Son Öpücük

By janekkum

10.8K 563 149

"Filmlerde böyle bir sahne olduğunda, genelde erkek kızı öper," dedim yanaklarım kıpkırmızı. "Öpmeli mi... More

GİRİŞ
2. Bölüm | G Şahsını Pişman Etme Davası
3. Bölüm | Gülüşün diyorum, içmeden nasıl sarhoş edebiliyor insanı?
4. Bölüm | Beş Günde Devr-i Antalya
5. Bölüm | Ona Karşı Koyabileceğini Mi Sanıyorsun?
6. Bölüm | Günün En Güzel Saatleri Bunlar Yanımda Kal
7. Bölüm | Var Olmayan Bir Kadının Hayaliyle Savaşmaya Gücün Var Mı?
8. Bölüm | Ellerime En Çok Senin Ellerin Yakışıyor
9. Bölüm | Ben Bu Şehirde Sadece Seni Sevdim
10. Bölüm | Özledim Dedi Adam Hemde Delicesine
11. Bölüm | Hiç Gitme Desem Hep Benimle Kalır Mısın?
12. Bölüm | Seni Kıskandırıyorum Beni Affet
13. Bölüm | Ayrılığın Ön Gösterimi
14. Bölüm | Anneyle Tanışmak Mı Giyotin Mi Deseler Zerre Değeri Olmaz Hayatımın
15. Bölüm | Yazar Öyle Savsaklamış Ki Ruhum Yara Aldı Resmen
16. Bölüm | Gökten Murat Dalkılıç Yağsa Bana Cemil İpekçi Düşer
17. Bölüm | Daha Ne Kadar Beklemek Zorundayım Seni?
18. Bölüm | Aşk, Geçmiş ve Gerçek Kavga Edince Taş Üstünde Taş Mı Kalır?
19. Bölüm | Bir Baba Kızıyla Sevgilisini Yakalayınca Kan Çıkar Mı?
DUYURU
20. Bölüm | Benimsen Benimsindir, Kusura Bakma Kimseyle Paylaşamam!
Gecikme Özrü ve Final Duyurusu
FİNAL: Bende Sana Aşığım...

1. Bölüm | Felek Sana Limon Uzattıysa, Sen Üstüne Tekila ve Tuz İste

1.1K 36 4
By janekkum

      Dünya üzerindeki her şeyin kendine has bir kokusu vardır. Bir çiçeğin kokusu, heybetli bir çam ormanının kokusu insanın yüzünde kocaman bir gülümseme oluştururken bir annenin kokusu huzura boğabilir evladını. Annenin, bebeğini ilk kokladığında aldığı kokunun ciğerin bir köşesinde durduğunu söyler büyüklerimiz. Baba kokusu güven, taze ekmek kokusu çekicidir. Aşkın bile kokuyla başladığını söyler bilim insanları. Fakat bana huzur veren en nadide koku eski kitapların gizemlerinden gelendir. Bundandır ki her boş anımda Antalya’nın en değerli, tek güzel mekanında bulurum kendimi. “Alparslan Paşa’nın Hazine Adası” Her zaman elimde bir termos çayla buraya gelir, Alparslan Amca’nın anılarını dinler, kitapları okur, “muhakkak bende olmalı” dediklerimi satın alırım. Bu kitapçı benim sığınağımdır.

      Bugün de yine çok eski bir kitabı aramak için Alparslan Amca’nın yanına gittim. Ahşap çerçeveli kapıyı açtığımda, geldiğimi haber verdi kapının üzerindeki çanlar. Hızlıca Alparslan Amca’nın yanına gidip tezgahın arkasına geçtim. Elimdeki poşeti önüne koyup en geniş gülümsememle selam verdim. 

      “Ben geldim paşam. Bugün 60’lardan bir kitap arıyorum, bakalım bulabilecek miyim? Çayın burada, sen başla içmeye, çok lezzetli poğaçalar da yaptım sana.”

      “Hangi kitap aradığın?”

      “Aşktan Fazla adı... Yazarını hatırlayamıyorum bir türlü. Sen bilirsin, kimin o kitap?”

      “Öyle bir kitap olduğunu hatırlıyorum ama aklım defter mi be kızım, nereden hatırlayayım kimin yazdığını. Hadi git bul da çay içelim birlikte.”

      “Alacağın olsun Alparslan Amca. Şuradaki kitapların hepsini sayfa sayısına varıncaya kadar ezbere bilirsin, ben ne zaman bir şey sorsam aklım defter mi Elif olur. Sen başla içmeye ben bulup gelirim hemen. Bu arada özür olarak bana Moldova’yı çalabilirsin hemencecik unuturum bilmediğini,” diye gülüp raflara doğru ilerledim. 

      Alparslan Amca “deli kız” diye söylendikten sonra Moldova’nın sesi tüm kitapçıda aksetmeye başladı. Bu sesle rafların arasında gezinmek, parmaklarımı kitaplarda dolaştırmak çok büyüleyiciydi. Sanki eski Fransa’da bir prensesmişim gibi hissettiriyordu. Bir prens köşeden fırlayacak, diğer köşeden diğeri, ikisi güzeller güzeli prenses Elicia için düello edecekler… En sonunda en yakışıklı ve iyi yürekli olan prensle, prenses Elicia mutlu mesut, uzun bir ömür sürecekler… Her seferinde aynı hayali gözümde canlandırıp, her seferinde kendi kendime kıkırdıyordum ama kesin olarak bildiğim bir şey vardı: Evet, prenses olabilirdim belki. Güzel, uzun ve mutlu ömre sahip hayali Elicia olamazdım kabul ediyorum ama ben bu şansımla gayet iyi Marie Antoinette olabilirdim!

      Bir saate yakın rafların arasında dolaştım. Kitaptan bir iz bile bulamamak beni çıldırtsa da devam etmem gerekiyordu. Satılsa Alparslan Amca bilirdi ve olmayan bir kitap için beni boşuna uğraştırmazdı. Derin bir nefes alıp tekrar aramaya başladım. Boyumun yetmediği raflara daha çok dikkat ederken dükkanın en köşesinde kitap gözüme ilişti. En üst rafta kalınca bir kitaptı. Yüzümdeki zafer ifadesiyle koşarcasına yanına gittim. Bir kol uzağımdaydı kitap fakat ben ne kadar zıplarsam zıplayayım ona ulaşamıyordum. Söylene söylene temizlik malzemesi dolabına gittim ve fırçayı kavrayıp aynı söylenmelerimi tekrarlayarak kitabın altında dikildim. Birkaç kez uğraşmama rağmen kitabı düşüremiyordum. Alparslan Amca kısa boylular için iki basamak merdiven koymalıydı buralara! Ben umutsuzluğa kapıldıkça şarkının ritmi düşüyor hüzünlü bir hal alıyordu. Birilerinden yardım istemek şarttı fakat son bir gayretle fırçayı hızlıca çektim. Bir sürü kitap ve bir kutu ayaklarımın dibine düştü. Hepsini raflara geri koyup kutuyla kitabımı aldım. Kalın, siyah bir kutuydu. İçinden bir oyuncak fırlamamasını umarak kapağını açtığımda bir deste tarot kartıyla karşılaştım. Birde içinde el yazısı, nasıl bakılacağını anlatan bir kağıt vardı. Mürekkebin solgunluğu ve kağıdın elimde bıraktığı histen bu destenin de en az kitaplar kadar yaşlı olduğu belli oluyordu. Bir masaya oturup kartları önüme dizdim ve anlatıldığı gibi kendime bir fal açtım. 

      “Üç vakte kadar hayatımı değiştirecek üç kelimeli üç sinyal alacakmışım ve o sinyallerin neticesinde hiç olmadığım kadar mutlu ve başarılı olacakmışım. Fakat üç vakit sonra o sinyaller sona erecekmiş ve ben şimdiki halimden daha beter bir halde olacakmışım.”

      “Hah! Alt tarafı bir fal hem ilk kez öylesine baktığım bir falın nesi doğru olabilir ki? Herhalde bu kartların yorumlarını yazan teyze çok kazandı zamanında bu işten. Üç vakit nedir ki? Sanki kahve falı bakıyoruz! Hem üç kelimeli üç sinyal diye bir şey mi olurmuş? Şimdiki halim beter falan da değil hem! Gayet iyi bir şekilde yaşıyorum. Tamam benim de sevmediğim şeyler var, bu şehir gibi, ama bir yolu var ve ben onda gayet emin adımlarla gidiyorum. Fala inanma falsız da kalma diye boşuna dememişler,” diye söylenerek kartları kutuya koyup bir rafa bıraktım. Kitabımı kaptığım gibi Alparslan Amca’nın yanına gittim. Sohbete başladıktan kısa süre sonra tarot da aklımdan çıktı üç üç üç diye bağıran sonuçları da. Alparslan Amca’nın sohbeti her şeye devaydı. Acaba kendime ikinci baba olarak onu alma şansım kaçtı?

BÖLÜM

      üç ay sonra…

      Bulutların üstündeyim… Leonardo DiCaprio sağımda, Johnny Depp solumda uçuyoruz… Birden birisi belime sarılıyor. Arkamı döndüğümde Henry Cavill’i görüyorum… Gıdıklanıp kıkırdarken Henry’nin sesi birden kız sesine dönüşüyor… Elif uyan… Uyan Elif… İngilizce dersine geç kalıyorsun….

      Gözlerimi açtığımda ev arkadaşım Ayşegül belimi dürtüyordu. Kaşlarımı çatıp elini uzaklaştırdım ve pikemi üzerime çektim. 

      “Sen bilirsin o zaman Elif Hanım. İngilizcedeki son devamsızlık hakkınızı uyuyarak mahvedin. Bir daha da gelmiyorum, geç uyu,” diye söylendi.

      Birden fırlayıp saate baktım. Dersin başlamasına kırk dakika vardı ve benim gidilecek yolum yarım saatti. 

      “Ayşegül neden önceden uyandırmıyorsun beni? Geç kaldım! Geç kaldım!”

      Hemen kalkıp banyoya koştum ve saçlarımı tarayıp dudaklarıma nemlendirici sürdüm. iki dakika içinde giyindim ve bana durağa yetişmek için kalan süre üç dakikaydı. Dün kullandığım çantayı alıp tam çıkmak üzereydim ki Ayşegül “dinleti” diye bağırdı. Avcumu alnıma sertçe vurup odama koştum ve dolabımdan en büyük çantamı aldım. Üç tane kitabı içine atıp diğer çantadan da cüzdanımla telefonumu aldığım gibi evden fırladım. Son bir dakika… Bu otobüse geç kaldığım anda hocanın beni derse alma olasılığı sıfırdı. Öyle bir koştum ki Usain Bolt görse kendini yetersiz hissedip hüngür hüngür ağlardı karşımda. Otobüs tam kapılarını kapatırken yetiştim ve sıkış tepiş de olsa bir yere yerleştirdim kendimi. Diğer koşu maratonum ise otobüs fakültenin önünde durduktan sonra başladı. Merdivenleri ikişer ikişer atlarken kurdeleyi sonunda gördüm fakat o da ne! Ercan Hoca benden daha önce kurdeleye doğru ilerliyordu. Hızımı arttırıp hemen önünden sınıfa daldım. En son giren bendim anlaşılan ve nedense bugün herkesin derse geleceği tutmuştu. Hızlıca arkaya doğru ilerledim ve en arka sırada bir boş yer gördüm. Bir çocuk kafasını sıraya gömmüş uyukluyordu. Yanına oturunca hafiften başını kaldırıp bana baktı. 

      “Günaydın,” dedim fakat ne dediğimi ben bile zor anladım. O kadar koşunun ardından tabiri caizse yavru bir köpekçik gibi soluyordum ve yüzümün terden parladığına bahse girebilirdim. Tabi! Haklı! Onun yerinde olsam bende uzaylı görmüş gibi bakardım! Günaydın yerine “Hünadn” diyen birini sanki daha önce görmemişti görgüsüz! 

      Çocuk tekrar kafasını gömünce nefesimi düzenlemeye çalıştım. On dakika sonra ancak rayına oturabilmişti. Lanet olası İngilizce dersi! Muafiyet sınavı günü uyuyakalmış ve dersi almaya mecbur kalmıştım. İlkokul ve lisede yıllarca kursa gitmem boşuna gitmişti ve daha da yetmez gibi iki hoca içinden gül gibi nazik olanını seçmek yerine bu adamı seçmiştim. Ama bana çok iyi hoca demişlerdi! Vicdansızlar! Kısa bir süre sonra imza föyü bizim sıramıza geldi. Çocuk başını kaldırıp föye ters bir bakış attıktan sonra gömleğinin cebinden bir dolma kalem çıkardı. Dik dik eline, kaleme, föye bakıyordum. Kaliteli olduğu ilk bakışta anlaşılan kalem beyaz güçlü elleri arasından “ait olduğum yerdeyim” diye bağırıyordu sanki. Deniz Kamer EVLİYAOĞLU… Bir ailenin çocuğuna yaptığı en büyük kötülük uzun bir soyadına rağmen iki isim vermektir. Bankada isim yazarken sanki daha bitmeyecek mi der gibi bakar insanlar. Hele birde her sayfasına imza atman gereken bir olayla karşı karşıyaysan yandın demektir. Kendi on dört harfli ismime uzun derken, bu zavallı çocuk… 

      İmzasını atıp kalemi tekrar yerine koydu. Föyü önünden çekip çantama elimi attım. Kalem! Kalemim yoktu! Yutkunup Deniz’in koluna hafiften dokundum. Başını hafif kaldırıp ta gözlerimin içine baktı.

      “Şey… Kalemim diğer çantamda kalmış da rica etsem,” dememe kalmadan kalemini çıkarıp yeniden başını gömdü. Kapağını açıp imzamı attım. Platin miydi o kalem yoksa bana mı öyle gelmişti? İşim bitince tekrardan koluna dokundum. Doğrulup kalemi aldı ve teşekkür etmeme aldırmadan tekrar başını gömdü. İçimdeki isyankar bas bas bağırıyordu. “Rica etsen ölür müydün be adam!” 

      Kaliteli dolma kalemli Deniz Kamer EVLİYAOĞLU… Bugüne kadar karşılaştığım en umursamaz, en görgüsüz insan Oscar’ı seninle birlikte Akdeniz’e gidiyor!

BÖLÜM

      İngilizce dersinin ardından iki ders daha işledik ve beklediğim an geldi. Koşar adımlarla hatta koşarak, şiir dinletisinin yapılacağı salona gittim. Çok kitap okurdum fakat hiçbir yazar ya da şaire bu derece bir hayranlık duymamıştım. Yıllardır kitaplarını elimden düşürmediğim şair şimdi okulumdaydı. Gidilmezdi de ne yapılırdı? 

      Salona gittiğimde pek kimse yoktu ama en önler dolmuştu. Of! Biraz daha erken bıraksaydı şu hoca ölür müydü? Bugün her şey bana karşıydı. Tabi kırk yılın başında bu şehir güzelleşiyor ya Elif bunu görmemeli, nefret etmeye devam etmeli! Neyse ki fazla ilerlemeden, üçüncü sırada bir yer bulup oturdum. Dinletinin ardından şair kitaplarımızı imzalayacaktı ve ne kadar önde oturursam o kadar hızlı imzalatabilirdim kitaplarımı. Yarım saat içine salon ağzına kadar doldu. Bu kadar ilgi göreceğini tahmin etmemiştim açıkçası. Biraz da kıskanmıştım. Bir kitap, bir şarkı, bir şair, hatta bir yazı fontu dahi olsa, ben bir şeyi sevince kimse ona meyletmemeliydi. Kıskançlığın had safhalarında seyrediyordum. Pişman mıydım, asla! 

      Rüya gibi bir dinletinin sonuna doğru yaklaşmıştık. Kulaklarımın pası falan kalmamış, kalbim mutluluktan arşa ulaşmıştı. Şair elindeki kitabı yanındaki masaya bıraktı ve taburesinden inip sahnenin önüne doğru ilerledi. Genişçe gülümseyip gözlerini dinleyicilerinin üzerinde gezdirdi.

      “Aranızda genç şairler var gibi geliyor bana. En cesurunuz buraya gelip bizimle yazdığı bir şiiri paylaşmak ister mi?” dedi. Biraz bekledi ama kimseden ses soluk çıkmadı. “İstemez mi yoksa?” dediği anda salonun arkalarından bir ses duyuldu. 

      “Ben isterim!” 

      Şairim kendinden emin bir şekilde gülümseyip sahneye çağırdı gönüllüyü ve bir mikrofon da ona verdi.

      “Önce bize kendini tanıtır mısın dinletimizin genç şairi?”

      “Tabi… Deniz Kamer EVLİYAOĞLU. İşletme ikinci sınıf öğrencisiyim.”

      Deniz… Kamer… EVLİYAOĞLU? Yok artık bu görgüsüze mi “Dinletimizin Genç Şairi” dedi bu adam? O platin kalemiyle bir de şiir mi yazdı bu çocuk? Duysam da inanmazdım buna. Onun yazdığı şiirin en fazla trafik kuralları, çocuk bayramı gibi konularda olacağına inanıyordum derken şair sahneyi Deniz’e bıraktı. Yüzümü sıkıntıyla ekşittim. Sonrasında imza olmasa şiiri dinlemeden çıkar giderdim ama mecbur katlanacaktık.

      Deniz mikrofonun ayarını tekrar kontrol etti, derin bir nefes aldı ve başını yere eğip şiirini okumaya başladı. Giden bir sevgili ardından yazılmış gibiydi şiiri daha çok fakat kelimeler geçtikçe umut doluyordu ve duygular güzelleştikçe Deniz başını kaldırıp dinleyiciyi büyülüyordu. Ağzım açık Deniz’i dinlemeye başladım. Salondan çıkan ses git gide azalıyordu ve kalanlar ise kızların Deniz hakkındaki konuşmalarıydı. “Ne kadar yakışıklı… Boyu ne kadar uzun… Sesi çok etkileyici… Kime yazdı acaba bu şiiri… Bir bizim yok böyle sevgilimiz… Sevgilisi var mı acaba…” Etrafın seslerini kulaklarımdan uzaklaştırıp sadece Deniz’e odaklandım. Gözleri tüm salonu tararken birden benimkilerle buluştu. Bir süre o halde kaldı ve sonunda yine başka tarafa yönlendirdi bakışlarını. Kısa süre sonra şiiri bitti ve salondan kocaman bir alkış koptu. Biraz daha şairle konuştuktan sonra dinleti sonlandırıldı ve imzaya geçildi. Deniz yerine oturmadan kapıya doğru yöneldi ve tam dibimden geçip gitti. Ellerimde kitaplarım ve içimde kocaman bir merak. Nedeni belirsiz bir şekilde kaliteli dolma kalemli dinletimizin genç şairi Deniz Kamer EVLİYAOĞLU’nu merak ediyordum. Ona sormak istediğim çok soru oluşmuştu zihnimde kısacık bir sürede. Gitsem ne derdi? Cevaplar mıydı acaba? Ama gitsem imzayı kaçırabilirdim. Bir kitaplara bir kapıya baktıktan sonra kitapları çantaya koydum. Sonuçta gitsem bile en fazla yarım saate geri gelirdim ve imzanın sonuna yetişebilirdim. 

      Hızlıca salondan çıkıp etrafa bakındım. Parlayan güneş Deniz’in sarı saçlarını görmemi sağlamıştı. Arkasından koşmaya başladım ama bacakları benim boyum kadar dolduğundan bir türlü yetişemiyordum. 

      “Bakar mısınız?” diye bağırdım fakat dönmedi. “Hey bakar mısınız?” diye yineledim ama nafile. Olduğum yerde durup tekrar bağırdım. 

      “Kamer!” 

      Dikkatini sonunda çekmiş olmalıyım ki sol tarafından dönüp bana baktı. Hemen yanına gittim.

      “Merhaba, ben Elif… Dinletide okuduğunuz şiiri çok beğendim, yüreğinize sağlık.”

      “Teşekkür ederim,” dedi soğuk bir tavırla.

      “Şey… Acaba vaktiniz varsa size-” birden bire sözümü kesti.

      “Kendime kız arkadaş aramıyorum ayrıca size ayıracak vaktim yok. Şimdi bile fazlasıyla çaldınız. Kısacası gitseniz diyorum,” demesiyle arkasına dönüp gitmesi bir oldu.

*****

Continue Reading

You'll Also Like

29.8K 1.3K 47
"Şuan uyuyorsun cennet kapım ben başına gelmiş seni izliyorum nasıl olduğunu anlamadığım bir kazaydı bu güzelim. Oysa ne mutluyduk dimi balayımıza gi...
4M 150K 85
Savaş ağa adlı hikayem ÇİLEM olarak değiştirilmiştir haberiniz olsun. Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyo...
43.9K 3.9K 34
Psikolojik hasta olan bir asker ve psikiyatristin hikayesi...
78.4K 2K 36
"Nefret ediyorum senden anlamıyormusun?"dedim titreyen korku dolu sesimle "Sevemiyorum ben seni olmuyor işte artık vazgeç benden izin ver gideyim"ded...