GÜZ YARASI

Door yarendogru_

209K 13.7K 13.5K

Bütün cümlelerimi, kelimelerimi feda ettim. Şakaklarımdan, köprücük kemiklerime doğru süzülen terleri hissedi... Meer

giriş - güz yarası
1- zemheri
2- târumar
3- iltica
4- merdümgiriz
5- hasbelkader
6- taşikardi
7- girift
8- namütenahi
9 - süveyda
10 - tezelzül
11 - ehvenişer
12- feveran
13- ukde
14- iştial
16- fezâ
17 - sîne
18 - mecrûh
19- giryan
20- sekr
21- hicran
22- mâhî
23 - cerh

15- leyl ü nehar

6.9K 418 258
Door yarendogru_


leyl ü nehar : gece ve gündüz

Bölüm Şarkısı : Yiğit Seferoğlu : Uğruna Savaşlar Verilmiş Gibisin

Medya : semruyangin bebeğimden❤️‍🔥

Sakin başlayan bir bölüm nasıl kaosla biter oynat bakalım 😴 iyi okumalar hakshksjdjjx❤️‍🔥 satır arası yorumlarınızı unutmayın, olur mu?

*

İnsan yandıkça yakmak ister.

Kaybettikçe, kaybettirmek.

Hissizleştikçe, hissizleştirmek.

Yaşadığı her an, kalbinden vurulduğu anlar kadar; o insanları kalbinden vurmak da ister.

Nefes nefese kalmış bir şekilde soluklanmaya çalıştım. "Yetmez mi?" diye mırıldandım kendimi olduğum gibi yere atarken. Terden dolayı alnıma ve enseme yapışan saçları çekecek gücüm kalmamıştı. "Bugünlük yeter, lütfen ya."

"Kızım," dedi Devrim şokla açtığı gözleriyle bana bakarak. "Henüz on beş mekik çektik, daha başlamadık bile."

"Bir saattir burada ısınıyoruz ya," dedim. "Bu başlamak sayılmıyor mu?" dedim ellerimi karnımın üzerinde birleştirerek. Uzun zamandır hep uyuduğum ve neredeyse oturmak dışında çok az şey yaptığım için, Devrim'in dediği on beş dakika beni zorlamıştı.

Devrim yavaşça bana doğru eğildi ve tek kaşını kaldırarak bana baktı. Elini hafifçe burnuma uzattı ve burnuma küçük bir fiske vurdu. Gözlerim yaptığı hareketle beraber şokla açıldı ve elimle burnumu kaşıdım. "Ne yapıyorsun ya?" dedim, titreyen sesimle.

"Kendini savunacak kadar güçlü olmazsan, tek bir hamleyle kaybolmaya razı gelmiş olursun." Tek bacağını yere yasladı ve elini yere yasladığı bacağının üstüne koydu. Bana doğru biraz daha eğilmesiyle, yattığım yerde öylece kalakaldım. Aramızda neredeyse azıcık bir mesafe kalmıştı ve doğrulduğun anda, olası bir temas kaçınılmaz olacaktı. "Beş dakika mola veriyorum."

"Çok değil mi ya beş dakika?" dedim dalga geçerek. Bana düz düz baktı ve hızlıca doğruldu. Onun odadan çıkmasıyla derin bir nefes aldım ve ben de oturur pozisyona geldim. Yorulmuştum. Sabah saat yedi gibi uyanmış ve aşağı, mutfağa inmiştim. O sırada Devrim içeride, tezgaha kalçasını yaslamış bir şekilde elindeki kupadan kahvesini yudumluyordu. Benim geldiğimi görünce, bana söylediği tek şey, bugün başlıyoruz, olmuştu.

Beni, evin bodrumuna indirmişti. Tam olarak incelemeye fırsatım olmamıştı ancak bodrum katının sonundaki odaya girince, evin içinde spor salonu yapıldığını anlamıştım. Ancak Devrim, şaşkınlığımın çok uzun sürmesine izin vermeden direkt harakete geçmemizi sağlamıştı.

Önce ısınma haraketleriyle başlamıştık, sonra ise bana tam olarak başlangıç için otuz mekik çekeceğimizi söylemişti. On beşinci mekikten sonra geldiğim hal; terden ıslanan bir vücut, ayağa kalktığımda düşecekmiş hissi veren iki çift bacaktı.

Devrim, çıktığı odaya yaklaşık on dakika sonra döndü. Bana dediği beş dakikayı kendisi çiğnemişti, ama benim açımdan hiçbir sıkıntı yoktu. Dinlenmiştim. "Sana su getirdim, bir de Kerem ve Evran geldi, salondalar."

"Teşekkür ederim," dedim bana uzattığı suyu elinden alırken, bana ters bir bakış attı ancak hiçbir şey demedi. Teşekkür ettiğimde neden öyle tepkiler verdiğini umarım bir gün anlayabilirdim. "Eee, hadi yanlarına gidelim," deyip hızlıca ayağa kalkmıştım ki, beni omuzlarımdan tuttu.

"Nereye?" dedi, tek kaşını kaldırıp. "Daha işimiz var, onlar içeride bekleyebilir."

Katıydı. Ağzından çıkan sözlerin yerine getirilmesi konusunda ciddi anlamda katıydı. Elbette bunu şimdi fark etmemiştim ama bana vereceği, kendimi koruma dersleri konusuna ciddi yaklaşıyordu. Bir bakıma haklıydı. Kendimi koruyacak, savunacak kadar güçlü değildim. Hiçbir zaman buna yönelik bir çalışmam ya da çabalamam da olmamıştı. Ancak şimdi farkındaydım, her şeyin bilincindeydim. Benim kendimi koruyacak düzeye yükselmem gerekiyordu. Aksi halde, başıma gelecek felaketleri engelleyemezdim.

Devrim'in bu çabası, ona karşı olan minnetimi gittikçe güçlendiriyordu. Bir gün önce, aramızda geçen o tartışmadan dolayı söylememiz gereken şeylerin hepsini söylemiştik, artık ben aramızda bir sır kalmadığına inanmak istiyordum.

Yanılacak olmak ise, en büyük korkularımdan, yalnızca bir tanesiydi.

"Şınav pozisyonunu alır mısın?" dedi, benden rica ederek. Kendisi de benimle beraber şınav çekeceğini gösterir gibi ellerini yere yaslamıştı. Bana yandan bir bakış attı, haraketsiz kaldığımı görünce, ters bakışlarına maruz kaldım.

Ellerimi yere yasladım, ayaklarımı topuk kısmı yukarı bakacak şekilde tuttum. Bu sırada Devrim'de şınav pozisyonunu almış, beni izliyordu. "Kalçanı biraz daha kaldır," dedi, bakışlarının arasında.

"Ne?"

Derin bir nefes alarak doğruldu, yanıma geldi. Bir elini sırtıma koyarak, biraz daha eğilmemi sağladı. Sırtım eğilince, kalçam da eğilmesine karşı yükselmişti. Bu pozisyonda, Devrim'in karşısında duruyor olmak yanaklarımın kızarmasını daha da arttırmıştı. Hayır, utanç değildi bu. Heyecandı belki de? Ya yorgunluğun verdiği bir kızarlıklıktı ya da ben, tamamen kendimi kandırmaya çalışıyordum.

Ellerinin teması, bütün vucüdumun gerilmesine neden olmuştu. Dudaklarımın arasından hızlıca bir soluk verdim ve Devrim'in beni yönlendirmesine izin verdim. "Tamam, öğrendim." dedim, sessizce. "Bırakabilirsin."

Devrim, elini çekemeden kapının hızlıca açılmasıyla korktum ve o an yaptığım şey Devrim'in belimdeki elini tutmak oldu. Ancak Devrim bunu beklemediğinden olsa gerek, üzerime doğru düştü ve ben altta, Devrim hemen üstümde öylece kalakaldık.

Burnundan verdiği sert nefesleri, saçlarımın arasında hissediyordum. Bana tam ağırlığını vermemişti, ancak buna rağmen, koca bedenini ben hissediyordum. Düşerken elini belimden çekememişti ve eli, yukarı doğru çıkan tişörtümden dolayı çıplak belimdeydi. Dudaklarının arasından fısıltıyla, "siktir," diye mırıldandı.

"Lan," dedi, bu Kerem'in sesiydi. "Lan, yanlış mı görüyorum?" Devrim, elini belimden çekti ve hemen ayağa kalkarak ayaklandı. Az önce belimde duran elini bana doğru uzattı ve beni de kaldırdı. "Ne yapıyorsunuz?" Kerem gözlerini açmış, sanki sevgilisinden hesap soran bir hale bürünmüştü. Kıvırcık saçları alnına doğru düşmüştü ve bir elini beline koymuştu.

"Saçma sapan konuşma geri zekalı herif," dedi, Devrim. "Kapıyı çalarak içeri girseydin bu duruma düşmeyecektik."

"Abi ne bileyim ben sizin bu kadar yakınlaştığınızı..." dudaklarında sinsi bir gülümseme oldu ve tam konuşacakken, diyeceği şeyleri Evran'ın onu dürtüklemesiyle dudaklarını büzerek sustu.

"Devrim dalacak şimdi sana, sus." dedi, sessiz olduğunu sandığı sesiyle.

"Sadece ona değil," Devrim ağzının içinde konuşmuştu, söylediğine bakılırsa tehlikede olan yalnızca Kerem değildi, her ikisiydi. Evran'a olan siniri, onunla çalışacak olmamdı. Tahmin edebiliyordum. Çünkü dün bunu öğrendiğinden beri Evran'a attığı her bakış, ellerine geçerse neler olacağını gösterir nitelikteydi.

Sorun etmiyordum çünkü paraya ihtiyacım vardı ve bu durumda karşıma çıkan iş teklifini reddetmek benim açımdan aptallık olacaktı. Öyle tanımadığımız birinin yanında da çalışmayacaktım ayrıca, Evran'ın yanında çalışacaktım.

Tanımadığımız? Evran nasıl bir tanıdık, diye içimden geçirdim. En azından Devrim tanıyordu ve eğer Devrim, Evran'ı tanıyıp güveniyorsa ben de güvenebilirdim, öyle değil mi?

Kerem'in bana olan hınzır bakışları, gözlerimi ondan uzak tutmam için yeterli bir sebepti. Kıvırcık saçlarını eliyle arkasına doğru attı ve gamzelerini gösteren bir gülümseme bahşetti. "Tamam merak etmeyin, bizden sır çıkmaz," dedi, Devrim'in ona attığı ölümcül bakışlarını tiye alarak.

"Boş yapma lan geri zekalı. Zaten yanındaki herife de kılım bu günlerde, ikinize birden dalarım." Ağzını bozması ayrı meseleydi, bugünlerde daha da çok küfretmeye başlamıştı.

"Sana neden kıl oldu lan, ne yaptın?" dedi, hemen yanında, bir omzunu duvara yaslamış şekilde duran Evran'a dönerek.

"Hazan benimle çalışmaya başladı, ondan." Kerem'in ağzı açıldı, açıldı, açıldı ve kocaman açtığı gözleriyle bana bakmaya başladı. Konuşmak istiyor gibi ağzını kıpırdattı ama hiçbir şey söyleyemedi.

"Nasıl?" dedi, "Ne zaman başladı? Benim neden her şeyden en son haberim oluyor amına koyayım?" Devrim durduğu yerden öne doğru birkaç adım attı ve Kerem'in tam karşısında durdu, başını eğdi, düz düz bakmaya başladı.

"Kaşınan bir yerin mi var?" dedi, elini Kerem'in omzuna atarak iki kez yavaşça vurdu. "Kaşımamı ister misin?" Ciddi ciddi sorduğu soruya karşılık Kerem'in yaptığı şey Devrim'in elinin altından çıkmak ve iki adım geriye doğru gitmek olmuştu.

"Yok şükür, kaşınmıyorum," diyerek gülümsedi. "Maşallah suphanallah, bir insan hiç mi kaşınmaz ya?" Cevap bekler gibi Evran'a baktı ve onun da tepkisizliğiyle karşılaşınca susarak, arkasını döndü ve arkasına döndüğü gibi söylenmeye başlayarak açık kapıdan dışarı çıktı.

"Hazan'a iş hakkında bilgi vermeye gelmiştim," dedi Evran bana kısaca bakarak. "Dün pek konuşmaya fırsatımız olmamıştı." Devrim'in gerginlikle kasılan omuzlarına bakarken, bu konunun onun canını ne kadar sıktığını anlayabiliyordum.

"Tabii," dedi, bana göz ucuyla bir bakış atarken. Kehribar gözlerinin içi bir anda koyulaşmıştı ve az önce bana dersler veren adam o değildi. "Konuşun."

Evran başını sallayarak Devrim'i onayladı ve bana doğru dönerek, dudaklarındaki silik gülümsemeyle baktı. "Seni bahçede bekliyorum," dedi ve kendisi de açık kapıdan dışarı çıktı.

Onların peşi sıra ben ve Devrim'de kapıdan çıktık. Yavaş ve sakin adımlarla yürüyüp merdivenlere yetişince durdum ve elimi Devrim'in omzuna koyarak onu da durdurdum. "Bu gerginliğinin sebebi ne?" dedim bu tepkisizliğe daha fazla kayıtsız kalamayarak. "Beni de geriyorsun."

"Yalnızca seni ve senin hayatının tehlikede olduğunu düşünüyorum," dedi, bana keskin bir bakış atarak. Omzuna koyduğum elimin üstüne elini koydu ve oradan çekti. Bu yaptığına karşı ne hissedeceğimi bilemezken, Devrim konuşmaya devam etti. "Bu düşüncelerde tahmin edersin ki, beni mutlu edecek düşünceler değil."

"Neden?" dedim, elime bakarak. Omzundan çektiği elime. Neden? "Seni neden ilgilendiriyor benim tehlikede olmam?" Başka nedenlere girsek, işin içinden asla çıkamazdık. O yüzden sadece, diğer nedenlere odaklanmam gerekiyordu. Mesela, Devrim'in benim hayatıma verdiği öneme. Neden?

"Çünkü sen ve ben, bir yola çıktık. Ve ben bu yolda," dedi, başını eğip benimle göz göze gelerek. "Canını tehlikeye sokacak, sana zarar verebilecek herhangi bir durumdan seni uzak tutacağım. Çünkü..." yutkundu ve kehribar gözleri kısıldı. "Kendime söz verdim."

"Ne sözü?" dedim, dikkatle onu dinleyerek. Her sözünü can kulağıyla dinliyordum.

"Seni yaşatma, sana zarar verebilecek her durumdan uzak tutma, canını yakmama sözü." Konunun başka yönlerine saptığını anlayarak birkaç saniye sustu. "O yüzden çalışacak olman beni rahatsız ediyor. Ama... bu senin hayatın, sana saygı duyuyorum." Cevap vermemi beklemeden hızla merdivenleri çıktı ve beni, merdivenlerin başında, boşluğa bakar bir şekilde bıraktı.

Kendime söz verdim. Kendine verdiği sözlerden haberim yoktu, bana değer verdiğini, hayatımı önemsediği hakkında da bir bilgim yoktu. Kendi içinde yaşıyordu, hiçbir şeyi belli edemiyordu. Bazen ciğerlerimi yakacak kadar cehennemi bana hissettirebiliyorken bazen ise kalbimi donduracak kadar bir zemherinin ortasında da bırakabiliyordu. Araf mıydı, ceza mıydı, yoksa sadece kader miydi?

Başım öne eğilmişti, gördüğüm şey merdivenin ilk basamağıydı. Basamağın bir aynası yoktu, ancak ben kendimi o basamakta resmedilmiş gibi görüyordum. O ben miydim, yoksa belirsiz bir boşluk muydu?

Ya da en önemlisi, ben boşluk muydum? Hiçbir anlamı olmayan, hissiz bir boşluk. Ya da gördüğüm her şey zihnimin bana bir oyunu muydu?

Kader ağlarını örüyordu. Öyle ya da böyle. Örmeye devam edecekti. Zaman akmayı asla bırakmayacaktı. Biz insanlar, geçirdiğimiz her saniyenin değerini o saniyeyi geride bıraktığımız anda anlayacaktık. Hayat geriye akmıyordu, daima ileriye akıyordu. Hep ileriye.

Alışkanlık diye bir tabir vardı.

Ben de bu olanlara alışacaktım.

Kafam dolu bir halde merdivenleri teker teker çıktım ve etrafta kimin olup olmadığına hiç bakmadan salon kapısından bahçeye çıktım. Çıktığım anda yüzüme çarpan soğuk ve bedenimi titreten hava karşısında kollarımı birbirine doladım ve sonunda başımı kaldırdım.

Kuru bir soğuk vardı ancak her zaman oturduğum hamakta oturan Evran Kasaran, hiçbir üşüme belirtisi göstermeden eline aldığı telefonuyla ilgileniyordu. Bacaklarını iki yana doğru açmıştı ve giymiş olduğu siyah gömleğin ilk iki düğmesini açmıştı. Ciddiyetle baktığı telefon yüzünden kaşları çatılmıştı. Kaşlarının çatılmasından dolayı gözünün altından çenesine doğru inen dikiş izi gerginleşmişti. Ben öylece durmuş onu izlerken, Evran kafasını kaldırdı ve beni kapının orada heykel gibi dikildiğimi gördü. Benim niye öyle durduğumu anlamdıramayarak birkaç saniye boş bakışlarına maruz kaldım ama sonra kendine geldi ve hamakta boş olan yere iki kez eliyle vurup beni yanına çağırdı.

Elimle az önce terden enseme yapışan saçlarımı bileğimde her zaman duran siyah tokayla topuz yaptım ve hamağa değil, onun yanında duran sandalyelerden birine oturdum. Devrim'le saatlerdir çalışıyorduk ve ben ter kokuyordum. Yanında oturmak beni hiç rahat hissettirmeyecekti.

Evran, oturduğum sandalyeye tuhaf bir bakış attı ama hiçbir şey söylemedi. "Kabul ettiğin iş teklifinin ne olduğunu biliyor musun?" dedi, sakin bir sesle.

"Kötü bir iş teklifi olmamasını umuyorum," dedim, gözlerinin içine bakarak. Aramızda fazla bir mesafe olmamasından dolayı, dikiş izini daha net görebiliyordum ve bu, gözlerimin durmadan oraya kaymasına neden oluyordu. "Ayrıca sadece asistana ihtiyacınız olduğunu söylemiştin, ben bunu kabul ettim."

"Evet, öyle." dedi, "Sana güvenebilirim değil mi Hazan?"

"Bu soruyu sorduğun her kişi bana güvenebilirsin, der." Avuç içlerimi gerginlikle sıktım. "Bu güven meselesi sana bağlı, bana değil. Ayrıca birbirimizi tanımıyoruz ve şimdiden güvenmen biraz saçma olur."

Kafasını sallayarak beni onayladı. "Devrim seninle beraber bir yola çıktıysa benim açımdan bir sorun olacağını düşünmüyorum."

"Neden?" dedim, dikkatle bana bakan bakışlarına karşılık vererek. Ne çok sormuştum bugün, neden diye.

Sorduğum soruyu yanıtsız bıraktı. "Hemen bugün çalışmaya başlayabilirsin." Elinde hala tutmuş olduğu telefonun kilidini açtı ve saate baktı. "Henüz erken, saat 11.07."

"Olur, tabii." dedim, ayağa kalkarak. Evran'da benimle beraber ayağa kalktı ve bana elini uzattı. Gözlerinde, kardeşine bakıyormuş gibi bir şefkat vardı.

"Seni bugün Devrim getirecektir, her gün saat kaçta geleceğini ve diğer konuşulacak şeyleri sen işe başladığında konuşuruz?" Sorar gibi bana baktığında başımı salladım ve bana uzattığı elini tutup sıktım. Arkasını dönüp benden uzaklaşırken, elindeki telefonu kulağına yaslamış, birini arıyordu.

Derin bir nefes alarak az önce Evran'ın oturduğu hamağa bağdaş kurarak oturdum. Kalkıp hazırlanmam gerekiyordu ancak benim içimde öyle çok sıkıntılar baş gösteriyordu ki, nefes alamayacak raddeye geliyordum.

Devrim'in hayatıma girmesiyle beraber, eski hayatımda hiç yaşamadığım şeyleri yaşamaya başlamıştım. Öncelikle hayatıma giren insanlar, kaçtığım kişiler, söylenen yalanlar ve söylenmeyen onca sır... Bocalıyordum. Öyle bir bocalıyordum ki, bazen ciğerlerim infilak edecek raddeye geliyordu.

Bir sürü yabancı insan. Ve ben şimdi onlardan biriyle çalışacaktım. Hayatım tehlikedeydi ancak ben bunu umursamadan, kendi ayaklarımın üzerinde durmak için bir başlangıç olarak görüyordum.

Yeni bir başlangıçtı ancak asla beyaz bir sayfa üzerinde açılmıyordu.

Gök gürüldedi ve bir anda yağmur yağmaya başladı. Oturduğum yerden yavaşça ayaklandım ve salon kapısına doğru yürümeye başladım. Şiddetli yağmur yüzünden ıslanan saçlarımı sökerek içeri geçtim. Salonda kimse yoktu bu yüzden derin bir soluk aldım ve hızlı adımlarla yukarı, odaya çıktım.

Açtığım dolabın içinden iç çamaşırı ve Devrim'in bana almış olduğu kıyafetlerin içinden, siyah kot pantolon ve beyaz gömleği aldım. Odanın kapısını kilitleyerek, banyoya geçtim ve ıslak kıyafetlerimi çıkardım.

Açtığım sıcak suyun içinde, bedenim yandı ancak düşüncelerim diri kaldı.

*

Nefes almaya devam ediyor olmak kendi cinayetimi işliyormuşum gibi hissettiriyordu çoğu zaman.

Neden nefes aldığımı sorguladığım onca zaman, onca gün, onca yıl...

Aldığınız her soluğun, kalbinizi paramparça ettiği onca anı, onca kayıp.

Baktığım aynada gördüğüm beden, harap olmuş bir bendim. Yaşıyordum, ayakta durabiliyordum, yemek yiyor, içiyor ve bir yaşamsal döngünün içindeydim. Ancak bir insan bütün bu olanlara rağmen, nasıl olurda bu kadar ölmeyi isteyebilirdi?

Evden kaçtığım gün yaşamayı bu kadar çok isterken ve yaşamak için ölümü göze almışken, ben nasıl bu hale gelmiştim? Bana bunu yapan nasıl kendi öz ailem olabilirdi?

Kaçarak yaşıyordum. Bunu ne kadar inkar etmek istesem bile, Devrim haklıydı. Hayatım tehlikedeydi ve artık bu bir evcilik oyunu için değildi, hissedebiliyordum.

Islak saçlarımı elimle geriye doğru attım ve ayaklandım. İlk iki düğmesi açık beyaz gömleği, pantolonun içine sokmuştum ve dolabın içinde gördüğüm siyah kemeri de takmıştım. Çok abartmaya gerek yoktu.

Son bir kez aynaya baktım. Gittikçe solgunlaşan yüzüme yapabileceğim hiçbir şey yoktu. O yüzden ilerledim ve kilitli kapıyı açarak odadan çıktım. Merdivenleri inerken aklımdaki düşüncelerle boğuşuyordum.

Mutfaktan gelen tıkırtı sesleriyle oraya yöneldim ve Devrim'i pencereden dışarıya bakarken gördüm. "Kerem ve Evran gitti mi?" diye sordum. Yeni yıkanmış bardağı elime aldım ve içine su doldurarak içmeye başladım. Devrim sesimi duyunca bana doğru döndü ve başını sallayarak onayladı. "Beni Evran'ın iş yerine sen bırakacakmışsın?"

"Evet, hazırsan çıkalım." Beni baştan aşağı süzdü, gözleri gömleğimin açık olan ilk iki düğmesinde oyalandı ve yeniden gözlerime baktı. Kısılan gözleriyle söylemek istediği çok şey varmış gibi baktı ancak hiçbir şey söylemedi ve yanımdan geçip mutfaktan çıktı. Bana kokusunu bıraktı.

Gözlerimi yumdum ve hep yaptığımı yaptım. Derin bir nefes aldım. Kokusu öyle güzeldi ki, ona sarıldığımda, onunla beraber uyuduğumuzda ve yanımdan her geçip gittiğinde hafızama kaydetmiş gibiydim. O gitse bile kokusu daima zihnimde kalacak gibi.

Kendime gelerek dış kapının yanında duran beyaz spor ayakkabılarımı giydim ve açık kapıdan dışarı çıkarak kapıyı kapattım. Devrim arabaya geçmiş ve çalıştırmıştı. Bu hızına karşılık şaşkınlıkla kalakalsam da, bir şey yapmadan ben de arabaya bindim ve kapıyı kapattığım anda Devrim arabayı sürmeye başladı.

Aramızda olan sessizlik yine bozulmamıştı. Sert eli direksiyonu kıracak gibi tutuyordu. Diğer eli ise bacağının üstünde ritim tutturmuştu. Konuşulacak onlarca şeyin içinde sessizliğe sığınmıştık.

"İki kişi olacak," dedi, sonunda konuşarak. "Seni korumak için." Bana bakmadan konuşuyordu. Buna itiraz edemezdim. Ayaklarımda prangalar vardı, ben o prangaları söküp atamıyordum. "Uzaktan izleyecekler, seni rahatsız etmeyecekler." Sessiz kaldım. "Bu yaptıklarım yalnızca senin için."

Araba gittikçe yavaşladı ve bir plazanın önünde durdu. Girişte tabelada yazılan Kasaran yazısı, oldukça güzel gözüküyordu. İnmeden önce, dışarıda olan bakışlarımı bu sefer direksiyonda ritim tutturmuş adama çevirdim. "Baksana," dedim, "sen inmiyor musun?"

"Asaf'ın yanına gideceğim," dedi, "Seni almaya ben geleceğim." Asaf, Serkan'ı hala o depoda tutuyordu. Serhan bir adım atana kadar da orada kalacak ve Asaf'ın işkencelerine maruz kalacaktı.

"Devrim," dedim, ani gelen bir istekle, elimi dizlerinin üzerindeki elinin üstüne koyarak. "Her şey için..."

Sözümü kesti. "Teşekkür edersin."

"Evet," dedim sesimdeki minnetle. Devrim, ellerimize bakınca hızla çektim. "Bu yaptıklarını hiçbir zaman unutmayacağım." Daha fazla oyalanmadan arabadan indim ve arkama bir daha bakmadan hızla şirkete yürümeye başladım. İçeri görmeden önce son bir defa arkama baktığımda hala gitmemiş olduğunu gördüm. Yutkundum ve şirkete geçtim. İçerisi oldukça ferahtı ve güzeldi. Geniş bir tavana sahipti. Gelen kişilerin oturması için konulmuş tekli koltuklar ve koltukların ortasında masalar vardı. Genellikle beyaz ve kahve uyumuna sahipti.

Ortada öylece dikildiğimi fark ederek, sol tarafımda duran danışmaya doğru ilerledim. Masanın arkasında duran gözlüklü bir kadın, bana bakarak gülümsedi. Üzerinde beyaz bir gömlek ve siyah bir etek vardı. Dudaklarında kırmızı bir ruj sürmüştü. "Merhaba, hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?"

"Merhaba," dedim, sesim oldukça kısık çıkmıştı bu yüzden iki üç defa öksürdüm ve sesimi düzeltmeye çalıştım. "Evran Bey'le görüşecektim."

Kadın dikkatlice beni süzdü. "Hazan Hanım siz misiniz?" dedi kadın eline aldığı deftere bakarak.

"Evet, benim." Yeniden bana baktı ve gülümsemesini yüzünden silmedi.

"Geleceğinizi haber vermişlerdi. Evran Bey'in odası 10. Kat, koridorun sonundaki oda." Kadına teşekkür ederek yanından ayrıldım ve danışmanın biraz ilerisinde duran asansörün yanına ilerledim. Tuşlara basarak gelmesini beklerken, yanımda bir adam durmuştu. Bakmamaya çalışarak açılan asansörden içeri girdim.

Yanımda duran adam bana baktı. "Kaçıncı kata çıkıyorsunuz?"

"10," dedim, ellerimi üstümdeki pantolona silerek. Heyecan mıydı bu hissettiklerim, yoksa bir belirsizliğin kapısında olmam mıydı?

Adam, 10. Kat'a bastı ve geri çekildi. Bir elini cebine soktu ve yere bakmaya başladı. Sarışın bir adamdı, saçları gürdü. Daha fazla incelemeden bakışlarımı ondan çektim ve asansör durdu. İçeri iki kişi daha girdi. Kaçıncı katta olduğumuza baktığımda yalnızca iki kat sonra ineceğimi gördüm.

Saçlarımı geriye doğru attım ve içerideki insanlarla göz temasından kaçındım. Aslında üniversite mezunu bile değildim ve asistanlık hakkında ciddi anlamda bir bilgim yoktu. Evran'ın benim yerime çok daha iyi iş çıkarabilecek kişiler bulabileceği belliydi, ama kendisi güvenilir olması gerek demişti.

Asansör durunca benimle beraber binen adamla indik. Danışmada duran kızın dediği gibi yaparak koridorun sonundaki odaya yöneldim. O adam ise, başka bir yöne sapmış ve oraya gitmişti. Rahat bir nefes aldım.

Kapalı kapıyı iki kez tıklattım. "Gel."

Yavaş adımlarla içeri geçtim ve masanın karşı tarafında dönen sandalyesine oturmuş Evran'la göz göze geldim. "Hoş geldin," dedi, kapıya baktı ve  sonra yeniden bana. "Devrim yok mu?"

"Hayır," dedim, "Asaf'ın yanına gideceğini söyledi."

Oda genişti ve duvarlar dışında her şey siyahtı. Koltuklar, masa, sandalyeler... Açık camdan içeri esen havayla beraber kendime geldim ve yeniden Evran'a döndüm. "Ne yapacağım?"

Bana odanın diğer köşesinde duran geniş masa ve sandalyeyi gösterdi. "Orası sana ait, bugün işleri sana öğretmesi için eski asistanım yanında duracak, hemen kavrayabileceğini düşünüyorum."

"Daha önce asistanlık deneyimim olmadı," dedim haberinin olması için.

"Biliyorum," dedi, "Sorun değil." Sandalyeye oturdum ve ne yapacağımı bilmeden öylece oturdum. Önümdeki bilgisayarı açtım masadaki kağıtları toparladım ve oda yeniden tıklatılıp içeriye bir kız girene kadar bu öylece sürdü. Çok değil, yalnızca beş dakika.

Evran gelen kızı görünce ayaklandı. "Asi," dedi, güçlü ve tok bir sesle. "Yeni asistanım Hazan'la tanışın. Her işi Hazan'a eksiksiz anlatmanı istiyorum."

"Tamam Evran Bey," Evran başını salladı ve benim masamın önüne gelerek durdu, başını eğdi. "Ben çıkıyorum, sorun olmaz değil mi?"

*

Sessizdim.

Kıvır kıvır olmuş saçlarımı parmak uçlarımın arasına almıştım ve ciddi anlamda sessizdim.

Arabaya bineli yarım saat olmuştu ve ben üzerime binen yorgunluğun esiri olmuştum.

Suskunluk.

İkimizin arasında gerçekleşen, gerginlikle dolu bir suskunluk.

İçimde nedensiz bir ağlama isteği vardı ancak ben artık ağlama kotamı doldurmuştum. Özellikle de, Devrim'in yanında olan ağlama kotamı. Kimse beni sakinleştirmek, başımı okşamak zorunda değildi. O yüzden o ağlama hissini şu anlık geçirmem, eve gidince ise yastığıma akıtmam gerekiyordu.

Güzel bir gündü. Evran gittikten sonra bir daha dönmemişti ve beni eski asistanı Asi ile bırakmıştı. Güzel ve sevimli bir kızdı, hayat doluydu. Kıvırcık saçları, ela gözleri vardı. Benimle beraber durmadan konuşmuş, yaşadığı hayattan bahsetmişti. Sustuğunda ise, benim hayatımı, neler yaptığımı sormuştu, ben ise susmuştum. İrdelemeden konuyu kapatmıştı.

Çalışmıştım. Asi bana gereken her şeyi öğretmişti. Herhangi bir konuda sıkıntı çekebilirim diye bir kağıda numarasını da yazmıştı. Çalışmak güzeldi çünkü o an aklımda başka hiçbir şeye yer kalmıyordu, her şey sineye çekiliyordu ve ben yalnızca işimi yapıyordum.

Ancak sonrası. İş bittikten sonra, düşünceler yeniden zihnimi istila etmeye başladığında ve ben bir boşluğa sürüklendiğimde yaşadığım o süreç... Kendimi insanlara kapatıyordum ve bu isteyerek yapılan bir durum değildi. Kimseyle tek kelime bile konuşmak istemediğim anlar oluyordu ve o anlarda bedensel yorgunluğum artıyordu.

Düşünüyordum. Asla bir çıkış yolu yoktu. Sanki her yol, yüzüme kapanıyordu. Serkan, Serhan, annem ve babam, bir yandan Devrim... Peşimde olan korumalar, Serkan'ın Asaf'ın elinde olması ve Serhan'dan gelecek o korkutucu hamle... Bekliyordum. O adamdan öyle korkunç şeyler bekliyordum ki, bu sefer korkum yalnızca benim başıma neler geleceği değildi, Devrim'in, Devrim'in arkadaşlarının da başına neler geleceğinin bilinmezliğiydi.

Oyunu kurallarına göre oynayan insanların arasında değildim. Devrim asker olabilirdi ancak Serhan? O, terör mensubuydu ve yeraltında tanınan bir mafyaydı. O, bütün pisliği içinde taşıyan bir katil gibiydi. Hiçbir suçu olmayan insanların gözünün yaşına bakmazdı ve bu olayda saf dışı olan Feza ve Karaca'da vardı. Onların bütün bunlardan haberi var mıydı?

Annem tek başına neler yapıyordu? Babam buradaydı, annemi nasıl tek bırakabilmişti? Ben gittikten sonra o evde neler yaşanmıştı? Bunları bilmiyordum ancak bilince daha kötü olacağımı hissediyordum.

"Şş," dedi Devrim, sert sesiyle. "Yine girmişsin moduna?" Cevap alamadı. "Müzik mi deniz kenarı mı?" diye devam etti sözlerine. Bunu duyunca saçlarıma bakan gözlerimi hızla kaldırdım ve yutkundum.

Müzik mi, deniz kenarı mı?

Bunlar sana iyi gelen şeyler değil mi, dedi içimdeki ses. Bunlar seni iyi eden şeyler.

"Deniz kenarı," dedim, mırıldanarak. Bana bir bakış attı ve küçük bir gülümseme gönderdi.

"Zaten gelmiştik," dedi ve arabayı gördüğü ilk yere park ederek durdu. "Hadi, inelim."

Bana neyin iyi geleceğini artık biliyor muydu?

Gözlerimi ondan kaçırdım ve arabadan inerken gözümden akan tek damla yaşı sildim. Ancak belli olmasın diye yanıma gelen Devrim'e, aynı bana gülümsediği gibi gülümsedim. "Hep bu kadar dikkatli misin?"

"Detaylara önem veririm," dedi, refleks olarak boynuma bir bakış atarak. Ancak oradan gözlerini hızla kaçırdı ve yeniden gözlerime baktı.

Yürümeye başladık. Hava kararmaya başlamıştı ve havanın gittikçe soğumasından dolayı da dışarıdaki insanlar azalmaya başlamıştı. Bu bizim için bir alışkanlık olmuştu sanırım. Deniz kenarları, hep bizi ağırlıyordu.

Devrim'i biraz arkamda bıraktım ve ayakkabılarımı çıkarıp elimde tuttum. Denizi daha net hissedebilmek için indiğim birkaç basamak sonrasında kumlara bastım ve yürümeye devam ettim. Devrim'in arkamdan geldiğini hissedebiliyordum. Gölgesi, hep arkamda gibiydi.

Parmak uçlarımda hissettiğim soğuk su sayesinde gözlerimi yumdum ve bana buranın verdiği huzuru başka hiçbir şeyin vermediğini düşündüm. Elimdeki ayakkabıları kumlara bıraktım ve pantolonumun paçalarını iki defa katladım. Eğildiğim yerden arkama dönüp baktığımda Devrim'in de ayakkabılarını çıkardığını ve giydiği pantolonun paçalarını kıvırdığını gördüm.

Biraz daha ilerledim ve suyun biraz daha bacaklarımı sarmasını izledim. Arkamda duran Devrim'e baktığımda olduğu yerde durmuş yalnızca beni izlediğini görünce elimi uzattım. "Gelsene," dedim, kısık sesimle. Beni ikiletmedi, ona uzatmış olduğum elimi tuttu ve hemen yanımda durdu.

Elini elimden çekerek belime koydu ve belimi sıkıca tuttu. Dalga seslerinin içinde, kulağımdaki bir şarkının sözleri çınladı. Uzaktan gelmiyordu, kumsalda oturmuş gençlerin söylediği bir şarkı olabilirdi.

"Hep gül böyle ruhuna sakın değmesin hüzün

Her şeyi ilk defa yaşamak gibi sanki yüzün

Uğruna nice savaşlar verilmiş gibisin

Buna istinaden benim de ölmemi ister misin?"

Başım, Devrim'in göğsüne düştü. Kaldırmadım. Öylece kaldım. Devrim'de bir şey söylemedi, belki de kırılmamı istemediği için. Sustu, hep yaptığı gibi. Benim ona olan yakınlığımdan rahatsız oluyorsa bile, benim için sustu.

Yaptığım yanlıştı. Sırf kendi isteğim ve kendi huzurum için Devrim'i rahatsız etmeye hakkım yoktu. Beni itmiyordu, bana bir şey söylemiyordu ama bu bana gösterdiği şefkat ve merhametten dolayı da olabilirdi.

Şarkı devam ediyordu, bize fazla ulaşmıyordu ama güzel geliyordu. Ayaklarıma değen su, arkadan gelen kısık sesli şarkı ve hemen yanımda duran adam, Devrim. "Gitmek istemiyorum," dedim. Ben buradan başka hiçbir yere gitmek, dört duvar arasında sıkışıp kalmak istemiyorum.

"Bu zamanları da atlatacağımız günler gelecek ve inan bana," belimdeki elini biraz daha sıktı. "Hepsi bir kabusmuş ve sen uyuduğun uykudan uyanmış gibi hissedeceksin."

"Yaşarken kabus görmek öyle bir şey mi?" dedim. "Yaşıyoruz ama korkarak ve tetikte kalarak. Bu yaşamak mı?" Başımı göğsünden kaldırmadan yalnızca kafamı kaldırarak sormuştum. Başını eğerek bana baktı ve göz göze geldik.

"Korkuyor musun?" dedi, tok bir sesle. "Ben yanındayken korkmana gerek yok," çünkü kendine söz verdin ve beni her zaman koruyacaksın.

"İlk günlerde korktuğum kadar değil," bir eli cebinde ve diğer eli belimde öylece kaldık. Deniz kıyıları, müzikler ve sessizlik. Beni ve Devrim'i, bizi anlatan en iyi üç kelime olabilir miydi?

"Gidelim," dedim, ondan iki adım uzaklaştım ve ıslak ayaklarımla kumlara basarak ayakkabımı elime aldım. Devrim'de benim peşimden geldi ve kendisi de eline aldığı ayakkabısıyla arkamdan yürümeye başladı.

Arabanın yanına geldik ve Devrim kilitleri açtı. Oturduğum gibi başımı arkama yaslayarak soluklandım.

Hepsi bir kabusmuş ve sen uyuduğun uykudan uyanmış gibi hissedeceksin.

İsterdim. Bu yaşadıklarımın bir kabus olmasını öyle çok isterdim ki, bu istek artık canımı yakıyordu. Depresif bir ruh halindeydim ve artık bu ruh halini geride bırakmamın zamanı gelmişti ve geçiyordu. Bu şekilde insanlara yarardan çok zarar verdiğimin farkındaydım.

Hafif bir sarsıntıyla öne doğru eğileceğim ve kafamın cama çarpacağı sırada beni tutan şey Devrim'in önüme geçip beni durduran eliydi. Bir yandan direksiyon hakimiyetini kaybetmemeye çalışıyordu ve diğer yandan da beni tuttuğu eliyle bedenimi sarmıştı. "İyi misin?" dedi ciddi ses tonuyla. Beni arkama sabitledi ve yeniden önüne döndü, ancak arabanın hızı öncekine nazaran artmıştı.

"İyiyim," dedim geçtiğimiz yola tereddüt dolu bakışlar atarak. "Ne oluyor?" Hemen arkamızda iki araba vardı ve Devrim'e durması için sinyal yolluyorlardı. Kim olduklarını bilmiyordum ancak tahmin etmek bile korkunç bir vaziyetti. Devrim, tek eliyle direksiyonu tuttu ve diğer elini beline götürdü, silahını çıkardı. Bu görüntüye bakmak bile az önceki huzur dolu anların bedenimi terk etmesini sağladı.

"Senden sakin kalmanı istiyorum," dedi, silahını avucunun içinde tuttu. "Ve bir de, direksiyon hakimiyetini sağlamanı, tamam mı?" Bana baktı. "Hazan, tamam mı yavrum?" Başımı hızla salladım, ancak uğradığım şok beni terk edecek gibi değildi. Dediğini yaptım ve Devrim'e doğru eğilerek direksiyonu ben tuttum. Devrim direksiyonu bana emanet etti ve pencereyi açtı. Bir yandan da elindeki telefondan Evran'ı aramış ve hoparlöre almıştı.

Her şey hızla gelişiyordu. Hızlandırılmış bir film karesinin içindeydim sanki ve her şey bana inat daha da kötüye gidiyordu. Nereye gittiğimizi bilmiyordum ancak boş bir yoldaydık ve etrafta hiçbir şey yoktu. Yalnızca ağaçlar ve boş sokaklar.

Bir el ateş sesiyle beraber irkildim ve gözlerimi yummamaya çalışarak sakin kalmaya çalıştım. "İyisin," dedi, sesinde benim onaylamamı duymak isteyen bir ihtiyaç vardı. "İyisin, değil mi?"

"Ben iyiyim, bana odaklanma." dedim, bağırarak. Bu sırada, Evran ilk iki çalışta açmadığı telefonu, sonunda açmıştı.

"Evran," dedi Devrim, soğuk bir sesle. "Bağ evine giden yoldayız, peşimizde Serhan'ın adamları var, gelmeniz gerekiyor." Hızla ekledi. "Asaf'a o orospu çocuğu Serkan'ı gizlemesini söyle ve hemen gel. Kerem dışında kimse bilmesin." Ellerim titriyordu ve ensemden ter akıyordu. Arkamızdaki arabalar gittikçe yakınlaşmaya başlarken, Devrim telefonu kapattı ve pencereden dışarı çıkarttığı başıyla beraber silahı ateşledi. Aniden bana doğru döndüğünde hemen yanı başındaydım ve kalçam sağ bacağının üzerindeydi. Bu şekilde durmamıza takılacak zamanımız yoktu o yüzden Devrim yeniden arkasını döndü ve o sırada arkadan hızlı bir fren sesi ve ardından büyük bir patlama duyuldu.

Korkuyla nefesimizi düzeltmeye çalışırken bu olanları kaldıramıyordum. Nefesim bedenime ağır gelmeye başlamıştı ve o an uzun zamandır astım ilacıma ihtiyacım olmadığını ve yanımda taşımadığımı fark ettim.

Şimdi olamazdı. "Bir arabayı hallettik," dedi Devrim, sinirden titreyen sesiyle. "Bana az bir süre ver, olur mu? Bitecek," diye devam etti, "Bitecek, sen sakin kalmaya çalış."

O sırada durmadan silah sesleri ortalığa hakim oldu ve arabanın arka camı infilak etti. Devrim başımı eğdi ve beni kucağına daha da çekerek iyice oturttu. Bu sırada gözümü asla yoldan ayırmamaya çalışıyordum, yaptığım herhangi bir göz yanılması bize kaza yaptıracaktı.

Arka camdan içeriye giren kurşunlardan korunmanın hiçbir yolu yoktu. Bunun ikimizde farkındaydık. Bu yüzden Devrim, belime elini koydu ve direksiyonda duran ellerimi avuçladı. "Son bir kurşun, kendini korumaya bak sadece."

"Sen?" diye bağırdım. "Ya sana bir şey olursa?" Beni cevapsız bıraktı. Delirecektim. Alamadığım her cevap için.

Dikkatle yola devam ettim ve bir daha arkamı dönmedim. Ancak silah sesleri durmak yerine artıyordu ve etraf toz tuman içindeydi. Hız kesmeden devam ederken Devrim'in acı dolu iniltisiyle dolu gözlerimi ona çevirdim. "Ne oldu?" diye bağırdım. Devrim kıstığı gözleriyle bana baktı başını bir şey yok der gibi iki yana doğru salladı.

"Yola devam et," dedi, sesinden acı akıyordu ama asla taviz vermiyordu. "Bitecek."

"Baksana," Gözlerimden akan yaşları durduracak gücüm yoktu, nefesimi düzeltecek hiçbir şey yoktu, kalbimin ağrısından kurtulmama imkan yoktu. Bir elim direksiyonu tutarken, diğer elimi Devrim'in çenesine koymuştum. Bir yola bir Devrim'e bakarken aklımı kaçıracak gibiydim. "Vuruldun mu?" Gözlerim deli gibi yüzünü süzüyordu, Devrim yola bakmadığımı fark ettiğinde direksiyonun hakimiyetini devraldı ve benim ellerim Devrim'in yanaklarına gitti. Gözlerimden akan yaşlar Devrim'in çehresini yuva buldu. Bedenine baktım ama hiçbir şey göremiyordum, gözlerim kör olmuştu.

"Bak," dedi, sakin bir sesle. Acısını bana göstermemeye çalışıyordu. "Ağlama, sadece gözlerime bak." Dediğini yaptım ve kehribar gözlerine baktım. Ellerim çehresindeydi, farkında değildim ama yanaklarını okşuyordum. "İyiyim," dedi. "Tek bir kurşun, tamam mı?" Yola baktı ve iyice gaza yüklendi. "Direksiyon hakimiyetini kaybetmeyeceksin, arkana bakmayacaksın. Tamam mı?" Ağlayarak başımı salladım ve kucağına iyice yerleştim, ellerimi çenesinden çektim, önüme döndüm. Bu sırada Devrim'in aldığı derin soluklar boynumu cehennem ateşiymiş gibi yakıyordu. Yanıyordum. Alev alev, gerçek dünyada cehennemi yaşıyordum.

Görmeyen gözlerle arabayı sürmeye devam ederken, Devrim yeniden başını dışarı çıkardı ve o sırada Devrim'in silahından çıkan iki kurşunla beraber derin bir nefes aldım. Tekerleğe isabet ederse bitecekti.

Devrim'in dediği gibi, bitecekti.

Silah seslerinin durmasıyla beraber Devrim'in söylediği şeyleri çiğneyerek arkamı döndüm ve Devrim'in ellerini direksiyonda olan ellerimin üstünde hissettim. Dik bir şekilde durmaya çalışıyordu ancak ben ondaki bu halsizliği görecek kadar onu tanımıştım.

Devrim hiç iyi değildi.

Kırık camların arasından arkamıza baktığımda peşimizde olan arabanın gittikçe uçuruma yaklaştığını görünce gözlerimdeki yaşları durduramadım. Ağladığım onlar değildi, ağladığım geldiğimiz bu haldi. Araba uçurumdan düşmeye başladı ve ben de hızla ellerimi direksiyondan çektim. "Durdur arabayı, lütfen." dedim. Midem bulanıyordu, midem öyle çok bulanıyordu ki, kusmak istiyordum. Devrim, arabayı durdurdu ve hızla arkasına yaslandı. Ben de kucağında ona doğru döndüm ve ellerimi Devrim'in ensesine koyarak başını dik tutmaya çalıştım. "Bak bana," dedim, "Ne olursun." Kapattığı gözlerini açtı ve kıpkırmızı olmuş göz pınarlarıyla bana kısık bakışlar attı. Devrim, sırtı asla eğilmeyen, daima dik duran Devrim... Vurulmuştu. Görmeden vurulduğunu anlamıştım çünkü o benim gözümde asla yıkılmayan bir dağ gibiydi. Onu yıkmışlardı. Onu bir kurşun yıkmıştı.

"Bitti," dedi, kısık sesiyle. "Korkma, ben iyiyim," yutkundu. "Evran ve Kerem gelecek, onları ara geldiğimiz yeri tarif et." Önüme gelen saçlarımı eliyle tuttu, kulağımın arkasına yasladı. "Tamam mı yavrum?"

Yavrum. Hiç olmaması gereken anda temas eden dudaklarımız gibi, hiç olmaması gereken bir anda söylenmiş bir kelimeydi.

Bir elimi ensesine diğer elimi çenesine koydum ve kucağında ona doğru döndüm. "Bana bir şey olmayacağına dair kendine söz vermiştin," dedim, pürüzlü sesimle. "Şimdi de sana bir şey olmaması için bana söz ver." Başımı boynuna gömerek hıçkırarak ağlamaya başladım. "Ne olursun," dedim, "Devrim, ne olursun." Hiçbir şey söylemedi, beni rahatlatmadı.

Korku, öyle bir şeydi ki, sizin boynunuza idam ipinizi asar, sizin başınızı bedeninizden ayırırdı. Öyle bir şeydi ki, kalbinizi ayazda kalmış gibi titretir, teninizi cehennem ateşinde yanıyormuş gibi de yakardı.

Korku, hiç ummadık anda gelen vesveseydi. Sizin kulağınıza olmayacak onlarca şeyi fısıldar da fısıldar, sizi yaşamsal fonksiyonlarınızdan feragat ettirirdi.

Ben, korkuyordum. Elimi ensesinden kollarına, oradan da sırtına indirdim, ellerim titreye titreye. Ellerime bulaşan sıvıyla beraber ağzımdan çıkan acı dolu inlemeyi engelleyemedim. "Konuşsana." dedim, "Konuşsana, aptal mısın? Konuşsana!" Başımı boynundan kaldırdım ve Devrim'e baktım. Gözleri kapalıydı ancak benim sesimi duyunca yavaşça açtı ve küçük bir gülümseme bahşetti.

"Ambulansı aramıyorsun," dedi, "Sakın." Cümleler ağzından parça parça çıkıyordu ve anlamak zordu. Ama dediğini yapacaktım, aramayacaktım. Boş bakışlarla oturduğumuz yere baktım ve Devrim'in bacaklarının arasında duran telefonu aldım. Önüme
şifre kısmı gelince yutkundum. "2911 miydi?" dedim, Devrim'e bakarak. Başını sallayarak beni onayladı.

Arama kısmında Evran'ın numarasını buldum ve Devrim'in bacağından kalkarak kendi koltuğuma oturdum. Açtığım kapıdan dışarı çıktım ve Devrim'in olduğu tarafa koşar adım ilerledim. O sırada Evran'ı aradım ve hoparlöre alarak Devrim'in de kapısını açtım.

"Devrim, abi geliyoruz telefon sinyalinden bulduk sizi." Hızlı hızlı konuşurken sözünü kestim.

"Benim!" dedim bağırarak. "Devrim vuruldu, ne yapacağım bilmiyorum, çıldıracağım!" Evran şoka girmiş gibi birkaç saniyelik bir sessizliğe büründü.

"Bagajı aç, ilk yardım çantasını al." Yutkundu. "Ya da elinde şu an her ne varsa Devrim'in yarasına bastır, vakit kaybetme." Dediklerini yapmak için hızla bagaja gittim ve açtığım gibi gözüme çarpan ilk yardım çantasını avuçlarımın arasında tuttum.

"Tamam," dedim titreyen sesimle. Gözümden akan yaşları engelleyemiyordum. "Hemen gelin, lütfen." Telefonu kapattım ve hızla Devrim'in yanına gittim. Gözleri titrek bir şekilde açılmıştı ve bana bakıyordu. "Arka tarafa geçeceğiz," dedim sakin kalmaya çalışarak. "İyi olacaksın?" İyi olacaksın, tamam mı? Hep bir onaylatma ihtiyacı. Tamam mı?

Omuzlarından yavaşça tuttum ve Devrim'de benimle beraber ayaklandı, o kadar yavaş haraket ediyordu ki, bana ağırlığını vermemek için olduğunu anladım.

Bu halde bile, dedim kendi kendime. Seni düşünüyor.

Arka kapıyı açtım ve yavaş haraketlerle Devrim'i yüz üstü yatırdım. Kendini tamamen bana bırakmıştı ve suskundu. Çok suskundu. Her zamankinden daha çok. Tişörtünü kaldırmaya çalıştım ancak ellerim sanki cinayet işlemişim gibi titrediği için avuçlarımı kafama vura vura titremeyi durdurmaya çalıştım.

"Şimdi değil," dedim, derin derin nefesler alırken. "Şimdi titremenin sırası değil geri zekalı, kendine gel!" Avuçlarımı bir kez daha sıkarak durdum ve ellerimi tişörtüne getirdim. Hafifçe kaldırdım ve yarasını görünce hıçkırarak ağlamaya devam ettim. Sağ omzunun hemen altındaydı yarası ve çok kanaması vardı. Tişörtü başından yavaşça çıkardım ve çıkardığım tişörtü top yapıp yaraya bastırdım. "Ne yapacağım ben?" Etrafa bakındımda benimle olan tek şeyin orman olduğunu gördüm.

Ormanın ortasında kalmıştık. Devrim yaralıydı, Devrim'in gözleri kapanıyordu. Tişörtü daha da bastırdım ve gözlerimden akan yaşlarla beraber diğer elimi Devrim'in saçlarına attım. Terden sırılsıklam olmuş saçlarını geriye doğru attım ve elimle alnındaki terleri sildim.

Çaresizliğim kemiklerimi kıracak kadar güçlüydü.

Çaresizliğim bir evladın annesini kaybettiğinde atabileceği çığlık kadar güçlüydü.

Çaresizliğim kalbime en ağır yüktü.

Başımı eğerek yüzüne baktım. Gözleri kapanmıştı ancak dudaklarının arasında aldığı solukları yüzümde hissediyordum. İçim Devrim'in alıp verdiği soluklardan dolayı rahattı ancak o solukların bitecek olması, kalbimin iki parçaya bölünmesi için bir sebepti.

Yanağımı yanağına yasladım. Gözümden akan yaşlar Devrim'in çehresini ıslatmaya devam etti. Elim yarasında, akan kanı engellemeye çalışıyordu. Yaşadığım bu an, yaşadığım bu çaresizlik, yaşadığım bu hisler, beni mahvedecekti.

Ve ben, bir krizin eşiğine gelmek üzereydim.

Ağzımı kapalı tutmaya çalışıyordum. Hıçkırıklarımı engellemeye, titreyen avuç içlerimi ve bedenimi sakin tutmaya çalışıyordum. Olmuyordu.

Devrim, benim tanıdığım tek yabancıydı ve ben bu hayata o yaşarken devam etmek istiyordum. Gidecek biri, ölecek biri, bu hayata gözlerini yumacak biri varsa bu Devrim değildi.

Bendim.

Zihnimi istila eden vesveseler, senin yüzünden diyordu. Senin tehlikede olduğunu defalarca söyledi, dinlemedin. Şimdi seni kurtarmak için canından olursa ne olacak?

Nefes alamıyordum.

Kendine verdiği sözü tutacak. Seni kurtaracak. Peki ya Devrim'e ne olacak?

"Aç gözlerini," diye bağırdım. "Aç, ne olursun!" Bir elime tişörtü tutmaya çalıştım ve diğer elimle yüzünü avuçladım. "Benimle konuş," Yutkundum. Çaresizliğim bir bıçaktı, o bıçak benim boynumu kesecek, idam salonunda yargılayacaktı. "Benimle konuş..."

Titriyordum. Titreye titreye kan kusacaktım. İrin akacaktı bedenimden.

Yazık, dedi içimdeki ses durmadan. Senin için, yaşaman için. Ağzımı açtım ve bağırmaya çalıştım.

Olmadı.

Nefesim boğazıma düğümlendi, nefesim neşter oldu ciğerimi deşti de o çığlık boğazımdan çıkamadı. Gözlerimden yaşlar süzüldü, alnımdan terler aktı, kalbim ateş oldu, tenimi yaktı.

Devrim uyanmadı. Nefes alamadım.

Bir krizin eşiğinde olduğumu o an anladım.

Devrim'in yarasına bastırdığım ellerim, alamadığım nefeslerim, koca bir karanlığın içinde bedenimi istila etmeye başlayan astım krizim... Ve, yanımda olmayan ilacım.

Evran gelmedi.

Kerem gelmedi.

Devrim, uyanmadı.

Nefes alamadım.

*

Bölüm sonu için özür dilerim 👉🏻🥺

Bölüm hakkındaki genel düşünceleriniz?

Genel Güz Yarası yorumu? (:

Oylarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum, gittikçe düşüyor yorumlar ve üzülüyorum açıkçası...

Hazan'ın iyi bir psikolojide olmadığını bence bu bölüm daha net gördük. İyi değil sadece iyi olmak için çabalıyor. Siz Hazan hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce Hazan'ın durmadan düşünmesi ona nasıl zararlar verecek?

Beni sosyal medya hesaplarımdan takip edebilirsiniz.

İnstagram : yarendogruhikayeleri

Twitter : yarenddogru

Wattpad'ten de etmezseniz üzülürmüşüm hasskejksjsmsmsmd😽

Kendinize dikkat edin, sizleri seviyorum ❤️

3 EKİM PAZAR

20.30

Ga verder met lezen

Dit interesseert je vast

1.9M 53.4K 87
sse-sen uzak dur benden!! "Benden kaçışın yok" diyerek adamlarını üzerime saldı..
79.3K 5.3K 34
Bakışlarım son kez telefonumun açık olan ekranına kaydı. 00.00 Dudaklarımda acı bir tebessüm oluşurken telefonuma gelen bildirimle birlikte kaşları...
69.9K 3.4K 16
l Asker - Doktor l kurgusu ve aşk; Bazen nefes almak kadar kolay, bazen ise; sol göğüsüne saplanan kurşun kadar acıdır. Bu isimle yazılan tek kitap
84.3K 1.8K 25
Avukatlık yaptığı bir iş insaninin aslında kendine takıntılı bir mafya olduğunu öğrenen fakat buna karşı çıkmak için çok geç kalan bir kızın hikayesi...