Başımın üstünde büyüyen gölge takip etti onu. Ve metalin metale çarpmasıyla çıkan o kulak tırmalayıcı ses. Tüm o döküntülerden beni koruyan bir kalkan vardı şüphesiz, ama bunun ne olduğunu parkur tamamen yıkılıp ortalık yeniden sessizleşene kadar anlamamıştım. Ancak o zaman beni sarmalamış kollar gevşeyip serbest bıraktı.

Başımı azıcık çevirdiğimde hiç beklemediğim, tanıdık bir yüz vardı karşımda. Rick... Son anda yetişip beni kurtaran o ve iki yana açılmış dev kanatlarıydı. Başka bir zamana uçurmuştu bu görüntü beni bir kalp çarpıntısında. Beni koruyan başka kanatların altına, başka bir yere, başka kollara... Bir hayaletten kaçar gibi kaçtım Rick'in elinden. Popomun üstünde panikle geri geri sürünüp ayağa kalktım. Tepkimi anladığını sanmıyordum. Hayır, tepkimi anlamadığına emindim. Ona bir teşekkür borçlu olduğumu bilsem de ağzımdan çıkmadı doğru kelimeler. Zaten o da bir süre şüpheyle bana bakıp kardeşine dönmüştü.

"Gerçekten mi Lore?" dedi ellerini iki yana açıp.

Lore tepki olarak öfkeli bir boğa gibi yerden kalkıp kanatlarını kapamıştı. Gözleri bir anlığına salonda yol açtığımız döküntüye çevrildiğinde çenesi kasıldı. Suçunun farkındaydı, ama bunu kabullenmeyecekti. Sanırım bu kızı her an daha da kendime yakın hissediyordum.

"Ben de tam sağlık kanadına seni ziyarete geliyordum ablacığım," dedi Rick alaycı ama kızgın bir tonda.

Lore ona cevap verecekti ki kapının önünden gelen fısıltılara döndük aynı anda. Odanın girişine doluşmuş, merakla bize bakan askerleri o ana kadar ikimiz de fark etmemiştik. Minik bir kazayla sonlanan antrenmanımızın ne kadarında oradan bizi izlemişlerdi bilmiyordum. Ama Lore'un sert bir bakışı hepsinin kaçışıp bizi odada yalnız bırakmalarına yetti.

"Ben iyiyim," dedi Lore kardeşine dönüp. "Taburcu oldum, görevime döndüm."

"Hayır olmadın," dedi Rick dişlerini sıkıp. "Kaburganın ortasında hala çıkaramadıkları bir kurşun var ve sen yine de gelmiş burada tepiniyorsun!"

Hımm... Evet, kesinlikle Lore'la benzer yönlerimiz vardı. Acaba genlerimiz miydi bizi böyle yapan? O gözlerini devirdiğinde bir maç izler gibi iki kardeş arasında gidip geldi bakışlarım. Rick aralarındaki boşluğu kapatıp Lore'un az önce üzerimize yağan metal borular yüzünden yaralanmış kolunu tutmuştu. Öfkesini gerilen omuzlarından görebiliyordum.

"Neden ayaklandığını biliyorum," dedi sesini alçaltıp. "Operasyondan haberim var. Bırak bu kez sensiz yapsınlar planlarını."

Lore kolunu hışımla kardeşinden kurtardı. "Sana iyiyim dedim Rick!"

"İyileşmeden geri mi döneceksin yukarı Lore? Saçmalık bu! Ben varım, senin yerine gidebilirim!"

Lore kardeşinin burnunun dibine girip tısladı. "O ekibin başı benim ve ben orada olacağım!"

Rick'in bağıracağına, küfredeceğine ve hatta belki tutup Lore'u silkeleyeceğine adım gibi emindim ki kapıdan gelen ses araya girdi.

"Lore, Moris tüm kaptanları bekliyor."

Yüzündeki yaralara bakılırsa askerlerden biri olmalıydı kapıdaki bu kız.

"Hayır," dedi Rick hemen ona dönüp.

"Geliyorum!" demişti Lore aynı anda.

Kızgın birer boğa gibi birbirlerine çarptı kardeşlerin bakışları. "Bir kez olsun laf dinle Lore," dedi Rick sinirle. "Bırak ben gideyim!"

Ona cevap vermek yerine köşeye attığı ceketi alıp üstüne geçirmişti Lore. Kapıya yönelmeden önce kardeşine döndü son bir kez. "Ekibe hazır olmalarını söyle. Toplantıdan sonra hepinizi görmek istiyorum. Yeni direktifler için..."

Ve sonra arkasını dönüp asker kızın peşinden koridora çıktı Lore. Rick'in patlamaya hazır bir bomba gibi olduğu yerde titrediğini görebiliyordum. Sonunda baskı fazla gelmiş olsa gerek yerden kaptığı bir boruyu karşı duvara fırlattı. Metal yarısına kadar tuğlanın içine saplandığında kaşlarımın yukarı kalkmasına engel olamadım. Benim varlığımı o anda fark etmişti Rick. Duygularının kontrolünü bir başkasının önünde kaybetmiş herkes gibi korkunç huzursuz olmuştu bu durumdan. Sıkıntıyla nefes verip arkasını döndü önce. İki adım atıp biraz daha ofladı ve sonra yeniden bana baktı.

"Affedersin Lore akıl bırakmadı, sormadım. Sen... iyi misin?"

Lore'la Rick'in atışmasına öyle dalmıştım ki en başta kendime sormam gereken soruyu atlamıştım. Aldığım hasarı ölçmek için üzerimi inceledim. Küçük kesikler ve morluklar dışında pek bir şeyim olduğunu sanmıyordum. Elbette bunun yegane sebebi karşımda duran oğlandı. Başımı sallayıp "Sayende," dedim. "Teşekkürler."

Bununla gururlanacağa benzemiyordu Rick. "Seni bu işe Lore'un sürüklediğine neredeyse eminim," diye homurdandı. Benden çok kendiyle konuşur gibiydi. Huzursuz gözleri ablasının çıktığı kapıya dönmüştü yeniden. Aklı kesinlikle burada benimle değildi. Bu kalede karşılaştığım tüm o umut dolu, kurtuluşu bekleyen yüzlerden farklı bir şey vardı onun ifadesinde. Kendi şüphelerimin, korkularımın, öfkelerimin bir yansıması gibi.

Sanırım bu yüzden, "Bir dahakine daha dikkatli ol," deyip kapıya yöneldiğinde peşinden seslenmiştim.

"Bahsettiğin operasyon nedir?"

Rick kaşları havada bana döndü. Sorumun onu hazırlıksız yakaladığı belliydi. Başını hafif yana eğip yüzümü inceledi. "Bunu senin bana söylüyor olman gerekmez mi?"

Kimin kızı olduğum düşünülürse, öyle olmalıydı muhtemelen. Bu darbenin yüzü bendim ne de olsa. Onun sorusundaki imayı duymazdan gelip üsteledim. "Ark'a yeni bir saldırı mı olacak?"

Yüzü kasıldı. Durdu, düşündü. Bir an onun da benimle konuşmak istediğini sanmıştım. Fakat sonunda "Bunu annene sorsan daha iyi olur," dedi. Hemen sonra arkasını dönüp çıkışa yönelmişti. Bana güvenmesi için hiçbir nedeni yoktu elbette. Tıpkı benim de ona güvenmek için hiçbir nedenim olmadığı gibi... Anneme canı pahasına bağlı o sadık askerlerden biriydi Rick de muhtemelen. Yine de... az önce kardeşine verdiği tepki nedense durumun öyle olmadığını fısıldıyordu kulağıma.

"Ama ben sana soruyorum," diye direndim. Azmimle bir kez daha durdurmayı başarmıştım onu. Gözleri bana döndüğünde "Lütfen," dedim sesimi alçaltıp. "Annemin bu defa ne planladığını bilmem lazım."

Dürüstlüğüm sersemleticiydi, Rick'in yüzünden dehşetini görebiliyordum. Dr. L.'in kızı onun planlarını bir askerden öğrenmeye çalışıyordu. Korkunçtu. Korkutucuydu. Zaten hemen "Üzgünüm," demişti Rick. "Bu gizli bir bilgi."

Ama ben içimden ona küfretmeye hazırlanırken tavanda bir noktaya attığı o kısacık bakışı fark edip etmediğimi görmek için gözleri benimkini buldu. Aynı köşeye baktığımda duvarların tam kavuşum noktasında siyah, yuvarlak lekeyi fark etmiştim. Kamera! diye öttü kafamın içindeki alarmlar. Elbette kameralar vardı salonda. Orada, burada, şurada, ve şurada bir tane daha... Peki Rick bana o yüzden konuşamadığını göstermeye mi çalışıyordu sahiden?

Belki hareketlerini tamamen yanlış yorumluyordum. Yine de içimdeki kedinin sezilerine kulak vermiş, köşeden gömleğimi kapıp Rick'in peşinden koridora çıkmıştım az sonra. Bir süre yanında ilerlediğimin farkında olduğu halde dönüp tek kelime etmedi. Sonunda askerleri ve antrenman sahalarını geride bırakıp başka bir koridora geldiğimizde "Hakkında söyledikleri doğru demek," olmuştu ilk sözü. Bana değil karşısına bakıyordu.

"Hakkımda ne söylüyorlarmış?" diye sordum onun gibi gözlerimi önümüzdeki yoldan ayırmadan. Yine de göz ucuyla dudaklarının yukarı kıvrıldığını yakalamıştım.

"Farklı olduğunu," dedi sadece.

Sonsuz anlama gelebilirdi bu söz. Garip bir insan olduğum, buradakilere benzemediğim, ya da belki... annemden farklı olduğum... Her koşulda, bunun iyi mi yoksa kötü bir şey mi olduğuna emin değildim. Ya benimle büyük bir oyun oynuyor, ya da düşüncelerine katılan bir suç ortağı bulmanın tadını çıkarıyordu Rick. Açıklamaya devam etmek yerine adımlarını hızlandırdı ve basamakları inmeye koyuldu. Herkes görevlerinin başında olduğundan koridorlar zaten sakindi, ama geçtiğimiz her katla giderek boşalıyordu ortalık.

Temizlenmek için kullanılan havuzlu odalara giden yoldaydık. Flame'in yanında birden fazla kez inmiştim bu bölüme. Sadece sabah ve akşamları kullanım izni olduğundan bu saatte ortalıkta kimse olmaması normaldi. Bu da Rick'in özellikle beni gözlerden uzak bir yere getirmeye çalıştığını kanıtlıyordu. Ondan korkacak değildim, hele de annemin kraliçe olduğu bir kalede. Ama bilinmezlik canımı sıkmaya başlamıştı.

"Beni nereye götürüyorsun?" diye sordum bomboş koridora ilerlerken.

Umursamazca omuz silkti Rick. "Ben seni bir yere götürmüyorum, peşime takılan sensin."

Bu kez bana dönüp tek kaşını kaldırmıştı. Teorik olarak haklı olsa da artık bunun sıradan bir gezinti olmadığına emindim. Benim kadar o da benimle konuşmak istiyordu demek, aksi halde bu uğraşa girmezdi.

Takip edilip edilmediğimizi görmek için "Bu saatte burada olmaya iznimiz var mı?" dedim omzumun üstünden arkama bakıp. Sorumun cevabı önüme döndüğümde karşımızdaydı. Bir kız ve oğlan asker duruyordu havuzların arklı girişinde.

"Rick?" dedi kız kuşkuyla. Bakışları yanımdaki oğlandan hemen bana kaymıştı. "Ne yapıyorsun burada?" Doktorun kızıyla burada ne işin var? demek istemişti aslında. Askerler gibi ben de Rick'e baktım vereceği cevabı duymak için.

"Katherine Stone'a refakat ediyorum," demişti Rick bir an bile teklemeden. "Havuzu kullanacak. Doktorun özel isteği."

Son cümlesi ardından gelecek tüm diyalogları öldüren bir nokta gibiydi. Dr. L.'in neden böyle bir şey istemiş olabileceğini, neden kızına böyle bir imtiyaz geçtiğini ve neden bir refakatçiye ihtiyaç duyduğunu sormamıştı görevdeki iki asker de. Rick'in rütbesinin onlardan üstün olduğuna şüphe yoktu, ama burada işi bitirenin annemin gölgesi olduğuna emindim. Az sonra kenara çekilen ikilinin arasından geçmiş, sütunların ortasından, arkların altından en içteki odalara doğru ilerlemiştik.

İrili ufaklı havuzlarla iç içe geçmiş çemberlerden oluşuyordu bu bölüm. Sanırım mahremiyeti korumak için özellikle karanlık denecek kadar loştu içerisi. Havuzların içine yerleştirilmiş sarı küreler yüzünden bal rengiydi suların yüzeyi, ancak oradan süzülen cılız ışıkla aydınlanıyordu duvarlar. Eğer Rick gözden ırak bir köşede beni bir kaşık suda boğmayı planlamıyorsa görülmemek, duyulmamak için buraya getirmemişti.

Gözlerim kirişlerin arasını, taşların altını taradı bizi gözleyen bir lens, bir çift mekanik göz görmek için. İz yoktu. Ses yoktu. Kalede belki de bir tek burada kamera olmaması normaldi sanırım. En dipte, diğerlerinden oldukça küçük bir odaya girdiğimizde nihayet durdu ve bana döndü Rick. Sanki ilk kimin hamle yapacağını görmeyi bekleyerek bakıyorduk birbirimize.

"Seni dinliyorum," dedim o sessiz kaldığında.

Rick'in dudağından kesik bir kıkırtı çıktı. "Aslına bakarsan ben seni dinlemeyi umuyordum. İnsan her gün tanrı katından biriyle baş başa kalma şansı yakalayamıyor."

Sözleri alaycıydı, ama benimle dalga geçtiğini sanmıyordum. Benim onu tarttığım gibi o da beni kafasında anlamlı bir yere oturtmaya çalışıyordu. Doktorun kızı, sistemin iki numaralı adamı mıydı karşısındaki, yoksa sadece Kat mi?

"Bahsettiğin operasyon," dedim. "Ark'a yeni bir saldırı mı planlıyorlar?" Gözleri kısıldı Rick'in. Yine aynı şaşkınlık vardı yüzünde. Sen bunu nasıl bilmezsin şaşkınlığı... "Bak..." dedim bezgince. "Diğerleri benim hakkımda ne söylüyorlar emin değilim. Sen, benim kim olduğumu sanıyorsun emin değilim. Ama her koşulda, düşündüğün gibi tanrı katından gelmediğimi söyleyebilirim. Şimdi, benimle adam gibi konuşacak mısın yoksa onca yolu kelime oyunları yapmak için mi yürüttün bana?"

Rick'in bu sert dürüstlüğü beklediğini sanmıyordum. Alaycı ifadesi kaygı dolu bir ciddiyete kaymıştı yavaşça. Sesli bir nefes verip benden öteye çevirdi bakışlarını. Zihni önündeki alternatifleri tararken elleri beline gitmiş, gözleri duvarları dolanmıştı. "Aslında..." dedi sonunda. "Belki bazı cevaplar bulmama yardımın olur diye yürüttüm onca yolu sana."

"Sen hangi cevabın peşindesin ki?"

"Sonumuzun nereye gittiği olabilir mi acaba?"

Rick'in sesindeki gerginlik benimkini de etkilemişti. "Annemin en büyük silahı sen ve senin gibiler değil mi?" diye çıkıştım. "Onun emrini dinleyip basmadınız mı Ark'ı? Şimdi sahiden bunun sonunun nereye gittiğini bilmediğini mi söylüyorsun?"

Ona küfretmişim gibi baktı Rick. "Darbeyi başlatan kişi olarak sen de benden fazlasını biliyormuş gibi durmuyorsun!" diye saldırdı sözleriyle. Verdiği bu karşılıktan anında pişman olduğunu dudağına sapladığı dişlerinde görmüştüm. Kaba bir adam değildi Rick. Sadece korku ve endişe içindeydi. Zaten uzunca iç çektikten sonra yeniden bana baktığında sesi de yüzü gibi yumuşamıştı. "Emirlere uymam hala kullanacak bir beynim olmadığı anlamına gelmiyor," dedi sıkıntıyla. "Ve evet, sonumuzun nereye gittiği hakkında hiçbir fikrim yok!"

Sorduğu sorulara bakılırsa sahiden de şuursuzca liderini takip etmekten fazlasını yapmaya çalışıyordu Rick. Havuzun köşesindeki taş çıkıntıya çöktüğünde bir askerden çok hayattan yorulmuş, genç bir adam gibiydi. Nedense fazlasıyla kendiminkine benzetmiştim onun bu çaresizliğini. Sanırım bu yüzden az sonra ben de yanına oturmuştum.

"Darbeden haberim yoktu," dedim birkaç dakika sessizce suyu izledikten sonra. Artık bu acı gerçeği dillendirmenin ilk zamanlardaki kadar zor gelmediğini fark etmek garipti. Rick'se kesinlikle bu itirafı beklemiyordu. Anında yandan bana dönüp hayretle bakmıştı. "Annemin planlarının hiçbirinden haberim yoktu," diye devam ettim. "O yüzden saldırdığınız gece kasırdaydım. O yüzden yakalandım Ark'a. "

Rick ondan çok daha boktan bir durumda olan biriyle karşılaştığından kendi derdini unutmuş gibiydi. Bir şey demek için dudakları aralansa da onu konuşturmadım.

"Bu olanların hiçbiri hakkında fikrim yoktu. Ve annemin bundan sonrası için ne planladığını bilmiyorum. Yani... üzgünüm ama aradığın cevapları sana verecek olan ben değilim." Dikkatle ve inanamayan gözlerle beni izleyen çocuğa döndüm. "O yüzden... eğer bu operasyonla ilgili bildiklerini anlatırsan çok makbule geçer."

"Hah..." gibi bir ses çıktı Rick'in ağzından. Şaşkınlık, merak, tedirginlik... mavi gözlerinde bir bulamaç olmuştu duygular. Hemen bir cevap vermeyeceğini anladığında bakışlarını kaçırıp bacakları arasında sallanan ellerine dikti. Sözlerime gerçekten inanıp inanmadığını bilmiyordum. O yüzden bir anda "Bir hafta..." dediğinde hayretle ona baktım. "Bir hafta içinde yeni bir saldırı olacak," diye devam etti Rick huzursuzca. "İlkinden çok daha büyük. Son noktayı koymak için. Ark virüs yüzünden tamamen güçsüz düştüğü anda saldıracağız."

Mideme bir kaya oturdu. Son nokta... diye yankılanmıştı Rick'in sözleri kulağımda. Son noktayı koymak için... İlkinden çok daha büyük... bir hafta... yeni bir saldırı...

"Bunun olacağını biliyorduk elbette. Başarının bir bedeli olacağını... biliyorduk. Biliyordum. Ama işte..." Dudaklarını büzüp sıktı Rick.

"Hiçbir zafer vicdan azabına bulaşan kiri temizlemeye yetmiyor," diye tamamladım sözlerini.

Diyeceği bu muydu bilmiyordum, ama başıyla onaylamıştı Rick. Yeniden susup önümüze döndük. Aynı yere baksak da suyun üzerinde dans eden anılar ikimiz için bambaşkaydı muhtemelen. Tek ortak noktamız geçmişimizi kaplayan, elimize yüzümüze bulaşmış kandı. O kandan kurtulmak istermiş gibi avuçlarını birbirine sürtüyordu Rick.

"Lore'un o halde o cehenneme dönmesini istemiyorum," dedi bir anda. Benim itirafım kadar kısa, net ve dürüsttü onunki de. "Saçmalık biliyorum, o gördüğüm en iyi asker. İşi bu, en iyi bildiği şey bu, yapmak istediği şey bu. Yine de..."

"O senin ablan ve onun için korkuyorsun."

Gülümsedi Rick ve "İkizim," diye düzeltti. "Ama aramızdaki iki dakikayla ilgili böbürlenmeye bayılır. Ondan bana zorla abla dedirtiyor çocukluğumuzdan beri..." İstemsizce ben de gülümsedim, ama benim dudaklarım yukarı kıvrılana dek Rick'inkiler bir çiçek gibi solmuştu bile. "Onu buraya ben getirdim," dedi hüzünle. "Hayatta kalabilmesi için... kendi ellerimle ben getirdim buraya. Ve şimdi... ölüme öncekinden de yakın sanki."

"Nasıl oldu?" diye sordum çekinerek. "Aileniz... onlar Ark'ta mı kaldı?"

Rick acıyla gülümsemişti. "Bizim ailemiz Ark'ı hiç görmedi. Lore ve ben... biz Ark'tan değiliz. Teneke şehrin ortasında, hiç tanımadığımız bir babadan ve aklı noksan bir anneden doğmuşuz. Tüm çocukluğumuzu onun bunun yanında sürünerek, çalıp çırparak sokaklarda geçirdik. Sonra bir gün, dronlar yakaladı bizi. Ben... saklanmayı başaracak kadar şanslıydım. Ama Lore..."

Anı boğazına dolanmış gibi yutkundu Rick.

"Öleceğine emindim aslında. Annen yardım etmese ölürdü de zaten. Tek bacağı kopmuştu. Göğsü ve midesinde üç delik vardı. Kendi kanıyla boğuluyordu ellerimde. Ama doktor oradaydı. Sadece Lore'u kurtarmakla kalmadı, bize bambaşka bir hayat sundu. Burada... Ve ben ikimiz adına da o hayatı kabul ettim."

Oturduğu yerden kalkıp elleri cebinde havuzun etrafında ağır ağır yürüdü Rick. Sudan yansıyan cılız ışıkta bile ıslak gözlerinin parladığını görebiliyordum. Sonsuz anı cam kırıkları gibi ışıldıyordu mavilerinde.

"Lore gözlerini açtığında bambaşka biriydi," diye devam etti. "Metal bir bacağı, metal bir iskeleti ve... kanatları vardı artık. Doktor Lore'u iyileştirebileceğini, ama bunun onu tamamen değiştireceğini söylediğinde böyle bir şey beklemediğimi tahmin edersin. Aklım çıkmıştı korkudan. Kardeşime verdiğim zarar için ölüyordum vicdan azabından neredeyse." Sinirle güldü. "Gel gör ki Lore buna bayıldı. Ona bahşedilen ikinci hayata, bu kaleye ve bu yeni güce..."

"Peki ya sen?" dedim kendimi tutamayıp. "Sen nasıl..." Bu hale geldin diyecektim ki kendimi son anda durdurmuştum.

Başını duvara yaslayıp bana baktı Rick. "Lore'dan ayrılmam söz konusu değildi. Onu burada bir başına bırakamazdım. Ben de doktordan beni de onun gibi dönüştürmesini istedim. Pek sıcak baktığını söyleyemem. Bu operasyonu o zamana kadar sadece yaralı ve ölüm döşeğinde olan insanlara yapmışlardı. Ama... o askerlere katılıp kardeşimle kalmamın tek yolu buydu ve ben de inat ettim. Kararı veren annen miydi, yoksa Morris mi bilmiyorum. Ama sonunda..." Kollarını iki yana açtı kendini göstermek istercesine. "Ben de annenin melez askerlerinden biri oldum."

Melez... diye düşündüm. Kendilerine böyle diyorlardı demek. Biraz insan, biraz robot, biraz hayvan... Sahiden de bu askerlere verilebilecek en uygun isimdi bu. Tüm güçlerin altın oranını bulmuş, kusursuz bir karışımla üstün insanı yaratmıştı Dr. L. Ama karşımdaki çocuk korkuları, endişeleri ve tereddütleriyle o kadar da kusursuz durmuyordu şu an.

"Pişman mısın?" diye sordum cevabın evet olduğunu bilerek. İçten içe kendi hislerime bir ortak, taşıdığım nefreti paylaşacak birini bulmaya çalışıyordum sanırım. Oysa ikinci kez düşünmeden başını iki yana sallamıştı Rick.

"O günlere dönsek yine, yeniden aynı yolu seçerdim. Hem Lore'u kurtarmak hem de onunla kalmak için. Altı yıl boyunca bir kez olsun şüphe etmedim doğruyu yaptığımdan. Güneş hiç görmemek, her gün aynı iğrenç otu yemek, yatağımı yüzlerle kişiyle paylaşmak, gecelere kadar, saatlerce, köpekler gibi çalışmak... hiçbiri yukarıda bıraktığımız hayattan daha beter değildi. Hele de Lore yanı başımdayken. Daha iyi bir dünya için birlikte çalışırken..."

Duvardan ayrılıp bana doğru geldi ve yeniden yanıma oturdu. Sanki omuzları çökmüştü anlattıklarının ağırlığıyla.

"Sonra o gece oldu. Kasra girene kadar her şey kağıt üstünde bir hedef, bir hayaldi sadece. Buraya adım attığım andan beri her gün, her saniye bu darbeye hazırlanıyoruz. Buradaki herkes o geleceğin hayaliyle uyanıp aynı umutla tamamlıyor her günü. Ama o bahçeye inip silahımdan ilk kurşun çıktığında... o zamana kadar bu savaşın gerçekten ne anlama geldiğini hiç anlamadığımı fark ettim." Başını eğip ensesindeki saçları karıştırdı. "Oyunun sadece kötü adamlar ve iyi kahramanlardan ibaret olmadığını idrak edememişim korkarım."

O kötülerle iyilerin ortasında kaybolup giden onlarca masum insandan bahsediyor olmalıydı Rick. Sanırım dillendirip kalbimden atamadığım yükü benim yerime birkaç cümleye sığdırdığı için ilgiyle ona dönmüştü bakışlarım. Sözlerine ne tepki verdiğimi görmek ister gibi Rick de kaçamak bir bakış attı bana.

"Benimle bu yüzden konuşmak istedin," dedim. "Sana her şeyi düzeltecek kusursuz bir planımız olduğunu söylememi ve içini rahatlatmamı istiyorsun. Tüm bu ölümlerin boşa olmadığını, bizi adil, duvarların olmadığı, mutlu bir gelecek beklediğini..."

Omuz silkti. "Bunu Dr. L.'in kızından duymayı beklemem o kadar da garip bir şey değil sanırım ha?"

Maalesef değildi. Ve maalesef ben Rick'e aradığı umudu verebilecek son kişiydim. Sessizliğimden daha iyi anlatamazdı hiçbir şey düşüncelerimi. Ben de susup suyu izlemeyi sürdürdüm. Bir süre sonra ikimiz yerine de konuşan Rick oldu.

"Yanlış anlama kedi kız. Ölümden korktuğum falan yok. Ben ölümün ortasına doğdum. Gözümün önünde en iyi arkadaşımın boynunu kestiklerinde beş yaşındaydım. İnsanlar ölür. İnsanlar bu hayattan gider. Ben de ölüp gidebilirim. Hepsi tamam. Ama buraya geldiğimde... geçirdiğim onca yıl... bunu değiştireceğimize inandım. İyi tarafın biz olduğumuza... dünyaya barışı getireceğimize..." Pes etmiş gibi bana baktı. "Şu ana kadar gördüklerimin barışla ne alakası var bulamıyorum. Lore'u buraya yaşaması için getirdim. Ama burada herkes ölüyor. Dışarıda herkes ölüyor."

Rick başını öne eğdiğinde onun için üzülmekten kendimi alamadım. Ne harika... dert edindiğim onlarca cana bir tane daha katılmıştı. Verecek hiçbir teselli bulamadığımda "Lore gördüğüm en azılı savaşçı," dedim dürüstçe. "Can sıkıcı derecede azılı hem de..."

Güldü Rick. "Kesinlikle öyle." Gözleri kardeşiyle ilgili anılara dalmıştı suyun üzerinde. "Yine de... Lore dünyanın en özel, en yetenekli, en güçlü insanı olabilir. Ama yenilmez değil. Ve ben bu yolda onu kaybetmeye hazır değilim korkarım." Yeniden güldü. "Neden bunları sana anlattığımı bile bilmiyorum. Sanırım hala aklıma yatacak bir şeyler söyleyip beni ikna etmeni umuyorum. Ama belli ki senin benden daha çok ihtiyacın var bunu duymaya."

O tek kaşını bana doğru kaldırdığında gözlerimi kaçırdım istemsizce. Tüm hayatım boyunca, en az onun kadar büyük bir inançla annemin hayalinin peşinden koştuğumu itiraf edebilirdim tam şu an. Ama bunu o hayalin bir balon gibi elimde patlayıp beni yara bere içinde bıraktığını anlatmadan yapmam imkansızdı. Benim kaybedecek bir şeyim kalmamıştı. Oysa karşımdaki adam hala bir el arıyordu tutmak için. Kendi çürümüş umutlarım gibi onunkileri de zehirlemeye el vermemişti gönlüm.

"Üzgünüm," dedim. "Yarının ne getireceğini bilmiyorum."

Anlıyorum der gibi başını aşağı yukarı salladı Rick. Hemen sonra ayaklanmış, kalkmam için bana elini uzatmıştı. "Bu konuşmadan Lore'un haberi olmazsa çok makbule geçer," dedi bir sır verir gibi. "Malum... sadece can sıkıcı bir asker değil. Çok daha can sıkıcı bir abla olabiliyor istediğinde."

"Bir şartla," dedim. Bunu beklemeyen Rick'in kaşları anında bir yay olmuştu alnında. Umursamadım. "Bu operasyonla ilgili detayları öğrendiğinde bana da anlatacaksın."

"Bunu annene sorsan daha..."

"Her şeyi..." diye kestim onu. "Ne zaman, nerede, nasıl olacak?"

"Neden?" dedi merakla. Kendi kafamın içindeki sese katılmıştı sorusu. Ne yapacaksın ki Kat? Neyin peşindesin Kat? Hala neyi değiştirebilirsin ki Kat? Hani her şey bitmişti senin için Kat? Kendime de Rick'e de verecek cevabım yoktu. Neyse ki benim konuşmama fırsat kalmadan Rick'in belindeki telsiz canlanıp mekanik ses havuzlu odayı doldurmuştu.

" Acil durum. Tüm askerler, görev alanınızdaki ekiplerle derhal meydana bekleniyorsunuz! Tekrar ediyorum, tüm askerler, görev alanınızdaki ekipleri toplayın ve derhal meydana gelin!"

Kaşları çatıldı Rick'in. Aynı anda kapıdan gelen sese dönmüştük ikimiz de panikle. Girişte bizi karşılayan askerdi bu.

"Rick," dedi nefes nefese. "Çabuk, herkesi meydanda bekliyorlar."

"Ne oluyor Charlie? Nedir acil durum?"

Ağlayacak gibiydi çocuk. "Söylediklerine göre Ark panzehri bulmuş. Başkanın açıklaması tüm kanallarda. Virüsü durduruyorlar Rick! Hapı yuttuk!"

Ha?

Rick'le birbirimize baktık anlamadan. Ark... panzehri bulmuştu. Noah imkansızı başarmış demekti bu. Annemin en kusursuz hamlesini bile ekarte etmeyi başarmıştı. Peki şimdi ne olacaktı? Onun intikam aşkıyla bir canavara dönmüş gazabından kim koruyacaktı dünyayı? Tanrım... bir kabustu bu.

***

-BÖLÜM SONU-

Eyvah ki eyvah diyorum size! Dr. Noah oyuna geri döndü. İddia ettiği gibi virüse çare bulduysa, Kat'in de dediği gibi onun gazabından kim koruyacak dünyayı? Sonraki bölümler biraz aksiyona, bir miktar da gözyaşına hazırlanabiliriz.

Ama önce, hadi Lore ve Rick'i konuşalım :)

Bu bölüm onları tanımanızı istedim. Hikayemize bomba gibi düşen ve düşmeye devam edecek bu ikizlerle ilgili yorumlarınızı aşağı bekliyorum. Sevdiniz mi, kızdınız mı, ne hissettiniz?

LORE

RICK

Sonraki bölüm kurt çocuklayız :) Ama belki öncesinde size güzel haberler vermek için dönebilirim ;)

Kendinize yeniden görüşene kadar çooook ama çok iyi bakın!

Sizi seviyorum!

E.Ç.

Continue Reading

You'll Also Like

350K 7.1K 8
Özgün 21 yaşında ve saf bir erkek... Hayatın ona ummadığı anda çıkardığı süprizlerle daha önce yaşamadığı kadar tuhaf şeyler yaşıyor. Ve bu durum ya...
2.1M 183K 79
•Yetişkin okurlar içindir• Kandan kıyafetlerimizi kuşanıp da, İçtiğimizde suyundan kehanetin, Biliriz hepimiz aslında, Ona ait bedenlerimiz. Apollon...
10.4M 509K 65
Zamanın çok ötesinde tarihin tozlu sayfalarında bir hikaye anlatılır Edna dilinde. Hırs ve kibirden dövülen nefretin beden bulduğu hayatlar yıkımdan...
3.6K 281 34
ilk brawl stars kitabım yargılama yada sorgulama yapmayalım pls