45. DURAK

By ibusranur

387K 33.1K 39.7K

Akasya, geçmişinin ona hissettirdiklerinden kaçarken her yıl şehir değiştirmek zorundadır. Bir yıl boyunca ed... More

Giriş
1. Durak
2. Durak
3. Durak
4. Durak
5. Durak
6. Durak
7. Durak
8. Durak
9. Durak
10. Durak
11. Durak
12. Durak
13. Durak
14. Durak
16. Durak
17. Durak
18. Durak
19. Durak
20. Durak
21. Durak
ilk durak
2.KİTAP İLK BÖLÜM / 22. DURAK
23. Durak

15. Durak

12.8K 1.2K 3.2K
By ibusranur



Nazan Öncel / Gitme Kal Bu Şehirde

15. DURAK

"Kalp; üzerine atılan kötülük tohumlarını yaşattığı acıyla yüzleştiğinde verir. Bugün kötülüğünle yüzleştin, bugün verdiğin acıyı almak istedin."

Hafif esen rüzgâr bana üzerinde oturduğum kumların yakıcılığını unutturuyordu. Güneşin ardından tenime değen esinti, biraz olsun ferah hissetmeme sebep olurken gözlerim deniz dalgalarına takıldı.

Sahil normalde olduğundan çok daha sakindi. Gözlerimi kapatmış, şemsiyenin arasından sızan güneş ışınlarından kurtulmaya çalışıyordum. Zihnimde bir Sezen Aksu şarkısı çalıyordu fakat gözlerimin önünde hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey düşünmüyor gibiydim. Ne bir anı, ne bir fotoğraf. Zihnim bomboştu.

Gamze, Buse, Oğuz ve Buğra suya girmek için denize gitmişlerdi. Bense burada öylece uzanmayı tercih etmiştim. İçimde anlam veremediğim bir huzursuzluk vardı ve bunu bastırmaya çalışıyordum. Başımdan aşağıya dökülen kum taneleri tenime değerek gözlerimi yummama sebep olduğundan ağzımdan bir mırıltı çıktı.

"Hey!" Buğra'nın gülüşünü işittiğimde sahte bir kızgınlıkla yattığım yerden doğruldum. Elinde nereden bulduğunu bilmediğim küçük bir kova vardı ve içerisinden aldığı kumu bana doğru serpiyordu.

"Ne yapıyorsun?" Kaşlarımı çatarak konuştuğumda siyah bikinimin üzerine fırlattığı kum tanelerinden sıyrılmaya çalışıyordum. Omuz silktiğinde tek amacının beni onlara dâhil etmek olduğunu anlamıştım. Eğilerek kumu avuçlarımın arasına aldım ve tekrar konuştum.

"Kaç bakalım Buğra."

"Akasya hanım lütfen," gülerek bana cevap verdiğinde çoktan elindeki kovayı yere bırakıp kalabalığın arasına doğru koşturmaya başlamıştı.

Ben de arkasından adımlarımı hızlandırdığımda sahildeki insanların arasından sıyrılarak ona yetişmeye çalışıyordum. Sahildeki sıcak kum taneleri ayaklarımın arasına girerken, tenimin yanmasını umursamadım. Buğra'nın deniz dalgalarının sürüklenerek ıslattığı kumlara yöneldiğini gördüğümde başımı iki yana salladım ve elimle sarı saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım.

Ona doğru ilerleyerek, ayaklarımızın suya değdiği noktada onu yakaladım. Ellerimdeki kum taneleri birer birer düşerek yok olmuştu ve avuç içim bomboştu.

"Şerefsiz birisin." Ona dilimi çıkartarak konuştuğumda yüzüne gelen güneşten ötürü hafifçe gözlerini kıstı. Ellerimi tutarak beni kendine doğru çektiğinde bikinimin açıkta bıraktığı çıplak tenim, göğsüne değdi.

"Gel de biraz ıslanalım," dediğinde dudaklarımı büzdüm. "Islanalım mı?"

Bakışları kısa bir an üzerimde gezindi ve bana göz kırparak cevap verdi. "Tipim değilsin güzelim." Beni sinirlendirmek için yaptığı ima gülmeme sebep olurken elimi saçlarına bastırarak kendimi göğsüne doğru bıraktım.

Buğra çığlık atarak geriye doğru birkaç adım attığında su seviyesinin yavaş yavaş yükseldiğini hissedebiliyordum.

"Düşeceğim," diyerek benden kurtulmaya çalışsa da onu bırakmadım. İkimiz birlikte suyun içerisine doğru süzülürken saçlarım boynuna doğru süzülmüştü. Elim hâlâ saçlarındaydı, suyun içerisine düşmemizi umursamadan eğilerek dudaklarıma doğru uzandığında beni öpmesine izin verdim.

Yakışıklıydı, ince düşünceliydi ve gerçekten yatakta iyiydi. Dudaklarını dudağımın üzerinden çektiğinde onu bırakarak kendimi yukarıya doğru çektim. Islak saçlarımı ellerimle geriye doğru ittiğimde o da başını suyun içerisinden çıkarmıştı.

"Deniz fantezin mi var?" dediğimde güldü. "Her şeye fantezim olabilir, karşımda sen varsan." Gözlerimi devirdim.

"Sallama Buğra, doğru söyle kaç kızla seviştin denizde." Elimden tutarak beni denizin daha da derin kısımlarına doğru çekerken cevap verdi. "Biraz bile kıskanmaz mısın gerçekten?"

"Hayır, geçmiş ilişkilerinden bana ne? Ben bana hissettirdiklerinle ilgileniyorum." Beni onaylamadığını belirtircesine başını iki yana salladığında onu durdurdum. Suyun içerisinde, olduğumuz yerde dururken bütün samimiyetimle sordum.

"Şimdi sen beni kıskanır mısın?" dedim tek kaşımı kaldırarak. "Senden daha önce biriyle birlikte olduğum için." Yüzünde doğruyu söyleyip söylememek arasında kaldığını anladığım bir ifade vardı. Bir sınavdaymış gibi hissettiğine emindim fakat tamamen ciddiydim.

"Buğra," dedim gözlerimi kısarken. "Bana âşık mısın?"

"Bebeğim," eli saçlarıma uzandığında ona herhangi bir şekilde trip attığımı düşündüğünü anlamıştım.

"Buğra, kızmıyorum." Ellerini üzerimden çekerek kendi saçlarını karıştırdı ve gözlerini kısarak cevap verdi.

"Aşk değil farkındayım fakat etkileniyorum." Böyle olduğunu ilk andan beri biliyordum. Aynı şey benim içinde geçerliydi. Âşık değildik, sadece tutkuluyduk, etkileniyorduk ve iyi anlaşıyorduk. Bütün bunlar birini gerçek anlamda sevmek için yeterli değildi.

"Çekinmeni gerektirecek bir şey yok ki beni üzen samimi olmaman olur çünkü zaten az çok ne hissettiğini biliyorum," dedim ondan sakladığım her şeyi yok sayarak.

"Çünkü ben de sen ne hissediyorsan onu hissediyorum." Yüzünde alaycı bir ifade oluştuğunda ne düşündüğünü anlamıştım. "Tamam senin kadar pis şeyler hissetmiyor olabilirim." Omuz silktiğinde elimle deniz suyunu ona doğru fırlattım ve gözünün içerisine su girmesinden kaçınmadım.

"İntikam ha?" O da bana aynı şekilde su fırlatırken uzaklardan gelen ses ellerimin durmasına ve yine ona yenilmeme sebep oldu.

"Bizsiz mi?" Oğuz'un sesi kulaklarıma dolarken ardından Buse ve Gamze'nin de sesini işittim. "Bir rahat bırak şu çifti it herif."

"Aynı doğmamış çocukları gibisin." Ellerimi yakalayarak ona su atmama engel olan Buğra'ya odaklandığım için yanımıza geldiklerini anladığım arkadaşlarıma dönemiyordum.

"Tamam kazandın," pes ederek kabullendiğimde Buğra gülerek ellerimi bıraktı ve Oğuz'a dönerek dilimi çıkarttım. "Senin yüzünden oldu."

Oğuz beni takmayarak elinde tuttuğu telefonla fotoğraflarımızı çekmeye devam etti.

Buğra ve ben, aynı tutkuyu, aynı hisleri paylaşan iki ayrı insandık. Hiçbir zaman birbirimize âşık olmamış, gerçekten bağlanmamıştık fakat ikimizin de bitmek bilmeyen bir tensel uyumu vardı.

Onu seviyordum, onunla vakit geçirmeyi seviyordum. Film izlemeyi, arkadaş grubunda eğlenmeyi... Bir gün ayrılacağına emin olan iki sevgiliydik. Sadece eğleniyor belki kaba bir tabirle takılıyorduk. Yalnızca bu hikâyede eksik olan bir vakit vardı.

Bir yıl sonra, bir 26 Haziran gecesi, yirmi dörtle hiç tanışamadan bırakacaktım onu. Elbet bir gün biteceğine emin olduğumuz bu hikâyenin sonunu bütün bencilliğimle beraber ben yazacaktım. Acısını ise ikimiz de paylaşacaktık.

.

Zihnimin içerisinde bir ses, bana geçmişin miras bıraktığı bir hissi fısıldadı. Hızlı nefes alışverişlerimin arasında hızla inip kalkan göğüs kafesim, yerinden çıkacak gibiydi. Yekta'nın dudaklarının üzerinde kalan hafif pembe iz daha demin hissettiğimiz, yaşadığımız şeyin gerçek olduğunu bana kanıtlarcasına gözlerimin önünde duruyordu.

Göğüs kafesimde bir rüzgâr estiğini hissettim, verdiğim kararlar benim hakkımda alınan kararlarla birleşti ve şimdiye kadar özgür olduğunu iddia eden yanım bugün pes etti. Tenimin titrediğini hissediyordum, ellerim aceleyle saçlarıma gitti. İlk kez birisini öpmemiştim fakat ilk kez birisini öpmüş gibi hissediyordum.

İçimdeki garip heyecana karışan korku bütün bu yaşananları ilk defa onunla yaşıyormuşum ve son kez onunla yaşayacakmışım gibi hissettiriyordu. Saçları gökyüzüne karışan adam, bana gecenin ortasında bir başıma böyle derin hissettiriyordu.

"Yekta," dedim sonunda kendimde ona seslenebilecek gücü bulduğumda. Derin bir nefes alarak başını gökyüzüne doğru kaldırdığında gözlerim üzerinde gezindi. Pişman mıydı?

"Özür dilerim," dedi neyi kast ettiğini anlamasam da. "Seni öptükten hemen sonra arkamı döndüğüm için özür dilerim, kısa bir an için bile olsa kötü hissettirdiğim için özür dilerim. Sonu ne getirecek bilmiyorum." Her zaman olduğu gibi benden daha ince düşünüyor, kırmaktan korkuyordu.

"Yine de bu yolda yürümek istiyorum. İçimden bir ses bunu yapmazsam çok daha kötü hissedeceğimi söylüyor ve gittiğin gün bakışlarından, gülüşünden, tavırlarından bu kadar etkilendiğim bu kadının hayaletiyle kalmak istemiyorum."

"Bu bir ilişki değil o zaman," dedim gözlerinin içerisine bakarken. "Bir anlaşma." Başını olumsuz anlamda sallayarak beni onaylamadığını belirtti. "Bu bir ilişki Akasya," elleri koluma doğru uzandı.

"Yalnızca bu bir aşk değil." Son cümlesinin ardından ona doğru uzanarak boynuna dudaklarımı bastırdım. "Ya da sadece tutku." Başını sağa doğru eğerek boynunu daha da açıkta bıraktığında istediğini ona vermeyerek dudaklarımı çektim.

"Öyle," dedi mırıltı gibi çıkan sesiyle. Üzerimizdeki gergin havayı dağıtmak amacıyla konuştum.

"Ee o zaman sevgilin miyim senin?"

"Öyle misin?"

"Öyleyim bence," dedim onunla birlikte arabaya doğru ilerlerken. "Ol bakalım."

Duraksayarak onu da durdurdum. Yüzüne doğru eğildim ve kaşlarımı çattım, ne yaptığımı çözmeye çalışıyor gibi bakıyordu. "Bakayım buradan da sevgilin miyim?" Söylediğim cümleye kendine engel olmayarak güldüğünde ben de güldüm.

"Öyleyim öyleyim."

"İddiayı kim kazandı?" dedim ona takılmaya devam ederek. Arabaya binmek için durağın arkasına geçtim ve o şoför koltuğuna yerleşirken ben de yanındaki koltuğa oturdum.

Tek kaşını kaldırarak bana döndüğünde aynı zamanda arabayı çalıştırmak için anahtarı çevirmişti. "Seni sevdiğimi söylemedim."

"Ben de söylemedim," dedim onunla inatlaşarak. Arabayı hareket ettirdiğinde kemerimi takmıştım. Bir şey söylemediğinde bu iddiayı aslında ikimizin de kazandığını ve aynı zamanda ikimizin de kaybettiğini biliyordum.

"Bende mi kalacaksın?" dedim Yekta'ya dönerek. 

"Yok eve giderim." Gözlerini yoldan ayırmadan konuşmuştu. "Öyle olsun bakalım." Başımı koltuğa yaslayarak oturduğumda eli radyoya uzandı. Telefonunu çıkartarak arabaya bağladıktan sonra telefonundan Ankara'yla Bozuşuruz şarkısını açtı ve şarkıyı duymak yüzümde kırık bir tebessüme sebep oldu.

Yirmi dördün şarkısı bu şarkıydı.

Yekta beni eve bıraktıktan sonra gitmişti. Fakat balkonumdan gördüğüm kadarıyla evine değil başka bir yere gitmişti. Eren'in yanına mı yoksa Zehra'ya mı gitmişti bilmiyordum. Bunu düşünemeyecek kadar yoğun hissediyordum.

Mutlu muydum yoksa mutsuz muydum bilmiyordum?

İçimde bir huzursuzluk vardı fakat içimde anlam veremediğim bir heyecanı da taşıyordum. Başımı yastığa koyduğumda bende daha önce hiç olmayan bir karmaşaya sebep olduğunu anladım. Yekta Emir Ilgaz, her ne yaparsa yapsın beni arafa düşürüyordu.

Sabah uyandığımda Mihri'nin izin günü olduğunu öğrenmiştim ve hep beraber Ankara'yı gezmeye karar vermiştik. Dün belki de bu şehirde alacağım en önemli kararlardan birisini almıştım fakat bunun ağırlığını hissetmiyordum. Üzerime beyaz büstiyerimi ve siyah şortumu giymiştim. Saçlarımı basitçe toplayarak çantamı aldım.

Mihri bana bakarak güldüğünde "Ne oldu?" diye mırıldandım. "İlk kez seni bu kadar salaş gördüm." Omuz silkerek ona cevap vermedim ve ayakkabılarımı alarak evden çıktım. Spor ayakkabılarımı giyip kapıyı kilitledim ve beraber aşağıya indik.

Sokağa çıktığımızda uçan kuşların sesini işittim. Ankara bugün kesinlikle olması gerekenden daha pozitif, daha hayat dolu ve daha sıcaktı.

"Direkt geçecek miyiz?"

"Yusuf gelecek," kaşlarımı çatarak ona döndüm. "Nehir yok mu?" Yekta'nın bugün çalıştığını tahmin edebiliyordum.

"O da çalışıyor bugün," dedi Mihri biz, ana caddeye doğru yürürken. Beni getirdikleri ilk evin önüne geldiğimizde Mihri telefonunu çıkartarak Yusuf'u aradı. "Meşgule attı, çıkıyor demek ki." Başımla onu onayladım ve beklemeden yukarıya doğru yürümeye başladım. Birkaç dakika sonra demir kapının sesini duyduğumda Yusuf'un çıktığını anlayarak daha yavaş ilerlemeye başladım.

"Günaydın," bana yetiştiklerinde Yusuf'un sesi kulaklarıma ulaştı.

"Günaydın," dedim telefonumu çantamdan çıkartırken. Yekta'ya mesaj atmak için mesajlar kısmını açtım ve gelen operatör mesajlarını es geçerek Yekta'nın isminin üzerine tıkladım.

Akasya: İşte misin?

Yekta: Evet.

Gözlerimi devirerek cevap yazdım.

Akasya: Beni sormayacak mısın?

Yekta: TBMM'ye gidiyorsunuz?

Akasya: Aman, bir şeyi de bilmesen eksilirsin.

Yekta: Çıkar çıkmaz geleceğim yanınıza, işe dönmem gerek şimdi.

Akasya: Tamaaaam.

"Akasya," Mihri'nin sesini duyduğumda ona döndüm. "Efendim?"

"Nereye gidiyorsun, bu tarafa yürüyeceğiz," dedi yolun aşağısını göstererek. Yusuf başını iki yana sallayarak güldüğünde ona takıldım. "Neye gülüyorsun paşam?"

"Hiç," dedi ve hemen ardından ekledi. "Yekta'da dün gece yolu karıştırdı da."

Dün gece Yekta arabayla giderken yanına Yusuf'u da aldığını söylediği cümleden anlamıştım.

"Yaparız biz öyle şeyler," dedim ona bakmayarak. Yarım saatlik bir yürüyüşün ardından önünde durduğumuz küçük bina, kesinlikle görmeyi beklediğim şey değildi.

Liseden sonra herhangi bir eğitim almamıştım ve açıkçası kendimi geliştirmek için de gösterdiğim bir çaba olmamıştı. Lisede de boş gezmekten derslerimin çok iyi olduğu söylenemezdi. Anlayacağınız, ne coğrafyası, ne tarihi ne de genel kültürü iyi olan bir kızdım ve TBMM'nin neye benzediği hakkında hiçbir fikrim yoktu.    

Bu kadar küçük bir bina beklemiyordum. "Yuh ne kadar küçük," dedim kendime engel olamayarak. Mihri bana gözlerini devirirken konuştu. "Ne bekliyordun savaştan çıkmışken saray inşa etmelerini mi?"

"O da doğru." Beraber gişeden bilet aldıktan sonra içeriye girdik. "Burada soba da var!"

"Akasya uzaydan gelmiş gibi davranmayı bıraksana," dedi Yusuf bana gülerken.

"Adamlar yirmili yıllarda klima mı bulsaymış." Haklılardı ama bu şaşırmama engel değildi. Telefonumu çıkartarak birkaç fotoğraf çektim. "Senin sosyal medya hesaplarının ismi neydi?" dedi Mihri fotoğraf çekerken.

"Kullanmıyorum," dediğimde şaşırarak bana döndü. "Ay hiç de öyle biri gibi durmuyorsun ama." Omuz silkerek onu geçiştirdim ve girdiğimiz odadan çıkarak koridordaki tabloları incelemeye başladım. Telefonumla birkaç fotoğraflarını çektim ve tarihi yerleri gezmenin beni çok da heyecanlandırmadığına emin oldum.

Yusuf ve Mihri'nin peşinde gezerken, "Ee artık diğer yere geçelim," diye onları darlamayı ihmal etmiyordum.

"Ay Akasya, sussana döveceğim seni."

"Hayır," dedim Mihri'ye bakarken.

"Tamam hadi ikincisine geçelim, az ileride zaten." Yusuf sonunda pes ederek konuştuğunda birinci TBMM'den ayrıldık.

"Yemin ederim yürüdüğümüz şu yol TBMM gezmekten daha eğlenceli," dedim sıra sıra ağaçların dikilmiş olduğu yolu işaret ederek.

"Aynen canım," dedi Mihri bana tekrar ve tekrar gözlerini devirerek. İkinci TBMM'de gezerken gelen bildirim gülümsememe sebep oldu.

Yekta: Neredesiniz?

Akasya: Konum gönderildi.

Akasya: Gel iki gözüm kurtar beni, tarih kusacağım.

Akasya: Senin işin nasıl bir iki saate bitti ya?

Yekta: Kitapları düzenleyip gelecektim.

Yekta: Düzenlediklerimi yıkan kimse olmayınca, malum :)

Onu gördüğüm ilk güne atıfta bulunduğunda güldüm.

Akasya: Biri yıksın mı isterdiniz?

Akasya: Hayır yani, eğer birisiyle daha tanışmak istiyorsanız bilelim Yekta Bey.

Yekta: Senin kadar libidosu yüksek bir kadınsa neden olmasın ki...

Tek kaşımı kaldırarak ona cevap yazdım.

Akasya: Demek öyle?

Akasya: Gelme lan eve!

Akasya: Ay dur bu da çok kocasını evden kovan kadın gibi oldu.

Akasya: Neyse sen yine de gel, hallederiz biz bunları.

Yekta: ...

O üç noktanın altında yatan, "Kabalık etmek istemem ama sen kafayı sıyırmışsın." Cümlesini anladığımdan güldüm ve başımı iki yana salladım.

"Yekta gelecekmiş," dedim Mihri ve Yusuf'a dönerek.

"Bekleyelim mi, girelim mi ikincisine." Yusuf'a dönerek yalvaran gözlerle baktım. "Ne olur beni böyle yerlere sokmayın ya." Mihri tavrıma güldüğünde ekledim.

"Ne yapayım yıllar önce üst üste konmuş tuğlaları, az eğlenelim."

"Vatan haini misin sen amına koyayım." Yusuf bana çıkıştığında gözlerimi devirdim.

"Teröristim, yalancıyım, PKK'lıyım. Müze gezmeyi sevmiyorum, yok mu bi çikolata fabrikanız?"

"Kalmadı canım saol," biz tartışırken Mihri sıcaktan bunaldığından olsa gerek bana dönerek konuştu.

"Ben dondurma alacağım, istiyor musunuz?"

"Olur," dedim ona bakarak. "Ben de geleyim seninle, üç taneyi nasıl taşıyacaksın."

Yusuf'un önerisi üzerine başıyla onu onayladı ve beraber yanımdan ayrıldılar. Sırtımı arkamda kalan kısa duvara yasladım ve telefonumu çıkarttım.

Akasya: Nerede kaldın?

Akasya: Sıkıldım...

Akasya: Ölüyorum anlasana...

Yekta: Beş dakikaya oradayım, ne oluyor sana böyle?

Akasya: Sana açım belki :)

Gülerek telefonumu çantama koydum ve titremesini duysam da mesajlara bakmadım. Havanın sıcak olmasını seviyordum, bazen bunaltsa da uzun süren yaz günleri bana lisede geçirdiğim öğlen teneffüslerini anımsatıyordu.

Lisede geçirilen öğlen teneffüsleri hep ayrıydı. Kaosun içerisinde eğlenecek bir yan bulur, dedikodu yaparken olaydan olaya koşardık. Bunu düşünmek içimde bambaşka bir sayfanın aralanmasına sebep oldu. Lise arkadaşlarımın neler yaptığını merak ettim, hayal ettikleri yere ulaşmışlar mıydı? Okuyorlar mıydı? Anne olan, baba olan var mıydı? Beni hatırlıyorlar mıydı?

Saçlarıma değen elleri hissettiğimde irkilerek sağıma döndüm. Yekta'nın elleri, sarı saçlarıma karışırken gözlerini kısarak bana baktı. "Diğerleri nerede?"

"Dondurma alıyorlar," demiştim ki karşı kaldırımdan bize doğru yürüyen Yusuf ve Mihri'yi gördüm.

"Hım," dedi Yekta ağzının içinde mırıldanarak ve elini saçımdan çekti. Üzerinde siyah pantolonu ve beyaz kısa kollu tişörtü vardı.

"Ay Yekta, canımıza okudu," dedi Mihri bana aldığı dondurmayı uzatırken.

"Sana almadık ya," Yusuf araya girdiğinde Yekta başını sorun yok anlamında salladı.

"Nereye gideceğiz şimdi?" dedim dondurmamdan aldıktan hemen sonra.

"Anıtkabir'e geçelim mi?" dedi Mihri, yeni bir öneri olarak.

"Olur." Yekta'nın onaylamasıyla birlikte ben de başımı olumlu anlamda salladım ve hep birlikte yürümeye başladık.

"Neye bineceğiz?" dedim Yekta'ya dönerek. Bir yandan da elimdeki dondurmayı bitirmeye çalışıyordum.

"Ankaray," kaşlarımı çattım "O nedir?" Yekta elini, seninle çok işimiz var dercesine salladığında güldüm ve omuzuna vurdum.

"Eriyor," dedi Yekta bana bakarken. "Ney?"

"Dondurman." Omuz silkerek külahımın dışına taşan kısımlara yetişmeye çalıştım.

"Senin dondurman yok, sana da mı alsak ya." Başını olumsuz anlamda salladı. Beklemediğim bir anda eğilerek dondurmamı ısırdığında istemsizce çığlık attım.

"Yuh, ölüyor musunuz?" Mihri'nin arkasını dönerek bize bakması Yekta'ya dönmeme sebep olurken hiçbir şey yokmuş gibi, ısırdığı ve resmen yarısını bitirdiği dondurmamı yediğini gördüm.

"Resmen dondurmayı çiğnedin, aç mısın sen bilseydik yemek alırdık." Yusuf, Yekta'ya takıldığında dudağının kenarına gelen dondurmaya uzanarak parmak ucuyla dudağını sildi.

"Hım," diye mırıldandığını işittim. "Açım, aynen. En az Akasya kadar." Yusuf ve Mihri'nin anlam veremediğini anladığım bu konuşma da Yekta'nın neyden bahsettiğini anlamıştım.

Ona attığım mesaja gönderme yapıyordu. Yüzümde istemsizce keyifli bir gülümseme belirdi. "Kendini aşıyorsun," dedim sadece Yekta'nın beni duyabileceği şekilde mırıldanarak.

Bir şey söylemeden güldüğünde, Yekta'nın benim için kendi içinde bir savaş verdiğini düşündüm.

Bir aydır hayatına garip bir şekilde dâhil olan onu terk edeceğini bildiği bir kızla yaşıyordu ve aynı zamanda bu kız ona olan ilgisini belli etmekten asla kaçınmıyordu. Yekta'nın ona yaptığım imalara ya da flörtüz tavrıma neden karşılık vermediğini tam olarak şu an anladım.

Kırılmaktan korkuyordu ya da kaybetmekten.

Bir şeyi tam anlamıyla kavramadan kendisini teslim etmeyecek kadar zeki bir adamdı ve beni tam olarak kavramamış, tanımamıştı. Şu hali tekrar gülümsememe sebep oldu.

Yine de bana âşık olmamasını diledim, ona âşık olmamayı diledim. Buğra'nın bana âşık olmadığını her zaman biliyordum. Onun da bana âşık olmamasını diledim. Ardımda bana âşık bir adamı bırakmak, yalnızca seviştiğin bir adamı bırakmaktan çok daha farklıydı ve kalbimin bir de bunun altında ezilmemesini istedim.

Yaklaşık yarım saat sonra Anıtkabir'e gelmiştik, tarihi yerler hâlâ ilgimi çekmiyordu fakat anıt mezarın herkes tarafından en az bir kere ziyaret edilmesi gerektiğini bilecek kadar aklı başındaydım.

Karşımızda duran devasa yapıya doğru yürürken Yekta'ya döndüm. "Daha önce gelmiş miydin?"

"10 Kasım'da müsaitsem gelirim genelde, onun dışında gelmedim." Başımla onu onayladım.

"Sen seviyor musun?" dedim yeniden ona dönerek. "Yani böyle müze falan gezmeyi."

"İlgimi çekiyorsa, evet."

"Ne ilgini çeker mesela?" Kaşlarını kaldırarak bana baktı. "Tahmin etsene, merak ettim ne düşündüğünü." Dudaklarımı büzerek düşünmeye başladım.

"Kitapları seviyorsun," dedim. Başıyla beni onayladığında güldüm. "O zaman yazarların evlerine falan da gitmek istersin."

"Ya bence sen de tarihi yerleri sevmiyorsun. Lütfen sevme ya, ne yapalım biz adamların yıllar önce diktiği taşları."

Gülerek beni onaylamadığını belirten bir baş hareketi yaptı. "Ya geçmişi yok sayıyorsun ya da içine gömülüyorsun hiç ortan yok." Ne demek istediğini anlamaya çalışırken devam etti.

"Kimse hiçbir şeye ilgi duymak zorunda değil ama hayatını bir kenara bıraktığında bütün bu geçmiş senin sen olmana yol açmış. Domino taşları gibi düşün, TBMM'nin taşlarını sen koymadın ama o gün birisi o taşları koymasaydı bugün bu hayatı yaşayamazdın." Omuz silktim.

"Minnet duymak başka bir şey ziyaret etmek başka bir şey. Buraya gelmek bir şey değiştirmiyor ki zaten minnettarım. İlgisi olan gelir görür, maalesef benim yok."

"Orası öyle tabii," dedi beni onaylayarak.

"Neyse aman," dedim ve kolumu, boyumun uzandığı kadar omzuna attım. Kısa bir kadın değildim, yanında da çok kısa kalmıyordum fakat kendinden uzun birinin omzuna kolunu atmak yorucu bir şeydi...

Bir bana, bir de koluma baktıktan sonra hafifçe güldü. "Tablolar var içeride onlara bakalım istersen." Varlığını bile unuttuğum Mihri konuştuğunda ona döndüm.

"Fark etmez."

"Baya sevdin bizimle gezmeyi," dedi Yusuf bana takılarak. Ona dudaklarımı büzerek baktığımda gözlerini devirdi.

Telefonumu çıkarttığımda Yekta bana gözlerini devirdi. "TBMM'yi de böyle çektin değil mi?"

"Evet," dedim tek kaşımı kaldırarak. "Müzelerde fotoğraf çekimleri yasaktır Akasya." Buna da omuz silktim ve birkaç fotoğraf çektim.

Günün geri kalanı Anıtkabir'i gezmekle geçmişti. Oradan sonra bir kafeye gitmiş, beraber oturmuş ve hesabı Yekta'ya ödetmiştik. Şimdi ise gençlik parkına gelmiştik. Mihri'ye dönerek konuştum. "Ne olur bir akşam buraya çekirdek çitlemeye gelelim."

"Voleybol da oynarız," dedi Mihri. Yekta'nın önüne geçerek her zaman yaptığım gibi geri geri yürümeye başladığımda Yekta bana güldü. Onun da aklında aynı anı vardı. Arkamızda kalan lunapark ilk günümüzü anımsatıyordu.

Bir yabancı peşine takıldım diyerek başladığım bu hikâyede artık yabancı olan bendim.

"Düşeceksin," dedi Yekta bana bakarak. "Düşmem," diye mırıldandım ve başımı iki yana salladım. Bunun üzerinden birkaç saniye geçmemişti ki sırtımın, bir başkasının bedenine çarptığını ve dengemi kaybederek yere düşecekken çarptığım bedenin kolumu tuttuğunu hissettim. Yekta'nın "Söylemiştim," diye mırıldanışı kulaklarıma gelirken gözlerim kolumdan tutarak yere düşmemi engelleyen bedendeydi.

Geçmişin pek çok şeyi değiştirdiğini gördüm. Şehirler değiştirdim, insanlardan kaçtım. İnsanları buldum, eğlendim, yaşadım. En dibi de gördüm, en yükseğe de çıktım ve defalarca çıktığım yerden kendimi aşağıya bıraktım.

Kolumu tutan elin sahibi bana şaşkınlıkla bakarken Mihri ve Yusuf ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bense yalnızca boş bir gözle Oğuz'a bakıyordum.

"Alaca," dedi annemin sesi yeniden. "Göğsünde taşıdığın acıların altında ezileceksin."

Gözlerimin dolduğunu hissettim. Oğuz'un kolundan kurtularak yere düşen çantama uzandığımda Yekta'nın gözleri bende ve karşımdaki bedende dolaşıyordu. Bir gariplik olduğunu sezdiğinde Mihrilere dönerek konuştu.

"Siz biletleri alsanıza biz geliyoruz." Mihri ve Yusuf'u sakladığım sır ortaya çıkmasın diye uzaklaştırdığını anladığımda boğazımda bir yumru oluştuğunu hissettim. Çantamı elime alarak hâlâ hiçbir şey söylemeden bana bakan Oğuz'a döndüm. 

"Akasya," Oğuz, sonunda konuştuğunda başka bir ses doldu kulaklarıma.

"Oğuz!" Buğra'nın sesini işittiğimde derin bir nefes aldım.

"Oğuz," dedim yalvarır gibi çıkan sesimle. "Özür dilerim."

"Ne için?" Verdiği tepki kalp atışlarımın biraz daha hızlanmasına sebep olurken gözlerimi kapattım ve saçlarımı kulağımın arkasına ittim.

"Akasya," yanımıza ulaşmış olan Buğra'dan duyduğum ses gözlerimi açmama sebep oldu. Ne yapacağımı bilmiyordum, ne hissedeceğimi bilmiyordum.

Gözlerine baktığımda gördüğüm şey yalnızca öfkeydi. Hak ettiğim öfkeydi. Oğuz'a dönerek konuştum. "Bizi biraz yalnız bırakır mısın?"

"Sen..." dedi Buğra ve devam edemedi. Ne diyebilirdi, ne diyebilirdim?

"Başına bir şey geldi sandık," duraksadı ve devam etti. "Bir şey olduğunu sandık, günlerce seni aradık, mesaj attım, aradım. Sen..."

"Buğra," dedim konuşmasına devam etmesine izin vermeyerek. Her insanın içinde iki benlik taşıdığına inanırdım. Bütün iyi yanımı bir yıl boyunca insanlara verir, en kötü yanımı ise giderken gösterirdim. Bugün onun karşısında acı çekerken kötü yanımı tanımasına izin verdim.

"Bir dinle." Gözümden bir damla yaş süzüldüğünde bakışlarının gözümdeki yaşa takıldığını gördüm.

"Ardımda bırakmak zorundaydım," dedim ne diyeceğimi bilemeyerek.

"Bu mu yani?" dedi Buğra kırgın ve öfkeli çıkan sesiyle. "Bu kadar mı? Zor olmamalıydı Akasya," dedi ve ardından ekledi. "İşim var gitmem gerek demek, taşınıyorum demek, bırakmalıyım demek. Bir veda etmek zor olmamalıydı." Derin bir nefes aldım.

"İstemedim," dedim kırılacağını bilsem de. "Söyleyemezdim, gidiyorum desem öylece bırakacak mıydın?"

"Giden birini kim durdurabilir?" Sinirden dudak içini dişlediğini görebiliyordum. Elini sıktığını gördüğümde koluna uzanmıştım ki elimi itti.

"Buğra," dedim yalvarır gibi çıkan sesimle. "Siktir git buradan." Buğra beni bir kere daha ittiğinde tökezlediğimi hissetsem de düşmedim.

Uzaktan bizi izlediğini bildiğim Yekta yalnızca birkaç saniye içerisinde yanımıza gelmişti. Her şey daha ne kadar kötü olabilirdi bilmiyordum.

Geleceği görüyor musun Yekta? Bir gün sen de bana onun gibi bakacaksın. Belki başka bir şehirde, bambaşka bir sokakta karşılaşacağız ve sen de bana nefretle bakacaksın.

Buğra ne olduğunu anlamaya çalışarak ikimize baktığında kaşlarını kaldırarak konuştu.

"Ne bu dolandırıcı ekibin mi?" Alayla güldü ve devam etti. "Yoksa onuda mı bırakıp gideceksin?"

"Özür dilerim," dedim ne diyeceğimi bilemediğimde. "Özür falan dileme!"

"Ve sakın," diye ekledi. Parmağını bana doğru kaldırdı, "Sakın diğerlerinin karşısına çıkayım deme. Bir daha hiç kimsenin yumuşak karnını kullanma."

"Yavaş," dedi Yekta, Buğra'nın eline bakarken. "El, kol hareketi yapma. İnsan gibi konuş ne konuşuyorsan." Derin bir nefes aldım. Buğra hiçbir şey söylemeden ikimize baktığında gitmeden önce söylediği cümleyi işittim.

"Sen sadece zavallısın." Arkasını dönmesiyle gözlerimden birkaç damla daha süzüldü. Yekta ne yapacağını bilemez bir şekilde bana bakarken, beni kollarının arasına almaya çalıştığında onu ittim.

"Yalnız kalmak istiyorum." Hiçbir şey söylemedi. Bencildim, yaptığım hiçbir şeyde haklı değildim.

Arkamı dönerek onlardan uzaklaştım ve gençlik parkının çıkışına doğru hızlı adımlarla ilerledim. Etraftaki insanların yanından geçerken bir elimle akan gözyaşlarımı siliyordum.

Gözlerimi kısa bir an yumdum, akan gözyaşlarıma aldırmadan yürümeye devam ettim ve caddeye çıktığımda gördüğüm ilk taksiyi durdurarak bindim.

"Ankara Kalesi," dedim nereye gideceğimi bilemezken. Başımı yasladığım soğuk araba camı, bana tanıdık yolculuklarımı hatırlatırken ağlamamı durduramadım. Yaşlar gözümden birer birer süzülürken, Ankara'yı en çok da kaybettiğim hayatımı düşündüm.

Kendime kurduğum bu hayat bir eziyet miydi yoksa lütuf mu artık anlayamıyordum. Bir karar verirken o anı düşünecek kadar öngörüsüzdüm. Zihnime on sekiz yaşımdan bir anı düştü.

Hiç kimse bizi sevmeyecek demiştim. Aynanın karşısına geçmiş, bir daha hiç kimsenin bizi sevmeyeceğini fısıldamıştım. Yalnız yaşayacak, yalnız ölecektim.

Geçmişin acıtan, acınınsa beni değiştiren bir yanı vardı. Üstesinden gelebilmek için yapabileceğim tek şey kaçmaktı fakat bunun da beni tükettiğini biliyordum. Bu yüzden bütün çıkmaz sokaklarımla bencil birisi olmak zorundaydım.

Gözümden birkaç damla yaş daha aktı. Taksi bayırı çıkarak tam olarak kalenin önünde durduğunda cebimden ücretini çıkartarak uzattım ve aceleyle taksiden indim. Dudaklarımı dişleyerek ağlamamı durdurmaya çalışırken yukarı çıkmak istemediğimi biliyordum.

Kalenin içerisine girerek, üste çıkan merdivenlerin arkasına çöktüm ve sırtımı soğuk zemine yasladım. Kimsenin dikkatini çekmeyecek kadar kenardaydım. Ağzımdan bir hıçkırık kaçtığında kendime kızdım.

Neye ağlıyordum? Ağlamaya hakkım var mıydı?

Bu hayatı ben seçmiştim, pişman olmaya hakkım var mıydı?

Yanımda hissettiğim kıpırtı irkilerek sağıma dönmeme sebep olurken bana gözlerini kısarak bakan Zehra'yı görmek biraz olsun rahatlamama sebep oldu.

"Kay bakalım." Söylenmesinin üzerine sağa doğru kaydım ve yanıma oturmasına izin verdim. Elindeki bira şişelerini önümüze bıraktı.

"Neden buradasın?" dedim burnumu çekmeden hemen önce. "Bunu benim sana sormam gerekmiyor mu?" diye mırıldandığında başımı iki yana salladım.

Cebinden bir peçete çıkartarak bana uzattı. "Burnunu çekersin." Açık sözlülüğüne takılabilirdim fakat gözlerim ağlamaktan şişmişken bu düşünebileceğim son şey bile değildi. Elinden mendili aldım.

"Berbat görünüyorum," dedim ona bakarken. "İnan bu o kadar umurumda değil ki." Gözyaşlarım durmuştu fakat gözlerim acıyordu.

"Teşekkürler," dedim açtığı bira şişesini elime alırken.

"Yekta mı söyledi?" dedim buraya gelmesini ima ederek. Başını iki yana salladı ve cevap verdi. "Eren söyledi."

Sırtımı tekrar soğuk zemine yasladığımda bakışlarını yüzüme sabitlemişti. "Akasya," dedi gözlerini üzerimden çekmeden.

"Yekta bazen ince bir adamdır, kimseyi kırmak istemez. Hatta bazen değil hep incedir." Elini sırtıma yerleştirdiğinde bunun güven veren bir hareket olmadığını biliyordum. "Ama inan bana zekidir, içinde depremler saklar sesini çıkarmaz. Canı yanar, kimseye yük bırakmadan acıyı göğüslenir, göğsünde saklar." Bu cümleleri kurabilecek kadar Yekta'yı tanımıyordum fakat o tanıyordu.

"Sen nasıl öğrendin göğsündeki acıyı?" dedim konuyu onun hayatına çekerek. Elini omzumdan çekti, bakışları Yekta gibi uzaklara doğru daldı. Karşımda Yekta ile oldukça zıt görünmeye çalışsa da ondan bir parça olan ve bunu kabullenmek istemeyen küçük bir kız çocuğu duruyor gibi hissediyordum.

"İnsanlar seni iki şekilde tanırlar Akasya," dedi abisi gibi konuşarak. "Ya hikâyeni dinlerler ya da o hikâyenin sana verdiği acıyı kabullenirler. Bugün hikâyemi dinleyeceksin."

"Bugün seni tanıyacağım," dedim hemen ardından. "Beni tanımakla Yekta'yı tanımayı aynı şey sanma ama olur mu?" Başımı olumlu anlamda sallayarak onu onayladım. Aynı acıda da yaşlansa gözleri, bambaşka iki insanlardı ve bu gerçeğin üzerine parmak basmıştı.

"Zihninin ucunda filizlenen acıların onu büyüttüğüne inanan küçük bir kız çocuğuydum. Yaşadığım berbat hayata rağmen çoğu zaman içimde yeni bir şehir olurdu. Kalbimde onlarca insan misafir ederdim. Her sabah kalkar, aynanın karşısına geçer, saçlarımı tarar, ucuz ürünlerle makyajımı yapar bir şekilde kendime baktırmasını bilirdim.

Doğduğum yer insanların birbirini sarıp sarmaladığını düşündüğü fakat bununla uzaktan yakından alakası olmayan bir yerdi. Sanki bizim dışımızda bir dünya vardı, o dünyada insanlar yaşıyor, okuyor, hayaller kuruyor ve seviliyordu. Sonra biz vardık, kenar mahallede okuyan, insanların yüz çevirdiği kız ve erkek çocukları. İnsanların korktuğu, çantalarına sarıldığı insanlar.

Haksızlar mıydı? Bilmiyordum, buna karar veremeyecek ve bunu engelleyemeyecek kadar küçüktüm. Seçtiğim değil içine doğduğum bir hayattı Çin Çin'de yaşamak ve benim yıllarca kendimi kurtardığım cümle bu cümle oldu.

Babam tır şoförüydü, aylarca gider gelmezdi. Hepimiz, biraz olsun mutlu olabilmek için onun gitmesini beklerdik. Sefalet olduğunu düşündüğüm ama yine de bir şekilde yaşamayı başardığımız yıllardı. Yekta kendisine babamdan gizli kitaplar alır, günlerce odamızda, sokaktan sızan ışıkla kitabını okurdu. Sabah kalkar, çıraklık yapar beni okula yollamaları için evdekilerle kavga ederdi. Kendisini bile göndermedikleri halde, ağzından çıkan isim yine benimki olurdu.

O günlerde davranışlarını anlamazdım, zaten okumak isteyen bir kız değildim. Bana kalsa okula gitmemek o yıllarda tamamen benim seçimimdi. Bunun bastırılmış, manipüle edilmiş ve duygusal açıdan zedelenmiş bir ihtiyaç olduğunu ise yıllar sonra yanağımda bir adamın sert elini hissettiğimde anladım.

O günü hâlâ o kadar iyi hatırlıyorum ki yakıcı yaz güneşini şu an bile tenimde hissediyor gibiyim. Ağustos ayındaydık, güneş Ankara'yı aydınlatırken, siyah-beyaz puantiyeli elbisemin açıkta bıraktığı bacaklarım güneş yüzünden yanıyordu. Mahallenin arka tarafındaki parkta, İrem ve Sibel ile birlikte oturuyorduk.

Üç dört günde bir geldiğimiz, çekirdek alarak mahalle dedikodusu yaptığımız, içerisinde bir iki salıncak olan küçük bir parktı. "Zehra," İrem her zaman olduğu gibi bana seslendiğinde bakışlarımı beyaz sandaletlerimden alarak ona çevirdim. Kıvır kıvır olan uzun saçlarım daha çok terlememe sebep olduğundan bunalmıştım.

"Efendim," mavi gözlerini bana çevirdi. "Seninki geliyor." İstemsizce kaşlarımı çattım. "Benimki?" İrem'in yüzünde oluşan gülüşü gördüğümde ayağa kalkarak arkamı döndüm ve onunla burun buruna gelmemiz bir oldu.

"Arslan?" dedim gözlerimi kocaman açmama engel olamayarak. Hemen yanında duran Sergen ve Efe birkaç adım geriye doğru çekildiklerinde bakışlarım yüzünde tırmandı.

"Gelsene sen az benimle," kaşlarımı çatarak kızlara döndüm ve ona bakmadan konuştum.

"Geliyorum ben birazdan." Başlarıyla beni onayladıklarında arkamı dönerek Arslan'ın yanında yürümeye başladım. İçimden bir ses, Yekta'nın bizi görebilme ihtimaliyle korkuya kapılırken diğer yanım güzel gözlerinin etkisi altındaydı. Üzerinde siyah pantolonu ve siyah gömleği vardı. Her zaman çok bakımlıydı ve bu belki de hepimizin gözlerinin onun üzerinde olmasını sağlıyordu.

Fazla tekin birisi değildi, uyuşturucu kullanıyordu fakat o an geri dönüp baktığımda Ankara'da sokaktan çevirdiğim herhangi birisine göre ben de tekinsizdim. İkisinin aynı şey olduğuna inandım, yanında yürürken ne Sergen ne de Efe arkamızdan gelmişti. Sert bakışları yerdeydi, dakikalarca yürüdüğümüz yolda ne bir şey söylemiş ne de sorduğum sorulara cevap vermişti.

Bazen kalın duvarlarının ardında yapayalnız bir adam olduğunu hissediyordum. On yedi yaşındaydım, dokunsam, ellerini tutsam ellerime uzanır sanıyordum. On yedi yaşındaydım, içimdeki bir his herkesi bırakıp bana bakmasının bile bir lütuf olduğunu söylüyordu. Beni koruyordu, seviyordu.

Her zaman buluştuğumuz depoya geldiğimizde cebinden sigarasını çıkartarak ağır bir şekilde dudaklarına götürdüğünü hatırlıyorum. Dudakları sert bir çizgi halindeydi ve yalnızca dumanı içine çekmek için aralanmıştı. Daha fazla sakin kalamayacağımı fark ettiğimde karşısına geçerek sigarasını elinden aldım.

Bakışları kısa bir an benim ve yere attığım sigarasının üzerinde dolaştı. "Bitti," dedi bir hiçmiş gibi, ellerim elbisemin eteklerine tutundu. Hiçbir zaman çok açık bir adam olmamıştı, soğuktu, uzaktı, mesafeliydi. Aylarca yüzüme bakmadığı ve benim de onun yüzüne bakmadığım dönemler olmuştu fakat her şeyin sonunda birlikteydik. O yirmi üç ben on yedi yaşındaydım. Çocukken başlamıştı, sonsuza kadar süreceğine inanıyordum.

Arslan benim kalkanım gibiydi. Babamın elinden, mahallenin dilinden, dünyanın kötülüğünden beni koruyordu ya da sadece ben böyle hissediyordum. Yıllar sonra dönüp baktığımda gördüğüm şey, yüzleşemediğim gerçekler oldu.

Arslan'ın beni koruduğunu sandığım yanı, yalnızca kötülüğüymüş. Dünya da mahalle de babam da onun kötülüğünden korktuğundan susuyormuş. Bense sadece iyi yanını görmüşüm.

O gün beni o depoda bırakıp gittikten sonra en yakın arkadaşlarımdan birisiyle beraber olmuş. Bense içimdeki boşlukla öylece kalmıştım, saatlerce depoda ağlayıp ardından eve yürüdüm. Eve vardığımda içimde hissettiğim öfke, aylarca çalışıp hayatını kurtaracak paraya ulaştığı anda o parayı kaybeden bir adamın öfkesiydi.

Hiçlikten her şeye ulaşmış sonra beni yükseklere çıkardığına inandığım o adamı öylece kaybettiğimi düşünmüştüm. Adımlarım hızlıydı, içimde boşluğa düşmenin verdiği bir öfke vardı. Ona ait olduğunu sandığım, yaralı olduğuna inandığım ve yaralarının altında iyi bir adam olduğunu sandığım Arslan'ın yaralarını kanatmışlar gibi hissediyordum. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ama bir yerinde Yekta'nın parmağının olduğuna emindim.

Eve girdiğimde Yekta odasında kitap okuyordu. Öfkeyle odanın kapısını açtığımı ve gözlerini kitabından kaldırarak bana çevirdiğini hatırlıyorum.

"Ne yaptın?" dedim sesimi yükselterek. Bana bakmaya devam ettiğinde ne olduğunu, neyden bahsettiğimi bildiğini biliyordum. "Ne yaptın Yekta?" dedim ona doğru yaklaşarak. Elindeki kitabı yatağın üzerine bıraktı.

Peyami Safa, hiçbir yazarın ismini hatırlamam ama bu isim aklımdan çıkmıyor. Hangi kitabıydı bilmiyordum.

"Zehra," sesini sert tutmaya çalışsa da bağıramayacağını biliyordum. Bana kıyamazdı ve ben onun hep bu ince yönünü kullanırdım. Gözümden akan birkaç damla yaşa elini uzattığında kendimi geri çektim. "Yapma, sana zarar veriyor. Yapma, sana zarar verecek." Geleceği görüyor, kaderimi biliyor gibi konuşuyordu. Kabullenmek istemedim.

"Bana diğerleri gibi olmayacağını söylüyordun," dedim bambaşka konular olduğunu bilsem de. "Bana onlar gibi kıyafetime, sevgilime, hayatıma karışmayacağını söylüyordun. Benim özgür olduğumu kimsenin hayatımda söz sahibi olamayacağını söylüyordun. Şimdi onlar gibi davranıyorsun." Ona söylediğim son cümlenin onun hayatını alt üst edecek kadar kötü olduğunun o gün de farkındaydım fakat öfkem sevgimin üzerindeydi.

"O adam sana özgürlük mü veriyor Zehra?" Yekta beni anlamadığını belirtircesine üzerime geldiğinde konuşmasını dinledim. "Aylarca peşinden koştun, onlarca insanla beraber oldu, durmadın. Seni itti, dizlerin parçalandı umursamadın. Çocuksun dedim sustum. Biz beraberiz dedin elini tuttun, elbiselerini yaktı, sustun. İstediğin, olmasını beklediğin hayat bu mu?" Yekta'nın göğsüne ellerimi koyarak onu ittirdim ve ona karşı çıktım.

"O beni seviyor." Ellerimle gözümdeki yaşı sildim. "Sevdiği için yapıyor. Görmüyorsun, tanımıyorsun, bilmiyorsun."

"Seni böyle ağlatan o değil mi?" dedi öfkemi görmezden gelerek. Gözlerindeki acıyı o an göremedim, neden böyle yaptığını kabullenmek istemedim ve ona karşı çıktım.

"Sensin abi," dedim canını acıtacağını bile bile. "Beni ağlatan sensin, o böyle bir adam. Ben onu olduğu gibi seviyorum. Sevgi böyle bir şey, birisini olduğu gibi sevdiğinde gerçekten seversin. Değiştirmek istediğinde değil. İyi ve kötü yanlarıyla seversin." Yekta başını iki yana sallayarak bana karşı çıktı.

"Birisini her şeye rağmen sevmek sevgi değil saplantıdır. Küçüksün, göremiyorsun. Birini sana yaptığı baskıya rağmen sevmek sevgi değil psikolojik şiddettir. Seni kısıtlıyor, canı istediğinde sana bağırıyor, her gün istediği kızla konuşuyor ve yanına herhangi bir erkeğin yaklaşmasına bile tahammül edemiyor. Canı istediğinde seni öylece arkasında bırakabiliyor..."

"Sus," diyerek ona bağırdığımı ve sözünü kestiğimi hatırlıyorum. Onlarca film izlemiş, kitap okumuştum. Aşk buydu, on yedi yaşındaydım. Hissettiğim duyguya inanıyordum.

"Sen sevgiden anlamazsın ki." Onu ardımda bırakarak odasından çıktığım o gün, Yekta'yı Arslan için ilk defa gerçekten kırdığım gündü." Derin bir nefes alarak sustuğunda devam etmeyeceğini sandım fakat devam etti.

"Son gün ise onu ardımda bıraktım, bana kızabilirsin. Bunu ona nasıl yaptın diyebilirsin ama sadece sevdiğimi ve sevildiğimi sanıyordum. Gördüğüm şiddetin farkında bile değildim. Gün sonunda beni öpüyordu, bana sarılıyordu. Ellerimi tutuyordu ve herkes onun yanında susuyordu."

"Peki nasıl evlendiniz?" diye sordum duyduklarıma karşı verecek bir tepki bulamadığımda. Yanındaki biradan büyük bir yudum daha aldı.

"Onsuz içtiğimi duyarsa ağzıma sıçacak," dedi sorduğum soruya cevap vermeden. "Bir zamanlar sevginin altına saklanmış kıskançlık olduğunu sandığım bu hareketi şimdi o kadar düşünüyorum ki." Gözleri dolmuştu. Birkaç yudum daha aldı ve devam etti.

"Neden, neden o istediğini yaparken ben yapamıyorum? Kadınım diye mi? Sevgilisiyim diye mi? Neden beni koruması gerekiyor, neden beni koruması gerektiğini söylerken bana en çok o zarar veriyor. Ben bunun aşk olduğuna nasıl inandım."

"Zehra," diye mırıldandım. O kadar çok şey olmuştu ki hiçbir cümlem onu ve hissettiklerini kurtaramazdı, biliyordum.

"Bazen hatalar yaparız, bazen dönüşü yoktur ama bir gün elbet bir kapı açılır."

"Benim hatalarım sadece beni değil onu da mahvetti," dedi Yekta'yı kast ederek. "Evlendiğimiz gün, babam ve annemin ölümünün üzerinden daha bir ay geçmişti. Yekta mutluydu, bir insan ailesi ölünce sevinir mi? O sevindi, beni ve kendisini o çukurdan kurtaracağı için sevindi. Gece beni karşısına aldı, konuştu. Kendisi için değil ama benim için umutluydu, çalışacaktı, özel ders aldıracaktı. Okutacaktı, onun hayatı çok uzun süre sadece bendim. Umutlu bir şekilde baktı gözlerime, onu ilk ben terk ettim Akasya, dinledim, hayallerine eşlik ettim." Duraksadı sonra bakışlarını kaçırdı.

"Sabah gidip evlendim ve yüzüne bir zafer kazanmış gibi baktım. İlk yenilgim, ilk zaferimle aynı gündü. Yekta mahalleden giderken, ellerim Arslan'ın ellerindeydi. Kazanmış gibi hissediyordum. Benim onu bıraktığım gibi beni bırakmalıydı, bu şehirden gitmeliydi. Hak ettim, yaşanan her şeyi hak ettim." Ona karşı çıkmak için cümlesini kestim.

"Hiç kimse şiddeti hak etmez."

"Öyle işte," dedi ona teselli vermeme engel olarak. Böyle kestirip atması bir teselli istemediğini anlamamı sağlamıştı.

"Bana gelip senden bahsetti," dediğinde kaşlarımı çattım. "Arslan tırların başına gider ayda bir kere, o vakitlerde beni görmesine izin vermeyen bendim. Umudunu kesmesini gitmesini istiyordum, o da üstelemiyordu. Uzakta kalıyordu, belki de kendimi suçlu hissetmemi istemiyordur bilmiyorum. O kadar merhametli birisi ki bu durumda bile beni düşünür. Benimle konuşan kişi genelde Eren olur, onun da Yekta ile konuştuğunu kimse bilmez."

"Arslan kızmıyor mu?" dedim Eren ile konuşmasını kast ederek. "Efe, Sergen ve Eren'e ses çıkarmaz, kardeş gibiler."

"Bana geldi, senden bahsetti. Ona anlattıklarından bahsetti."

"Ne?" dedim kendime engel olamayarak, ona gideceğimi de söylemiş miydi?

"Kızma, Yekta kolay kolay çıkmaza giren birisi değildir. Yıllar sonra konuştuğu kardeşine gelip seni anlatacak kadar değer vermiş sana ve bir o kadar da çıkmaza sokmuşsun onu." Söyledikleri içimin acımasına sebep oldu.

"Kaç şehir gezdin, bütün bunları neden yapıyorsun bilmiyorum ama tanıştığın kimsenin bu kadar yaralı bir hikâyesi olduğunu sanmıyorum," dedi ve elindeki şişeden bir yudum daha aldı.

"Yekta'yı sevme sebebin belki de budur. Gerçi seviyor musun onu da bilmiyorum, Yekta sevdiğini değil, etkilendiğini düşünüyor. Fakat ben bambaşka bir şey görüyorum." Onu öptüğümde, beni öptüğünde. Yalnızca onunla beraber olmak için birlikte olduğumu düşünerek mi böyle davranmıştı?

"Sevgi değildir belki ama değer veriyorsun Akasya, belki de yaralı olduğu içindir. Böyle derin bir hikâyeye dokunduğun içindir. O da sana değer veriyor, görüyorum. Hiçbir şey anlatmamışsın ama yaralı bir geçmişi var diyor. Yekta zeki bir adamdır, yapılan bir şeyin sebeplerine bakmaz. Onun için önemli olan sonuçlardır, senin anlatmadığın sebepleri arıyor. Sana hak vermek için çabalıyor." Bir kere daha onunla huzur dolduğumu hissettim. Belki de yalnızca bunun için sevebilirdim onu.

"Yapma," dedi Zehra bana dönerek. "Ya şimdi git ya da hiç gitme. Aylar sonra birbirinize bakışınız bambaşka olacak. Acı çekeceksiniz, Akasya. Gitsin isterim, bugün seninle beraber terk etsin bu şehri isterim ama onu tanıyorum. Beni ardında bırakıp gitmez. Belki şimdi gidersen üzülür ama ileride, sana daha çok bağlandığında paramparça olacak." Bana söylediklerinden ne anlamam gerektiğini bilemezken devam etti.

"Bunun için bana kızma, o bencil değil ama ben bencil birisiyim. Onun için ve kendim için her şeyi yaparım. Sana yaşadıklarının en ufak kısmını anlattım. Bütün bunların üzerine bir de âşık olduğu kızın öylece gitmesini izlemesine izin veremem."

"Bana âşık değil ki," dudaklarımdan dökülen kelimelere engel olamamıştım. "Biliyorum değil ama ileride verdiği bu değerin aşka dönüşeceğini de görebiliyorum."

"Onu terk etmemi mi istiyorsun?" dedim içimde oluşan boşluğa engel olamayarak. "Zaten bunu yapmayacak mısın? Sadece daha erken yapmanı istiyorum. Daha normal hayatları olan birini bulursun. Bir bara gider istediğin adamla sevişirsin. Özgürsün, bu hayat senin hayatın. Sabah kalktığında ne o adamın kalbi kırık olur ne de senin ama Yekta'yı böylesine sevdiğini söyleyip, ona sarılıp, ona değerli hissettirip, onu kendine âşık edip gitmene öylece izin veremem."

"Anladım," dedim ona bir cevap vermeyerek. Haklıydı bir gece kulübüne gidip istediğim adamla beraber olabilirdim, sabah uyandığımda ismini hatırlamayabilirdim. Bunu yaptığım da olmuştu. Buğra ile tanışmış, onu sevmiş, birlikte olmuştum. Fakat tüm bunlar olurken o da ben de sadece takıldığımızın farkındaydık. Aramızdaki tensel çekim ve iyi arkadaşlıktan ileriye giden bir durum değildi.

Şehirler değiştirmiştim, şimdiye kadar sadece iki adamın hayatına duygusal anlamda girmiştim. Bunlardan bir tanesi Buğra'ydı. Bugün yüzleştiğim gerçek, onun bana duyduğu öfkeydi. Hiçbir şey söylemeden Zehra'nın yanından kalktığımda arkamdan gelmediğini biliyordum. Pantolonumun cebinden kulaklığımı çıkartarak taktım.

Nazan Öncel'in sesi kulaklarımı doldururken korktum.

Güz yaprakları düştü,

Gazeller oldu.

Böyle acı bir hayatı ellerimle daha da kötü bir hale getirmekten korktum.

Bulut indi yeryüzüne,

Sevdalı oldu.

Ona âşık olmaktan, onun bana âşık olmasından korktum.

Bir avuntu, biraz keder,

Böyle bize neler oldu?

Buğra'nın hislerini düşündüm, Yekta'nın da bana bir gün öyle bakmasından korktum.

Bu ayrılık bir de hasret,

Çekilmez oldu.

Geçmişte kaldığını sandığım o nefretin beni yakamdan tuttuğunu, on yedi yaşımın önüne oturttuğunu hissettim.

Buğra'nın gözünde gördüğüm o nefretin aylar sonra Yekta'nın yüzünde olmasından korktum.

Yedi yaşına umut olmak isterken, yirmi yedi yaşına bir acı bırakmaktan korktum.

Bayırdan aşağı doğru yürürken içimde bir uçurum olduğunu hissettim, yolları düşündüm. Beni buraya sürükleyen geçmişi düşündüm. Yürüdüğüm yollar birer birer silindi, bazı hisler ve anlar birbirine bağlıdır. Bugün, onu terk etmekle etmemek arasında kalmışken hissettiğim acı beni yirmi dört yaşımda geçmişin önüne bıraktı.

Gün yeni doğarken, bütün birikimimi alarak İstanbul'u terk ettiğim gece düştü gözlerimin önüne.

Benim terk ettiğim ilk şehir, geçmişimdi. Ben ilk kendimi terk ederek çıktım yola. Belki de sadece bu yüzden bu kadar kırgın devam ettim yıllarca.

Zihnimin, o anları o günü düşünmesine engel olamadım. Geçmiş bir zehir gibi içime yayılırken adımlarımı hızlandırdım.

Ay karanlık, hep karanlık.

Yüzün bize döner oldu.

Derin bir nefes aldım ve gözyaşlarımın akmasına izin verdim.

Bir ihtimal daha vardı,

Felaket oldu.

Aylar sonra bu şarkıda aklına ben düşer miydim?

Gitme, gitme,

Gitme, kal bu şehirde.

Birkaç ay geç ya da erken fark eder miydi? Şimdi gitsem, bir aya beni unutur muydu?

Gitme, gitme,

Yazık olur bize.

Yavaş adımlarla kalenin sokaklarında yürürken içimde insanlara bıraktığım acı vardı. Bugün geçmişimden bir adamla yüzleşmiştim. Bugün bana uzattığı ellere rağmen bir başına bırakacağım adamın hayatıyla yüzleşmiştim.

Kalbim bugün kötülüğüyle yüzleşmişti ve ben verdiğim acıyı geri almak istedim.

Şehirler değişti, insanlar değişti ama hissettiklerim ve geçmiş hep aynıydı. On yedi yaşım, bana bir kapının ardından baktı. Babam suçlu gözlerle baktı, ölü bebekler ağladı. Kulaklarımdaki şarkı kısıldı, bir ağıt oldu. Yaşayamadığı onlarca yaşıyla beraber küçük bir erkek çocuğunun sesi içimin boş sokaklarında yankılandı.

"Zamandan ve geçmişten kaçamazsın Akasya!"

Sevgili günlük,

Gerçekler hep çok acı. Yalanların güzelliğine saklanmak istiyorum. Bu gece ilk kez birini terk etmekten korkuyorum. Yirmi dört yaşımı, yarım bırakıyorum.

Evet, yine ben geldim. Bölüm nasıldııı? Yazarken beni inanılmaz zorlayan bir bölüm oldu. Zihnim o kadar dağınık ki bölümü bir araya toparlarken ayılıp bayıldım ama geldik!

Akasya hakkında düşüncelerinizi buraya;

Zehra hakkındaki düşüncelerinizi buraya; (Zehra Akasya'ya git derken haklı mıydı?)

Buğra hakkındaki düşüncelerinizi buraya; (tepkisinde haklı mıydı?)

Yekta hakkındaki düşüncelerinizi buraya alayım; (Sizce Yekta Akasya'nın gittiğini anladığında ne düşünecek?)

Varsa teorilerinizi de buraya alayım bari 🥵

Son olarak ınstagram hesaplarımızı bırakayım;
Kitabın resmi sayfası: 45.durak
parodiler: yektaemirilgaz / akasya.ozkan

Kişisel hesaplarım:
Instagram/ ibusra.nur
Twitter/ ibusranurr

Paylaşımlarınıza beni etiketlemeyi ya da #kirkbesincidurak tagını eklemeyi unutmayın ki görebileyim.

Desteğiniz için, sonsuz teşekkür ve sevgi.

Continue Reading

You'll Also Like

YUVA By _twclr

Teen Fiction

733K 36.1K 50
Amelya 20 yıl sonra aslında ailesinin gerçek olmadığını intikam için bebeklerin karıştırılmasına nasıl bir tepki verecek gelin hep birlikte okuyup öğ...
1.7M 54.8K 24
"Zorla evlendik farkındasın değil mi?" dedim dehşetle. Umursamadı ve gözlerimin en derine bakıp, belimde olan eli belimi okşamaya başladı. "Evet kar...
854K 58.8K 35
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...
124K 5.9K 18
Staj yaptığım hastanede karışan o kız çocuğu bensem?