ESARET

By imPnar__

457K 6.7K 17.9K

"Bedenim özgür, ruhum sana esir." ~ Eylül&Yiğit More

1. Bölüm-"KARŞILAŞMA"
3. Bölüm-"TEKLİF"
4. Bölüm-"KORKU"
5. Bölüm-"NEFES"
6. Bölüm-"SOĞUK TEMAS"
7. Bölüm-"BİRLEŞİM"
8. Bölüm-"İLMEK İLMEK"
9. Bölüm-"İNTİKAM"

2. Bölüm-"KURŞUN"

25.6K 942 4.1K
By imPnar__

Selam! Nasılsınız?

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum, keyifli okumalar...

2. Bölüm- "Kurşun"

●●●

Kokusu geçmişten gelen adam...

&

Bazen kendini bir kum tanesi gibi hissedersin, en ufak bir rüzgarda savrulup gidecekmiş gibi. Kendini akışa bırakır, hiçbir şey yapamaz, düşünemezsin. İçinde bulunduğun durum başlı başına bir karanlıktır. Adım atmaya korkarsın. Her taraf karanlık, nereye gideceksin ya da gidebileceğin bir yol var mı? Kestiremezsin.

İşte o zaman rüzgar essin, yanlışta olsa bir tarafa ilerleyeyim istersin.

İstiyordum... Ben yanlış veya doğru, bir şey yapmak istiyordum. Artık doğru hamleyi beklemek istemiyordum.

Yanlışta olsa bir yola adım atmam gerekiyordu ve ben o adımı atacaktım.

Serkan arabasına binip uzaklaştığında yerdeki silahıma doğru yavaş adımlarla ilerleyerek yerden aldım ve tekrar belime yerleştirdim.

Gözlerimdeki nemi tamamen sildim ve bir şey olmamış gibi omuzlarımı kaldırarak kendimden emin adımlarla, adamlardan birisinin getirdiği arabama doğru yürüdüm.

Arabanın anahtarı üzerinde olmalıydı. Kapıyı açacakken bir başka el tekrar ittirerek kapattı. Kapıyı kapatan el hala oradayken diğer elinide arabaya yaslayınca bedenim onun bedeni altında kalmıştı.

Gecenin karanlığında, sokak lambalarının aydınlatmadığı bu tarafta, kim olduğunu kestiremiyordum. Fakat sanki her gün başıma geliyormuş gibi sakindim. Kendini belli edecek herhangi bir şey vermesini bekledim.

"Merhaba, ecelim."

Duyduğum sesle beraber kaşlarım hızla çatıldı. Bu, o adamdı. Beni tuvalete kilitleyen kişiydi. Eğer bu gereksiz herif bana engel olmasaydı, şuan bambaşka durumda olacaktım. Erdem'i yakalamış olacaktım. Öfkeyle, dişlerimin arasından konuştum.

"Senin yüzünden," Sözlerimden sonra duraksadım. Adam hiçbir tepki vermeden beni izliyordu. Karanlıkta gözlerimin içine bakan yeşil hareleri bir alev topu gibi parlıyordu. Öfkeyle ellerimi karnına koyarak ittirdiğimde bir kaç adım geriye gitti.

"Her şey mahvoldu!" Diye bağırarak devam ettirdim cümlemi. Başını iki tarafa çevirerek etrafa bakındıktan sonra kolumdan tutarak çekiştirmeye başladı.

"N'apıyorsun, bırak!" Ayaklarımı öne doğru dayayarak yürümemeye çalışıyordum fakat onun gücü karşısında benimkinin bir etkisi kalmıyordu.

"Sessiz ol." Dedi sakince. O beni kolumdan tutup bir yere götürürken sessizce ilerlemeliydim doğru ya! Bende sanki birisi zorla götürüyormuş gibi konuşuyordum. Ay çıldıracağım! Bu adam aptal mıydı?!

"Nereye gidiyoruz, bıraksana?"

Birden durarak bana doğru baktı. Öfkesini kontrol etmeye çalışır gibi bir hali vardı. Bu sinirle parlayan gözlerinden ve hareketlerinden rahatça anlaşılıyordu.

"Korkma seni kaçırmıyorum, sadece konuşacağız."

Hay Allah senden razı olsun ya!

Ondan korktuğumu mu düşünüyordu gerçekten? Hem konuşmak istiyorsa pekala burada da konuşabilirdik.

"Bende kaçırıyorsun sanmıştım bak şimdi çok rahatladım. Ulan manyak mısın, bırak!" Diyerek kolumu çekmeye çalıştım. Tekrar yürüyerek bir arabanın yanında durdu.

Cebinden anahtar çıkartarak kapıları açtıktan sonra beni ön koltuğa bindirdi ve kapımı kapattı. Öfkeyle kabanımı düzeltirken yanımdaki koltuğa oturdu. Arabadaki parfüm kokusu burnumu doldurduğunda gözlerim istemsizce kapandı.

Hani bazı kokular vardır, size geçmişi hatırlatan. Bu araçtaki parfüm kokusu, geçmiş kokuyordu. Annem hep, koku hafızası vardır, derdi. Şuan anlıyordum ki gerçekten vardı. Araba çalıştığında onun sesiyle beraber bu bir saniyeden kısa süren rüyadan uyandım.

"Kemerini tak."

"Nereye?" diye sordum dediğini yapmadan.

"Kemer." dedi sakin bir şekilde. Benim sorduğum soruyu görmezden geldikten sonra onun istediği şeyi yapmamı bekliyor olmasıda komikti.

"Sana nereye gidiyoruz diye sordum!"

Sinirle haraket eden çene kemiğine baktığım sırada aniden gaza bastı ve dişlerinin arasından konuştu.

"Kemerini tak!"

Silahımı çıkartarak arabanın ön camına bir el ateş ettiğimde patlama sesine fren sesi de katılmıştı. Adam bana öyle bir bakıyordu ki... Bu beklediğimden büyük olan ses yüzünden hızlanan kalbimi ona çaktırmadan sakinleştirmeye çalışırken namluyu ona doğru çevirdim.

"İn arabadan." dedim oldukça sakin bir şekilde. Dudaklarında anlam veremediğim bir tebessüm oluştuğunda bana doğru yaklaşarak alnını silahın ucuna dayadı.

"Sıksana."

"Ne?" dedim hayretle. Bu adam kafayı falan mı yemişti? Az önce arabasının camını indirmiş ve ona silah çekmiştim. Üstelik ikinci defa... Gözlerim yavaşça onun alttaki eline kaydığında bana doğru çevirmiş olduğu tabancayla dudaklarımı ıslattım.

"Sık, ikimizden birisi katil diğeri ölü olsun. Ya da olay çıkartma, konuşup yollarımızı ayıralım."

"Bana nereye gittiğimizi söyle." dedim silahı geri çekerek. Dediğimi yapacaktı.

"Havaya havaya ateş ettiğiniz için polis dolacak burası, daha sessiz bir yere gidiyoruz."

O da silahını arka koltuğa atarak yeniden gaza bastı. Cevabımı almıştım, şimdi rahatça gidebilirdim.

Yaklaşık on dakika sonrasında arabanın hızı yavaşladı. Bastıran uykumu kovmaya çalışarak bir kaç kez gözlerimi kırpıp etrafıma bakındım. Tenha bir arazinin ortasında küçük bir kafe vardı. Arabayı yolun kenarında durdurarak kemerini çıkarttı ardından arabadan indi.

Kapıyı kapatmadan önce "Gel," dedi. Ben aşağıya inince arabayı kilitledi, sonra durup birkaç saniye düşündü ve arabanın kilitini geri açtı. Arabanın patlamış camına bakarak çaktırmadan güldüm. Bence de kilit biraz anlamsız kalmıştı.

Küçük, etrafı ahşap bir çerçeveyle kaplı camdan duvarları olan kafenin içerisinden loş bir ışık sızıyordu dışarıya doğru. Gecenin karanlığını biraz olsun aydınlatan bu ışık, dışardaki masa ve sandalyeleri görmemi sağlıyordu.

Adam bir kaç adım önüme geçip durdu ve omzunun üzerinden bana doğru baktı.

"Ne bekliyorsun?" Dediğinde adım atmak yerine durmaya devam ettim. Ne yani, konuşmak için buraya mı gelmemiz gerekiyordu? Saçmalık!

"Niye getirdin beni buraya?"

Tamamen bana doğru döndü ve ellerini pantolonunun cebine koyarak rahat bir ifadeyle karşıma dikildi.

"Bana emir vermenin ve silah çekmenin bir sonucu olacaktı."

Bu adam şaka mıydı ya! Hayır şakaysa artık dayanacak tahammülüm kalmamıştı. Değilse durum dahada vahimdi. Şaka olan bir adam, aptal olan bir adamdan bin kat daha iyiydi.

Alayla konuştum. "Az önce bana doğrulttuğun şeyin şeker olmadığını düşünüyorum."

"Buraya boşuna gelmedik, içeride konuşalım." Diyerek beni arkasında bıraktı ve tahta merdivenlerden çıkarak kafenin camdan kapısına açtı. Sabırsız nefeslerimle beraber peşinden giderek içeriye girdim. Dışarıya göre burası daha sıcaktı ve mis gibi kahve kokuyordu. Bizden başka kimsenin olmamasını garipsemedim, bu kadar ıssız bir yere kim, neden gelseydi ki? Ama hakkını yememek gerekirdi, gerçekten hoştu.

Normal masaları es geçerek, etrafında bar taburelerinin olduğu tezgaha doğru yürüdü ve taburelerden birisine oturdu. Bende tam yanındakine oturdum.

İçeriye doğru başını uzattı. "İki kahve!" Birisinin olduğundan emin değildim ama sanki o var olduğunu biliyor gibiydi.

Hesaplaşmak için bir kafeye gelmiş ve kahve içiyorduk. Hem kendi aklımın hemde karşımda oturan adamın aklının varlığını sorgulamam gerekirdi.

"Anlat." dedi bana doğru dönerek. İlk görüşümdeki stresten dolayı fazla inceleyemediğim yüzüne çevirdim gözlerimi. Şimdi yüzünde sadece o sert ifade yoktu, bir çocuğun masumluğu vardı.

"Neyi anlatmamı istiyorsun?"

Pembe alt tonlu dudaklarını birbirine bastırarak başını salladı. Dudakları birbirine dokununca rengini kaybediyordu. Neden bu kadar sinirliydi?

"Orada ne yapıyordun?"

"Bundan sanane, neden merak ediyorsun?" dedim ve gözlerimi kısarak her hareketini dikkatle inceledim. Bir sebebi vardı ve bu sebep beni de ilgilendiriyordu. Bu adam normal değildi.

Avcı yeşili gözlerini kocaman açarak iki elini birden kaldırdı ve kendi göğsüne doğru koydu. "Sen bana silah çektin." dedi inanamaz gibi bir alayla yüzüme bakarak. Ya da bunu bana yakıştırmamıştı. Belkide bir kadın olmam onun bu kadar zoruna gitmişti.

"Eee yani? Sende beni tuvalete kilitledin. Ya sen nelere sebep oldun farkında mısın?" Dedim sinirle.

Yemyeşil gözlerini bürüyen öfkeyle beraber çenesi yeniden kasıldı. Başını önüne eğerek derin nefesler aldıktan sonra kaşlarının altından gözlerime baktı. Yüzünü ince bir tül gibi kaplayan, karışmış kumral saçları ayrı bir hava katmıştı gözlerinin tonuna.

"Kimsin sen?" Dedi sinirle. Bu adamın ciddi rahatsızlıkları vardı kesin, daha biraz önce sakindi.

"Eylül." dediğimde başını kaldırdı. "Kimsin!?" diye sordu tekrar baskın bir tonla. Sağır mıydı bu adam!

"Anlaman için kaç kez tekrar etmem gerekiyor!? Eylül dedim ya!" Dediğimde sanki bunları duymamış gibi yeni bir soru daha sordu.

"Amacın neydi?"

Sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Benim sorduğum hiçbir soruyu cevap vermiyor bir de yetmezmiş gibi sürekli başka bir şeyler soruyordu. Onun istediği cevapları vermeden cevap verip böyle deli ederdim bende onu o zaman.

"Eve dönüp duş almaktı ama..."

"Sen bi düzgün cevap versene ya bana!" dedi kendini oldukça zorlayarak. "Benimde çok başka amaçlarım vardı ama sen önüne geçtin, daha fazla zora sürme."

"Birini arıyordum, oldu mu?" dedim ona doğru eğilerek. Bunu zaten biliyor olmalıydı çünkü her şeyi görmüştü. Ona bildiklerinden daha fazlasını vermeyecektim.

"Kimi ve neden?"

Alt dudağımı dişlerimin arasında ezip sinirimi çıkartmak isteyerek doğruldum. Bunu ona neden söyleseydim? Geçerli hiçbir açıklaması yokken bir yabancıya her şeyi anlatmamı bekliyordu.

"Ya sanane kardeşim, sa na ne!"

Sözüm biter bitmez sertçe taburemi kendine doğru çekti. Beklemediğim bir anda yapılan haraket yüzünden dengemi sağlayamayıp arkama düşecekken bir eliyle belimden tuttu ve kendisine doğru bastırdı bedenimi. Bu seferde onun bedenine doğru savrularak başımı göğsüne çarptım. Şaşkın bir ifadeyle ona bakarken, öfkeyle önce gözlerimde sonrada yüzümde gezindi keskin bakışları.

"Orası benim mekanım. Silâhla girilmeside yasak! Bir kere soracağım ve sen bana cevap vereceksin. Nasıl girdin!?" Dediğinde tehditkar sözlerine büyük bir sakinlik ve ufakta olsa küçümser tonda cevap verdim.

"Mekana girmesi hiç zor olmadı, bence sorun sende. İyi önlem alamamışsın."

Yaşlı bir adam elindeki kahvelerle yanımıza gelip, bardakları tezgaha bıraktığında elimi omzuna yaslayarak onu kendimden uzaklaştırdım. Sert bakışlarım bir süre onun üzerinde gezindikten sonra kahveme odaklandım. Sakin sakin konuşmamız gerekiyordu bence. İkimizde haddinden fazla öfkeleniyorduk. Bu durum sıkmaya başlamıştı.

"Fazla ileri gidiyorsun, senin için iyi olmaz."

Adam resmen beni tehdit ediyordu. Ben sakin olmaya çalıştıkça damarıma basıyordu. Cevap vermek için kısa bir nefes alıp ona dönecekken etrafta yankılanan silah ve patlayan cam sesleriyle beraber, endişeyle etrafıma bakındım.

Neler olduğunu anlayamamışken omzuma girdiğini hissettiğim bir mermiyle beraber adam beni kolumdan tutarak yere doğru çekti. Çektiği için dizlerimin üzerine düşmemle beraber adam kendi bedenini üzerime yaslayarak yere yatmamı sağladı. Kendisi de üzerime kapaklanmıştı.

Bir süre daha devam eden sesler sonunda kesildiğinde adam üzerimden kalkarak büyük bir öfkeyle dışarıya koşturdu.

Kalkmak için haraket ettirdiğim başım canımın acısıyla tekrar yere düştü. Üzerimde tonlarca ağırlık varmış gibi hissediyordum. Omzum yanıyor, bu yangın tenimi uyuşturuyordu. Nefes alamıyormuş gibiydim.

Bir kaç saniye sonra adam tekrar içeriye girip bir süre beni aradıktan sonra gözlerini yere çevirdi. Kaşları çatılırken bakışları omzumu buldu. Ettiği küfür, boğuk boğuk sesler halinde beynimde yankılanırken koşarak yanıma geldi. Yere diz çöküp ne yapacağını şaşırmış halde, telaşla baktı. Günlerdir yaşadığım stres ve uykusuzluk sanki şuan bedenimde etki gösteriyormuş gibi bitkindim.

"Eylül, Eylül? Kendinde misin?"

Gözleri bir bana bir de dışarıya bakıyordu, muhtemelen adamların peşinden gitmeyi planlıyordu. Tekrar küfür ettikten sonra yüzünü sıvazladı. Ettiği küfür yüzünden gözlerimi kapatınca yüzümü tutarak beni sarstı.

"Tamam bak bayılmak yok, abartma! Alt tarafı kolundan vuruldun."

Ben böyle küstah bir adam görmemiştim. Beni kucağına alırken acıyla inleyerek dişlerimi sıktım. Gözlerimi acıdan kapatınca, "Kızım açsana şu gözlerini, şuan nazın sırası mı?" dedi. Allahta senin belanı versin be adam! Versin vallahi!

Dudaklarımı aralayarak, "Gel," diye mırıldandım.

"Bir şey mi diyeceksin?" Sorusundan sonra hızlıca bana doğru eğildi. "Söyle tabi, dinliyorum."

"Gerizekalı!" dedim hırsla soluyarak. Geri çekilip gözlerini kıstıktan sonra, "Ayıp oluyor!" diyerek arabaya doğru ilerlemeye devam etti. Beni yine ön koltuğa bırakarak kemerimi taktıktan sonra şoför koltuğuna geçip arabayı çalıştırdı. Kendi kendine bir şeyler söylerken artık onu duymamaya başlamıştım. Yolun yarısında bilincim tamamen kapanmıştı.

&

Kapalı olan gözlerim, avucumun içinde çırpınan kalp atışlarıyla açıldı. Bir kalp, avucumda... Delicesine çırpınırken etrafıma bakındım. Uzun ve sık ağaçlarla bezenmiş karanlık ormanda başka görünen hiçbir şey yoktu. Çıplak ayaklarımın altında hissettiğim ıslak toprakla beraber bakışlarım yere indi. Ayak parlaklarımı rahatsızlıkla haraket ettirdim.

Neredeydim?

Şaşkın bakışlarım etrafta dolaşmaya devam ederken annemin çığlık sesiyle irkildim. Etraf tamamen karanlık olduğunda artık hiçbir şey göremez hale gelmiştim. Sadece avucumdaki kalp atışlarının ve ayağımın altındaki ıslak toprağın varlığını hissedebiliyordum.

Korkuyla kendi etrafımda minik bir tur attım. Kurumuş dudaklarımı aralayarak kesik bir nefes aldıktan sonra olanca gücümle bağırdım. "Anne!" Sesim çıkmıyordu. Ben bağırıyordum ama sesim duyulmuyordu.

Bedenime çarpan soğuk yağmur damlalarından sonra, yıldırım düşmüş gibi bir aydınlanma oluştu zifiri karanlığın ortasında. Yağmur yağıyordu, çok fazla yağmur... Etraf o kadar fazla aydınlanmıştı ki, artık bu ışık gözlerimi rahatsız ediyordu.

Sanki biraz önce düşen yıldırımın sesi şimdi geliyormuş gibi, kulak uğuldatan bir gürültü meydana geldiğinde ellerimin arasında çarpan kalp durdu. Bunca olana karşı sergilediğim tutumum bir anda değişip, koca bir korkuya dönüştü ve damarda yayılan bir zehir gibi hızla bütün vücudumu ele geçirdi. Çünkü ben ne karanlıktan, ne sesten, ne de ışıktan korkuyordum. Benim korkum buydu...

Gözümden akan bir damla yaş kalbin üzerine damladığı an kalp yavaşça kıpırdadı fakat bu bir saniye bile sürmemişti.

Tam önümdeki ağaçların arasından bana doğru yürüyen annemi gördüğümde hızlı bir nefes vererek gülümsedim. Ona yaklaşmak için bir adım atmaya hazırlandım ama ayaklarımı haraket ettiremiyordum. Yüzümdeki gülümseme buruk bir ifade alırken anneme baktım. Bana doğru gelmeye devam ediyordu. Korkumu unutmuştum...

Bir kaç adım ötemde durduğunda bembeyaz yüzündeki avcı yeşili gözlerini benim sıradan gözlerime çevirdi. Bir ölü gibi gözüken dudaklarını aralayarak silikçe gülümsedi ve tek elini bana doğru uzattı. İçime dolan ümitle, sağ elimi kalpten çekerek anneme doğru uzattım. Dokunmama çok az kalmışken kulaklarımı dolduran silah sesiyle dondum kaldım.

Her taraf ilk baştaki hâline büründüğünde elimde yeniden atmaya başlayan kalbe baktım. Gördüğüm görüntü karşısında gözlerim korkuyla kocaman açıldı. Simsiyahtı...

Korku dolu bir çığlık atarak kalbi elimden yere düşürdüm. Ellerim ağzıma gittiğinde, yere düşen kalbin her atışında içinden katran karası kanlar akıyordu. Yağmurla karışan kan ayaklarıma kadar ulaşmıştı. Her yerde kan vardı, çok fazla kan...

Nefes nefese kalmış bir şekilde gözlerimi açtığımda korkuyla yerimde doğrulmak için haraket ettim ama omzuma giren ağrıyla geri uzandım. Etraf karanlıktı. Bir kaç saniye sonra kapı sesi duyuldu. Sağ taraftan gelen bu sesle beraber odanın ışıkları açıldı. Bir adamın odaya girdiğini görmüş fakat ışıktan rahatsız olan gözlerimi kapattığım için kim olduğunu anlayamamıştım.

Bir elimi gözlerime vuran ışığa siper ederek gözlerimi aralamaya çalıştığımda ışıklar yeniden kapatıldı. Adam yatağın karşısına doğru yürüyerek koyu renkli perdeyi açtı. Oda yeterince aydınlanınca tekrar bana doğru yürüdü. Bu adam yine aynı kişiydi. Elindeki tepsiyi yatağın diğer tarafına bırakarak ayak ucuma oturdu.

"İyi misin?"

Onu görünce son yaşananlar geldi aklıma. Kurşun sesleri, vuruluşum ve bana söylediği abuk sabuk şeyler... Dolu gözlerimi kapatarak az önceki kabustan dolayı hızlanan kalbimi biraz olsun sakinleştirmeye çalıştım.

"İyi misin Eylül?" diye sordu yeniden, biraz daha sert bir sesle.

Değildim. Ama bunun omzumdaki yaramla bir ilgisi yoktu, ruhumdaki yarayla ilgiliydi. Annem bir kez daha gitmişti benden. Ve ben yine başaramamıştım onu hayatta tutmayı. Yeniden öldürmüştüm onu ama bu sefer kabuslarımda.

Dolan gözlerimi saklamaya çalışarak olumlu anlamda başımı salladım. O koyu gözleri gibi koyu olan bakışlarını üzerimde hissediyordum.

"Bana bak." Emretmiyordu, fakat sesi çok baskın çıkıyordu. Bense hala az önceki görüntüleri içimden atamamıştım, bu yüzden de onunla iletişim kurmakta zorlanıyordum.

Gözyaşlarımı tutmaya çalışarak başımı ona doğru çevirdim. Gözlerimi tamamen kaplamış olan yaşlar, net görmemi engelliyordu. Gözleri gözlerime değince çattığı kaşlarını indirdi.

"Canın mı yanıyor?" Diye sordu daha yumuşak bir şekilde.

"Evet." dedim kurumuş boğazıma rağmen. Canım yanıyordu evet ama sebebi omzumdaki yara değildi
Keşke etlerimi liğme liğme etselerdi de ben gözle görünmeyen bu yaranın acısını çekmeseydim.

Ayağa kalkarak karşıdaki duvara dayanmış olan komodinin üzerindeki poşete doğru ilerledi. İçinden bir kaç tane hap çıkartarak, poşetin yanındaki sürahiden bir bardak su doldurdu ve yanıma geldi. Hapları bardağı tuttuğu elinin avcuna aldı ve diğer elini yavaşça sırtıma koyarak doğrulmama yardımcı oldu. Parmaklarını açarak hapları avcuma bırakıp, suyu uzattı.

"Birazdan geçer." Diyerek yatağın kenarındaki koltuğa bıraktı uzun bedenini.

İlaçları dilimin üzerine bırakarak bir yudum suyla beraber içtim. Bardağı elimden alarak yere bıraktı. Arkasına yaslanıp, ellerini koltuğun iki kenarına koydu. Arkasına yatmış olan başından, bana bakmak için kısılan gözlerine baktım.

Gözleri...

O avcı yeşili gözleri annemin gözlerine benziyordu. Yıllarca kendimde aradığım o tonu, bu adamda bulmuştum. Ama bir fark vardı gözlerinde. Annemin gözleri, ruhunun aynası gibiydi. Bazen söylemek istemediklerini gözleri gizlice fısıldardı kulağıma. Fakat bu adamın gözleri farklıydı. Sanki hiç bilmediğim, anlamadığım bir dilde konuşuyordu. Bir şeyler duyuyordum ama anlamıyordum. Onun gözlerini öfkesinin kirli toz bulutu kapatıyordu.

"Kimsin sen?" Diye sordum sırtımı yatağın yumuşak başlığına dayayarak. Artık daha iyi hissediyordum. Her iki açıdanda. Ya da sadece acım, benim alıştığım raddeye inmişti.

"Yiğit Aksel."

Duyduğum isimle beraber kaşlarım hafifçe çatıldı. Tanıdık gelen ismini hatırladığım an şaşkınlık dolu bakışlarım yeniden onu buldu. "Sen holdingin yeni ortağı olan adamsın?" dedim büyük bir hayret içerisinde.

Onunda yüzünde anlamaz bir ifade oluştu. Dudaklarını büzerek sağ elini hafifçe kaldırdı ve bilmediğini anlattı.

"Hangisinden bahsediyorsun?"

"Aral Holding." dedim hızlıca. Hâlâ inanamıyordum. Çünkü inanılacak gibi değildi.

"Evet de sen nereden biliyorsun?" diye sordu usulca başını sallayarak. Sorgulayan bakışları üzerimde gezinirken yutkundum.

"Çünkü ortağı olduğun şirketin yüzde altmışı benim."

Fazla şaşırmış gibi durmuyordu daha çok memnum olmuştu sanki. Gözlerinin içi gülerken, sırtını koltuktan ayırarak bana doğru eğildi. Sağ elini uzatarak, sıcak nefesini tenime soludu.

"Memnun oldum, ortak."

Uzattığı eline ters bir bakış attım. Ben hiç memnun değildim. İlk başta ona karşı olan öfkem aynıydı hatta artmıştı bile. Yüzümü buruşturarak olduğum yerde geri çekilmeye çalıştım.

"Gitmek istiyorum."

Dudaklarındaki gülümseme anında silinirken havada kalan elini sertçe geri indirdi. Yine öfkelenmiş olduğu belliydi.

"Bu halde hiçbir yere gidemezsin."

"Buna sen mi karar veriyorsun?" dedim soru sormaktan çok tersleyen bir tavırla.

"Evet." dedi ciddi ciddi. Oldukça ciddi. Baya baya ciddi. Gülümsedim.

"Baya komiksin, sevdim bu özelliğini."

Ayağa kalkarak bir adım atınca dönen başım yüzünden durdum ve dişlerimi sıkarak düşmemeye çalıştım. Biraz daha iyi hissedince yeniden ilerledim. Kapıya gelince durup ona döndüm.

"Güle güle!" dedi parmaklarını yavaşça sallayarak. Rahattı. Gidemeyeceğimden çok emindi.

Asla öfke barındırmayan gözlerine baktım. Gözleri gülüyordu, sesi neşeliydi ama bu onun kendine güvenini gösteriyordu. Bu da benim sinirlerimi bozmaya yetiyordu.

Onunla uğraşmak yerine önüme dönüp kapıyı açtım. Daha doğrusu açamadım. Çünkü kilitliydi. Öfkeyle ona doğru dönerek, "Ne bok yapıyorsun sen?" diye bağırdım.

"Ben önlem alıyorum, sen ne," diyerek hafifçe duraksadı. "...halt yapıyorsun asıl?"

"Aç şu kapıyı!" diyerek elimle kapıyı işaret ettim. Yiğit öylece bana bakmaya devam ettiğinde öfkemin artışına gözlerimle tanıklık ediyordum resmen. "Açsana!" dedim ona doğru giderek. Yerde duran bardağı alarak ayaklarının dibine çarptığımda dudaklarını ısırdı.

Kızmaya başlamıştı bile. Öfke öyle bir şeydi ki bir insanı hem zirveye çıkarabilir hem de o zirveden aşağıya çakabilirdi. Öfke sadece kullanmayı bilen kişileri yüceltirdi. Bu adamın bildiğini sanmıyordum, o sadece sinirlenmek için sinirlenen manyağın tekiydi.

"Evde temizleyecek kimse yok, fazla dağıtma." dedi beklemediğim bir sakinlikle. O böyle sakin ve umursamaz oldukça ben deliye dönüyordum.

"Öyle mi?" dedim sinirle dudaklarımı birbirine bastırıp.

İleride gördüğüm masaya doğru giderek sürahiyi elime alınca Yiğit bana umutsuz bir bakış atarak ayağa kalktı. Sürahiyi Yiğit'e fırlattığım an omzumda hissettiğim acıyla bağırarak arkama döndüm. Bunun da verdiği öfkeyle masayı tutup yere devirdim.

"Eylül, bi' sakin ol." Yiğit bana doğru gelince diğer tarafa ilerledim.

"Yaklaşma bana! Kapıyı aç!"

Yiğit'in bakışları ayaklarıma kayarken hızlıca bana doğru geldi. Arkamı dönüp hızlanacakken kolumdan tuttu. Bunun engel olmayacağını  düşünmüş olmalı ki daha sonra kolları belime dolandı.

"Dur artık! Ayakların kesilecek, yeter!" Onun sarılışı omzumu daha çok acıtıyordu. Hiçbir şey söylemedim bu konu hakkında. Bana acıyıp bırakmasını bekleyerek ona canımı acıtan noktayı gösteremezdim.

Sonuçta iki seçenek vardı; ya bana acıyıp kolumu bırakırdı, ya da canım daha fazla acısın diye yaramı deşerdi. Ben ne zaman acıyan yaramı birine göstersem hep daha fazla zarar görmüştüm. Bu yüzden sessiz kalmak en iyisiydi. Canımın yandığını sadece ben bilmeliydim.

Birkaç saniye sonra haraketimi tamamen kestiğinde sakinleşmek için zorladım kendimi. Çünkü öfkem hiçbir işe yaramıyordu. Çırpındıkça yaram deşiliyordu. Yiğit'in çenesini yanağımda hissedince garipseyerek kafamı geri çektim. Yiğit eğilip omzuma bakmıştı. Bende bakınca pansumanın üzerinde koyu bir kan lekesiyle karşılaştım.

Yiğit'in bir kolu belimden ayrılıp bacaklarıma indi ve saniyeler içinde beni kucağına aldı.

"Bırak!" dedim derin nefesler eşliğinde. Bana cevap vermeden ve bırakmadan ayağıyla yerdeki camları iterek yatağa doğru ilerledi. Beni az önce kalktığım yatağa geri bıraktıktan sonra odanın içindeki banyoya girerek elinde donanımlı bir ilk yardım çantasıyla geri geldi. Çantayı yatağın üzerinde açtığında gerçekten normal bir ilk yardım çantası olmadığını anladım. Bu evde bir doktor ya da en azından tıbbi bilgisi olan birisi vardı.

Üzerimde hâlâ dün giydiklerim vardı ama kazağımın sağ tarafı kesilmişti. Yarama bakarak sağ kolumu haraket ettirmeden kazağın geri kalanını çıkarttım üzerimden. Önce pansumanı çıkarttım sonra steril olduğunu düşündüğüm makasla kalan dikişleri söktüm. Sütür iğnesini makasla tuttuğum an Yiğit bana saçmalama der gibi baktı. Ama bunu yapmam gerekiyordu.

"Ben yapayım." diyerek elini uzattığında kaşlarımı kaldırdım.

"Sakın, yaklaşma bana."

İğne tenime geçerken dişlerimi sıkarak inlememek için özel bir çaba gösterdim. Bu zordu ve ilk defa deneyimliyordum. Bana ilk müdahaleyi Yiğit yapmış olmalıydı. Bir doktor olmadığını biliyordum ama dikiş atmıştı. Hemde oldukça beceriksiz bir şekilde. Kurşun sadece sıyırdığı için hastaneye gidip kendisini riske atmak istememişti sanırım.

İlk dikişi attığımda ellerimin terlemeye başladığını fark ettim. Sol elimle dikiş atması oldukça zorken omzum görüş açımdan uzak kalıyordu ve bedenim inanılmaz bir acıyla kıvranıyordu. Yinede onun bana dokunmasını istemediğim için kalan iki dikişi de atarak sütür iğnesini çantanın içine fırlattım.

Başımı yatak başlığına yaslayarak gözlerimi kapattım. Ter içinde kalmıştım. Omzuma dokunan bir şeyle yeniden gözlerim açıldı. Yiğit elinde bir gazlı bezle yarayı temizliyordu.

"Canın yanmıyor mu?" diye sordu buz gibi olan sesiyle. Garipseyerek bakan gözlerini çok kısa bir süre gözlerime çevirerek tekrar omzuma baktı.

"Hayır."

O işini yapmaya devam ederken acımı hissetmemeye başladım. İçimde garip bir his uyanmıştı. Yıllar sonra ilk kez yaram deşilmek yerine sarılıyordu. Bu bir minnet değildi, biliyordum. Bana zarar verende o'ydu. Benim bahsettiğim bambaşkaydı. Sadece yaralarımın sarılıyor oluşunu garipsiyordum.

En yakınım sandıklarım bile bana unutamayacağım yaralar açarken bir yabancı, kendi açtığı yarayı sarıyordu. Ben buna alışık değildim... Ben yara alıp, düştüğüm yerden kendim kalkmaya ve teker teker hepsini sarmaya alışmıştım, buna değil!

Yerde yürüyen karıncadan, hayallerimde canlanan bir kuş tüyünden bile kötülük bekler olmuştum. Birisinin bana yardım edebilme düşüncesi o kadar uzaktı ki. Her yardım çığlığımda bana arkasını dönen yüzlerden, elimi tutuyormuş gibi yapıp yere düşüren insanlardan dolayıydı bu güvensizliğim.

Sesimi çıkartmadan sadece onu izledim. Diyecek bir şey bile bulamıyordum, konuşmak istesemde konuşamazdım.

Yiğitin gözleri kısa bir süre, bir saniyeden daha az olacak şekilde göğüslerime kaydığında utanarak bakışlarımı ondan çektim.

Normalde utanmazdım fakat bu adamdan garip bir şekilde utanıyordum.

Hızla gözlerini göğüslerimden ayırdı ve oksijenli suyla temizlediği yaramın üzerine tentürdiyot döktüğü bezle ufak dokunuşlar yapmaya başladı.

Canım acımıyordu ya da ben hissetmiyordum. Birinin yaralarımı sarması nasıl bir duygu unutmuştum. Bu yüzdendi hücrelerimdeki o uyuşukluk hissi. Onlarda alışmıştı yanmaya, şimdi birisi o yangına su dökünce uyuşuyorlardı.

Pansumanı bitirince derin bir nefes alarak yanımdan kalktı. Pis ellerini umursamadan yatağın üzerindeki eşyaları alarak yeniden banyoya girdi. Birkaç dakika sonrasında tekrar çıktığında elleri temizlenmişti. Kapının hemen kenarında duran gri, camdan oluşan gardrobunu açarak beyaz bir tişört aldı. Elindeki tişörtü çevirerek baktıktan sonra hafifçe eğilerek alt taraftan bir şort aldı. Onuda tişörtü tuttuğu eline koyduktan sonra kapağı kapatarak yanıma doğru geldi.

Elindeki kucağıma bıraktıktan sonra, "Bunlarla idare edersin, rahatlar." dedi ve koltuğuna oturdu.

"Bak, sana bunu son kez söylediğimi umut ediyorum, o yüzden iyi dinle. Sana zarar vermek istemem ama kontrolümü kaybetmeme sebep olursan artık isteklerimin bir önemi kalmaz. Buradan gitme konusuna gelince, ben gidebilirsin diyene kadar kalıyorsun."

Onun bu kestirip attığı bu konu benim için öyle basit bir şey değildi. Elimden özgürlüğümü alıp bana boyun eğdiremezdi.

"Sen hâlâ ne saçmalıyorsun?"

Kaşlarını çok hafif kaldırdı, sakin bir görüntüsü vardı. "Ne dediysem o, fazla uzatma."

"Ben buradan gideceğim ve sen, benimle böyle konuşmakla ne kadar büyük bir hata yaptığını öğreneceksin."

"Git tabi! Ama şu kapıdan çıktığın an," diyerek işaret parmağıyla dışarıyı gösterdi. Büyük ihtimalle sokağa açılan kapıyı göstermeye çalışıyordu. "Etrafında en az on silahlı adam olur ve hedefte kim biliyor musun?" Dedikten sonra parmağını bana çevirerek kaşlarını ses tonuna uygun olacak şekilde kaldırdı.

"Sen."

"Ne demek istiyorsun?" Dedim gözlerimi hafifçe kısarak.

"Dün gece bize saldıran adamlardan bahsediyorum."

Yanılıyordu, bize değil ona saldırmışlardı.

"Dün gece sana saldıran adamlarla benim bir alakam yok." Sana kelimesini özellikle bastıra bastıra söylemiştim. Bu konuyla benim bir ilgim yoktu, saçma sebepler sunuyordu.

Yiğit gözlerimin içine bakarken bir şey söylemek için dudaklarını araladı ve söylemeden geri kapattı. Sonra kesik bir nefes alarak dudakları yeniden birbirinden ayrıldı. Bense ilk söyleyeceği şeyi merak etmiştim.

"Evet senin bir alakan yok."

Bu adam beni sinir etmek için özel bir uğraş sarf ediyordu sanki. Madem benim bir alakam yoktu ne diye hedefte ben olsaydım?

"Eeee? O zaman sıkıntı ne?" Diye sordum.

"Eylül benim yanımda olan kişilere zarar vermek istiyorlar."

"Ben seni tanımıyorum. Arkadaş falanda değiliz. Yani bana zarar vermeleri için bir sebepleri yok."

Sabır diler gibi derin bir nefes aldı. Bence asıl sabrı ben dilemeliydim. Boş boş konuşup, gereksiz yere kafamı ağrıtıyordu.

"Oldu, adamlara da böyle söylersin. Onlar da dün seni vurdukları için özür dilerler."

"Benimle dalga geçmeyi kes."

"Bence asıl sen inat etmeyi kes."

"Sebebi ve sonucu ne olursa olsun," dedim ikna olmadığımı belirterek. "Gideceğim. Kendi kendimi koruyabilirim, sandığın kadar savunmasız değilim."

Gözlerini kapatarak usul usul başını salladı. "Sen bilirsin." Bir süre daha öyle kaldıktan sonra tekrar açtı gözlerini. "Ama en azından ben o adamları bulana kadar kal. Merak etme, en geç yarına halletmiş olurum."

Ona saldıran adamların amacını biliyor ama kim olduklarını bilmiyor muydu? Sessiz kaldım. Kucağımdaki kıyafetleri alarak yavaşça ayağa kalktım. Banyoya giderek üzerimi değiştirdim ve yeniden yatağa geçtim. Dediğini kabul etmiştim. Yarına kadar burada kalıp kendimi toparlardım. Hem Serkan da fazla endişelenmezdi beni bu halde görüp.

Gözlerim, yatağın tam karşısındaki büyük cama ulaştı. Yağmur yağıyordu. Cama çarpan yağmur damlalarına bakarken aklıma birden Emre geldi. Benim dün gece onun yanına gitmem gerekiyordu.

Hızla Yiğit'e doğru döndüğümde göz göze geldik. Beni izliyordu. Bundan rahatsız olarak gözlerimi geri çektim. O da benimle eş zamanlı olarak başka bir tarafa çevirdi yeşillerini. "Telefonum nerede?"

Yatağın yanındaki siyah komodinin çekmecesine açarak içinden telefonumu çıkarttı ve bana uzattı. Telefonu elinden alarak Serkan'ı arayacakken, "Senden bir şey istiyorum." dedi. Merakla kaşlarımı kaldırdım. "Hoparlöre al."

"Sebep?"

"Dün gece mekanıma sızan, beni silahla tehdit eden bir kadına pekte fazla güvenmiyorum. Önlem."

"Güvenmediğin bir kadını evinde tutman çok tutarsızca."

"Ne demişler," dedi Yiğit gözlerini kısarak. "Dostunu yakın, düşmanını daha da yakın tut."

Ben onun düşmanı değildim ama yine de istediğini yaptım. Bir arıza çıkarsın istemiyordum. Serkan telefonu açar açmaz, "Her neredeysen bana çabuk konum at Eylül." dedi sinirle.

"Sakin ol güvendeyim."

Yani, umarım...

"Tamam güvendesin ama sakin olmuyorum. Neden ortadan kayboluyorsun hemde böyle bir durumda?"

"Yarın eve döneceğim, her şeyi detaylıca anlatırım. Şuan senden bir şey istiyorum."

"Yarın evinde seni bekliyor olcam. Söyle bakalım isteğini Eylül hanım, söyle..."

"Emre'nin yanına gitmeni."

Bir süre Serkandan ses gelmedi. Şaşkın olduğunu anlayabiliyordum, hakkı vardı. "Eylül sen cidden iyi misin? Neredesin?" Sesindeki ciddiyet arttıkça benimde içimi sıkıntı basıyor, kendimi kötü hissediyordum.

"Lütfen Serkan onu çok merak ediyorum. Dün gidemedim, Emre de meraklanmıştır."

"Emre'nin yanına gitmedin sen?" dedi hayretle. "Emre diyorum bak, Emre."

"Güvenliği için gitmedim. Ama sen gitmelisin."

"Çıkıyorum birazdan." dediğinde memnuniyetle başımı salladım.

"Teşekkür ederim." Ses tonumu oldukça düşürerek,  "Onu buldunuz mu?" diye sordum.

"Maalesef! Hala peşindeyim, merak etme sen."

O adamın hâlâ bir yerlerde nefes alıyor olması onuruma dokunuyordu. Bana yaşattıklarını yaşadıktan sonra ölmeliydi, başka bir ihtimal yoktu. Tek bir kelime daha konuşmadan telefonu kapattım.

Yiğit hala aynı şekilde beni izliyordu. Bir şey düşünüyor gibiydi. Bir süre sonra bakışlarındaki dalgınlık yok olurken gözleri yüzümde gezindi.

"Senin için önemli birisi galiba." diye mırıldandı. Sonra, "Emre," diye ekledi.

"Öyle."

Hayatımdaki en önemli varlığımdı Emre. Pek fazla vakit geçirmezdik, soğuk bir samimiyetimiz vardı ama her şeyimdi.

"Sevgilin mi?" dedi bir anda. Gözlerimi aralayarak yandan bakışlarla bomboş baktım yüzüne.

"Hayır."

"Noldu? Biraz önce cırlıyordun, yoksa onun hakkında konuşmak mı canını sıkıyor?" Dedi imayla. Ne demeye çalışıyordu bu adam? Hem öyle veya böyle, onu ilgilendiren bir durum yoktu. Daha fazla konuşmak istemeyerek lafı değiştirdim.

"Sen bu adamları ne zaman bulursun?" Konuyu uzatmayarak sorduğum soruya cevap verdi.

"Yapan kişiyi biliyorum zaten ama sorun, onu bulabilmekte."

"Bu kısım beni hiç ilgilendirmez, ne kadar sürer onu söyle." Dedim tahammülsüzce. Daha fazla kalmak istemiyordum. Emre'nin yanına gitmem gerekiyordu ve daha alınmayı bekleyen bir intikam vardı. Fazlasıyla gecikmiş bir intikam.

"Bilmiyorum." Kaşlarım çatılırken sesimi yükseltmeden konuşmaya devam ettim.

"Ne demek bilmiyorum, fazla sürmez demiştin?"

Yiğit uzun bir süre, boşluğa bakarmış gibi baktı yüzüme. "Aç mısın?"

Sorduğum soruyu görmezden gelerek konuştu. Aç olduğumu hissedemiyordum fakat iki gündür yemek yemiyordum, artık istemesem bile bir şeyler yemek zorundaydım.

"Evet."

Yavaşça ayağa kalkarak odadan çıktı. Kapı kapandığında başımı, yatağın başlığına yaslayarak gözlerimi kapattım ve o gelene kadar öylece durdum. Fazla uzun sürmemişti gelmesi, yaklaşık on beş dakika içinde yeniden, elinde bir tepsiyle odaya giriş yaptı. Tepsiyi bana doğru uzattığında tutmamı beklemeden dizlerimin üzerine koydu, koltuğunu tam karşıma çekerek oturdu.

"Afiyet olsun."

Tepsideki kaşığı alarak çorbadan bir yudum aldım. Tadı gayet güzeldi ama yiyesim gelmiyordu. Kendimi zorlayarak birkaç kaşık daha içtim. Daha fazla devam edemeyeceğim zaman kaşığı yeniden tepsiye bıraktım.

"İçsene." Dedi Yiğit yere eğdiği başını kaldırmadan bana bakarak. Koyu bakışlarını perdeleyen bir dalgınlık vardı. Düşünüyordu... Ama neyi?

"Midem bulanıyor."

Gözleri hala aynı dalgınlıkla üzerimde takılı kalmıştı. Söylediğim şeyi duyduğundan bile emin değildim.

Bakışlarımı kendi önüme çektim. Omzum yeniden ağrımaya başlıyordu. Biraz önce attığım hapın pekte faydası olmamıştı sanırım, etkisi yarım saat sürmüştü. Canım çok fazla yanmaya başladığında ağrı kesici istemek için Yiğite doğru döndüm. Boş boş duvarları izliyordu, tam dudaklarımı aralamışken telefonu çaldı.

Odadan çıkmak için ayaklanırken cebindeki telefonu çıkarttı ve kulağına götürdü.

Gözlerim ilaç poşetinin durduğu komodine ulaştı fakat ilaçlar orada değildi. Kucağımdaki tepsiyi yatağın diğer tarafına bıraktım ve yavaşça yatakta uzandım. Yiğit'in gelmesini beklemekten başka çarem yoktu, birazdan gelirdi herhalde.

Tahminen yarım saat geçmişti odadan çıkalı ama hala geri dönmemişti. Ağrım gittikçe artıyordu. Kalkıp onu arayabilirdim ya da belki ilaç bulurdum. Olduğum yerde kıpırdanarak ayağa kalktım.

Kalkar kalkmaz ayaklarımın altından kayan yerle birlikte yatağa geri oturdum. Gözlerimi kapatarak elimle alnımı ovaladım ve tekrar başımı yastığa koydum.

Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Sadece bir ara uykuya dalmıştım. İçerisi çok soğuk olmaya başlamıştı, üşüyordum. Ne zaman üzerime örttüğümü bilmediğim battaniyeye daha çok sarıldım. Omzumda inanılmaz bir acı vardı ve gittikçe bütün vücuduma yayılıyordu.

Yeniden gözlerimi kapatarak uyumaya çalıştım. Uyuyunca geçerdi.

Uyuyunca geçmişti...

Bölüm sonu...

Sizce Erdem Yıldıray kim?

Eylül neyin intikamını almak istiyor olabilir?

Yiğit Aksel hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ve son olarak, bölümü nasıl buldunuz?

Oy vermeyi unutmayın, sonraki bölümde görüşmek üzere...❤

Continue Reading

You'll Also Like

6.4M 206K 103
Karan Haznedaroğlu. 27 yıldır her istediğini elde eden, sadece adıyla bile bütün kapıları açabilecek bir adam. Şimdi her şeyden çok istediği bir şey...
574K 24.3K 22
Kardeşi Mert için gittiği bir barda seçtiği bir adamdan hamile kalmayı planlayan Duru'nun tek amacı doğacak olan bebeğinin kardeşine nefes olmasıdır...
62.7K 3.6K 22
☆"Kayla ne biçim isim Rus musun sen?" "Hatırlatma travması var"
69.7K 6.7K 32
Gerçek ailem kurgusu!!! Hep iyi kız tarafından okuduk hikayeleri. Kız iyi niyetiyle yaklaşır ancak ailesi hep ona karşı kötüdür. Karıştırıldığı kız k...