Gül KOZASI

By 0Astrolojik

894K 53.4K 22.7K

"Demez mi anası, topallığına bakmadan benim kızıma göz koymuş diye? Der. Bu konuyu bir daha açma anne." *****... More

1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
bölüm değil
39. Bölüm

24. Bölüm

23.1K 1.4K 638
By 0Astrolojik

Hastalık sürecimi merak eden herkese çok teşekkür ederim. Hâlâ tam olarak iyileştim diyemiyorum hatta iç organlarımda hatrı sayılır bir tahribat söz konusu. İyi dilekleriniz teşekkür ederim.

Güzel yorumlarınız yazmaya teşvik ediyor, kendimi toplamam için dürtülüyormuş gibi hissediyorum ve nasıl iyi geldiğini anlatamam.

27 Eylül çiçeğimin doğum günü ama ben erkenden kutlayım dedim. Kalbi pamuktan olan canım dostum, arkadaşım, sırdaşım iyi ki doğdun. İyi ki varsın. Aysece_ benim güzel sohbet arkadaşım.

İnsanoğlu hep yalnızlık üzerine kurmuştu tüm eksik parçaları. Bir eksikliğin bir yalnızlık olabileceği kimseyi ilgilendirmemişti. Kalabalığın çokluğunda kaybolmuş yalnızlık aslında hep birilerinin eksiklikleriyle süslenmemiş miydi?

Benim eksikliğimin yalnızlaşmış yanı Sancak'ın bana sımsıkı sarmış kollarında bitiyordu. Öyleyse o yer artık eksik değildi. Eksik olmayan yerimdeyse bir yalnızlık kalmamıştı. Tamamlanmaktan söz etmiyorum. Bu katışmak, çoğalmak, büyümekti belki...

Az önce benim ona yaptığım gibi şah damarımı öptü. Tenimde birçok doğal olmayan afet gerçekleşirken o şah damarımın ardından boynumun her yerinde gezdirdi dudaklarını. Avlanan bir yılanın avının etrafında tur atması gibi Sancak'ta kollarını ona sokulmuş olan bedenime sarıyordu her öpücükten sonra. Kulaklarımda kavuşmanın verdiği bir çınlama, avuçlarımda titrek kız çocuğunun ezgisi vardı.

Dokunuyordum.

Sarıyor, sarılıyordum.

Omzuna düşen çenemde bir titreme, gözlerimde bir yanma vardı. Onunlaydım...

"Abin nerede Ayşe?" dedi Feride teyzenin yumuşak sesi.

"Odasında anne," dedi ne zaman geldiklerini anlamadığım Ayşe. "Ne oldu?"

"Yok bir şey kızım. Siz oturun. Abini baban çağırıyor." Sancak'ın yarı yerine kadar ahşap yarısından sonrası buzlu camla kaplı olan kapısına birinin gölgesi düştü hemen sonra, kapı tıklatıldı. "Sancak. Baban çağırıyor oğlum."

"Ben çay içmeyeceğim anne. Size afiyet olsun." Hâlâ sımsıkı birbirimize sarılırken yüzünü yüzümden çekip gözlerime doldurdu tüm çehresini. "Bir yerlere gidelim mi?" Sarılmanın hemen peşine bunu duymayı beklemiyor olsamda sorgulayamadım onu.

"Nereye?" dedim fısıltıyla.

"Sahuru dışarda yaparız istersen." Burnunun ucu burnuma dokunurken çağlayarak akan öfkesinin yerini sakinlik almıştı. Nefesi bir ninni gibi etrafımı huzurlu bir sarmaşıkla kaplarken gözleri kabul etmem için yalvarıyordu.

"Bilmiyorum."

Kapı yeniden tıklatıldığında bu defa tek değil üç gölge gözüküyordu.

"Gülseli, iyi misin? Abi bu kız susmazdı niye konuşmuyor?" Ayşe telaşla hem kapıyı vuruyor hem sıra sıra diziyordu soruları. "Kıza bir şey yapmadın değil mi abi?" İşte gerçek bir dost...

"Seni öpmeyeceğim. Boşuna bekleme," dedi Sancak. Kızıl dudakları konuştukça dudaklarıma tüy tanesinin şeffaflığında değiyor sonra gidiyordu. "Bu ikimizin cezası olacak. Benim suçum seni hiç arayıp sormamakken senin suçun seni öptükten sonra dudaklarını silmen."

"Fazla adaletsiz," dedim cesaretimi yeniden toparlayarak. "Sen yıllarca aramadın. Ben yalnızca o sinirle sildim dudaklarımı." Onu istiyor olduğumu gizleyecek kadar ufak değildim yirmi altı yaşında ve neyi arzuladığını bilen bir kadındım.

"Seni öpmemi mi istiyorsun?" Burnumun ucuna değen burnundan verdiği her nefes dudaklarımdan boynuma ipek bir kumaş gibi dökülüyordu. "Öpmemi istiyorsun..." Dudakları dudaklarımı her teğet geçişinde paslı bir hançerle bağrım deşiliyordu. Göğe aşık bir yıldırım gibi dökülmesini bekliyordum yağmurlarının dudaklarıma. Kızıl dudakları dudağımın kenarına dek gelerek kondu ama kulağıma yöneldi sakallarını sürterek. "Bu da beni bekletmenin cezası."

"Gülseli," dedi Ayşe tükenmiş çıkan sesiyle. "Abi Burak'a kapıyı kırdıracağım vallahi."

"Konuşuyoruz Ayşe," dedi Sancak kollarını gevşeterek. "Öldürecek değilim. Yanımda ve gayet iyi." Onun gevşeyen kollarıyla beraber benimkilerde gevşeyerek iki yanıma düştü. "İyiyim Ayşe." Onun bedenine tutunurken ne kadar cesursam kollarım bedeninden sıyrıldığı anda tüm cesaretim buğday tanelerinin başaklardan dökülmesi gibi döküldü.

Korkuya hiç bu kadar çabuk kapılmamıştım.

Keten gömleği buruşmuş halde yerde boylu boyunca yatıyordu etrafa dökülmüş olan düğmelerle birlikte. Onun kolları da gevşediğinde nedense yüzüne bakarken tuhaf hissediyordum. Ona sarılırken her şey çok olağan ve olması gerektiği gibiyken uzaklaştığımızda bir bilinmezlik sardı etrafımı.

"Otur hadi," dedi beden uzaklaşarak dolap kapağını açarken. Bana arkasını dönmesiyle sırtındaki yanık izlerine çevirdim bakışlarımı. Sol kürek kemiğinin olduğu bölge tıpkı sol göğsünün üzeri gibi dalgalıydı. Gözlerime hiç gelmesini istemediğim kekremsi suyun gelmesiyle görüş bulanıklaşarak yok oldu. İki gözümden de aynı anda düşen damlalar ruhumun idam sehpasını devirirken soluk soluğa kalıyordum havada. Gömleği yerden alırken etrafa savrulan düğmeleride alıp gömlekle beraber yatağın uç kısmına oturdum elimde duran düğmeleri gömleğin cebine bıraktım. Gözlerimden akan her damla çenemden sonra göğüs kafesime damlıyordu ve bu yanan ceheme karıncanın ağzıyla su taşımaktan farksızdı.

"Nasıl uyudun?"

"Ne?" dedi dolabın kapağını örtmeden. Ona bakamıyordum. Elimde duran gömleği izliyordum öylece.

"O kadar yanıkla nasıl uyudun? Belli daha fazlası da var." Kasıklarına inen yerde az miktarda da olsa yanık bir alan vardı ve bacağında da olduğuna emindim.

"Var," dedi çıplak ayaklarla yanıma doğru adımlarken. Sol ayağının üst kısmında bir avuç içi büyüklüğünde bir alan daha yanıktı. Ama asla çirkin durmuyordu. "Görmek ister misin?"

Başımı iki yana hızla sallarken dizlerimde duran keten gömleğinin canını parmaklarımla alıyordum.

"Merak etme oralar gayet iyi," dedi eğik duran başımı çenemden kavrayarak kaldırırken. "Nereler?" dedim anlamadığımı belirterek.

"Biraz düşün bakalım nereler." Suratında çapık bir gülüş belirdi yanağındaki oyuğu meydana çıkaran. Çatıda 'Erkeğim ben erkek,' demesi aklıma gelince kaşlarım yanaklarımdan akanlara inat çatıldı. Yatağın uç kısmından hareketlenerek başlığa dayanmış olan yastıklardan birini kafasına atmak niyetiyle uzandım. Yatağın yanında bulunan komodin, dolap ve berjerle aynı renkte olan çekmecenin üzerinde olan bir kaç çerçeve dikkatimi çekti.

Fotoğrafların renkleri soluk gülüşleri samimiydi. Konak yanmadan önce çektiğimiz fotoğraflardı bunlar ve en öndeki çerçevede Sancak ve ben vardık. Bu fotoğrafları bizzat babam çekmişti Almanya'dan aldığımız fotoğraf makinasıyla. Bu fotoğrafların annemin sandığıyla beraber yandığını zannediyordum. Ve fakat beni dumura uğratan şey fotoğraflar değil fotoğrafın olduğu tepe ve bu fotoğrafların onun eline hangi ara geçtiğiydi. Yastığa uzanmaktan vazgeçerek çerçeveyi elime aldım. Sancak boylu boyunca yerde yatıyor benimse başım göğsünü süslerken kollarımla sımsıkı sarıyordum onu. Yatağa yeniden oturup diğer çerçevelere baktım. Birinde Gülseli babaannem, annem, babam, Turgut amca, Feride teyze, Ayşe ve yine biz vardık. Diğer çerçevede ise daha güncel bir resim vardı; Sancak'ın üzerinde kamuflaj, başında bordo bere, yanında hüzünlü bir gülüşle abisinin boynunu kendi kıyısı saymış Ayşe vardı. Bir kaç saniye önce kesilmiş olan göz yaşlarım yeniden harlanarak arttığında çervenin cam yüzeyine damladılar bu defa.

"Ağlama... Eğer ağlarsan ben pişman olurum." Yatağın ucundan benim olduğum alana doğru önünü henüz kapatamadığı gömleğiyle geldi. "Neyin pişmanlığı?"

"Aslında bir hafta önce seni öptüğümde tüm bunlar olur sanıyordum. Bana vuracağını tahmin ediyor ama dudaklarını sileceğini tahmin etmiyordum." Önümde diz çöküp yanaklarımı avuçlarının arasına alarak dudaklarını alnıma bastırdı. "Sakın gördüklerin için ağlama... Sen ağlarsan benim nefesim kesilir."

"Özür dilememeliydin. En azından o an biter bitmez asla dilememeliydin." Bir yıldır akmayan göz yaşlarım onun beni sevdiğini duymamla akmaya başlamıştı olağan bir olaymış gibi. Paslanmış kapılarımı açarak küflenmiş soluğuma hayat vermişti.

"İkinci sefer dilemem," dedi muzip bir sesle. "Hem zaten ağlayamamaktan şikayet ediyordun değil mi? İyi geldi mi?"

"Beni öpmeyeceğini söyledin az önce."

"Seni öpeceğim. Ama bunu hak etmemiz gerek." Eğildiği yerden doğruldu çekmeceye dayadığı elinden güç alırken. Açık olan gömlek düğmelerini kapattıktan sonra uzun bacaklarını saran siyah kot pantolonun içine beyaz keten gömleği güzel parmaklarıyla sıkıştırmaya başladı. Çekmecede çorap aldı ben resimlere bakmaya devam ederken.

"Neden hep gömlek giyiyorsun?" dediğim anda tam ön kısmını beğenmeyerek yeniden düzeltmeye çalıştığı gömleğinden bakışlarını bana çevirdi. "Annem ve Ayşe kolumu hiç görmediler. Babam bir kez kolumun bir kısmını gördü sadece. Boş yere üzülmelerini istemiyorum." Sesi güçlüydü hiçbir hüzün kırıntısı barınmıyordu benim gözlerimden süzülen yıldız tozlarının aksine. Babamdan sonra ilk kez bambaşka bir kırılma yaşıyordum. Gömleğinin tamamen düzeltirken bir yandan bana bakıyordu.

"Bunlar benimdi," dedim çerveleri süsleyen resimlerden söz ederek. "Götürmek istiyorum." Resimleri bedenimin arkasına götürdüm onun vermek istemeyeceğini tahmin ederek.

"Evet," dedi arkamdaki resimleri hiç zorlanmadan alırken. "Onlar senin ve o yüzden burada kalmaya devam edecekler yastığın, tokan, yemenin ve benim gibi." Çerçeveleri yeniden çekmecenin temiz yüzeyine bıraktı aynı düzenle. Beynimin içine zorlukla istiflediğim her olay boy vererek büyüyor belki kökleriyle çoğalıyorlardı. Az evvel üstü kapalı da olsa benim olduğunu vurgulamıştı. Giyotin sehpasında yatan sevdiğine yeniden hayat üfleyen bir idam mahkumu gibi kızıl bir soluk üfledi.

"Hadi gidelim," dedi damarlı ellerini bana doğru uzatarak. Sanırım bunu saklama gereği duymuyordu.

Topraklarına bıraktığım ve yıllar önce solmuş papatyalarım yeniden su verilmiş tohumlar gibi yeşermeye başladı. Eli sıcaktı. Uzun parmakları elimin çevresini bir yorgan gibi sıkı sıkıya kavrıyordu. Odanın kapısına doğru yanyana yanyana iki adım attığımızda annemin evden çıkmadan söyledikleri geldi aklıma.

"Annem İstanbul için valizleri hazırlayalım demişti. Şimdi ne diye izin alacağım? Bir de küs olduğumuzu biliyor. Tartıştığımızı duymuş." Elimi kavrayan eli sıkılaştı İstanbul meselesi açılınca. Kızıl lekeli irislerinde büyüyen korumacı kartalın kanatları çepeçevre sarmalıyordu beni.

"İstanbul'a gitmene izin veremem. Zaten bizi böyle gördüğünde vazgeçecek," dedi son derece kararlı sesle kapının kilidini açarken.

"Anneme söyleyecek miyiz?" dedim telaşa kapılarak. Henüz ben ne olduğunu kavrayamadan annemin karşısına bir bilinmezliğin fıkrasıyla çıkamazdım. Kaldı ki biraz olsun kendimize özel alanımız olsun isterdim. Büyüklerin duyması her şeyin bir anda resmiyete binmesi demekti.

Elimi sımsıkı tutan eli gevşeyerek yeşermiş olan tüm tohumları bıraktı. Kahve gözlerini süsleyen kızıl lekeler gözlerime dokundu anlamak isteyen yanıyla. "İstersen biraz düşün. Yani bu öyle bir dakikada alabileceğin bir karar değil. Üstelik beni o halde gördükten sonra bunu isteyip istemediğini düşünecek kadar vaktin de olmadı. Ben biraz acele ediyorum galiba."

Elimi bırakan elini kavrayıp "Bize özel alan kalsın istiyorum biraz," dedim gayet yumuşakça. "Anneme söyleyip diğerlerine söylememek olmaz. Bir anda herkese haber vermekte," diyordum ki boştaki eliyle çenemi yakalayıp baş parmağıyla okşadı. "Tamam. Biraz kendimize özel kalalım. Hem ben seni tanıyorum sen tanımıyorsun. Ama şu kapıdakilere söylememiz gerek. Söylemesekte anlayacaklar zaten." Gözlerim o her kızıl dudaklarını hareket ettirdiğinde onlara odaklanıyordu. Denizdeydim ama dört tarafı suyla dolu olan bir susuzdum. O benim serabım olmaya yemin etmiş bir celladın acımasızlığına bürünerek ikimize ceza kesiyordu. Elini çenemden çekip kapı kilidine götürdüğünde yeniden konuştu. "Seni öpmeyeceğim."

"Onu anladık."

"Gözlerin anlamamış."

"Onlara ceza kesemezsin. Güzel olana bakarlar."

"Güzel bulduğunu bilmiyordum."

"Beni öpene kadar bende bilmiyordum."

"Körsün kızım sen!"

Kapı kulpunu aşağıya indirdi gülümsemesini odanın duvarlarıyla ve benimle paylaşırken. El eleydik ve salonun ortasında dikilen üç insanda bize ceset torbasıymışız gibi bakıyordu. Gözlerimi hiçbirinin gözüne denk getirmemeye gayretle çaba harcamama rağmen olacak gibi değildi.

"Oha!" dedi Ayşe şaşkınca bakarak. "E sen kavgaya gelmiştin."

"Etmişler işte," dedi Asya kuzenine göz kırpıp anla dercesine. Elbisemin cebinde duran telefonumdan arka arkaya bildirim sesi gelince Sancak olağan bir durummuş gibi elini cebime atarak telefonu aldı.

"Bir de bu çıktı." Gözlerime çevirdiği gözleriyle telefonu işaret ettiğinde ekranda bugün defalarca kez onun adını görmüş olmanın verdiği bıkkınlıkla göz devirdim. "Ne yazmış?"

Telefonu bana yaklaştırdığında diğer elime telefonu alıp yazılanları okudum bir çırpıda. "Kızma," dedim gözlerime bakan gözlerine bakarak. "Kızma tamam mı?"

"Ne oldu? Yeniden mi kavga edeceksiniz?" diyerek araya giren Ayşe'ye kaş göz işaretiyle bahçeyi işaret ediyor alt dudağımı yandık dercesine dişleeimin arasına alıyordum. Yaptığım hareketlerle saf saf salon kapısına bakındı.

"Önce ben gitsem," dedim ne Dağ Ayısı, ne Sancak diyemiyordum tuhaf bir şekilde. "Sen sonra gel."

"Bir yere mi gidiyorsunuz?" dedi Asya.

"Planları bozacak biri var gibi," dedikten sonra elimi kavramış olan elini gevşeterek devam etti. "Hadi." Gevşeyen elinden elimi çekip hızlı adımlarla uzaklaşmak isterken parmak uçlarımdan yeniden kavradı: "Elimi bırak demedim. Hadi dedim sadece."

"Olmaz. Turgut amcalar var."

"Karanlıkta Kakırcaların gözüktüğü nerede görülmüş?" Evet etraf karanlık sayılırdı ama iki kişinin el ele oluşunu kapatacak kadar güçlü değildi.

"Doğru... Yanında Dağdan İnme olmazsa rahatça kaçabilir," dedim elindeki telefonu geriye dönüp alırken. Ayşe'yi de kolundan kavradığım gibi kendimle hareket ettirmeye çalışırken. "Ne oluyor be?"

"Yürüyün," dedim iki kuzene. Evin beş basamağını hızla inip karanlık bahçeye adım attık. "Telefonun nerede senin Ayşe?"

"Gülseli sen önce olanları anlatsana. Hızınıza yetişemiyoruz."

"Asıl ben senin hızına yetişemiyorum," diyerek fısıltıyla cevap verdim. Onların bahçeden bizim bahçeye geçtik.

"Ne oldu?" dedi Asya.

"Abim gelmiş İstanbul'dan," dedim olayların hızına hakikaten yetişemeyerek. "Tartışmışsınız. Sonra telefonu kapatmışsın. O da basmış gelmiş."

"Buyur buradan yak," dedi hayret dolu nefesle Asya. "Nerede şimdi?"

"Buradayım," dedi Sancak ile beraber yaptığımız salıncakta düşünceli düşünceli oturan İlber abi. "Abi," dedim donmuş kalmış Ayşe'nin ruhunu yeniden getirmek için kolunu çimdiklerken. "Hoş geldin."

"Hoş değildi." Kollarını dirseklerinin bir kat altına dek sıvamış ve telaşını, merakını alenen belli eden gözlerle Ayşe'ye odaklanmıştı.

"İlber," dedi Ayşe mahcup çıkan nefesini mahcup gözleriyle daha ihtişamlı kılarken. "Ben telefonumu bugün suya düşürdüm. Sonra bir sürü olay oldu."

İlber abi yerinden doğruldu. Ayşe'den gelecek en mantıklı cevaba aç kulakları duyduklarını algıladığı anda yetersiz olduğuna inandığı yüz ifadesine büründü. İlber abi çok olgun, çok kibar, hayat sıtandartları yüksek, okuyan, gören, araştıran en önemlisi fevrilikten uzak olandı. Onun bu denli telaş yapması beni bile korkutabilirdi eğer Ayşe'nin dediği olayların baş kahramanı olmamış olsam. "Gülseli'nin telefonundan neden haber vermedin?"

"Zaten mesele Gülseli'ydi ve çok şey oldu."

"Öyle mi?" Yüzü çok bitkin duruyordu ve muhtemelen onun için oldukça yorucu bir gün olmuştu. "Ne olmuş olabilir mesela?"

"Ne olursa beğenirsin birader?" dedi yan bahçeden bizim bahçeye Burak ile beraber geçen Sancak. "Şöyle en aksiyonlusundan toplu tüfekli bir menümüz var beğenirsen." Sancak'ın ne tür tepki vereceğini görmek için arkama döndüğümde yanıma dek geldi. Burak'ta Asya'nın yanına geçip kolunu omzuna attı.

"Sen mi istemiyorsun benimle görüşmesini?" dedi İlber abi ilk kez bu denli duyduğum kaskatı bir tonla.

"Diyelim ki öyle. Ne olacak?" Sancak'ın dik dik sorduğu soruyla ona döndüm biraz daha ılımlı olması için.

"Hiçbir şey," dedi İlber abi geldiğinden beri katı olan suratını tam bu noktada gevşetirken. "Hiçbir şey derken?"

"Hiçbir şey değişmeyecek. Ayşe benimle görüşmek istediği müddetçe buna engel olamazsın. Hatta kimse olamaz!" İlber abi avukattı ve burnunun dikine gitmeye karar verdiği anda kimseyi dinlemeye hacet görmezdi.

"Vay be!" dedi Sancak hayretini gizlemeyip Burak'a İlber abiyi gözleriyle işaret ederek. "Duydun mu engel olamazmışım?"

"Duydum, ama güç gösterisi iyidir," diyerek destek verdi Burak. "Diri tutar."

"Gereksiz şov bence. Benim şovmenlerle işim olmaz! Ayşe'nin de olamaz!" Sancak'ın bu kışkırtan kelimelerine aşina gözlerimi devirip karşı tarafta bir başına dikilen İlber abinin yanına adımladım. "Sen ona bakma abi. Kendisi en büyük komedyen. Öyle canının istediği her şeyede müdahale edemez!" Kollarımı onca yolu tepip gelmiş kuzenime sardım. O da aynı şekilde karşılık verince Sancak'tan bir iki öksürük sesi geldi. Toprağa adımları düştü yanıma dek gelip elimi tuttu İlber abinin gözüne acımasızca bakarak. Sen yapamazsın ama bak ben yapıyorum diyordu adeta.

"Hoş geldin birader," dedi göz kırparak.

İlber abinin gözleri birbirine tutunan ellerimiz üzerinde gezindi bir süre. "Hoş şeyler görmüyorum ama," dedi en az Sancak'ın sesi kadar sert olan sesiyle.

"Ben de hoş şeyler görmüyorum ama bak ne güzel katlanıyorum. O hoş olmayan şeyleri görmeye alış," dedikten sonra elimi bırakıp sağ elini yumruk yaparak dostça İlber abinin omzuna vurdu: "Hoş geldin avukat." Aynı anda İlber abi de gülerek onun yaptığı gibi yumruk yaptığı elini omzunu geçirdi. "Sana kolay olmaz demiştim ben," diyerek kollarını Sancak'a açtı. Erkeksi gözüken bir kucaklaşmayla birbirlerinin omuzlarına sırtlarına vurdular. Hiçbir şey anlamıyordum. Tam üç defa ki ikisi oldukça itici olan hoş geldinlerle karşılamış şimdiyse iki dost gibi kucaklaşıyorlardı.

Ayşe'nin az önceki suçlu halinin üzerine bir de şaşkınlıkla kaplanmıştı suratı. Bende onun kadar şaşkındım açıkçası çünkü şu an duyduklarım ve gördüklerim hayli medeniyet kokan şeylerdi.

"Annemin haberi var mı abi geldiğinden?"

"Yok. Bu gece dönsem iyi olur." Sancak, Burak ve Asya'yı İlber abiyle tanıştırdı kısaca. Ayşe ortamdaki en sessiz kişiydi.

"Hadi biz gidip izin alalım," dedi Sancak. Bizim evin önüne gelene dek ikimizde sessizdik. Karanlığın sessizliğine ikimizde birer kibrit çakamadık. Belki karanlık iyi gelmişti. Annemin yanına beraber girmek olmaz demelerime aldırış etmeden benimle beraber salona kadar geldi. Gitmememiz için anneme tekrardan tartışma ortamı yaratmayacağına dair şeyler söyledi.

"Ben size güvenmiyorum," dedi annem ikimizden gözlerini çekmeden. "Bugün barıştık dersiniz yarın yine başlarsınız. Feride çok üzülüyor zaten. Turgut ile benim de elimizden bir şey gelmiyor. Nasıl inanayım ben size?"

"İnan!" dedi Sancak kendinden son derece emin bir sesle. Koltuğun bir ucunda o bir ucunda ben oturuyorduk. Annem haklıydı inanmamakta çünkü dakikada birbirimize girebiliyorduk. "Kavga, küslük yok. Gülseli giderse annem daha çok üzülür."

"İyi," dedi annem temkinli bir sesle. "Bir hafta içinde kavga gürültü olursa ona göre bakarız."

"Kastamonu'ya gideceğiz biz yenge," dedi Sancak hiç beklemeden. "Gülseli de gelse?"

"Şimdi mi? Bu saatte ne yapacaksınız?"

"Sahuru orada yaparız." Annem ufak bir baş sallayışla ikimiz arasında dolaştırdığı gözleriyle bir şeyler arıyormuş gibiydi. Annem tipik bir anneden ziyade aramızdaki o kadar yaş farkına aldırmaksızın benimle hep arkadaş gibi sohbet eder, hakikatli bir ana gibi bağrına basar, müdahale etmemesi gereken şeylere yok yere karışmazdı. Yetiştirirken doğruyu ve yanlışı anlatmış gerisini her daim benim tasarrufuma bırakmışlardı.

"Ben üstümü değiştirip geliyim o zaman," dedim koltuğun diğer tarafında anneme dönük oturan Sancak'a. Annemden gözlerini çekip benim üzerimde dolaştırdı ağır ağır hemen ardından konuştu. "Niye? İyi işte."

Elbisem güzeldi ama nedense değiştirmem gerekmiş gibi hissediyordum bir yerlere giderken. Şile bezinden olan beyaz elbise bisiklet yaka, omuzlarımdan dört parmak kadar aşağıya uzanan kısa kolu, belime dek dar, belden sonrası kloştu ve dizlerimin bir karış altına dek iniyordu. Her şeyde olduğu gibi bu elbiseminde etek uçlarında kiremit rengi gül işlemeleri vardı. Elbisenin en sevdiğim kısmı belindeki kiremit renk kemerdi. Elbiseyi değiştirmek yerine odadan telefonumun kılıfını alıp arka kısmına iki yüz lira sıkıştırdım. Çanta ya da cüzdan taşımak istemediğimde yaptığım en pratik olaydı.

"Dikkatli gidin gelin aman oğlum."

"Olur yenge," dedi Sancak ayakkabılarını giyerken.

Evden çıktığımızda köyün tatlı esintisi yüzümüzü yalayarak az evvelki hararetimizi sökerek aldı. "Tokanı çıkaralım," dedi verandanın son basamağındayken. Tepeden topladığım saçlarımdaki tokanın uç kısmını parmak uçlarıyla tutarak saçlarımı, benim bugün ona olan özgürlüğümdeki ferahlık gibi özgürlüğüne kavuşturdu. Ben artık Sancak'a özgürdüm onunda artık bana özgür olduğu gibi. Saçlarımın büyük çoğunluğunu sol tarafa geçirip serbest bırakırken sağ tarafta kalanları kulağımın arkasına itti. Omuzları geniş, saçları gür, hatta heybetli bir görünümü vardı. Yaşadığı onca acıya rağmen öyle mert duruyordu ki karşımda bugün gördüğüm yanık izleri bile bedeninde farklı geliyordu.

Devrilemez bir dağın yamacı, sökülemez bir çınarın gölgeliğiydi.

"Niye beni ilk kez görüyormuş gibi bakıyorsun?" dedi tek gözünü kırparak. Şimdiki Sancak'ın bedeni öyle büyüktü ki onun çocukluğu mutlaka bir yerlere gizlenmiş olabilir düşüncesiyle gözümü bile kırpamıyordum. Kaçırılmış zamanlarımızın nedeninide delicesine öğrenmek istiyordum.

"Gittiğin günden beri ilk kez görüyormuş gibiyim," dedim kısık, çekingen bir sesle. "Kime söz verdin de hiç gelmedin onu söylemedin daha."

"Şimdilik bu kadar Gül Kozası," dedi eğilip burnumun ucunu öptü beni şaşkına çevirerek. "Gizli saklı işleri hiç sevmem. Sen önce ne zaman elini kimseye hesap vermeden tutarım onu söyle. Gerisi ben de merak etme."

"Ama dedin ki az önce," dediğim esnada yan bahçedeki fısıldaşmaların bize yaklaştığını duydum. Kızlar evden öylece çıktığımız için Feride teyzeye durumu bildirmiş bunun üzerinede şimdi kaç arabayla yola çıksak diye konuşmaya durmuştuk. İlber abi bizim eve yüz metre kala farkedilmemek için arabasını parketmiş ve İstanbul'dan buraya kadar molasız geldiğinden Sancak araba kullanmasını doğru bulmadığını anlatıyordu. Asya'nın kullandığı arabaya biz kızlar, erkeklerse Sancak'ın arabasına doluştular ve peşpeşe köyün içine doğru yol aldık. Köpekler dün gece olduğu gibi başıboş vaziyette etrafta dolanıyor arabayı görünce kimi yattığı yerden kalkarak havlıyor, kimiyse kulaklarını dikleştirerek tetikte bekliyordu gözleri parlayarak.

"E ne oldu odada?" dedi Ayşe ön koltuktan bana doğru dönerek.

"Konuştuk işte." Kendi odamdan cengaver gibi çıkıp abinin karşısında süte düşmüş kedi gibi oldum diyememiştim.

"Tamam ama ne?" dedi Asya direterek.

"Onu gördüm," dedim söylediği sözlerden ziyade bunun çok daha etkili bir gerçek olduğunu bilerek.

"Çok mu kötü?" Ayşe abisini koşulsuz şartsız seviyordu. Zamanın her anını onunla devirebilecek kadar arkadaş, birbirlerinden bir şey saklmayacak kadar dost, birbirlerinin yaralarına derman olacak kadar kardeşlerdi. Asya ve Burak'ta birbirlerini deliler gibi seviyordu gördüğüm kadarıyla ve bu durum beni biraz yalnız hissettiriyordu.

"Yo," dedim estetik açıdan bakmayarak. "Onu oldukça güçlü gösteriyor. Saklanmasını gerektirecek bir şey değil bence."

"Hadi bakalım senin durak burası, in." Köyden çıkalı iki dakikayı geçmemişti ki Asya dörtlüleri yakarak arabayı durdurdu. 

"Niye be?" dememe kalmadan oturduğum aracın arka kapıları aynı anda İlber abi ve Burak tarafından açıldı. "Abim bekliyor Gülseli," dedi Burak arkadaki aracı işaret ederek. Böyle işlere hiç bulaşmadığımdan kalbim neredeyse kafesine sığmamacasıma atıyordu. Göğün bağrında filizlenmiş olan ayın parıltıları geceye yağarken ben oturduğum koltuktan kalkarak onun içinde bulunduğu aracın yanına yaklaştım. Başıyla yan tarafındaki boşluğu işaret ederek oturmamı istedi. Hep kavga ettiğim bu adamdan niye bu kadar çekiniyordum bilmiyorum ancak kapının kulpunu titreyen ellerimle açıp yerleştim.

"Gizli saklı şeyleri sevmediğini söylemiştin," dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. Bakışları kısa bir an yüzümde oyalandı bir şeyler ara gibi. "Gizli saklı şeyleri sevmediğim için bir an önce beni tanı diye uğraşıyorum. Zaten bu ilk ve son gizli saklı bu arabaya binişin. Bundan sonrakilerde kimseyi umursamadığımı görürsün. Sadece bugünlük sen rahat et diye ses çıkarmadım kızlarla gitmene." Otoriter sesle kurduğu cümleyle kulaklarıma akan kararlı tonu sonuna dek hissetmiştim. Karanlık yolda ilerlemeye başladığımızda tüm dikkati oyuklarla dolu olan yoldan sağ sağlim geçebilmekti. Dudaklarımızı sessizliğe teslim ettiğimiz ilk gecemiz değildi ama aramızdaki sessizliği meraka teslim ettiğimiz ilk geceydi. Biliyordum onunda benim kadar konuşmak, sormak istediği şeyler vardı ama susuyordu. Sessizliğin örtüldüğü araç iki yanı ağaçlarla dolu olan ormanlık alandan geçerken sağ eli iki göğsümün tam ortasına uzandı.

"Ne yapıyorsun?" dedim işaret ve baş parmağı giydiğim elbisenin düğmelerini açarken. Kaburgalarım, mahremiyetimin sınırlarında dolanan elin varlığıyla artık kale görevi göremeyecek kadar sarsılmış bir zemindeydi.

Titriyordum.

"Düğmeleri açıyorum," dedi sıradan bir mevzudan bahseder gibi.

"Niye?" Koltuğa yaslanmış olan sırtımda hissettiğim ısınmanın aynını ense kökümde de hissederken üçünce düğmeyi açtıktan sonra beni daha çok telaşa kaptırmadan arabayı sağa çekip bana döndü. Tek kelime etmeden sol omzumdaki kumaşın bir kısmı indirerek yüzünü yaklaştırdı ve kızıl dudaklarını omzuma bastırdı derince bir soluk verirken.

Kalbim... Evet kalbimin tüm odacıklarındaki kuruntulu, kirli ve de çirkin olan her kelime buharlaşarak etimden ayrılıyordu.

Onun dudaklarından gelen her temas ruhumu ebediyete değin saf ve temiz kılacak güçte gibiydi.

Onun gücü sarsılmazcasına omuzlarımda dururken ılık esen nefesi tenimi alazlayarak kavuruyordu.

Benim tenim onun kafesi olmak istiyordu.

"Şimdi benim o zibinin dövmelerinden mi yaptırmam gerekiyor?" Sesinde uyanmış çatlak ton hâlâ dövmeyi beğenip beğenmediğini anlamaya çalışıyordu. Çenesini omzuma iyice yerleştirdiğinde yüzlerimiz birbirine çok yakındı ve bu yakınlık birazdan bize yetişeceğini bildiğim araçtan sebep tedirgin ama yinede huzurlu hissetmemi sağlıyordu. Çelişkili ancak merak uyandıran bu his muhtemelen sıradanlığa olan meraksızlığımızdan kaynaklıydı. Sağ elimi kaldırıp sol yanağına bastırdım tüm dokunma arzumla ve dilimi dişlerimin arasına alarak cıkladım. "Yaptırma. Çok acıyormuş öyle duydum. Hem hiç senlik değil."

"Sen istersen benliktir!" dedi itiraz kabul etmez bir tonla ve ekledi. "Ama küpe benlik değildir." Omzuma sakallarını yeniden sürttü, kızıl renkli dudaklarını eğip az önce benim onun omzunu öptüğüm gibi öptü. "Sen istersen o benliktir!"

"İstemem!" Kesin bir dille söylediğin kelimeden pişman olmayarak yüzünde duran elimi saçlarının arasından geçirdim. "Böyle iyisin. Hatta fazla iyi." Şakağına dudaklarımı değdirdim onun öpücüklarini sünger gibi emip öylece bomboş bırakmak istemeyerek. Bilmiyorum neden ama gözleri öyle muhtaç bakıyordu ki kalbim iplerinden sıyrılmış vaziyette ona doğru akıyordu önüne kattığı benliğimle. Tek eliyle açtığı üç düğmeyi bu defa iki eliyle birden kapadı ve geriye çekilmeden önce göz kırparak az öncekinden çok daha canlı çıkan sesiyle konuştu.

"Sor!"

"Geçen sene beni ilk defa mı gördün? Yani ilk derken on iki yaşımdan sonra ilk miydi benim seni gördüğüm gibi."

Sancak gür bir kahkaha patlattı yeniden koyulduğu kaplumbağa hızından biraz daha hızlı yol alarak. "Ben seni hiç bırakmadım ki," dedi gözleri kahkahasından dolayı kısılmışken. Gömleğinin açık tek düğmesinden kolyeyi çıkardı aralıklarla bana bakarak. "Bunu ne zaman yazdırdım biliyor musun?" Gözleri kısık, dudakları kıvrık olmasına rağmen sesinde beliren o can çekişen ton ruhunu ilmek ilmek avuçlarıma söküyor saf acı dilinden zihnime akıyordu.

Zihnim bile acıyordu.

"Ne zaman?"

"Sen on sekiz yaşına girdiğinde," dedi gözlerini iki saniye kadar bana çevirerek. Derin bir soluğu dudaklarından bırakıp ademelmasını hareket ettirerek yutkundu. "Büyümüştün söylediğin gibi ve beni oturduğum koltuğa çivilemiştin. Oysa ben seni okuldan alıp biraz seninle eskiyi anarak eğlenecektim ama hiç haberin olmadan beni bozguna uğrattın. Halbuki daha on altı yaşındayken tıpkı on iki yaşındaki Gülseli'ydin gözümde ama on sekiz olduğun günü aklımdan silemiyorum." Elini kalbine götürdü suçluyu işaret eder gibi. "Hayatım boyunca ilk kez orasının varlığını hissettim. Okuldan çıkıyordun. Saçların uzamış, malum ocak ayı burnunun ucu soğuktan kızarmış, üşüyen ellerini birbirine sürtüyordun. O kadar kişinin içinde seni ayırt etmem zor olmuyordu boyundan sebep tabii. Günlerce geldim okula. Sen fark etmedin bile," dedi son cümleyi gücenmişçesine sarf ederken.

"Niye çıkmadın karşıma?" Söylediği her kelime iğnelerle dolu bir kirpinin tenimde yürüyerek etimi derme deşme ediyordu.

"Söz verdim! Kalbimi ellerimle söke söke söz verdim. Hayatımdan hayatımı çıkara çıkara söz verdim." Kapalı camını indirdi, içeri anında dolan temiz havayı içine çekti ihtiyaç duyduğu şey buymuş gibi. Onun yaralanmış yanlarına dökülecek göz yaşlarımın sınırsız olduğunu hüzünlü bir bütünlükle bana bakan kızıl lekeli gözlerinde gördüm. Arabanın içine gecenin esintili soğuğu dolarken kısa kollu elbisem kollarımı koruyamıyordu ve tenimden bir ürperti geçti.

"Üşüdün..." dedi bir tespitte bulunarak. Açık olan camı kapadıktan sonra sağ elini çıplak koluma koyarak okşamaya başladı. "Hep çok çabuk üşürdün. Bazen hiç değişmemiş olmana şaşırıyorum biliyor musun?"

"Ben yoruldum," dedim on iki yaşımın ortalarındayken ve soluk soluğa çimenlerin üzerine oturdum. Güneş, göğün maviliğinden soyuna soyuna kızıla bürünüyordu akşam ezanına az vakit kala. Üzerimde Sancak'ın aldığı mavi elbise vardı ve rengini hiç sevmeme rağmen o aldığı için giymiştim.

Sancak üzerindeki asker yeşili kısa kollu tişörtüyle yanıma oturdu. On sekiz yaşında ve gelişim çağında çok yakışıklı bir delikanlıydı. "Elbiseyi hiç beğenmedin değil mi?"

"Yoo," dedim gizlemeye çalışarak "beğendim."

"Yalan söyleme bana. Beğenmediysen söyle bir dahakine istediğin rengi alırım." Saçlarımı evden çıkmadan önce taramış hatta örmüştü derli toplu dursun diyerek ama o gol attıkça o kadar sevinmiştim ki ona tezahürat yapacağım derken saçlarımdan ufak iki tutam yanaklarımdan sarkıyordu. Yanaklarıma sarkan tutamları parmaklarıyla okşadı. "Hadi söyle ne renk istediğini."

"Yeşil, kırmızı ya da beyaz olsun. Pembe ve maviyi sevmiyorum ben." Büyüdüğümde de en çok bu renkleri seveceğimi bilmeden sıralamıştım renkleri.

"O zaman kesin pembe alacağım," dedi muzur bur edayla. "Üstelikte tam yaşına uygun alayım." On iki yaşındayken asla on iki yaşa uygun kıyafetler olmuyordu hem kilodan, hem boydan sebep ve bunu her defasında dile getirerek beni deli ediyordu. İki elimi birden göğüs kafesine indirdim peşpeşe. "Dalga geçme!"

"Geçerim," dedi göğsüne inen ellerimi umursamadan gülmeye devam ederken. Vuruşlarımın şiddetinden olmasada yorgunluktan kendini geriye attı, iki kolunu başının altına aldı.

"Sen beni hiç sevmiyorsun. Mavi rengi hiç sevmediğimi bile bilmiyorsun." Göz kontağı kurabilmek için yanına yaklaşıp üzgün bir tonla devam ettim. "Benimle evleneceksin değil mi?"

Dudakları pürüzsüz teninin iki yanına öyle hoş kıvrıldı ki sol tarafındaki derin oyuk gözler önüne çıktı. "Niye benimle evlenmek istiyorsun?"

"Çünkü seni seviyorum." O kadar dürüst bir cevaptı ki bu evde kim sorsa hiç utanma nedir bilmeksizin bu cevabı veriyordum.

"Ama ben hep gidiyorum. Hepte gideceğim," dedi sağ kolunu başının altından çekip yanağıma uzatırken.

"Gitmesen hiç olmaz mı?" dedim yanağımdaki elini iki avcumun içine hapsedip kalbimin üzerine bırakırken. "Ben özlemeyi hiç sevmiyorum. Seni özlediğim zamanlarda kalbim sıkışıyor benim. Gidince gelmiyorsunda. Sanki hiç gelmeyecekmişsin gibi gidiyorsun."

"Özlemekte güzeldir ama. Ben seni özlemeyi seviyorum." Kalbimin üzerinde duran elinin içini döven yüreğim onun bunu itiraf etmesiyle kısa bir an tekledi.

"Özlemek güzel değildir," dedim elini kalbimin üzerinden söküp atarken. "Özlemek acıtır ve ben acıdan hoşlanmam!" Orurduğum yerden doğrulup koşturarak çıktığımız tepeyi inmeye başladım. Yattığı yerden doğrulup peşim sıra seslendi. "Yeni geldik. Nereye gidiyorsun? Hani gün batımını izleyecektik?"

"İstemez!" dedim büyük bir hayal kırıklığıyla inerken. Oturduğu yerden doğrulduğu gibi peşimden koşmaya başladı. Hızlı koşardı. Onun hızlı koştuğunu bildiğimden yokuş aşağı kahkaha atarak koşmaya başladım. Bana kahkaha attıran şey her defasında hiç bıkmadan peşime takılıp gelmesiydi.

"Seni yakalayabilirsem büyünce seninle evleneceğim Gülseli. Sana sözüm olsun seni yakalarsam seninle Ev-le-ne-ce-ğim..." Onun hecelere ayırarak kurduğu kelimeyle kalbim koştuğu otlakta tökezledi ve ben bile isteye onu yenme ihtimalim varken adımlarımı yavaşlattım. Aramızdaki yirmi adımlık mesafeyi öyle hızlı kapadı ki sık sık arkaya dönüp onun hareketlerini izlediğim halde şaşkındım. Sol kolumdan beni yakaladığında henüz sırtım ona dönükken dudaklarım iki yana kıvrıldı fakat ona göstermeden hemen eski haline döndü. Sırtım hararetli hararetli inip kalkan göğüs kafesine değerken kollarını iki yanıma doladı. "Büyünce verdiğin sözü unutma! Bu sözü unutursan burnundan fitil fitil getiririm haberin olsun Gül Kozası!"

"Sen de," dedim bana sarılı olan kollarının üzerine kollarımı koyarken. "Sakın seni unutacağım kadar uzağa gitme! Ben özlemeyi sevmiyorum. Özlerken kalbim acıyor benim."

"Acımasın o kalbin hemen! Özlemekte güzeldir kıymetini bilene..." Başıma değen çenesi her kelimesinde saçlarımı okşarken ruhum hep olduğu gibi ona teslimdi.

"Şaşırma," dedim kolumu okşamaya devam eden Sancak'a. "Özlemeyi hâlâ sevmiyorum."

Sancak'ın boz duman olmuş rengini yerine getiren cümle bu olmuştu ve arabanın içi onun kahkahasıyla dolmuştu. O benim çocukluğumun en güzel yanıydı. Şimdiyse ruhumu rahatsız eden, beni içine çeken tüm karanlık yollar ışıl ışıldı onun sesinden yankılanan tonla. Kalbimin bunca zaman bir yoksunluk çektiğini ancak o şeye sahip olabildiğimde anlamış olmamın hüsranıyla bile yeterice ilgilenemiyordum onun o harika sesinden savrulan kahkasını dinlerken.

"Özlemek o kadar da güzel değilmiş biliyor musun Kakırca?" Kahkasına rağmen sesinin tonu düşük hissettirdikleri büyüktü. Özlemenin o can yakan tınısıyla muhtemelen onunda iliklerini sancıtmıştı benimkiler gibi.

"On iki yaşındayken bunu çoktan keşfetmiştim ben," dedim bilmiş bir edayla.

"Haklıymışsın. Özlemek acıtıyormuş. En çokta özlenmediğini bilerek özlemeyi tek başına sürdürüyor olmak çok can yakıyormuş." Özenle seçtiği kelimeler  tenimi deşerek etimi yarsın diye söylememişti ama ben onun kelimelerinin altında can çekişiyordum. Direksiyonu asla tam kavramayan parmakları, kızıl dudakları, yola odaklanmış gözleriyle beni ne denli acıttığından bir haberdi. Zihnimde ziyan olmuş kelimeler birer birer topraklarıma saçılarak yeniden dile geldiler nihayet. "Unutmamı istemeseydin unutmazdım. Ben verdiğim sözleri tutarım. Hem," dedim tepede olan anımıza değinerek. "Sen de söz vermiştin."

"Ben sana verdiğim sözleri tutmak için neler çektim bilmiyorsun. Ama vakti geldiğinde hepsini tek tek anlatacağım. Bu gece uzun süredir beklediğim ilk saatlerimiz şimdi bunları konuşmak istemiyorum. Konuşursam beni istememe ihtimalin çok yüksek ve ben seninle dolmak istiyorum bu gece."

"Korkutuyorsun."

"Merak etme başka kadın falan yok," dedi aralıklarla bana bakarak. "Bu karar senin kişisel kararın olacak ve ben bencilce beni istemeni istiyorum. Sadece beni. Hem de o çatlak kız çocugu Gülseli kadar inatçı olan her yanınla."

"Ben hâlâ inatçıyım."

"Bunu görüyorum," dedi derince soluk vererek.

Kastamonu da gerçekten gidilecek o kadar az yer vardı ki olanlarda erkenden kapatıyordu. Sancak biz gitmeden önce bir iki tanıdığını arayarak gündüzleri açık olan bir yerin açılmasını sağladı. Kastamonu da hatır gönül işleriyle yürürdü birçok şey ve ahbaplık seviyen arttıkça birbirini kırma olasılığın azalırdı. Arabayı park ettiği sokak karanlık bir sokaktı ama ilerde yanan cılız ışık bizim için açtırdığı yerin ışığıydı. Hemen arkamızdan Asya'nın kullandığı ön tarafta Burak'ın oturduğu araba durdu. Ayşe yola ilk çıktığımızda ön yolcu koltuğunda oturuyordu zannederim ki İlber abiye hâlâ kendini anlatmaya çalışıyordu ya da zannettiğimin aksine muhabbet temaslı devam etmişti.

Karanlıkta yanıma yaklaşan Sancak gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmıyordu. "Ayşe'yi çekip kendi arabana oturtmanı bekledim bir an," diyerek bir itirafta bulundum hem sessizliği bozmak, hem onu daha iyi tanıyabilmek için. "Benim kardeşim yirmi beş yaşında Gülseli. Yirmi yedi eylül de yirmi altı olacak. Ben ona güveniyorum. O kendine yakışmayan, yanlış olan biriyle olup bizi de kendinide üzmez. Dışardan çok savunmasız, güçsüz gözüksede akıllıdır, güçlüdür. En başından beri bilmiyor olsam belki şimdi bu kadar tepkisiz kalmazdım ama Avukat'a da güveniyorum. Yani Gülseli Hanım," dedi sağ elimi kavrayıp beni sol yanına çekerken. "Zannettiğin kadar Ayı değilim."

"Evet," dedim gülüşümü büyüterek. "Zannettiğimden daha fazlasısın."

Kastamonu esiyordu. Bilmiyorum belki etime değen etinden sebep benim içim eserekli bir vadiyi andırıyor savuruyordu tenime tüm hışmını. Parmakları elimi tamamen kavradığında aramızda olan bu temasla bakışlarım onun çehresine kapıldı. Elimi o kadar kolay kavrıyordu ki sanki biz hiç ayrılmamış, ellerimiz birbirinden kopmamış, cümlelerimiz birbirimizin nefesiyle büyümüştü. Biraz ötemize park edilen arabadan birer ikişer inerek yanımıza doğru yaklaştılar. Burak kısa bir an ikimize baktı bakışlarını Sancak'ın gözlerine götürüp başını iki yana ağır ağır salladı. Kız güzeli denen tabir tam olarak bu çocuğa uyuyordu yeşil gözleri, sarı saçları, tek bir tüy tanesinin olmadığı suratı, spor tarzıyla gerçekten hoştu. Üstelikte son derece kibar.

Arabadan inerken İlber abinin elinde siyah karton bir kutu vardı. Ayşe kendisine bakan abisiyle çakışan bakışlarını anında hemen önünde yer alan Burak'ın kolunun altına girerek sakladı. Utanıyordu. Sancak ise sanki az evvel bana kardeşine inandığını söyleyen adam değilmiş gibi dikkatle süzüyordu. Elinde duran elimi çekip bizden iki adım önde duran Asya'nın yanına geçtim. Kendimi hâlâ çok, ama çok tuhaf hissediyordum. Sanki herkesin gözü her an bizim üzerimize odaklanacaktı. Loş ışıkla aydınlatılmış gündüzleri cafe olarak kullanıldığını zannettiğim mekana girdik. Bizden başka kimsecikler yoktu. Kapalı mutfak tarafında tek başına çalışan kişi kapı sesini duyunca çıkmıştı meydana.

"Ooo," dedi uzun uzun seyrek saçları olan adam. "Hoş geldin yakışıklı!" Bunu tam arkamda bulunan Sancak'a hitaben söylüyordu gözlerindeki pırıltı, sesindeki kadınsı tonlamayla.

"Lan oğlum git beni kendine uydurma!"

"Ama aşkım niye öyle diyorsun?" dedi sesini hayli incelterek. "Ben seni bir saniye bile göremesem özlüyorum," dedi sağ elini nazikçe havada savurarak. "Kız Ayşe sen de gudubet görümceler gibi susma da destek ver yengene." İlber abi ve ben haricinde herkes karşımızdaki adama gülüyordu.

"Mahir abi bence Sancak abime bugün bulaşma," dedi Asya gözleriyle yanındaki beni işaret ederek.

"Niye kız sarı civciv?" dedikten sonra gözleriyle beni incelemeye aldı. Dudak büktü. Yüzünü ekşitti. Suratını yan çevirip gözlerini devirdi. Evet tüm bunları bana yaptı. "Üstüme gül mü kokladın sen?" dedi inanalmaz bir ciddiyetle.

"Sancak," dedim arkamda duran ve gözlerini bana odaklayan adama. "Ne diyor bu adam?" Benin dilimden dökülen kelimelerden sonra ayaktaki herkes az evvel ki kahkahalarından daha da coşkunca gülmeye başladılar. Sol kolunu omzumun üzerine attıktan sonra yan taraftaki masanın üzerinden kağıt paketlerdeki şekerleri avuçlayarak karşısındaki adama gözünü kırpmadan fırlattı. "Dingil herif benimle uğraşıyor işte." Yüzüne çarpan şekerlere şok olmuş gözlerle bakan Mahir iki elini birden beline koydu.

"Hanım hanım, doğmamış çocuklarımın babasından ne istiyorsun? Bensiz duramaz benim aslanım."

Sancak yürümeye başlayınca ben de otomatik olarak onunla beraber hareket ettim. Mahir'in yanından geçerken sağ elini kaldırıp adamın ensesine küt diye indirdi. "Git bize bir şeyler hazırla. Sonra da adam akıllı gel otur yanımıza." Camın dibinde duran masalardan birine oturduk. Sandalyeler yoktu. Uzun uzun daha otantik bir havayı andıran sedirler vardı. Sancak cam kenarına, ben yanına oturduğumda diğer yanımda Ayşe vardı.

"Bu adam kim?" dedim Sancak'ın her nedense hiç espiri yapmayan, şakalaşmayan insanlarla olacağını zannederek. Küçükken neşeli, eğlenceli, hatta benim yüzümü en çok güldürendi. Onunla yeniden bir arada olmak bana tüm eski püskü anıları anımsattırıyordu.

Canıma bunca yıl batan her neydiyse şimdi, şu kısa iki saat içinde hiç batmamış kadar uzaklaşmıştı.

"Dingilin teki," dedi gülümseyerek. Daha fazla açıklama gereği duyarak konuşmaya devam etti. "Arkadaşlarımdan birinin kuzeni." Gece yarısını çoktan geçtiğinden vakit açık kalan kapıdan içeriye esintili rüzgar doldukça doluyor çıplak kollarım tütsüleniyordu.

"Gitmeyeceksin değil mi abi bugün?" Masanın karşı tarafında oturan İlber abiye sorduğum bu soru karşısında oturan Ayşe'den bana döndü. "Aslında hemen dönerim diyordum ama dönmesem daha iyi." Ayşe'nin elleri iki bacağının arasına sıkışmış, gözleri masanın ahşap yüzeyinde geziniyordu. Onu utandıran şey abisinin burada oluşu falan değildi çünkü aralarında gerçekten kıymetli bir ilişki vardı. Birbirlerinden hiçbir şey gizlemiyorlar başkalarındansa dermanı birbirlerinde arıyorlardı. Sancak gerçekten her kötülükten kardeşini korumaya çalışan ama tüm bunları yaparken asla kendinden uzaklaştıran tavırlar sergilemeyen bir abiydi.

"Gitme gitme. Teyzemle eniştem de gelsin," dedim gözlerimle yan tarafımdaki Ayşe'yi işaret ederek. "Bayramdan sonra inşallah," dedi İlber abi Sancak'ın gözlerine bakarak.

"Höst lan! Dek dur yerinde. Yüz verdik astarını isteme. Benim kardesimede bakmayı bırak!" Sancak'ın sırtını yaslayarak kurduğu bu cümleyle beraber kıkırtılar oluştu bir an masada.

"Lan oğlum iki dakika medeni ol."

"Medeniyetten ölüyorum ya lan zaten, hıyar!"

"Ya sabır," dedi İlber abi gözlerini kısa bir an tavana dikerek ve devam etti. "Ama en fazla bir ay sonra hesap vermeme gerek kalmayacak göreceksin. O zaman hıyar kimmiş, hıyar torbası kimmiş görürüz!"

"Hadi lan oradan! Yok kız mız sana." Sancak'ın karınına doğru dirseğimi bastırıp yüzümü çevirdim. "Yapma," dedim dudaklarımı kımıldarak. Uğraşmak için yaptığını biliyordum ama Ayşe'nin bu heyecana dayanamayacağından emindim.

İlber abi yanına koyduğu torbayı şimdi hatırlamış gibi Ayşe'nin olduğu yere doğru uzattı. "Bu senin." Asya ile bir an bakışlarımız kesişti tepkisiz kalan Ayşe'nin donmuş gibi karton torbaya bakışına heyecanla bakıyorduk. Ayşe daha ne yapacağını bilemezken ortamdaki bakışmalara Burak son verdi. "Vallahi ben de içinde ne var diye merak ediyordum. Açsana abla," dedi.

"Ya Burak bana abla diyip durma!" dedi suratını tiksintiyle buruştururken. Asya ve Burak ikiz olmalarına rağmen Burak ısrarla kızlara abla diyordu. Asya bundan zerre rahatsız olmazken Ayşe sıkıntıyla surat büküyordu. "Aç Burak! Aç ablacığım bakalım ne varmış içinde. Ablaymış!"

Burak, tam yaramaz haylaz bir çocuk gibi paketi önüne çekti ve içindeki kutuyu çıkarıp paketi açmaya başladı. İlber abi paket açılırken yalnızca Ayşe'nin suratına bakıyordu Ayşe açılan pakete bakarken. Büyük kare kutunun içinde en az yirmi tane sürpriz yumurta, yirmi tane canga, bademli çikolatalar, ve tam ortada pembe renkli ve ne olduğunu bilmediğimiz bir şey vardı. Biz ne olduğunu anlamasakta Ayşe bir anda kutuyu önüne ışık hızıyla çekti.

"Ay," dedi uzatarak. "Tam hayalimdeki kumbara." Etrafinı çikolataların sardığı kumbara olduğunu öğrendiğimiz pembe nesneyi çıkardı. Sancak'a hiç bakmadan elini abisine doğru uzattı. "Abi cüzdanını versene." Sancak cüzdanını cebinden çıkardı içinden yüz lira uzattı Ayşe'ye. Gözleri kumbaradan başka bir şey görmeyen Ayşe hemen elini uzatıp pembe olan kumbaranın kapı zilini andıran düğmesine bastı. Dışardan bakıldığında iki katlı müstakil bir evi andıran ve oldukça kalite kokan kumbaranın ziline basıldıktan sonra evin kapısı otomatik olarak açıldı, içeriden beyaz bir kedi çıktı ve Ayşe'nin kapı girişine koyduğu parayı Korece olduğunu zannettiğim bir iki sözle kabul etti. "Harika değil mi?" Heyecanlı, mutlu, neşeli gözlerini tam karşısında oturan İlber abiye dikip yumuşakça baktıktan sonra, "Teşekkür ederim. Ben bunu almak istiyordum ama Türkiye'ye satışı yapılmıyormuş. Sen nasıl aldın?" dedi.

"Kore de bulunan bir arkadaşımdan rica ettim." Elini kutunun içine uzatıp dipleri karıştırdı ve bir defter çıkardı. Bu defteri biliyordum aslında Kore de oldukça meşhur bir not defteriydi. Bu tür defterler Türkiye'ye gümrükten geçerken üç kat pahalanmış olarak geliyordu. Elinde tuttuğu defteri direkt mağazasından Türkiye'ye sipariş vermiş olsaydı muhtemelen bin tl civarına eline ulaşacaktı. "Bunu da seversin diye düşündüm. Çalışmaya başlayınca kullanırsın belki." Defterin dış yüzeyi yumuşak deridendi ve rengi vizondu, yapraklar beyaz değil, sonbaharın sarartısını andırıyordu. İlber abi böyle bir adamdı.

"Çok beğendim."

Gözlerim kollarımızın birbirine değdiği Sancak'a iliştiğinde o da gözlerini bana dokundurdu. İlk göz göze gelişler her nedense yüreğimi çığlık çığlığa boğazımdan dışarı çıkaracakmış gibi hissettiriyordu. Biz gözlerimizi birbirimizden çekmeden hemen önce mutfak kapısı açıldı elinde tepsi tutan Mahir tarafından ve cırlak bir sesle konuşmaya başladı:

"Yiğidim elden gitmeden besleyim aslanımı." Tepsiyi masaya bırakmadan önce Ayşe karton torbaya yeniden hediyelerini yerleştirip yanına bıraktı. "Aslanım," dedi tepsiyi elinden bırakırken.

"Mahir abi," dedi kimden geldiğini bilmediğim ince bir kadın sesi. "Mahir abi hani ramazan boyu kapalıydık biz?" Mahir tepsiyi masaya az önceki espirili halinden eser kalmayarak bırakırken bir metre elli santim boylarında kızın mavi gözlerini büyüterek mutfağa doğru gitmek için hareketlendiğini gördüm. Boyu kısa olmasına rağmen vücudu oldukça dikkat çekiciydi yuvarlak kalçası, buğday teni, kumral saçlarıyla sevimli gözüküyordu.

Mahir yutkunarak mutfağa doğru yürüyen kıza baktı. "Kapalıyız zaten Yasemen. Sen niye geldin gece gece? Bu saatte tek başına mı çıktın evden?"  Az evvel kadınsı bir tonlamayla konuşan Mahir'in sesi gürleşti, bakışları derinleşti.

"He Mahir abi," dedi neredeyse cırlayarak. "Ablamın kocası olacak abin yok mu? Tutturdu ekmek yediğin kapıda sana lazım olunca olmayacak mısın diy vicdanımla oynamaya, uyuyamadım. Telefonumu kapıyorum annemi arıyor, orayı hallediyorum ablamı yolluyor. Bıktım valla. Babama söyleyip attıracağım ablamgili apartmandan. Hizmetçi bellediler iyice. Ne bebeleri bitiyor, ne pazarları, ne marketleri! Ablam evlenecek ev bana kalacak dedim peşine elin herifini takıp geldi. O da yetmedi iki çocukları var ya! Yetti yemin ediyorum." Mahir mutfak bölümüne girmek için boynuna mutfak önlüğü takmış kıza uzun uzun baktı. En sonunda da içine çektiği nefesi Yasemen mutfağa girince verdi.

"Abi," dedi Mahir masaya eğilerek. "Sen hep gel. Bak yemin ediyorum günlerdir görmüyordum vicdansızı. Para mara da istemez ha, hep gelin."

"Geliriz," dedi sağ yanımda oturan Sancak imalı sesiyle ve ben onun bu sözüyle ona döndüm. Gözlerinin içindeki pırıltılardan anladığım kadarıyla buraya sıkça gelip gidecektik. Bizim bakışmamız sürerken mutfaktan kırılma sesi yükseldi. "Elim köpüklüydü bardak kaydı," dedi Yasemen seslice. "Ne pis çalışıyorsun Mahir abi!"

"Şu bastı bacak mutfağı yerle bir etmeden ben gidip havasını bir alayım." Mahir gözlerinin içi parlayarak mutfağa gitti.

"Bak senin gibi kör biri daha," daha dedi kulağıma doğru eğilmiş olan Sancak ama bunu benimle beraber diğerleride duymuştu. Masadakiler kıkırdarken ben hiç duymamışım gibi sırtımı olabildiğince Sancak'a döndüm. Körelmiş bir bıçak gibi olan duygularımın sorumlusu muydum yahut bu sorumluluk beni ne kadar yorardı bilmiyorum ama Sancak tarafından esaslıca suçlanıyordum. Kırılmamıştım ama düşündürüyordu.

20.09.2021 de yayımlandı.

Korona bitmedi.

Continue Reading

You'll Also Like

60.3K 4.8K 39
Hikayem basitti aslında, ödevim için modelim olmasını isteyecektim. Çabucak bitmesini istediğim, sıkıcı bir işten ibaretti. Renksiz hayatımın, renksi...
894K 53.4K 40
"Demez mi anası, topallığına bakmadan benim kızıma göz koymuş diye? Der. Bu konuyu bir daha açma anne." ****** "Seni yaktım, kül ettim ruhumda; ama y...
3.8K 515 15
" Biz ne yaşadik turna " "Biz bir Ömre sığacak kadar sevdik yetmez mi? " "her sarılışımızın 50 yıl hatırı var bende bu da bir asır eder turna .." Ne...
10.7K 588 10
"peki kaç yaşındasınız"dedi bana bende "27 yaşındayım ben"dedim oda "Oha çok yaşlısınız"