Nyx • Pietro Maximoff

By nyksblack

68.3K 5.1K 3.4K

𝐵𝑖𝑟 𝑀𝑎𝑟𝑣𝑒𝑙 𝐻𝑖𝑘𝑎𝑦𝑒𝑠𝑖... Korkuyordum ondan, çünkü yavaş yavaş beni kendine aşık ettiğini biliy... More

𝓟𝓻𝓸𝓵𝓸𝓰𝓾𝓮
𝓟𝓻𝓸𝓵𝓸𝓰𝓾𝓮
Giriş
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12 - Sokovia savaşı (part-1)
playlist
13 Sokovia savaşı (part-2)
14
ÖZEL BÖLÜM
15 ÖZEL BÖLÜM
16 - Kırmızı zırh / Kırmızı kan
17
18
20
21
22
23
24
25
26
27 ve 28. BÖLÜMLER
29
30
31
32
33
34
35

19

1.2K 115 72
By nyksblack

Merhabaa! Bölüme uyacak gif bulamadım, şimdilik Levi ile idare edin:)

Bölüm şarkısı;
Zaten kırılmış bir kızsın - Bağzıları

Başlamadan önce oy verir ve yorum yaparsanız beni çok mutlu edersiniiz^

"Yalvarırım beni dinle! Her şeyi açıklayabilirim!"

Onu dinlemeden odama giden merdivenleri çıkmaya devam ettim. Ölmüş ve dirilmiştim, ne hissetmem gerek bilmiyordum. Bana söylenen yalanları öğrenmiştim, beynim karmakarışıktı, ne düşünmem gerek bilmiyordum.

Ama o an hissettiğim en kuvvetli duygu, doğru ya da yanlış olsa da öfkeydi.

"Peşimden gelme, seni görmek istemiyorum." Dedim net bir sesle.

Yaptığım hiçbir seyi bilinçli yapmıyordum. Evet, aşağı yukarı bu tarz bir tepki vereceğim doğruydu, ama şuan bedenimi kontrol eden ben değildim. Bütün yetkiyi içimdeki bir başkasına vermiştim sanki, sadece izliyordum.

Odama girip kapıyı kapattım. "Friday, Carissa Stark yetkisi, protokol 13, odama kimsenin girmesini istemiyorum."

"Elbette, Patron. Anthony Edward Stark ve Pepper Potts'un sahip olduğu bütün protokoller ikinci bir emre kadar rafa kaldırıldı." Dedi mekanik bir sesle.

Daha fazla burada durmak istemiyordum, çünkü o zaman ya kaderime boyun eğerdim ya da onu affederdim. Neyin doğru olduğunu da bilmiyordum üstelik!

Giyinme odama girip üst raftan orta boy siyah renkli bavulumu çıkardım ve yatağımın üzerine bıraktım. Günlük kıyafetlerimin arasından rastgele bir yığını içine atıp kapağını kapattıktan sonra sürükleyerek kapının yanına getirdim. Onu oraya bırakırken kapıdan gelen yumruk seslerine kulak tıkadım, masanın üzerinde duran telefonuma yığılan mesajların gürültüsüne de öyle.

17 yaşımdayken yüklediğim bu protokol ben hariç herkesin tüm yetkilerini elinden alıyordu. Babamın bundan haberi yoktu, az önceye dek. Pepper'ın yetkilerine de el koyduğum için muhtemelen şirkette şuan kafayı yemek üzereydi.

Kapıyı açmam için yalvarmasının sebebi buydu, zırhlarını kullanamıyor olması. Eğer kullanabilseydi bu kapı şimdiden kırılmıştı bile.

Telefonumu, cüzdanımı ve pasaportumu aldıktan sonra bir çantanın içine attım ve valizimi sapını sağ elimle sıkıca sardım.

"Friday, kapıyı açabilirsin."

Kapıdan minik bir 'klik' sesi geldikten sonra kenara çekildim. Tam o sırada kapıya omuz atmakta olan yüzbaşı aniden içeri kapaklandığında ona yandan bir bakış atıp dışarı çıktım ve diğerleriyle göz göze geldim.

Gözleri hepten kızarmış olan babam beni aceleyle süzdü, ifadesiz yüzümde herhangi bir 'kendine zarar verme' emaresi görememiş olacak ki konuşmak için ağzını açtı ama sonra hemen geri kapadı. Birkaç saniye yüzüne baktıktan sonra merdivenlerden indim ve asansörün önünde durdum.

Hiçkimse beni durdurmaya çalışmadı, yapamayacaklarını biliyorlardı. Ama bir anlık olsun 'gitme' demesini bekledim. Kim olduğu fark etmezdi, herhangi biri olabilirdi. Şu son bir haftadır ilk defa gerçekten bir şeye ait gibi hissetmiştim, ama yanılmıştım, hiçbir zaman hiçbir şeye ait olmamıştım ben. Bir evim bile yoktu, yuvam diyebileceğim hiçbir yer yoktu.

Sahi, ben nereye gidecektim?

Cevabı biliyorsun, Carissa.

Evet, biliyordum.

Asansör katta durduğunda son bir kez omzumun üzerinden salondaki yenilmezlere baktım, asla varlığım istenmeyecekti.

Asansöre bindim, beynim o kadar doluydu ki klostrofobimi geri plana atmıştı. Herzamankinin aksine kenardaki demirlere sıkı sıkı tutunmamıştım. Tam tersi, asansörün ortasında duruyordum, gözlerim yalnızca çift kanatlı kapıya kenetlenmişti.

Açılan kapılar ardından seri adımlarla indim, siyah topuklu ayakkabılarımın yaptığı yankı koridordakilerin bana dönmesini sağlıyordu. Bana bakanların ağzından dökülen tuhaf şaşkınlık ifadelerini yok saydım.

Binadan tamamen çıktıktan sonra biraz geri çekilip başımı yukarı kaldırdım.
S, T, R ve K harfleri düşmüş olan ve artık sadece Avengers'ı temsil eden eski Stark kulesine baktım.

Boğazıma dizilen yumruyu göndermek için fazlaca çaba harcasam da başardım ve bir taksi çevirmek için caddeye çıktım. Elimi uzatıp yoldan geçenlerden birini durdurduktan sonra çantamdan gözlüklerimi çıkardım ve binmeden hemen önce taktım.

Arka koltuğa geçip kapıyı kapattım ve dirseğimi cama yasladım. Uzaklaşmak istiyordum buradan ama gidemiyordum.

Sahi ya, neden gidemiyordum?

Şoförün sesiyle daldığım transtan çıktım. "Hanımefendi, nereye gideceğiz?" Diye sordu bıkmış bir ses tonuyla. Sanırım bu soruyu fazlaca sormuştu, ama benim suçum değildi, daha dirileli birkaç saat olmuştu, kafam karışıktı.

Biraz daha bekledim, nereye gidecektim?

Aklıma gelen şey yüzümde buruk bir gülümseme oluşturduğunda taksiciye döndüm. "Manhattan köprüsü." Adam bir an duraksadıktan sonra kontağı kapatıp geriye döndü. "Ne olursa olsun, terminalden kalkıp, Manhattan köprüsüne gitmem."

Ben de, asla yapmak istemediğim o hamleyi yapmak zorunda kaldım, gözlüklerimi çıkardım.

"Mss. Stark?" Dedi adam hayretle.

"Manhattan köprüsü, Rutgers sokağı."

"Hemen efendim." Dedi önüne dönerek.

Stark olmanın büyük avantajları vardı.

Yoğun trafik yüzünden 20 dakikada anca gelebilmiştik. Karanlık, ışıkları yanmayan sokağın başında taksiciyi durdurdum, 3 metre sonrası bile görünmeyecek kadar karanlık ve ıssızdı. "Geri dönebilirsiniz." Dedikten sonra çantamın içinden 5000 dolar gibi bir miktar çıkartıp ön koltuğa bıraktım. "Sanırım kimseye bu yolculuktan bahsetmemenizi söylememe gerek yok."

"Elbette, efendim." Arabanın farları gözden kaybolan kadar bekledim. İnmeden önce saate bakmıştım, gece yarısını geçeli biraz oluyordu.

Yüzümü karanlık Rutgers sokağına döndüm, en son böyle bir yola girdiğimde çıkışım pek iyi olmamıştı. Ama ben hala Carissa Stark'tım.

Farklılıklarım vardı tabi, aylar önce kaçırılan; hayatından, anılarından, yaşadıklarından habersiz bir kız çocuğu değildim artık.

İşkencelere maruz kalmış, illegal deneylere kurban gitmiş; damarlarında ölüleri dirilten, yıkımsal bir güçle geziyordu artık o kız.

Artık Polyannacılık oynamıyordum,

karanlık sokaklardan korkmuyordum.

Çünkü, artık bana kimsenin zarar veremeyeceğini biliyordum.

Gözlerimde aylar öncekinin aksine tedirginlik yoktu, aksine, rahattım. Bana zarar verebilecek hiçkimse yoktu,

Ben en güçlüleriydim.

İlerlemeye başladım, sokak o kadar karanlıktı ki görüş mesafesi bir metreyi bile geçmiyordu. Elli metre kadar ilerledim, ve geceye uyumlu bir garaj kapısının önünde durdum.

"Ich kam." Şifre sayesinde kapı açılırken içeri girdim, sıradan bir garaj gibi görünüyordu, sıradan bir apartmanın, sıradan bir garajı.

İçerideki 'Sığınak' yazan yere ilerledim ve fransız kapı kolunu çevirdim. Kapının üzerindeki yeşil ışık üzerimden geçtikten sonra oldukça kısık bir ses duyuldu.

"Retina taraması."

Kameranın olduğu tarafa bakıp gözümü görmesini sağladım.

Yeşil ışık gözümü taradıktan sonra, "Kişi tanımlandı." Dedi tekrar aynı ses, ardından kapı açıldı. "Hoşgeldiniz, Bayan Stark."

Sığınak görünümlü kapıdan içeri girdim ve uzun beyaz koridorda ilerlemeye başladım. Düz gibi dursa da eğimli bir koridordu, şimdiye kadar yerin 10 metre kadar altına inmiş olmalıydım.

Koridor bittikten sonra sağ tarafta kalan demir, siyah kapıya ilerledim. Bu kapıyı eskiden çok severdim, bana verdiği enerji çok hoşuma giderdi. Şimdi ise bana çağrıştırdığı tek şey, haftalarca süren tutsaklığımda, özgürlüğe gitmemi engelleyen bir metal yığınıydı.

Zihnimin derinlerine iteledim bu düşünceleri, tıpkı babamın yıllarca bana yaptığı, anılarımı gömdüğü gibi. Gıcırdayarak açılan kapı, arkasındaki kirişe çarptıktan sonra bir-iki kez sekti. Kapıda durup içerisi görünmeyen alana baktığımda gerginlik yapmamam gerektiğini fark ettim, kimse bana zarar vermez, ben en güçlüleriyim.

Kapının sol tarafına uzanıp ışıkları yaktım, uzun zamandır kullanılmayan garajın tepesindeki onlarca florasan lamba büyük gürültülerle teker teker yandı ve etrafı aydınlattı.

Babamın milyonlar- pardon milyarlar değerindeki araba koleksiyonları, benim varlığını unutup yıllarca kullanmadığım güzeller güzeli 1967 model Mercury Cougar'ımla birlikte uzun zamandır buradaydı.

Arabam olduğunu unuttuğum gibi, ehliyetim olduğunu da unutmuştum, neredeyse 2 yıldır buraya hiç gelmemiştim. Babamın bana 16. Yaş günümde aldığı arabama ilerliyordum ki durakladım, aslında yapmak istediğim bu değildi.

Ben ne yapmam gerektiğini gerçekten bilmiyordum, ama uzaklaşmak istediğimden emindim. Yolumu sol tarafa çevirdim, birkaç arabanın arasından geçip babamın Bugatti Veyron SS'ine ilerledim. Üzerinde duran anahtarı aldım ve kontağa takıp çevirdim, içeride yanan ışıkları takip eden bir uğultuyla havalanmaya başladım.

Arabanın üzerinde durduğu mekanizma yükselirken tavanda da ona eş zamanlı olarak bir katman açıldı. Sol elim direksiyonun üzerindeyken sağ elimle torpidoya uzanıp güneş gözlüklerimi çıkardım, buraya gelirken taktıklarımı ise gelişigüzel arka koltuğa fırlattım.

Üzerinde durduğum platformla birlikte yükselirken üstteki kapak tamamen açılıyordu, üstümde kalan nehir suyunun içeri girmemesi için yapılan başka bir mekanizma daha devreye girmişti.

Ve sadece birkaç saniye sonra Manhattan köprüsünün biraz yakınında suyun üzerinde duruyordum. Stand kıyıya doğru yanaştıktan sonra gaza bastım, şehirden çıkacaktım, sonrasında bana engel olabilecek hiçbir şey kalmayacaktı.

Ya da, ben öyle umuyordum.

Otoyolda çıktığım andan itibaren tamamen gaza yüklenmiştim. Bilerek tenha yolları seçmiş, böylelikle Tony Stark'ın beni bulmasını kendimce biraz daha zorlaştırmıştım. Parmak boğumlarım direksiyon simidini sıkmaktan bembeyaz olmuştu. Dikiz aynasından gördüğüm yüzümde öfke vardı, keder, acı vardı.

Arabayı bu kadar hızlı sürerek babamdan mı kaçıyordum, kendimden mi, yoksa düşüncelerimden mi? Bilmiyordum.

Sadece yarım saat sonra arabayı uçurumun kenarına çekmiş hayatı sorguluyordum. Gelirken aldığım içki şişesiyle birlikte arabanın kaportasına oturmuştum, elimde ne var ne yok, bir bakma vaktiydi.

Wanda zihnime girmiş ve anılarımın tamamını ortaya çıkartmıştı. Peki ben, neler mi hatırlıyordum?

Annem ve babamla geçirdiğimiz tüm o güzel anları, sonra her şeyin altüst oluşunu, Türkiye'ye gelişimi, üvey babamı, kız kardeşimi... Her şeyi hatırlıyordum. Benden alınanları bilmek canımı acıtıyordu, ama babama kızamıyordum, çünkü intihar teşebbüslerimin hepsi kafamın içinde dolanıyordu.

Lisenin ikinci döneminde Cora'nın okula gelişini, nasıl tanıştığımız hatırlıyordum. Onun Cedric'e aşık olmasının ardından harika bir dostluğumuzun olduğunu hatırlıyordum.

Anılarım yerine oturunca fark ettiğim şeyler vardı, ben asla Cora ve Cedric'le onların benimle ilgilendiği kadar ilgilenmemiştim. İlk mesaj atan taraf hep Cora olurdu, buluşmaları ayarlayan ise Cedric.

Ben 16 yaşımdan beri hep depresiftim, ilaçları aldığım zamanlarda elbet. Fark ediyorum ki, ben hep acı çekiyordum, hem de neyin yasını tuttuğumu bilmeden, yıllarca acı çekmiştim.

Halbuki elimden kayan yılların yasıydı bu, kız kardeşimin yasıydı, sırf beni korumak için işkenceye uğrayan annemin yasıydı.

Yıllarca odasının camından babasını bekleyen o küçük kızın, Alya'nın yasıydı.

Alya, ismim buydu, değil mi?

Evet, evet öyleydi.

Annemin bana koyduğu Türk ismim Alya'ydı, o kadar uzun zamandır çıkmamıştı ki bu isim ağzımdan, neredeyse nasıl söylendiğini unutacaktım.

"Alya.." Diye mırıldandım belli belirsiz, kendi ismim ağzımdan bu kadar zor çıkmamalıydı.

En son ne zaman bana Alya diye seslenildiğini hatırlıyordum. Annem, ev basılmadan sadece birkaç dakika önce yatağa bırakmıştı beni, sıkı sıkı sarılmıştı, öpmüştü, sanki bir daha yapamayacak gibi- bir daha yapamayacağını biliyor gibi...

"Alya'm" demişti bana son kez.
Bir daha bu kelime hiçkimsenin ağzından çıkmamıştı.

Mehir Somodorov, Stark, ya da Avcı -soyadı her ne ise- öldüğünde Alya da ölmüştü.

Tony Stark ile birlikte ABD'ye dönen kız Carissa Elizabeth Stark olabilirdi. Ama Tony'i yıllarca bekleyen hep Alya'ydı, o babasının geldiğini göremeden ruhen ölmüştü.

Ölmedim Carissa, buradayım. Sen sadece beni içsel kavgalarında dışarı çıkartıyorsun.

Başka ne yapabilirim ki?

İçindeki çocuğu daha da derine gömme.

Ama ölüler gömülür. Boş cesetler, içinde ruh yoksa işe yaramazlar, değil mi?

Birkaç saat öncesine kadar sen de boş bir cesettin.

Kes sesini.

Bir de o konu vardı, ben ölmüştüm, sonra dirilmiştim. Clint'i nakavt edip yenilmezlere tabanca(!) doğrultmuştum.

Mjolnir'i kaldırmıştım...

Nasıl olduğuna anlam veremediğim bir şekilde çekici elime aldığım anda evrendeki bütün yıldırımların damarlarıma doluştuğunu hissetmiştim.

Sadece layık olanların kaldırabildiği tanrısal bir silahı elime almıştım.

Sahi, ben gerçekten layık olabilecek kadar iyi bir insan mıydım?

Son birkaç ayda yaptıklarına bakarsak ohoo...
Sırf babanı gammazlamamak ve milyonlarca insanın ölmemesi için yasadışı deneylere katılman?
Daha doğru düzgün tanımadığın, mavi gözlü bir çocuk için savaş uçağının önüne atlaman?
Mecbur olmadığın halde yenilmezlerin arasında katil robotlarla savaşman?

Daha sayayım mı?

Bırak, kalsın. Yeterli.

Belki de tüm bu yaptıklarım yüzünden hayat bana ikinci bir şans vermişti? Sınırlarını bilmediğim bu mor renkli madde beni diriltecek kadar güçlü müydü gerçekten de?

Görünen o ki, evet.

Yolun sonuna, uçuruma geldiğimi düşündüğüm anda o uçurumdan yuvarlanmış, yepyeni bir başlangıca kucak açmıştım.

Bana söylenen yalanların ya da yasadışı örgütlerin olmadığı bir başlangıç.

Ölümüm olarak düşündüğüm uçurumun altı masmavi denizlere açılıyordu. Ve benim ikinci başlangıcım bu sefer kan göllerinde değil okyanuslarda geçecekti.

Ama,

Öncesinde halletmem gereken şeyler vardı.

Cebimden çıkardığım telefonumdan ezbere bildiğim numarayı tuşlarken içki şişesini sol elime almıştım. Arama tuşuna basıp telefonu kulağıma götürdüğümde gözlerimi saatlerdir yaptığım gibi karşıdaki okyanusa dikmiştim.

3 kez çaldıktan sonra açılan telefondan gelen ağlamaklı ses boğazıma bir yumru takılmasına sebep olmuştu.

"Alo?" Saatlerdir ağladığı belli oluyordu. "Kimsiniz?"

"Merhaba Cora, lisedeyken planladığımız kaçış programını hatırlıyor musun?"

Bölüm nasıldı, düşünceleriniz?

Genel olarak Carissa'nın içsel kavgasını okuduk zaten, olayların onun tarafından yorumlanması vesaire.

Carissa'nın ağzından yazmayı özlemişim:)

Sizce yaptıklarında haklı mı? Kuleyi terk etmesi, Tony'den kaçması ya da protokolleri kaldırması?

Eğer empati kurabilirseniz bütün karakterler kendince haklı, bu da benim karar vermemi zorlaştırıyor.

Tony'i affetmeli mi, yoksa affetmemeli mi, bilmiyorum. Ancak Carissa'nın Tony olmadan mutlu olamayacağını da biliyorum.

Sonuçta depresyona girmesinin en temel sebebi Tony'nin kendini Carissa'dan uzak tutmasıydı.

Ama artık çok daha başka biri olduğunu fark etmişsinizdir. Başına gelen onca olaydan sonra kişiliğinin değişime uğraması elbette kaçınılmazdı, ya da daha doğrusu, bastırdığı kişiliğinin ortaya çıkması.

Başka bir bölümde görüşmek üzere!! Sizi çok seviyorum kendinize iyi bakın^^

Yazarınız, Nyks

-Sınır-

50 oy

50 yorum







Continue Reading

You'll Also Like

2.5M 215K 33
okumayın for vanilla baby
165K 18.5K 40
jeon jungkook en yakın arkadaşının amcasına aşık olmuştu.
158K 16.7K 53
Jungkook, erzağının bitmesiyle kendine yiyecek birşeyler ararken, Taehyung'un liderlik yaptığı bir küçük bir şehirle karşılaşır. Jungkook, açlığını d...
52.9K 2.5K 15
"kurtarıcısına aşık kız... klişe hikaye." "komşu kızına platonik aşık çocuk mu söylüyor bunu?" ya da asi'nin şebnem'in kızı olarak doğup büyüdüğü ve...