Gül KOZASI

By 0Astrolojik

880K 53K 22.7K

"Demez mi anası, topallığına bakmadan benim kızıma göz koymuş diye? Der. Bu konuyu bir daha açma anne." *****... More

1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
bölüm değil
39. Bölüm

21. Bölüm

20.6K 1.3K 738
By 0Astrolojik

Son kısımları düzenleyemedim çünkü şu sıralar işlerim çoook yoğun başımı kaşıyacak vaktim yok. Kusurlar mutlaka olacaktır.

Kakırca:🐀 ve Dağdan İnme:🐻 sizlerle.



Hareket etmemden kaynaklı sapasağlam ayakta dikilen Sancak'ın dengesini bozmuş bununla yetinmeyip yere düşmesin diye ellerimi kollarına sarmıştım. Onun kolları ise tıpkı benim kollarım gibi etime sarıldı. Yakındık. Etim yanıyordu içine düşüp kaldığı hararetli halden sebep. Nefesi şah damarımın üzerine konan bir anka, ankanınsa her teli etimi okşayan birer eldi. Daha bu sabah, evet bu sabah Gülbeyaz ile olan münakaşanın üzerine dimağıma sızan anılar beni korkutuyordu. Onun bunları hatırlamamı istemesi sürüklenerek öldürülmüş aciz geçmişime tutulan birer fardı. Göğsü inip kalkıyor, her kalkışında bana temas ediyordu.

     Savrulmuş ruhlardan geriye kalan beden tortuları dünyada mânâsızlığın içinde mânâ olmaya çalışıyordu belkide. Sancak'ın ruhu savrulmuş gibiydi. Gözleri eski canlılığını yitirmişti. Onun gözlerinin korkusuz olduğu zamanlarda zamanımızın en iyisiydik.

"Ses geliyor bir yerden Turgut," dedi Feride teyze. "Bahçeye biri mi girdi dersin?"

"Bu Asım gitmedi de bahçeye mi girdi acaba Feride? Ben bir kolaçan edeyim." Turgut amcanın sesiyle tırnaklarımı Sancak'ın etine saplıyordum.

"Sancak çok yanlış anlayacaklar." Sesim fısıltı halinde olduğundan Sancak'ın duyabilmesi için kulak hizasına konuşuyordum.

"Ben ağaçtan ineceğim," dedi elini kolumdan çekip yüzüme gelen saçları omzumun arkasına bırakırken. "Sen kalmaya devam edeceksin tamam mı Kakırca?"

Biz kendi aramızda konuşurken yeniden Feride teyze konuştu. "Asım niye kalsın Turgut! Gitmiştir çocuk."

"Anne," dedi Ayşe. Onu bulunduğum noktadan yarım yamalak görebiliyordum. Ağaca doğru yaklaşırken bakışlarını kaldırdı ve bizi gördü. Annesinin ve babasının karşısında olduğundan mıdır bilmem bir tepki vermedi. "Neyi bekliyorsunuz baba?"

"Bahçeden ses duyduk. Ortalığı bir kolaçan edeceğim kızım."

"Abimdir baba kim olacak? Siz gidin eve. Biz biraz oturacağız." Ayşe olağan bir şekilde salıncağa geçip oturdu. Bu kız ikidir bizi bokluğun içinden çekiyordu göreviymiş gibi ve bundan utanıyordum.

"Ben Sancak'ı arayacaktım. Dur neredeymiş bir arayım."

"Baba ben konuştum abimle. Beraber oturacağız."

Salıncakta oturan kardeşine bakarken suratına kocaman bir gülüş oturttu Sancak. Hatta Ayşe'yi gördüğümüzden beri biraz daha rahatlamış kendini bedenimden olabildiğince uzağa çekmişti ki bu ancak bir iki santimlik bir çekilişti.

"Eve geçince arayım o zaman," dedi Turgut amca. "Bekleyim mi Gülseli gelene kadar kızım?"

"Sağ ol babacığım, iyi geceler. Geliriz biz de abimle çok geç olmadan."

Turgut amca ve Feride teyze evlerinin köşeyi döner dönmez derin bir nefes verdim dudaklarımdan. Sırtımdan belime dek ter inmişti adeta.

"İnebilirsiniz Gülseli," dedi Ayşe kıkırdayarak. "Ama tabii oksijen seviyesini beğendinizse sizin bileceğiniz şey."

Ceviz ağacından bir ceviz kopardı Sancak ve salıncaktaki kız kardeşinin kafasına fırlattı. "Ah... Besle kargayı oysun gözünü!"  Ayşe'ye cevizi fırlattıktan sonra eğildi dizlerimin önünde ve ayağımdan silkeleyip atmaya çalıştığım böceği nazikçe ağaç dalına bıraktı.

Hemen sonra eğildiği yerden  doğruldu Sancak sol kolumu kavradı, diğer eliylede üstteki dalı tutuyordu kendini sağalama almak için. "İn hadi."

Merdivenden önce ben, sonrasında Sancak indi. Yanaklarım yanıyordu az önce olan bitenden sebep. Kalbimde bir uğultu, ruhumda bir tufan kopmuştu en sertinden, derin tortular oluşuyordu ruhumun kıyılarında ve kıymık kıymık batıyordu gözlerimin erişemediği en kaba yerlere.

"Yoruldun bugün," dedi Ayşe salıncaktan kalkarak. Yorulmamıştım o da biliyordu ancak utanmış olduğumu hissediyordu besbelli. "Gidelim biz sen de uyu." Bugün kaçıncı kez minnet duyduğumu unuttuğun kıza, "Yoruldum," dedim beni açıklama yapmak zorunda hissettirmediği için. Sancak'a bakmaya cesaret edemiyordum ama onun da sesi kesilmişti bir anda.

Onlar evlerine, ben de babaocağına döndüm. Gece, tüm gece gözümü kırpmadan bugün hatırladıklarımla haşroldu zihnimin hengameli odacıkları. Köprüler kuruyordu kendince yan evde olan herkesle. Ayşe bizi o şekilde görmemiş olsaydı ben her şeyi tek tek soracak ve Sancak'ın neden bunca zamanı herkesten, her şeyden uzakta yaşadığını, bacağının neden o hale geldiğini öğrenecektim. Oysa şu an sorsam o halden sonra kim bilir neler kuracak -belki kurmayada bilir- benden uzaklaşacaktı. Kolay kolay bağ kurabilen, hemencecik kayşanan biri değildim dışardan gözüktüğüm gibi işte tam bu yüzden konuşmaktan korkuyordum.

"Hiç beğenmedin eminsin değil mi Gülseli?" Annem evi süpürmek için elektirikli süpürgeyi fişe takmış hortumuna ellerini yaslayarak beni dün hakkında konuşturmaya çalışıyordu.

"Hayır."

"Dövmeli, küpeli, e sen Mühendis olsun çok isterdin hani."

"Bu kriterlere kimsenin uyabileceğini düşünmediğimden sevdiğim tüm özellikleri aynı anda sıralamıştım. Nereden bileyim ben bu özelliklerin artı boyunun boyumda olacak birinin varolduğunu."

"Kızım demiyor musun böyle seviyorum diye? Al işte tertemiz edepli çocuk." Annem bir türlü çalıştıramadığı süpürgenin hortumunu bir o yana bir bu yana sallarken dilinin altındaki baklayı çıkardı. "Sancak'a mı vereceksin diyor giderkende. Abisi sayılır diyorum hiç dinlemiyor." Annem bu cümleleri gözlerimin içine baka baka sanki 'yasak' der gibi söyledi. Kalbimin küflenmiş kapısındaki çelik zincirler ışıldayarak un ufak oluyordu benden iradesizce. Annem gözlerimin içinde, onun içindeki ise neydi bilmem...

Cevap vermeden fasulye fidelerinin diplerine çubuk çakacağım bahanesiyle salondan çıkıp alt kattaki kilerden bahçe malzemelerini aldım. Domates fideleri sarı çiçekle dolmuştu şu kadar zaman içinde. Fasulyelerin diplerini toprakla doldurmaya koyuldum elimdeki ufak çapayla. Babamın en masum hayaliydi tüm borçlar bittiğinde bu bahçede mangal yakmak, bahçe çapalamak, ağaç budamak, doğmamış torunlarının beşiklerini elleriyle yapmak, hatta bahçeye büyükçe bir fırın hayali vardı ama üzerine örtülen toprakla onlarda mazinin acı birer anısı olmuştu. Ağaç dallarındaki sesler, köyün içindeki tavuğun, kazın, ördeklerin, kuzuların sesi huzurdu.

"Gülseli," diye işittiğim sesle beraber arkamı döndüm. "Kolay gelsin kızım."

"Sağ ol Turgut amca." Araban inmiş bahçe duvarından bana bakıyordu yüzündeki mahzun ifadeyle.

"Sen bu oğlanı istemiyorsun değil mi kızım?"

"İstemiyorum."

Yüzüne aniden kondurduğu tebessümle eski gençliğine kavuştu hemencecik. "Elin küpelisine kalmadın ya tabii... Ben de şimdi camiiden geliyorum yine sordular istemiyor dedim."

Tebessümüne içten bir tebessümle karşılık verdim ne söyleyeceğimi bilemeyerek. O sırada yan evden Ayşe'nin sesi geliyordu coşkuyla.

"Ne kaybettin abi? Söylesene ben bulayım. Bulursam belki bana Canga alırsın. Olur mu?"

"Ben bulurum," dedi ciddiyetle. "Canga'yı da Kastamonu'ya inersek kutuyla al bu defa."

Sancak'ın önce sesi sonra görüntüsü girdi bahçelerine, erik ağacının dibine iyice eğildi sanki hiçbir şey göremiyormuş gibi ve dikkatle toprağın yüzeyini inceledi. Suratını pek net olmasada seçebiliyordum çöktüğüm fasulyelerin dibinden. Orada olmadığına inandıktan sonra doğrulmaya başladı ama tam o an kalbimden içeri üflendi ince bir sızı, Sancak doğrulurken sol bacağını fazla kasmış olacak ki bu duruma sinirlenerek sol elini üst baldırına sertçe vurdu iki kez üst üste.

"Sancak," dedi Turgut amcanın merhamet kokan sesi. Bir cümle kurmadı onun ismini telaffuz ettikten sonra bu bir uyarıydı benim burada olduğumu vurgulayan. Kimse Sancak'ın bacağı ile ilgili konuşmuyor hatta ona bu konuyla ilgili üzüldüklerini bile belli etmiyorlardı. Bu yara mıydı, yara bandı mıydı onlar için bilmiyorum ama kimse onunla alakalı tek kelime edemiyordu.

Sırtı bize dönük olan Sancak yönünü bize çevirdiğinde önce babasına ardından bana baktı. Onun bu tarafa dönmüş olmasıyla onu gözetliyormuş gibi hissettiğimden başımı çevirdim. Sırtıma batıyordu ok gibi gözleri. Konuşma seslerinin yerine ayak seslerini duyabiliyordum. Sessizlerdi, bir çığlığın yutulurken kulak zarlarını patlatması kadar da sesli. Bir çelişkinin kalbiydi kalbimin tüm duvarları.

Ben bahçenin çapasını bitirene dek Ayşe, Turgut amca, Feride teyzede kendi bahçelerinin işleriyle ilgilendiler. Sancak ise hâlâ kaybettiği şeyi arıyordu. Bu gece öğrenmeliydim her ne olduysa cesaretimi toplayıp.

"Gülseli," dedi daldığım yerden beni uyandırmaya çalışan Ayşe. "Yemek yiyelim gelde."

"Afiyet olsun size," dedim su toplayan avuç içlerime bakarak. "Annem bekler."

"Sanki Güney Amerika'ya çağırıyorum Kastamonudan. Gelsene işte."

"Annemin ilaç saati geldi. Bir şeyler yemiş mi bakayım. Sabah şekeri çok yüksekti."

"Hastaneye falan gidelim mi? Şimdi nasıl durumu?"

"Akşam çok kaçırdı hamurişini falan ondan oldu heralde." Bu sabah Yeliz teyzem annemi arayarak Aydın'a ne zaman geleceksin diye sorduktan sonra bu hale gelmişti. Kalbi kırık bir serçecikti hâlâ. En kötüsü de o serçe babası tarafından kırılıp dökülmüştü.

"Beraber gelin o zaman. Hem hep biz siz de yemiş gibi oluyoruz utanıyorum vallahi."

"Ne fark eder," dedim omuz silkerek. "Niye utanacakmışsın?"

"Madem fark etmiyor gelsene işte kızım," diyerek bize döndü Turgut amca. "Aynı baban gibi fark etmez deyip milleti kandırıyorsun."

Babamla ilgili konuşuluyor olması hep çok hoşuma gitmişti ama şimdilerde Turgut amcadan babamı duymak daha hoş, daha güzel geliyordu. "Çağır annene beraber yiyelim yemeği."

Ne kadar gerek yoktu desemde itiraz kabul etmeyen yanlarıyla beni ekarte etmeyi başardı Turgut amca ve eve gelip anneme söyledim davet ettiklerini.

"Sen git kuzum," dedi elinde kumandayla en sevdiği diziyi izleyen annem. "Ben gelsem yine fazla kaçırırım. Hem tansiyon hem şeker tavan yaptı yine. Olmadı biraz uyurum. Gece boyu uyuyamadım."

"Gitmiyorum anne," dedim oturduğu koltuğa çökerek. "İstersen babamın yanına gidelim. Ya da dolaşalım ama uyuma. Uyuyup uyanınca düzenin kaçıyor."

Dağılmış olan saçlarıma dokundu tüm merhametiyle, okşadı, dilinden güzel dualar döküldü gelecek için. "Gitmeyeceksin madem dolaşalım biraz. Açık hava iyi gelir belki."

"Gelir tabii annem. Hadi kalk giyin."

Elimde kalan tek varlığım. Mücadele edeceğim beni tüm inceliklerimle tanıyan tek kadın. Onun kutsal nefesinden dökülen her parçayla ayaklarımdan toprağa saçılan sancıyı bile yutuyordum. Yuttuklarımı ne zaman kusamayacağımı bilmeyerek. İstanbul'un göbeğinde yaşayıp tek tük yerler gezebilme imkanı bulmuş birçok insandan biriydim. İstanbul'un tüm büyülü ve nefes kesen güzelliği parayla endeksliydi. Bu korkutucu gerçeği babamdan sonra daha çok hisseder olmuştum.

Hazırlanıp evden ayrılmadan Ayşe'ye söyledim yemeğe katılamayacağımı ve o da elimi tutup gece yıldızları izlemeyi teklif etti.

"Bu sene sınava yeniden hazırlanacak mısın Gülseli?"

"Sınava hazırlansam ne fayda, bilgiyi öğrenmeyi bıraktıktan sonra öğrenmeye korkuyormuş insan. Sanki tekrardan başaramayacakmış gibi. Eski kitaplarıma bakıp ben nasıl çözmüşüm bu kadar soruyu diyorum."

Kolkola evin aşağısına yani köyün merkezine doğru yürürken bir yandan konuşuyorduk.

"Suçlu hissettiriyor  ama bana seni okutamamış olmak."

"Neden?" dedim adım atmayı bırakarak. "Senin için yapmadım ki ben hiçbir şeyi. Babam, sen ya da ben fark eder mi? Madem borç vardı o borç hepimizin borcuydu. Ödendi bitti çok şükür."

Köyün içine girdikçe çamurdan tabak, tencere yapan kızlar, ilkokulun bahçesinde meşin topla tek kale oyun oynayan erkek çocuklarının sesleri artıyordu. Kimi bahçede hanımeli, kiminde sümbül, kiminde güller vardı ama en güzel bahçe Sancak'ın özenle baktığı bahçeydi. Köyün gençleri buldukları ağaç gölgesinin dibine çökmüş koyulttukları sohbetlerini ediyorlardı kiminin sırtı bize dönük, kiminin yüzü. İçlerinden biri bizi görünce karşısında oturan kişinin koluna dokunarak gözleriyle işaret etti. Gençlerin arasında bir kıkırdama oldu ve tam o an koluna dokunulan kişi bize döndü, Asım. Havalıydı. Onu diğerlerinden ayıran birden fazla şeye sahip olduğu aurasından belli oluyordu.

"Anne," dedim Asım oturduğu yerden kalkarken. "Halamın eve mi geçsek?"

"Saklambaç mı oynayacağız, Gülseli? Allah'ın emriyle istediler biz de olmaz dedik."

Asım'a bakmıyor olsamda gözlerinin biz de olduğunu hissediyor bundan ve rahatsız olmuştum. Utanıyordum en basiti onca kişinin bunu biliyor olmasından. Annem hiç bozuntuya vermeyerek mezarlığın olduğu yola yürümeyi sürdürdü koluna taktığı benle beraber. Geriye kalan her şey o yolun başında ufalmıştı. Benden ziyade annem acının kalbiydi. Eve dönüş yolunda ağaç gölgesinde hâlâ oturan gençler vardı ve Asım yine oradaydı. Bizi görür görmez yine ayaklandı bu defa durmak yerine hareket kazandı bacakları bizim yanımıza gelinceye dek. O her adım attığında ben annemin kolunu daha sıkı kavrıyordum.

"Fatma teyze," dedi iyice yanımıza yaklaşan Asım.

"Buyur Asım," diyerek karşılık verdi annem.

"İstanbul'a ne zaman döneceksiniz?" Sorusu ve neden sorduğu çok netti. Ses tonu, diksiyonu, giydikleri oldukça genç ve hoş gözüküyordu. Kısa kollu tişörtünden görebildiğim kadarıyla dirseğinin dört parmak altında kolunun çevresini iki santim genişliğinde saran iki halka dövmesi daha vardı. Sağ elinin üzerinde ve boynunda olan gül dövmeleri ise ciddi anlamda güzel gözüküyordu.

"Bu yaz köydeyiz Asım. Ne zaman döneceğimiz belli olmaz."

"Gülseli ile görüşmek istiyorum," dedikten sonra gülümseyen bir suratla bana döndü. "Sen de istersen tabii. Tanımadan reddetmek kolaya kaçmak bence." Bu kadar cesur olmasını katiyyen beklemiyordum. Üstelikte oldukça kibar. Ben cevap veremeden arkamdan işittiğim sesle tüylerim diken diken oldu.

"Asım," dediğinde ses tonundaki ham öfke köy meydanında yankılandı. Yanımıza yaklaştı. Sol yanıma dikildikten sonra gözleri yalnız Asım'ın üzerinde dolanıyordu. "Olmuyor Asım. Bak burası köy yeri. Herkes yanlış anlar. Geldin edebinle istedin. Ama böyle köy meydanını İstanbul sanmak olmaz! Dün olmaz olan bugün de olmaz!"

Annem susuyordu. Normalde tam çirkefleşmesi 'Sana ne Sancak ya da millet kim oluyormuş' demesi gereken yerde dut yemiş bülbül gibiydi.

"Ben de olmayacağını bildiğimden İstanbul'da daha medeni şekilde görüşmek istediğimi söylüyordum abi. Yoksa tabii ki Gülseli'nin istemeye geldik diye 'evet' demesini beklemiyordum."

"Medeni?" dedi tek kaşını havaya kaldırarak Sancak. "Sen Gülseli'yi nereden tanıyorsun da neyi isteyip istemeyeceğini biliyorsun?"

Asım hadifçe gülümsedi. "Bilmem. Küçükken aynı sınıftaydık belki oradan."

Sancak sağ elini Asım'ın omzuna uzattı, o elini uzatırken keten gömleği bileğini açığa çıkardı ve geçen gece salıncakta kaybettiğim tokamı bileğinde gördüm. O toka benim tokamdı bundan emindim çünkü Ayşe'nin saçları küt kesimdi ve asla toplamıyordu. Ayrıca benim tokalarımın üzerinde bronz renkte ufacık bir metal kare yapışıktı. Bu tokaları Almanya'ya gittiğimizde almıştım.

"Gülseli olmaz dedi. Olur deseydi olurdu zaten Asım."

"Abi," diye itiraz edecek oldu Asım ancak Sancak fırsat vermeden kestirdi cümlesini.  "Olmaz!"

Hiç bakmadığı yüzüme anca o dönerek, "Hadi eve," dedi. Cümlelerinde keskin bir kıtlık vardı bazen. Onu anlamak anlamaya çalışmaktan daha güçtü. Biraz anlasam tüm formüller yerine oturacaktı ama o formülleri kilitli kasalarda tutmaktan son derece memnundu.

Asım iyi günler dilekleriyle uzaklaşırken biz de eve doğru yürümeye başladık keskin bir sessizliğin kopardığı feryatla.

"Halamın evinde hırkamı unutmuşum dün," dedi annem sıkıntıyla. "Başka hırka da getirmemişim yanıma. Dönüp alsan Gülseli olur mu?"

Havalar iyiden iyiye gündüzleri sıcak olsa da akşam üzeri bazı geceler esinti oluyordu.

"Asım kendisi için gidiyorum sanarsa ya? Çocuğa ümit veriyormuş gibi olacak."

"Beraber inelim gel," dedi Sancak sol kolumu üstten çok hafifçe kavrayarak.  Aramızda olan duvarlar çatlayarak yamuluyor ve her defasında sınırlarımızı ihlal ediyorduk. "O da her halttan ümitlenmesin."

"İyi madem çabucak dönün. Halam kalın derse annem rahatsız de."

"Olur anne."

Annem eve doğru yükselen oldukça hafif eğimli yokuştan çıkarken biz de büyük halamın evine doğru inmeye koyulduk.

"Nereye gittiniz?"

"Babama."

"Mezarlığa bu kadar sık gitmek iyi değil Gülseli," dedi sol kolumu bileğimden sımsıkı kavrarken. "Hayat yaşadığın andadır. Oysa sen çoktan ölmüş üzerine toprak atılmayı bekleyen biri gibisin." Şaşırdım bu cümleleri benden hayata karşı daha karamsar olan birinden işitiyor olmaktan. Bazen insanlar gerçekten kendilerini göremiyordu.

"Sen benden beter gözüküyorsun..."

"Çünkü senden beter durumdayım," dedi tuttuğu bileğimi başparmağı ile okşarken. Tenimin üzerinde dolanan parmağı damarlarımı titretiyordu adeta. O yalnız bileğime dokunurken kalbim alev alıyordu. "Senden bin beter durumdayım ben."

"Ailen," dedim bacağından şikayet edeceğini düşünerek. "Senin hep yanında. Baban, annen, kız kardeşin seni seviyor. Sen de onları seviyorsun."

"Sevdiğim birçok şey elimden gidiyor tıpkı seninkilerin gittiği gibi." Gözleri yüzümün her yanında dolaşıyor, parmağıysa durmaksızın damarlarımı ayağa kaldırırcasına hareket ediyordu.

"Ben galiba babamın gidişindeki aniliği kabullenemiyorum," dedim öz eleştiri yaparak.

"Kabullen! Mezara gidip geldiğin günler ölü gibisin. Gitmeden önce ne kadar enerji doluysan öyle ol. Öyle olamayacaksan gitme!"

Normal günlerde deliler gibi enerji doluydum erken kalkar kahvaltı eder, yapılması gereken şeyleri halleder, güler eğlenir eğlendirirdim ama mezarlığa gittiğim günler ve onun ertesi günü tıpkı Sancak'ın dediği gibi ölüden farksızdım. Halamın eve gidip annemin hırkasını aldım. Merdivenlerin dibinde eli cebinde bekliyordu beni bahçede. Tam merdivenlere inecekken halam yine yapacağını yaptı.

"Abisiymiş de bilmem ne.... Peh! El evine gelin gidersen aklın yok Gülseli! Aslan gibi adam. Asım'ı sizin yanınızda görünce nasıl indi iki dakikada."

Evden peşim sıra çıkan Selvinaz hala merdivenlerin dibinde dikilen Sancak'ı görünce kikirdedi.

"Len dürzü emme yalancıymışsın sen de." Elinde bir baston, yüzünde, ellerinde derin çizgiler, gözlerindeyse on sekizlik genç bir kız yatıyordu.

"Ne yalanı hala?" dedi elini cebinden çıkarıp bize dönerken Sancak.

"Ayşe miydi geçen sene ağacın tepesine kuş gibi konduğun kız? Ayşe ne vakit saçlarını beline kadar uzattı da benim haberim yok! Yaşlandım oğlum ben, delirmedim çok şükür. Tuttun aha bu kızın elini kopturup kaçtınız köy meydanında. Kör müyüm oğlum ben?"

Tuttuğum hırkayı sımsıkı sıkarken gözlerim benim kadar afallamış Sancak'taydı. Dudaklarında belli belirsiz bir kımıltı belirdi net göremesemde hemen ardından, "Hadi Gülseli," dedi.

"Len Sancak, eğer bu kızı alma karınca kadar aklın yoktur derim vallahi. At gibi kız len."

"O nasıl laf öyle hala?" dedim merdivenleri seke seke inerken. "Vallahi annem duysa iki gün durdurmaz köyde."

"İyi iyi abi kardeş gidin bakalım. Bir avlunum içinde nasıl olacaksa o."

"Olur hala," dedim kendimden emin bir sesle. "Yok öyle bir şey."

"E şimdi yok belli ama bu oğlanın gözler kartal gibi." İşaret parmağını merdiven korkuluklarında gezdirerek bir şeyler yazıyormuşçasına hareket ettirdi. "Sancak seni gelini edecek göreceksin."

"Hala olmadık şeyler söyleyip ortalığı ayağa kaldırma!" dedi Sancak son derece otoriter sesle. "Öyle bir şey yok."

Biz avludan çıkana dek arkamızdan az önceki konuşmalarına benzer cümleler kuruyordu. Okulun önünde oynayan çocuklar ve ağaç dibindeki gençler hâlâ sohbetlerine devam ediyorlardı. Sancak'ın gözleri bir ara gözlerime dokundu hemen ardından ağaç dibindeki Asım'a ya da diğer herkese.

"Ben giderim eve eğer onlara katılmak istersen."

"Yürü," dedi evin yolunu gözleriyle işaret ederek. "Ne söyledi Küpeli Zibidi ben gelmeden önce?" Merakını gizlemeye hacet görmeksizin kurduğu cümlenin apaçıklığı içime litre litre benzin dökmüştü. Bir tutam kibrit yahut bir kıvılcımla alev alacaktım neredeyse.

"Ne duydunsa o. Başka ne söyleyebilir çocuk?"

Eve doğru hafif eğimle yükselen toprak yokuşu çıkarken ikimizinde sesi kesilmişti. Cesaretsizliğin cirit attığı dilimi masallardan fırlayan aç kurtlar mı yok etmişti yoksa Gülbeyaz olayından sonra firar etmeyi mi tercih etmişti bilmiyorum. Sağ koluma aralıklarla sol kolu değiyor hatta minik çarpışmalar yaşıyordu ellerimiz. Köyü mis gibi iğde çiçeği kokusu kaplamıştı. Sol tarafımda kalan iğdeağaçlarına yaklaştım doya doya kokladım.

"Ayağına diken batacak Çalı, çık oradan."

"Batsın," dedim omuzlarımı silkerek.

"Sancak bana şu daldaki iğde çiçeklerini koparır mısın?"  On iki yaşındayım. Sancak'ın okuldan geldiği ve bana kolyeyi hediye ettiği zamandan sonra. Unutmamı söylememişti henüz.

"Koparamam Gülseli. Sen de koparma," dedi Sancak bize son derece öfkeli bakarken. Bu defa yanımızda Ayşe de var. Elinde kümesten kaçırdığımız yumurtalar, saçlarının arasındaysa tavuk tüyleri.

"Ne kıymetliymiş yumurtalarında, büyüyüp ev yapınca öderim paranı pinti."

"Pintiymiş," dedi bir Ayşe'nin bir benim saçlarımdan tavuk tüylerini toplarken. "Babaanneme söyleyim de sizi evin önüne bile bırakmasın."

"Dikiş makinasına ayağımızı bağlıyor ama ben kaçmanın yolunu buldum ki."

"Bulmasan hatrım kalırdı tazı... Kafan hep hinliğe çalışıyor."

"Yoo,"  Bir taraftan iğde ağacına yürüyüp bir taraftan Sancak'a laf yetiştiriyordum. "Derslerim de iyi merak etme. Tek akıllı sen değilsin diye kıskanma!" Ağaç dibine yaklaşıp parmak uçlarımın üzerine dikilerek dikenli dallara uzandım. Ağaçtan dökülen kuru, ince odun parçaları ayaklarımın altında çıtırdıyordu ve lastik terliğimin altına dikenli dallardan biri saplandı. Feryat figan bağırdım ayağıma batan dikenin yarattığı acıyla.

"Of Gülseli, of!" Sancak benden bıkmıştı, üstelikte yeni gelmesine rağmen. "Bekle geliyorum."

"Gelme!"

"Sana sormayacağım." Ayakkabısının ucuyla dikenleri eşeleyerek benim yanıma sağlıklı şekilde ulaşabildi. Kenara beni taşıdıktan sonra terliğin dibine batan dikeni tek hamlede çekti. Ayağımdan çıkan kanın rengi beyaz terliklerimi ala boyamaya yetmişti.

"Batsın," dedim çocuk Gülseli kadar inatçı olan tutumumla.

"Senin karşında çocuk Sancak mı var, Gülseli?" Yönünü epeyce bana çevirmiş tek kaşı havada koruyordu her cümleyi.

"Evet çocuk Sancak yok, Dede Kılıklı var." İğde çiçeklerini doyasıya koklayıp yürümeye koyuldum. Peşimden geliyordu. Onun adım sesleri benim adımlarım kadar sert değildi. O cüssesine rağmen son derece sessizdi her adımı.

"Ama sen hâlâ çocuk Gülselisin."

Onun homurdanmalarını dinlemeden önce evin bahçesine sonra eve girdim. Annem ben gelene kadar duş almış ıslak saçlarıyla koltuğa oturarak şekerini ve tansiyonunu ölçmek için hazırlanıyordu. Her gün sırayla bir parmağına batan iğneden kan alıyor ve rakamları not ediyorduk. Gün aşırı yaptığımız zamanlarda ise annemin degil benim etim deşilirdi o iğneyle.

"Nasıl hissediyorsun kendini anne?"

"Bilmiyorum ki, iyi gibiyim sanki."

Tansiyonunu, şekerini ölçtükten sonra mutfağa geçtim ufak tefek bir şeyler hazırlamaya. Normalin bir tık üzerinde fakat sabahki ölçümlerine görede iyi sayılabilirdi annemin durumu. Hazırladığım şeyleri iştahsızca yedik. Annem hastalıkla boğuşurken ben onu kaybetme korkusuyla boğuşuyordum her an, her saniye. Babamı ziyarete güneşin en tepede olduğu saatte gittiğimiz için terlemiş kendi kendime kuruntulanarak duşa girmiştim.

"Gülseli ben dışardaki yünlere bakıyorum kızım."

"Ben de çatıda kırılan kiremitlere bakacaktım anne. Çok kırık yoksa değiştiririm iki dakikada. Sundurmanın olduğu yerdeki borulardan biri de çatlak galiba. Geçen gün verandaya su doldu oradan. Ardiyecilerden oraya uygun boru isteyeceğim ölçülerini aldıktan sonra."

Annem üzerine giydiği hırkası ve başına geçirdiği yemeniyle dikilmiş halde beni dinliyor ne söylersem başıyla tastikliyordu. "Ardiyecilerin numarası var mı sen de?"

"Babamın defterinde Koca Hasanların Ardiyesi yazan numara onlarındır. Kastamonu da kaç ardiyeci vardır ki hem?"

"İyi ara madem. Verandanın ahşabına çok para verdi baban zamanında sen o renk meşe istedin diye."

Yüzü güldü babamın lafı geçince, onun yüzü gülünce benim de güllerle doldu çehrem. Evin kenarına dün gece cevizin dibine kurduğum merdiveni kurup tırmandım. İlk etapta göze çarpan şeyler olmasada çatlak kiremet sayısı fazlaydı ve en kısa zamanda değiştirilmesi gerekiyordu.

"Çok mu Gülseli?" dedi annem aşağıdan iki elini alnına dayayıp gözlerine siper ederken.

"Çok çatlak kiremit var anne. Üzerine hafifçe yüklensem çatırdıyor." Kırılmış kiremitlerden birini yerinden kaldırıp toprak zemine attım. "Ufalanmış baksana."

"Hay Allah! Ardiyeciler kaç güne getirir ki Gülseli?" Annem yere attığım kiremiti inceliyordu bir taraftan. Biz annemle evle ilgili olacakları konuşurken bugün onun sesini ikinci kez bu kadar gür duydum.

"Gülseli," dedi Sancak'ın sert sesi. Elinde tuttuğu baltayı kırmakta olduğu ağacın tam orta göbeğine sapladı. "Ne işin var senin çatıda?" Bahçelerinden önce bizim salıncağın olduğu tarafa geçti gözlerini bir saniye üzerimden ayırmayarak. Davranışlarında bir ayan beyanlık mı var düşüncesinden beni silkeleyen şeylerin çokluğu kafamı çorbaya çeviriyordu, soğuk, mesafeli, suskun ama tüm bunların ötesinde her an yanımdaydı. Bunu yalnızca kadın-erkek çekimine bağlamak en mantıklı seçenek gibi gözüküyordu.

Adımları merdivenin dibini bulduğunda tekrar konuştu: "İn çatıdan!"

"Sancak," dedi annem son derece keskin sesiyle. "Ne oluyor?"

"Çatı da ne işi var yenge? Ona mı kaldı çatı tepelerine çıkmak?"

"Odunlarını kır, birbirimizi kırmayalım. Tamam Gülseli'yi sevmiyorsun ama bu kadar da olmaz!" Annem şimdiye dek sabretmiş olması bile mucizeydi. Sancak ileri geri kızarken bağırırken annem hep bana sabret diyordu. Halbuki şu an hep olduğu gibiydi, korumacı.

"Niye kıralım birbirimizi yenge?" dedi merdivenleri tırmanırken. Çok çevik, çok usta hareket ediyordu dün gece olduğu gibi. Merdivenden adımını kiremite attı ve bir çatırtı sesi daha duyuldu.

"Aferin Dağ Ayısı," dedim kırılan kiremite içim acıyarak bakarken. "Başka bir yere basma ufalayacaksın hepsini."

"Bana bak Kakırca!" dedi işaret parmağını sallarken. "Çatıdan hemen in!"

"İnemem. Kiremitleri değiştirmem gerek. Kiremitleri kırmadan asıl sen in." Beni dinlemiyordu. Beni dinlemediğini bana doğru attığı adımlardan anlayabiliyordum. Adım seslerine eşlik eden kiremet sesleri bam telime dokunuyor beni her an çileden çıkarıyordu.

Turgut amca, Feride teyze, Ayşe de evden çıkmış halde tıpkı annem gibi güneşe ellerini siper ederek bakıyorlardı. "Sancak, oğlum kiremitleri kıracaksın." Turgut amcanın yumuşak sesi ona etki etmiyor olacak ki adımları beni eğildiğim yerde durdu.

"Hadi Çalı Süpürgesi, in aşağıya."  Uzun boyu güneşin ışıklarını beden uzak tutuyordu üzerime düşürdüğü gölgesiyle.

"Çalıya dolanasıca!" Çürümüş kiremitlerin tekini daha yerinden kaldırıp kenara bıraktım.

Eğildi. Dizlerini tıpkı benim koyduğum gibi kiremitlerin üzerine koyduktan sonra yüzünde hakiki bir tebessümle konuştu: "Olur olur." Gamzesini belirginleştirecek kadar onu gülümseten bedduamı ilk kez adam akıllı düşündüm.

"Seni gebertirim! Nerede o kiremit?" Az evvel yakınlara koyduğum kiremite uzanmaya çalışırken bir yandan da ona olan öfkemi ellerimle belli ediyordum. "Senin o koca kafanı yarmaz mıyım ben? Deve Dikeni. Ver şu kiremiti bana!"

"Oldu. Var mı başka emrin Kakırca?" Kiremiti eline aldı, sonra toprak zemine attı. "Yarın beraber yapalım." Üzerimdeki vişne çürüğü dar kesim bodye baktı. "Döşünü bağrını kapatan bir şeyler giyersin hem yarın."

Gözlerimi göğüslerime indirdim onun kurduğu cümleyle birlikte, v yaka olan ve önünde dizi dizi düğmeler olan body eğildikçe çok hafif açılıyordu.

"Kim görecek? Bizim ev köyün en sonunda ne olsa."

"Erkeğim ben Gülseli," Elini önümüzdeki sağlam kiremite hafifçe indirdi. "Erkek! Sen görmüyor olabilirsin ama ben sapına kadar erkeğim." Bağrından çıkıyordu her kelime, her nefes. Kızıl renkli dudakları bu cümlelere can verirken aleni şekilde kımıldamıyor sesi gür çıkmıyordu. Dışardan gören biri onun konuşmadığını bile düşünebilirdi.

"Aç göster istersen bir de öküz!" Kalbimin uğultusu kulak zarlarımı parçalıyordu onun söylediği son şeyle. Canıma batan şeyler canına batıyor muydu bilmem. Onun gözlerinde sönmüş yıldızların karanlık tohumları cilveleşiyor her anında onu dibe çekiyordu.

"Daha vakti var. İn şimdi çatıdan."

Eğildiğim yerden içine çekilmekte olduğum öfkeyle doğruldum. Sağlam kiremitlerin üzerine dikkatle basarak merdivene yöneldim. Çatının ucuna dek o da yaklaşmıştı yüzündeki kazanma duygusunun verdiği böbürlenişle. Merdivenleri usul usul indim annemin itaat etmemden kaynaklı yüzü şaşkın olsa da toprağa adımımı atar atmaz merdiveni tuttuğum gibi çektim çatının ucundan.

"Hay Allah, görüyor musun basamakların çivisi gevşemiş," dedim toprağa merdiveni yatırırken. Elime geçirdiğim çekicin arka kısmını çivilere geçirip sökmeye başladım. Turgut amca ve. Feride teyze şaşkınca bir bana bir Sancak'a bakıyorlardı.

"Tüh, bizim de hiç bu kadar yüksek merdivenimiz yok," dedi Ayşe yanıma yaklaşıp göz kırparak.

"Ama yoruldum ben gördün mü?" dedim çekici kenara bırakıp. "Çay içip bir sezonluk dizi mi bitirsek. Merdivenle çatı bir gece bekleyebilir. Hava da sıcak hiç merdiven tamir edesim yok."

"Turgut, Feride e gelin madem çay içelim. Hava çok sıcak güneşte dikilmeyin." Annem yaptığımla gurur duyuyordu. Kimseye boyun eğme, kimsenin sana karşı boynu eğiliyor diye de sevme derdi. Eh Ramazan Bayraktar ve Fatma Bayraktar'ın kızları olarak boyun eğecek değildim.

Sancak çatının ucunda dikilmiş yüzünde hiç sevmediğim sırıtışıyla hâlâ bana bakıyordu. "Uzat Kakırca merdiveni."

"Kakırca degil. Gülseli hanım. Gülseli abla. Hatta Hanımefendi demeyi öğrenene kadar kal orada aklın başına gelsin."

"Abim bizden büyük iyide," dedi Ayşe kikirdeyerek.

"Aklı küçük," dedim oturduğum yerden kalkıp. "Hadi gidip çay demleyelim."

"Kıyamam ki ama güneşte bırakmaya. Yazık."

"Üzülme Ayşe, mis gibi günbatımı izleyecek." Oturduğu yerden kalkarak benimle beraber evin ön tarafına dolandı abisine el sallayarak.

"Bana bak Çalı Süpürgesi beni buradan indirmezsen ne kadar kiremit varsa aşağıya indiririm." Ses tonu ciddi olduğunu göstermesine rağmen omuz silkerek onu oraya mahkum etmeye karar kıldım.

"Ardiyecilerden kiremit istedim. Kiremitleri atarsan adamların işlerini kolaylaştırırsın."

"Hangi ardiyeciden istedin?" Cevap bekliyordu ama cevap vererek onun merakını dindirmeye hacet görmüyordum. "Gülseli cevap versene."

"Git güneşlenmene bak Dağdan İnme."

Annemler çardağa geçerken yün çuvallarını da yanlarına çektiler. Ayşe'nin içi ne kadar el vermesede benimle beraber mutfağa kadar geldi.

"Niye kızdın abime?" Duvara asılı olan ahşap tereğin alt tarafında kalan sandalyeyi masanın kıskacından kurtararak çekip oturdu.

"Ayşe benim sana sormam gereken şeyler var ama aramızda kalacak tamam mı?" Çay suyunu ocağa koyarak masanın diğer tarafına geçtim.

"Ne soracaksın?" Yüzü az evvel ki kadar canlı değildi. Masanın üzerine bıraktığı ellerini birbirine kavuşturdu. Büyük gözleri kısıldı.

"Abinle ilgili ama konuşmak istemezsen anlarım." Konuşsun istiyordum. O konuşmazsa ben kimseye soramazdım. Kimse de bana özellikle bunları laf arasında anlatmazdı.

Sarmaşıklar kadar karmaşa dolu olan zihnimin içlerinde güveler vardı. Kimi anılar canlı, kimi anılar silik ve fersizdi. Karanlık bir sokağın soğuk çığlığı ruhumun örtüsüz olan her yerine üfleniyordu. Duyuyordum.

"Bilmiyorum. Yani ne soracağına bağlı biraz." Yanlış anlamasından korkarak elini tuttum hemen. "Yanlış anlama sakın. Yani dün gördüklerin gördüğün gibi bir şey değildi. Ben ağaçtayken o da çıktı, sonra Feride teyzeler bahçeye girince yanlış anlayacaklar diye çekindik."

"Hm," dedi solgun gözlerle. Oysa ben neşelenmesini bekliyordum. Onlar birbirine yakınlardı ve kıskanma olasılığı çok yüksekti. "Yok niye yanlış anlayım ki."

"Çok sevinirim. Çünkü benim çok az arkadaşım var."

Çayları bardaklara Ayşe boşaltırken ben de tabaklara kuruyemiş koydum. Kavun, erik ve kuruyemişgiller en sevdiğim yiyeceklerdi ve galiba bu nedenden ötürü babam yazın bu iki meyveyi hiç eksik etmezdi. Çardağa geçtiğimizde Sancak'ı orada görememiş olmak şaşırtsada mutlu etmişti beni.

"Gülseli," dedi Feride teyze boynunu sol yana hafifçe bükerek. "Yazık kızım. İndiriver artık."

Hayatım boyunca gördüğüm en ılımlı kadındı Feride teyze, kalbinde tek kuruşluk kötülüğün olmadığına adım kadar emindim. Turgut amcanın yanında bir avuç kalıyordu ufak boyu, açık teni, minik minik ama hafif etli elleri, yuvarlak çenesi ve kopkoyu renkli gözleriyle çok güzeldi. Babası okutmak istemiş ama Turgut amcayı görünce aşık olmuş daha on sekizinde. Okumadığına pişman olsa bile Turgut amcadan yana pişmanlığı yoktu.

"Vallahi seni çok seviyorum ama oğlun çok gıcık Feride teyze."

"Biliyorum Gülseli," dedi uzattığım çayı alırken. "Ama işte ana yüreği."

Salıncağın olduğu tarafa geçerek tek basamağını söktüğüm merdivene basamağı oturtup çiviyi çekiçle çaktım.

"Bana bak Kakırca, aklın varsa beni buradan indirmezsin!"

"Akılsız bir Kakırcayım o halde Dağdan İnme." Merdiveni onun inebileceği yere yaslayarak çardakta oturanların yanına gittim.

Ayşe sosyal medya kullanmam için bir kaç gündür ısrar ediyor zannettiğim kadar zor olmadığına ikna etmeye çalışıyordu. Paylaşmaya değecek kadar güzel yahut ilgi çekici bir hayatım yoktu. Sıradanlıklar içinde kaybolmuş birçok kişiden biriydim. Sandalyeye oturup çayıma bir kaşık şeker atıp karıştırdım. Benim oturmamın ardından evin köşesinden o belirdi esmer teni sıcaktan kızarmış, alnına boğum boğum ter birikmişti.

"Anne evin anahtarını versene," dedi çardağa yaklaşırken.

"Çay iç, hararetini alır Sancak."

"Elimi yüzümü yıkayıp gelirim Fatma yenge." Bana gerçekten kızmış olacak ki yüzüme zerrece bakmıyordu. Sancak'ın surat asması öyle komik gözüküyordu ki hepimiz aynı anda gülmeye koyulduk. Omuzlarımız silkeleniyor, gözlerimiz kısılıyordu gülerken.

"Az önce çatısında d vitamini depoladığın yerde ev oğlum," dedi annem. "Gir yıka elini yüzünü."

Elini alnına götürdü arkasını dönerken ve alnına birikmiş olan teri sildi. Sıcağa rağmen üzerine giydiği keten gömleğin ne kolları katlıydı, ne de tek düğme haricinde düğmeleri açıktı. Siyah pantolonunun üzerine dökülen gömlek bile uzun bacaklarını kısa göstermemişti. Ensesi ise güreşçilerin ki kadar kalın, güçlü gözüküyordu. Basamaklara geldiğinde sol bacağını atarken zorlandığını Feride teyze ile görmüştük. Bacağında tuhaf bir kasılma olduğu belliydi. Dizi bazı anlarda kaskatı kesiliyor attığı adımları etkiliyordu. Feride teyzenin gözlerinde gördüğüm şefkat yağmur gibi yağıyordu oğlunun üzerine.

"Gülseli," dedi annem bana bakarak. "Sancak'a bardak getir kızım."

"Olur anne."

Sancak girdikten bir dakika kadar sonra ben girdim dışarının sıcak havasının bulaşmadığı eve. Serindi. Öyle şahane bir serinlik olmasada dışarıdaki havadan çok daha iyiydi. Banyodaki su sesini duyabiliyordum henüz salona adım atmışken. Mutfağa geçip dolaptan ince belli bardak, bardak altlığı, çay kaşığı çıkardım. Su sesi kesildi, yerdeki parkeye çarpan ayak seslerini mutfak kapısında işittim.

"Demli içiyordun değil mi?" Cevabını duymak yerine sandalyenin sürüklenme sesini duydum. Bardağı çayla doldurduktan sonra ona döndüm yönümü, kimi anlarda alnına serpilmiş olan saçlarını, ıslattığı eliyle geriye yatırmıştı. Sol eli bacağında duruyordu. Onun bu hali kalbime kurulmuş olan mayınları patlatıyordu birbiri ardına. Patlayan her mayın boğazıma kadar kanla dolduruyor, tırnaklarım etlerinden sökülüyordu. Bir yanım ona kıymak isterken öbür yanım koşulsuzca onu anlamak için direniyordu.

Oturduğu sandalyenin karşısında olan sandalyeye değil, hemen çaprazında kalan ve beni ona en yakın kılan sandalyeye oturdum. "Bacağın mı ağrıyor?"  Gizlenmeye gerek duymadan sorduğum soruyla yüz ifadesi zerre değişmedi.

"Ağrıyor," dedi onaylayan bir sesle.

"İlaçlarını kullanmıyor musun?" Sol dizine sağ dizim değiyordu ama bundan rahatsız olmuş gibi de durmuyordu.

"Hayır." Tek kelimelik cevaplarını sevmiyor olsamda gerçek ve samimiydi cevapları.

"Neden? Kullanmadığın günler dizinin çok fazla kasıldığını görebiliyorum. Aynı haptan annemin de var," dedim oturduğum sandalyeden kalkarak. "Aksatma haplarını." Bir bardak su ve ilaç poşetiyle yeniden döndüm yanına. "Gözlerinin altı uykusuzluktan mı, ağrıdan mı?"

Haplardan birine elini değdirmeden dudaklarının arasına aldı, getirdiğim suyla beraber yudumladı.

"Sadece birine atamam suçu. Ama bir suçlu varsa o benim." Bardağı masaya bırakıp elini yüzüme uzattı, göz altımda oluşan ve uykusuzluğun verdiği soluk halkalara dokundu. "Senin peki, senin neyin var?"

Gülümsedim hâlâ eli yüzümdeyken. Gülüşüme dokunmuş kıvrımlar Sancak'ın avuç içine dokundu soluk, biraz belirsizce. "Yalnız birine atamam suçu. Birden fazla suçlu, birden fazla gardiyanım varmış gibi."

"O zaman o hapsanenin müdürü oluruz biz de." Baş parmağı gözümün hemen altındayken kurmaya başladığı cümlenin sonuna yaklaşırken avuç içini yanağıma yasladı. "Zihnininde gardiyanlar ve suçlular varsa ya kendi hakimin, ya oranın müdürü olmalısın Gül Kozası."

Gül Kozası...

Gül Kozası...

Şimdiye dek bana takmaya çalıştığı garip garip lakapların her birinden çok daha güzel, özenli, hatta bağrımı en çok yarandı. Bağrım bir tuvalin ortadan ikiye yarılışındaki dramatik son gibi yarılıyor ve onun bana söylediği son şey yeşeriyordu, Gül Kozası. Kızamıyordum. Hayır zaten kızmakta istemiyordum. Yanağıma konmuş olan avucu soluk tenime kızıl renk bahşediyordu içten içe beni ısıtarak.

"Hadi gidelim." Oturduğu yerden doğruldu. Avuç içi yanağından sonbahar yapraklarının fersizliğiyle döküldü. Çırılçıplak kaldım. Ruhum yeniden soğudu teninin sıcak nefesi soğuk benliğimden çekilirken.

Başımı iki yana kendimi bulabilmek için salladım. "Sancak bardağını kendin çıkarsan ayıp olur mu? Ben de çaydanlığı alacağım."

"Ayıp olur," dedi Sancak giden neşesini yeniden bulan kızıl dudaklarıyla. "Ben misafirim hizmet, hörmet isterim."

"Aman, iyi be," diyerek çirkefleşiyordum ki geriye dönüp ocaktaki çayın altını kapatarak çaydanlığı aldı. "Hadi."

Onun için doldurduğum çay bardağını alarak peşine takıldım. Onların ev ilk olarak ufak hole açılıyor bizimki ise salona açılıyor, salonun bir köşesine ufak koridor dönüyor orada ise ilk önce mutfak, onun hemen yanında benim odam, annemlerin odası, misafir odası diye ilerleyip gidiyordu. Mutfaktan ufak koridora oradan da salona ve sonunda verandaya çıktık. Çardakta annem ve Feride teyze oturdukları yerden yün didiyor, Turgut amca ise Ayşe'nin kendisine heyecanlı heyecanlı anlattıklarını dinliyordu.

"Beşiktaş'taki özel bir kolejin okul öncesi öğretmene ihtiyacı varmış. Gerçi hiç ümidim yok. Ama denemeye değer gibi."

"Beşiktaş bizim eve çok uzak kızım. Nasıl gidip geleceksin?"

"Baba eşşek kadar oldum ya ben," diyordu Ayşe omuzlarını gere gere. "Sanki yeni reşit olmuşum gibi davranıyorsun."

"Sen benim gözümde hâlâ beş yaşındasın ne on sekizi," dedi Ayşe'ye istiridyeden henüz çıkan inciye bakar gibi. Bayraktarlar böyleydi işte kızları kıymetliydi. Tarık amca bile Eyşan'ı bambaşka sever, dedem halamı katiyyen kıramazdı. Turgut amca Ayşe'nin saçlarına elini daldırdı ağır ağır okşadı. "Büyüdüm falan sanma Ayşe."

"Cep saati gibi taşı istersen baba yanında bir ömür. Hiç cesaretlendirmiyorsun beni. Yok efendim otobüse kimler kimler biniyor, yok efendim taciz olayları çok oluyor... Bir kere de benim kızım öyle bir şey yaşarsa ağzına çarptımı devirir adamı de. Hayır onu demiyorsun madem hiç değilse arabayla trafiğe çıkabilirsin de." Ayşe'nin babasına nazlanmasını çok seviyordum özellikle ben varım diye uzak dursalar içim o zaman burulurdu.

"Yünleri yıkadım ama kim yorgan dikiyor bilmiyorum," diyordu annem biz çardağa girerken Feride teyzeye.

"Gülseli yün yorgan seviyor mu? Şimdi kızlar hiç istemiyor yün."

"Gülseli mayıs sonuna kadar yün yorganla yatıyor. Elyaf yorganla ısınamıyor. Çeyizine bir tane yaptırayım mı dedim, üç dört tane olsun diyor. Ne yapacaksa o kadar yorganı."

Sancak çaydanlığı masaya bırakıp boş olan sandalyelerden birine kuruldu onun yanında kalan boşluğada ben iliştim.

"Gelen giden olur. Birini döşek gibi koltuğa açarım birinide üstlerine, oh mis gibi olur." Feride teyze ben konuşurken dikkatle bakıyor söylediklerimi tastikliyordu başıyla.

"Aynı annemle Gülseli babaannenin kafasındansın vallahi Gülseli. Ayşe'ye bir tane olsun yapayım diyorum ama kabul etmiyor."

"Aa," dedim çay bardağını karıştırırken içine çay doldurduğum tabağa bırakırken. "Sare teyze ile Yusuf dede nasıllar?"

"İyiler çok şükür. Ömer'i evlendirdik."

"Yaa," dedim çay tabağını toprak zemine boşalttıktan sonra içine peçete koyarak. "Öğretmen olacağım diyordu Ömer oldu mu?"

"Sen nerden tanıyorsun Ömer'i?" dedi Sancak çabucak bitirdiği çay bardağını bırakarak. Hizmet, hörmet isteyen Sancak'ın bardağına demlikten çay boşaltırken bir yandan da cevap verdim. "Eski konak yandığında Yusuf dede iki inek satıp para getirmişti Sare teyze, Ömer," dedim ismleri aklıma gelmeyince devam ettim. "Sizin ikiz olan kuzenler, onların anne babası falan gelmişlerdi."

"İki inek satıp geldiklerini nereden hatırlıyorsun?" dedi Turgut amca hayret dolu sesiyle.

"Babamla borcu paylaşmıştınız öderken. Hatta Yusuf dede o sıra memleketine ev yaptıracakmış ama biz hemen ödeyememiştik. Babam çok mahcup olmuştu oradan hatırlıyorum." Turgut amca ve babamın hayatının özeti 'borç ödemek' olabilirdi. Ellerindeki nasırlar, yüzlerinde oluşan çizgiler, kırlaşmış saçları bu hayata ne çok şeyi bedenleriyle ödediklerinin kanıtıydı. Babamdan bana devretmişti. Bu kaderin aynısını ne Sancak, ne Ayşe yaşasın istemezdim çünkü yaşanılacak, özenilecek bir hayat değildi.

"Vallahi kafan zehir gibi Gülseli, siz o zaman el kadardınız."

Sancak yarım gülen suratıyla dilini cıklattı damağına değdirerek. "İşine gelmeyini hatırlamıyor. Ama dediğin doğru kafa zehir..."

"Tek akıllı sensin..."

"Öyleyimdir," dedi gözlerinin içi gülerek.

"Asya ve Burak ikizlerin isimleri," dedi Ayşe çocuksu bir neşeyle suratına gülümseme oturtarak. Baba tarafından olan kuzenlerini ne kadar sevmiyorsa anne tarafından olan kuzenlerini bir o kadar seviyordu. Akşam ezanı okunana dek biz kadınlar yün ditdik, erkekler ise ağaçların dallarına musallat olmuş böceklerle uğraştılar. O gece yünün yorgunluğundan sızdığımızdan ertesi akşam yıldızları izlemek için sözleştik.

Ayşelerin bahçede mi bizim bahçede mi izleyeceğimize karar veremediğimizden en iyi noktayı bulmaya çalışıyorduk elimizdeki yastıklarımızla.

"Bence bizim çardakta izleyelim yumuşacık süngerli minderleri var." Ayşe elinde tuttuğu telefona sık sık bakıyor hararetle mesaj yazıyor, yazarken gözlerini kısıyordu sık sık. Heyecanının gözlerinden taştığına sahitlik edişim onu rahatsız ediyormuydu bilmem kim bilir belki de ne de denli heyecanını yansıttığını bilemiyordu.

"Olur, öyle yapalım."

Ağaç hışırtılarının, cırcır böceklerinin, baykuş seslerinin birbirine sarıldığı karanlık fakat mehtabın da bir o kadar aydınlığını saçtığı bir geceydi. Yastıklarımızı yanyana dizdiğimiz minderlerin üzerine bırakarak uzandık boylu boyunca. Yıldızlara yaşımız küçükken kepçe, terazi, pırlanta gibi isimler takar, en çirkin gözüken bulutlara sevmediğimiz kişileri benzetir kahkahalarla gülerdik. Ben genelde çirkin olan her şeyi Gülbeyaz'a benzetir ertesi gün kendisini neye benzettiğimi o dinlemese bile anlatırdım Sancak'ın etrafında dolaşmanın cezası olarak.

"Kiminle mesajlaşıyorsun iki gündür?"

Yanımda uzanmış olan Ayşe sıkıntıyla bir soluk doldurdu göğsüne. "Kiminle olduğunu biliyorsun bence." Sesine yapışmış olan korkak tını ruhuna azap veriyordu besbelli. O gizli kapaklı işler yapabilecek biri değildi biliyorum ama onu asıl korkunun engebeli yollarına sürükleyen şeyi bilmiyordum.

"Ne korkutuyor seni?"

"Bizim durumumuzda sizin durumunuzdan farklı değildi Gülseli," dedi oflayarak. "Abim olmasa," dediği anda Ayşelerin evlerinin kapısının kapanma sesini duyduk. Bu ses bizi sessizleştirirken toprağa dökülen adımların sesini güçlendirdi. Çardağa doğru gelen ayak sesleri merdivenlerinin ilk iki basamağını gıcırdatmıştı ki elinde kitapla dikilen Sancak'ı gördük. Biz onu gördüğümüze ne kadar şaşkınsak o da o kadar şaşkındı.

"Burada olduğunuzu bilmiyordum," dedi iki basamağı gerisin geri inerken.  "İyi geceler."

Ayşe bana döndü istekte bulunacağı her halinden belli olan gözleriyle. "Abime kal desem sana ayıp etmiş olur muyum? Biliyorum hiç sevmiyorsun ama benim için katlanamaz mısın?" dedi sessizce.

"Çağırabilirsin. Adamı çardağından kovacak değilim." Uzandığım yerden doğrukarak Türk usulu bağdaş kurdum çardağın açıklığından göğe bakarken.

"Abi gelsene beraber oturalım." Ayşe kimseye kıyamayan herkesi kendinden çok düşünen, en son sıraya kendini atan, kalbi temiz bir kızdı.

"Rahatsız olmayın siz, eve girerim." Ayşe'ye cevap veriyor ama sıkça gözleri değiyordu bana. Eskiye duyduğum özlem belki en çok bundandı, geçen zaman tüm samimiyetimizi sömürmüş bizi birbirimize yaban etmişti. Ayın şavkında sönmüştü samimiyet.

"Olmayız rahatsız," dedim ona bakmadan. "Gelebilirsin."

Gelip gelmemek arasında kalarak bir arkasında kalan eve bir de bizim oturmakta olduğumuz çardağa baktı. Elinde tuttuğu kitapla çardağın merdivenlerini çıkıp sol tarafımda kalan ve köşedeki az evvel minderini aldığımız yere oturdu. Otururken sol alt bacağı sert bir kalas yahut buz bir sarkaç gibiydi. Kenarlardaki minderleri ortaya bir yatak gibi birleştirdiğimizden yalnız ince kilime oturdu.

"İnstagram açalım sana?" diyordu Ayşe günlerdir hep söylediği gibi. "Takip etmek istediğin, hayatını merak ettiğin kimse yok mu?"

"Var," dedim dürüstçe.

"Kim peki?"

"Robert Pattinson'un var mıdır instagramı?" Takip etmek isteyeceğim bir avuç ünlüden ilkiydi. Ayşe elinde duran telefona Robert Pattinson'un ismini yazdığında birden fazla sonuç çıktı üstelikte az takipçili. "Adam ne kadar yakışıklı," dedim Ayşe'nin gösterdiği resimlerden birine.

"Bilmem," dedi omuz silkerek.

"Bilmeyecek ne var? Adam yıkılıyor." Ayşe'nin bana doğru uzattığı telefonu ikimizin gözlerinin önünden Sancak iri, esmer tenli eli tarafından çekildi hışımla. Suratı ne kadar ifadesizliğini korumaya çalışsada kaşları çattıkça çatıyordu.  O telefonun ekranını ciddi ciddi incelerken Ayşe oturduğu yerde huzursuzca kımıldanıyordu. Ayşe'nin bildirim sesi ıslığa benzer bir sesti ve tam şu an, Sancak'ın elindeyken o sesi işittik. Ekranın üst kısmında mesajın ufak bir bölümünü ikimizde gördük.

'Konuşalım. Bu gece konuşamazsak Kas-," diyordu mesaj ve gönderen kişi İ.N.G diye kaydedilmişti. Mesajı görmemiş gibi kız kardeşinin eline yeniden uzattı. Dış görünüşü sert, içiyse yumuşak, anlayışlı ve samimiydi.

"Banka mesaj atmış sana," dedi Sancak gayet ciddi bir tonda. "Hayret ediyorum vallahi... o kadar yıldır hesabım var hiç 'konuşalım' diye mesaj almıyorum."

"Abi," dedi iniltiyle Ayşe ve dudaklarını ıslatıp bana döndü. "Çay, kahve ne içersin?"

"Ayran," dedi imayla Sancak. Bizi ayakta uyutamazsın diyordu aslında 'ayran' derken. "Bana kahve, Gülseli'ye çay yap."

"Tamam," dedi oturduğu yerden hızlıca kalkarken Ayşe. Gitmeden bana göz kırpmayı ihmal etmemişti.

Koca çardakta yalnızdık. Köy sessizdi. Karanlık bir tek ayın gri ışığıyla buluşuyordu.

"Niye kalktın?" dedi elindeki Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar kitabını yanına bırakırken. "Madem yıldızları izleyecektiniz uzan."

"İyi böyle."

"Yorgunsun işte Gülseli. Akşama kadar çatıda, güneşteydik." Bugün Ayşe, ben ve Sancak bizim çatının kırık kiremitlerini değiştirmiş ve onlara bir kez daha borçlu hissetmiştim.

"Sen de güneşteydin," dedim oturur pozisyonunu gözlerimle kaba işaret ederek.

"O zaman ben de uzanayım," dedi ve beni az evvel Ayşe'nin oturduğu yere itekledi. Kafasını yastığıma koyacakken yumuşak yastığı kavrayarak çektim. "Benim yastığıma değil kardeşinin yastığına uzansan."

"Neden?" derken tek kaşı havadaydı.

"Totemim var."

"Hm," dedi Ayşe'nin yastığını başının altına çekerken. "İlk kiminle baş koyarsam sonuda o olsun diyorsun."

"Yani."

"İyi işte uzan. Bak ben Ayşe'nin yastığına geçtim." Yastığa başını yaslamış kollarını ensesinde birleştirmiş, sağ ayağının üzerine sol ayağını atmıştı. Güçlü kolları, uzun bacakları, göğüslerine göre biraz daha ince kaldn beli, köşeli çenesi, güldüğünde ortaya çıkan gamzesiyle kusursuzdu.

"Hayırdır... Çok mu beğendin?" dedi kendisini işaret ederek.

"Yo," dedim incelemeye son vererek.

"Beğenilecek bir şeyim yok zaten. Sol bacağım," diyordu ki elimi dudağına kapadım. "Şöyle söyleme. Ne olur söyleme."

"Uzan hadi."

"Ayşe görür," diyordum ki sağ kolunu göğüs kafesime getirip geriye doğru itti bedenimi. "Ayşe senin salıncakta oturuyor. Gelirse kalkarsın Gül Kozası."

"Çay yapacaktı," dedim kekelerken.

"Konuşması biterse yapar. Yat şimdi. Hem görse bile yanlış anlamaz. Yanyana yatmıyoruz." Minderlerin arasında kırk santim kadar boşluk vardı ve her minderin eni yetmiş santim kadardı.

Uzandım.

Sancak sırt üstü yatarken ben arkamı ona dönüp çardağın boşluğundan şehir merkezinden katiyyen gözükmeyen güzelliğe diktim. Yorgundum. Göz kapaklarımı ne kadar zorlarsam zorlayım onları hayatta tutamıyordum.

Gözlerim uzun süre kapalı kalıyor sonra tedirginlikle aralıyordum bakışlarımı. Ama dayanamayarak yeniden kapandılar.

Sırtım sıcak, kalçam sıcak ama ayaklarım üşüyordu. Karnım sımsıkı kavranmış boynuma tatlı bir rüzgar çarpıyordu. Soluk seslerini duyuyordum. Karnımdaki sıcaklık ağır ağır bedenimde dolaştı. O sıcaklık beni yokladıkça üşüdüğümü daha çok hissediyordum.

"Üşüdüm," dedim mırıl mırıl ve sol tarafıma, tatlı esintinin olduğu tarafa döndüm. Yeniden sarmalandı bedenim.

"Gel," dedi sesi sanki ona daha çok yaklaşmam mümkünmüş gibi. Alnıma ıslanmış olan dudakları değdi. Çenesi saçlarımı eşeledikçe ufak sakallarının tatlı okşayışı beni derin uykuya daha çok çekiyordu.

Sonra gözlerimi duyduğum sesin mahmurluğuyla araladım. Gözüme ilk takılan şey ademelmasıydı.







Nasılsınız?

Bu arada size güzel bir haber vereyim mi? Tanıtımdaki bölüm 22. bölüm olacak. :)

Kurguyu arkadaşlarına öneren herkese çoooook teşekkür ederim.

Seviliyorsunuz.


08.07.2021 de yayımlanmıştır.



Continue Reading

You'll Also Like

569K 11.2K 13
-Kızımı al götür hem güzel hemde bakire Ağzım açık ona bakarken yirmili yaşlarındaki adam yanındakine işaret verip beni aldılar evden çıkmadan önce...
Yurt +18 By Elif

Non-Fiction

111K 469 9
+18 vardır 18 yaş altı okumasın❗ Vote ve yorumları unutmayın lütfennn
735K 46.2K 39
Gökdeniz geri döndü.
11.5K 696 14
BEN ARAS ULAŞ ÖZ ya da ARAS ULAŞ KORKMAZ MI DEMEMLİYİM? Diğer gerçek ailem erkek versiyon kitaplarından farklı olucak...