KASIRGAYA KANAN SAKA

By hazelnoya

2.1M 131K 253K

❝Derler ki; çalınan hayatını daima hatırla, intikamın alevlerini soyunla harla. Bu ağılı taht bir hatıra; kal... More

KASIRGAYA KANAN SAKA
1. Bölüm: "Yakuttan Kral, Katrandan Kalp"
2. Bölüm: "Kalpsiz Kralın Krallığı"
3. Bölüm: "Nefesi Çalıntı Kurşun Asker"
4. Bölüm: "Halkını Ezen Kral, Zihnindeki İnde Çakal"
5. Bölüm: "Uğruna Yanılacak Bir Cennet"
6. Bölüm: "Altı Ölümcül Saka, Yedinci Kasırga"
7. Bölüm: "Karanlık Bir Gece, Dudaklarındaki Tek Hece"
8. Bölüm: "Şeytan'ın Attığı Zar"
9. Bölüm: "Persephone'un Hapsolduğu Zindan"
11. Bölüm: "Fata Morgana Etkisi"
12. Bölüm: "Gece Treni ve Sabaha Yolculuk"
13. Bölüm: "Bir Kral'ın Oyunları ve Oyuncakları"
14. Bölüm: "Cehennemde Açan Gül"
15. Bölüm: "Bir Oyun, İki Kötü Karakter"
16. Bölüm: "Yalanın Dansı ve Yakut Şansı"
17. Bölüm: "O'nun Karanlık Huyları"
18. Bölüm: "Kürkçü Dükkanı Yanan Tilki"
19. Bölüm: "Başlangıç ve Bitiş Noktası"
20. Bölüm: "Bir İleri İki Geri"
21. Bölüm: "Bir Kasırgayı Sevmek"
22. Bölüm: "Bir Kralın Kalbi ve Bir Kadının Laneti"
23. Bölüm: "Gecenin Sonu ve Karanlığın Yolu"
24. Bölüm: "Bir Ölünün Hatıraları"
25. Bölüm: "Rolünü Doğru Anlamak"
26. Bölüm: "Kimsenin Kazanamadığı Bir Oyun"
27. Bölüm: "Bir Daha Açılmayacak Bir Kapı"
28. Bölüm: "Kupa Papazı ve Onun Soytarısı"
29. Bölüm: "Cehennemin Sessiz Tarafı"

10. Bölüm: "Binlerce Aşığın Can Verdiği Bir Şehir"

60.3K 3.8K 5.9K
By hazelnoya







Merhaba. Elektrik kesintisi yüzünden (Bölüm atacağım gece 2 kere olması nasıl bir şanstır ya.) 40 dakikalık bir gecikme yaşandı, üzgünüm.

Uzun zaman olmuştu, çok özlemişim Kral'ımı ve Rosa'mı. Bu aralar kötü bir dönemden geçiyordum, bu yüzden yazmaya bile sığınamıyorum. Yorum ve oylarınızla desteğinizi gösterirseniz çok severim. Hiç yorum yapmayan kişiler... Bir yorum da olsa yapın lütfen.

Keyifli okumalar dilerim!

Always Never, Codeine

BoyEpic, Scars

maNga, Dursun Zaman
(e-akustik) 

:)

10. Bölüm: "Binlerce Aşığın Can Verdiği Bir Şehir"

"Ellerinde bir kumarbazın becerisi,
Gözlerindeki ise bir şeytanın nefesi.
Üzerinden geçtiğimiz yollar,
Götürmüyor bir yere ikimizi.
Yok sığınacak liman çünkü,
Yaktık çoktan hepsini."

Sessizlik.

İhtiyacım olan tek şey bu, insanların dudaklarımdan çıkan her kelimeye kayıtsız olduğunu ilk öğrendiğimden beri.

Bir arabanın içinde, hiç bilmediğim bir dünyanın girişinde ve tanımadığım bir yabancının bitişiğinde dururken düşündüğüm tek şey, bazen lanet olan sessizliğin bazen nasıl da en büyük nimete dönüştüğüydü.

"Çok sevdiğin ama geri döndüremeyeceğin kişilerin en kötü yanı; onları her hatırladığında, seni tekrar tekrar terk etmeleridir," der Tolstoy.

Onu her hatırladığımda değil, onu kaybettiğimi her hatırladığımda biraz daha uzaklaşıyordu abimin hatırası benden.

Radyo açıktı, maNga'dan bir parça çalmaya başlamıştı. Abimin en sevdiği gruplardan biriydi, 17. yaşına bastığında ona hediye olarak konser bileti almıştım, beraber konsere gitmiştik. Havanın kasvetine daha da ağırlık katıyordu anlamı olan detaylar, hem anlamı hem de anısı olunca bir de... İşte o zaman göğüs boşluğuna soluk değil de kül doluyordu. Yenilmek kaçınılmaz oluyordu ama alışıyordun bir süre sonra.

Ben zaten neyi kazandım ki bu dünyada?

Babası tarafından sevilmemiş her çocuk bu dünyaya, başlangıç çizgisinden millerce uzakta başlar. Aradaki fark çok fazladır, ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar başlangıç çizgisinden başlama şansına layık olanlar yürüyerek bile onları geçecek güce sahiptir.

Elden gelen tek bir şey vardır bu durumda: Son nefesine kadar koşmak.

Ancak şansızlık sevgisizlik ile beraber gelir.

Bu yüzden koşarken yere kapaklanırlar, yara alırlar, devam edecek güç her şeye rağmen içlerinde olsa da pes etmek zorunda kalırlar. Yani ne kadar yakalamak isteseler de önlerinde koşanları, bunu bir türlü başaramazlar.

Ben zaten neyi başardım ki bu dünyada?

Kafamı yana çevirerek Songur'a baktım ama o zaten bana bakıyordu. Kaşlarımı çatarak kafamı koltuğa yasladığımda arabaya sigara kokusu yayıldı, dudakları arasında duran dalın ucunu ateşe vermişti.

Şarkı bitti ve değişti. Tekrardan, maNga'nın başka bir şarkısı çalmaya başladı.

Dursun Zaman.

Şarkı daha başlamadan, girişinden onu tanıdım. Bu benim en sevdiğimdi ama abimin en sevdiğini bilmiyordum. Onun hiçbir konuda enleri olmazdı, varsa da eğer söylemediğinden dolayı kimse bilmiyordu.

Benim öyle değildi.

En sevdiğim her şey her zaman belli olurdu, değişim beni korkuttuğundan dolayı bir şarkı en sevdiğim şarkıysa eğer, sonrasında yerine bir başkasını koyamazdım.

Ben bir şarkının anısının canı yanar diye onun yerine başka bir şarkı koyamazken, babam bile yerime başkasını koyarak cayır cayır yaktı beni. İşte bu yüzden dünya; ben, bir türlü sevemedim seni.

Babama neden bu kadar sert olduğunu sorduğumu hatırlıyorum, sanırım yaklaşık olarak on iki yaşlarında olmalıydım. Bana anlattığı şeyi unutmuyorum, unutamıyorum. Yavru kuşlar. Yavru kuşları atarmışlar ya yuvalarından aşağıya, uçmayı öğrensinler diye. Bu yüzden yapmış; fırlatmış oradan oraya beni, kırmış içimi, yakmış. Ama baba senin amacın öğretmek değilmiş ki, senin amacın öldürmekmiş.

Öğrendim mi ben uçmayı şimdi? Adımlarım bile götürmezken bir adım öteye beni, nasıl özgür olabilirim ki kuşlar gibi? Üstelik belli, dünya da istememiş benim gibileri.

Nasıl uçmayı başarmış peki o kuşlar? Çünkü ben bu ezilmişlikle beraber hiçbir şey yapamadım, bir kuş kadar, ismim kadar olamadım. Küsmüştür belki onlar da bu yüzden gökyüzüne de haberimiz yoktur, kanat çırpıp durmalarının nedeni gökyüzünde uçmak değil, gökyüzünden kurtulmaktır belki.

"Her sabah doğan güneş, bir sabah doğmaz oldu."

Ferman Akgül'ün sesi arabanın içine yayıldığı an, Songur elindeki sigarayı dudakları arasına sabitledi ve diğer eli ile radyoya uzandı. Kaşlarım şaşkınlık ile çatılmıştı, onun kaşları da çatıktı ancak nedeni benimki gibi şaşkınlık değildi. Nedeni her neyse yüz hatlarını da germişti. Şarkıyı kapatacak mıydı? Bu tarz müziği mi sevmiyordu? Hayır, sevdiğini biliyordum, az önce de maNga çalıyordu ve Songur o şarkının sözlerini biliyordu, değiştirmemişti de üstelik, dinlemişti.

Gerçekten de şarkıyı, yani radyodaki kanalı değiştirdi. Hayal kırıklığı ile ona baktım, küçükken en sevdiğim şarkı radyoda çıktığında o gün şanslı günümmüş gibi hissederdim. Hangimiz çocuk gibi heyecanlanmıyorduk ki? O tatlı tesadüfün heyecanı başkaydı, şimdi yaşayan bir ölüye döndüğüm için içimde heyecan falan kalmamıştı hiç. Yine de duygusuzluğum, eskiden duygulandığım şeylere artık anlam yüklemediğim anlamına da gelmiyordu.

"Neden şarkıyı değiştirdin?" diye sordum, hayal kırıklığı sesime de yansımıştı. "Sevmiyor musun?"

Kaşlarını çattı, bunu sormamı beklemiyormuş gibi bana doğru döndüğünde dudakları arasındaki sigaradan çıkan gri ve boğucu duman benim oturduğum tarafa doğru süzülmeye başladı. Yeşil gözleri bir saniye yağmur damlalarının çarptığı ön camı kontrol ettikten sonra bana dönmüştü.

İki soruma da cevap vermedi ama gözlerini gözlerimden de çekmedi.

"Açabilir misin acaba tekrar?" diye sordum, sesim fısıltı kadar sessiz ve silik, doğrusunu söylemek gerekirse çocuk gibi çıkmıştı.

Sanırım aynı şeyi o da fark etmişti çünkü bana ilk defa öyle bakıyordu. Ne olduğunu anlayamıyormuş gibiydi. Şaşırdığı şey istediğim şey bir şarkı olsa bile sadece fısıldayarak söylemeye cesaretim olması mıydı yoksa ricada bulunmam mıydı? Hiçbir fikrim yoktu.

"Dinlemek istiyorum," diye devam ettim bir sır verir gibi o bana cevap vermeyince. Sesim hâlâ kısıktı. Gözlerimi gözlerinden çekerek oynadığım parmaklarıma çevirdim. "O benim en sevdiğim şarkı da."

Bir şey demedi ancak bana bakmaya devam etti, ona bakmıyor olsam da yeşil gözlerinin üzerimdeki ağırlığını hissediyordum. Kafamı kaldırıp ona bakmadım. Belki de kafasında yarattığı Valeri'yi yok ediyordum, hep diyordu ya bana beni kafana göre şekillendiriyorsun diye...

Belli ki o da şekillendiriyordu, zaten beni nasıl olduğum gibi görecekti ki? Göremezdi. Kimse kimseyi gerçekten göremezdi.

görseydi, aslında onun karşısına çıkarak ne istediğini dürüstçe söyleyen kızın sadece nefes almaya devam edebilmek için giydiğim bir zırh olduğunu bilirdi, çünkü gerçek Valeri istediği şeyleri bir türlü söyleyemezdi.

Babası ona böyle öğretmişti.

Songur soruma cevap vermese de ben onun şarkıyı bir şekilde sevmediğini anlamıştım, bu yüzden şarkıyı tekrardan açmayacağını düşündüm. Sırf o sevmiyor diye ben en sevdiğim şarkıyı dinleyemiyorum diye ona sinirlenmem gerekmez miydi? Onun yerinde başkası olsa kesin sinirlenir, ben kendim geri alırdım kanalı.

Ama konu o olunca... Sadece merak etmiştim.

Bana hiçbir şey demedi ama kolunun uzandığını gördüm, beni şaşırtmıştı. Radyo kanalını tekrardan değiştirdi, az önce maNga çalan kanala geldiğinde durdu. Şarkı devam ediyordu. Songur şarkının sesini biraz daha açarak arkasına yaslandığında gözlerini benden çekerek saniyelerle beraber akıp giden ıslak yola çevirdi.

Songur Yakut, sırf ben seviyorum diye nefret ettiği bir şarkıyı dinledi.

Oluşan derin sessizliğin içinde, izbe bir araziye dönmüş zihnime bu anı kazıdım. Binlerce farklı senaryo da yaşansa yolun sonuna gelene kadar, yolun sonunu hep yüklediğim anlamlar kapatacaktı. Bunu bu gece fark ediyordum.

"Keşke gerçekten de dursa artık zaman," diye fısıldadım. Duydu, duyduğunu biliyordum ama mermer bir heykel kadar ifadesiz olan yüzünde yine mimik oynamadı.

"Her sabah doğan güneş bir sabah doğmayabiliyorsa," dedi. Konuşmasını beklemiyordum, bu yüzden engel olamadığım şaşkınlığımla beraber ona döndüm. "Hiç bitmez dediğin gecelerin de bir sonu var aslında."

Bunu demesini beklemiyordum. Söz konusu o olduğunda hiçbir şeyi beklemiyordum, bilmiyordum, kestiremiyordum. Her zaman bir şaşkınlık yaşıyordum, kafamın içinde kurguladığım hiçbir tepkiyi sunmuyordu bana. Beklediğim kelimeler dudaklarından dökülmüyordu. Songur Yakut sayfaları paramparça edilmiş bir defterdi, bazıları için okumaya bile değmezdi ama benim içimdeki bu merak, hissettiğim tüm diğer duyguları yenerdi.

Arabanın hızı azaldı, birkaç saniye sonra durduğumuzda kafamı kaldırarak park ettiğimiz yere baktım. Bir eğlence mekanının arkasında, tüm pahalı spor arabaların bulunduğu park yerindeydik. Kafamı biraz kaldırdım ancak eğlence mekanının ismi yazmıyordu.

Songur bana doğru eğildiğinde bir an ne olduğunu anlayamadım. Göğsü göğsüme değdi, bir eli belime doğru hareketlendiğinde nefes alış verişlerimin hızlandığını fark ettim. Sadece ani yaklaştığı için heyecanlandık canım, diye geçirdi içimdeki Saka. Kim bize kafa atacakmış gibi aniden yaklaşsa heyecanlanırız değil mi sonuçta? Ne diyordum ben?

Gözleri gözlerimdeki hapisten kurtularak dudaklarıma düştüğünde kafamı arkaya yaslayarak beni bitiren tüm bu çekimden kurtulmak ve onu çekip öpmek arasına gidip geliyordum. Bu sonsuz bir çelişkiydi ve biliyordum, beni bitirecekti.

Hayatımı cehenneme çevirebilecek olan bir adama karşı bu kadar büyük bir tensel çekimim olması da benim cehennemimdi.

Ama bundan fazlası vardı onda. Bana nasıl baktığını görmüştüm az önce. Kimse beni anlamamıştı şu ana kadar, gözlerinde görmüştüm bunu ama şimdi onun gözlerinde gördüklerim bambaşkaydı. Beni anlamıyor olsa da tam olarak herkesin baktığı gibi bakmıyordu, yüzeyle ilgilenmiyordu, ne olduğunu bilmese de derinlerde bir şeyler olduğunu farkındaydı.

Ben de ona böyle yaklaşmıyor muydum? Her zaman onu haklı çıkaracak şeyler bulmayı başarabiliyordum. Bu yanlış mıydı doğru muydu emin değildim. Kafamın içindeki sesleri kontrol edemiyordum, bu aralar doğruluğundan emin olduğum tek şey buydu.

"Sakin ol," diye fısıldadı alaycı bir sesle. "Nefes al."

Piç kurusu beni ne kadar etkilediğini farkındaydı.

Bu yüzden her seferinde benimle dalga geçiyordu. Sesli bir nefes vermemek için kendimi zar zor tutuyordum, sistemim söz konusu o olduğunda hiç mantıklı tepkiler vermiyordu. Daha önce erkeklere yakın olmamış değildim, olmuştum ancak kimsenin teması beni bu hale getirmemişti. Songur Yakut'un benim üzerimde tehlikeli bir etkisi vardı ve ben bunu ne kadar engellemeye çalışıyor olsam da bu lanet etkinin tehlikesi gün geçtikçe artıyordu. Ondan uzak durmak tek çareydi, en kısa yoldu, kökten çözümdü ama ne yazık ki mümkün değildi çünkü bu işin içine girebilmek için onun yanında durmam gerekiyordu.

En baştan, bu işe adım attığımda bunu biliyordum. Sürekli yanında durmam gerektiğini biliyordum ancak zahmet edip de insanların gözlerinin içine bile bakmayan bir adamın benimle bu kadar yakın temasta olacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Dudakları durmadan dudaklarımın üstündeydi, olmasalar bile nefesini boynumda hissediyordum.

İşin kötü yanı, bu yakınlığa engel olmak istemiyordum.

Nefesi dudaklarıma çarparken sırtımı koltuğa yasladım, arabanın içinde, beni kafese hapsetmişken ondan uzaklaşmak için elimden gelen tek şey buydu. Amacı neydi, artık anlayamıyordum. Evet, kendi amacımı da farkında değildim çünkü ben istemediğim bir yakınlığın boyunduruğu altında kalacak birisi değildim. Sorun istiyor olmamdı ancak bunun nedenini bir mantık çerçevesi içerisine oturtamadığım için görmezden geliyordum.

Gerçeklere sırtını dönmek... Tam da bir korkaktan beklenecek hareketti.

Ama kafamın içindeki tüm bu karmaşayı ve o bana her yaklaştığında, kokusu burnuma her dolduğunda ayaklanan hücrelerimi yok saymam durumun saçmalığını algılamadığım anlamına gelmiyordu. Aslına bakılırsa onun bana açıklaması gerekenler vardı. Neden durmadan bu kadar yakınımdaydı?

Durmadan bana temas ediyordu, bundan rahatsız olduğum yoktu. Aslında sorun tam olarak buydu. Bu deli gibi hoşuma gidiyordu, sorun tamamen buydu. Ve o benim etrafımdayken, yıllardır sıkı sıkı elimde tuttuğum ipleri salmaktan korkuyordum.

"Amacın ne?" diye sordum, sesim kısık çıksa da güçlüydü, titrememişti.

Kafamın içinde dönen bu karmaşayı hiç ama hiç yansıtmıyordu. İstediğim zaman kontrolü elime alabiliyordum. Zaten onunla yan yana durduğumuz her saniye, ikimizin de hiçbir haberi olmadığı cehennemlerde yandığımızı çoktan çökmüştüm.

Hiçbir şey demeden bana baktı, sanki neden bahsettiğimi bilmiyormuş gibi bana bakması ile dudaklarım alayla yana kıvrıldı. Onun gibi bir herifin ne yaptığına, neden yaptığına ve nasıl bir etkiye sahip olduğunu fark etmemesi mümkün müydü? Ne yapmaya çalışıyordu, çocuk mu kandırıyordu yani?

"Ne yaptığını farkında değilmiş gibi bakma," dedim alaycı bir sesle. "Neden aniden bana yaklaşıyorsun?"

Bu kaşlarının biraz daha çatılmasına neden oldu ancak benim sesimdeki alay, onun yeşil gözlerinin içine işlemiş ciddiyeti eti kemiğinden sıyırır gibi sıyırmış, yerine benimkine benzer bir alay bırakmıştı.

"Sana yaklaşmıyorum ki," dedi alaycı bir sesle. Ne yaptığını o an fark ettim. Arabanın torpido gözünden silah çıkarmıştı. Kaşlarım hayretle havalandı, silahı gördüğümü fark ettiğinde dudakları ruhsuz bir kıvrıma bulandı. "Sadece bunu alıyorum."

Kaşlarım havalandı ve dudaklarım aralandı, az kalsın dudaklarım arasından engel olamadığım bir şaşkınlık nidası çıkacaktı. Benimle dalga mı geçiyordu bu herif? Kafamı iki yana sallamamak için kendimi zor tuttum. Bu da soru muydu? Benimle tabi ki de dalga geçiyordu.

Bağırıp çağırıp söylemek istediğim çok şey vardı ama ne dersem diyeyim bu adama dokunmazdı, ruhsuzdu, duygusuzdu. Onun etkisi altına girmek benim hatamdı, ne kadar her gün ondan uzak duracağıma dair sözler versem de kendime, içine girdiğim tüm bu olaylar bunu imkansız kılıyordu. Artık hayatımdan çıkamazdı, bunu biliyordum ve engelleyemezdim.

Ondan uzak duramıyorsam... Üzerimdeki etkisinden uzak durmayı denemem gerekiyordu.

"Yanımda onunla mı dolaşacaksın gerçekten?" diye sordum kaşlarımı çatarken, az önce yaşanan yakınlığının nedeninin silah almak olmadığını bilsem de konuyu uzatmak istemedim. Ne kadar uzatırsam ben konuyu, o kadar üstüme gelecekti çünkü ve anlamıştım, Songur Yakut'un alaycılığı ile başa çıkmak sadece az önce yaşanan an hakkında tek bir yorumda bulunmama kararım onu etkilemedi. "Saçmalık."

Mekanın dışından gelen kırmızı neonlar yüzüne vuruyordu. Gözlerim ucunda metal bir halka parıldayan burnuna, gergin yüz hatlarına, çıkık elmacık kemiklerine, keskin çene kemiğine, kirli sakallarına ve alnına doğru dökülen siyah saçlarına teker teker odaklandıktan sonra gözlerini buldu. Onu bu kadar açık bir şekilde incelemeyi dert etmedim çünkü onun benden başka kimsenin gözlerine bakmayan gözleri, çok daha dikkatli gözlerle inceliyordu her zaman.

Yüzü alaycı bir tavırla aydınlandığında kaşları havalandı. Benden uzaklaştı, gerileyerek sırtını kendi koltuğuna yasladığında beli hafifçe kavislendi ve kalçası oturduğu koltuktan havalandı. Deri ceketini çekerek elini beline götürdü, birkaç saniye sonra belinde duran siyah tabancayı çıkarmıştı.

Aman ne kadar da hoş, diye geçirdim içimden. Homurdanmamak için kendimi zor tutmuştum. Belki de yolun başında güzel bir sohbet etmediğimizden ve gecenin başından beri bana istediklerini yaptırdığından dolayıydı bu huysuzluğum. Gözlerimi kısarak belindeki tabancaya baktım. Yani en başından beri silah taşıyordu. Ruhum bile duymamıştı.

"Zaten yanında her zaman bununla dolaşıyorum," dedi düz bir sesle, zaten gösterdiği silah üzerine bunu tahmin etmiştim lakin o açıklama gereği de duymuştu. Bir şey söylemediğimde, "İlk kural Valeri," diye devam ettirdi kendini. Neyin ilk kuralından bahsediyordu? "Asla silahsız dolaşma."

İki silahı da bana aldırmadan beline koyduktan sonra deri ceketinin fermuarını çekmeden, eteklerini düzeltti ve böylece beline koyduğu silahları gizlemiş oldu.

"Neyin ilk kuralı bu?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

"Kötü adam olmanın," dedi alaycı bir sesle ama gözleri ifadesiz, yüzü ise hissizdi.

Kötü adamlar, herkesin izlediği bir gölgedir, bazılarının tüm spot ışıklarını üzerine çektiği o sahnede basit bir nesnedir, varlığı izleyicileri rahatsız edendir. Oyundaki herkesin sevdiği karakteri yakalayan avcıdır, cezalandıran tanrıdır, yaralayan şeytandır; saldırır, sarar, kurar, bozar. Nefes aldırmaz, seni rahat bırakmaz, mutluluğu tattırmaz. Ben bu oyunun kötü karakteriyim, arkanı döndüğün an sırtını bıçaklayacak kişiyim, herkesin itip durduğu korktuğu o şeytan, benim, hepsi benim.

Kafamın içinde çınlıyordu sesi. Dediklerinin zihnime kelimesi kelimesine kazındığını, orada kendi hakimiyeti altında bir bölge bulundurduğundan hiçbir haberim yoktu, şimdiye kadar. Derin bir nefes aldığımda ona döndüm, gözlerim gözlerine değil boynuna düştü.

Songur Yakut ile kafamızın içindeki savaşları dışarıya yansıtmadığımız bir oyunun başrolünde oynuyorduk ve savaş kafamızın içinden sıçrayarak birbirimize bulanmaya başlamıştı.

Bu bizi durdurmuyordu.

"Silah nasıl kullanılır bilmiyorum Songur," dedim ona garip garip bakarken, ikimizin arasında büyüyen o garip sessizliği yok etmek için. "Yanımda taşısam ne değişecek?"

"Bebeğim, atomu parçalamıyorsun," dedi silahı tekrar çıkardığında. Tetiği gösterdi. "Revolverin emniyet kemeri yok, dikkat etmen gereken tek şey bu. Hedefle ve bas sadece. Yapamıyorsan sorun değil." Silahı çevirdi ve kabzasını gösterdi. "Bu çok kullanışlı bir alet. Olmadı kabzasını adamın ensesine geçir. Her türlü iş görür."

"Neden bahsediyorsun şu an?" diye sordum şaşkın bir sesle. "Birine bir şey yapmam mı gerekecek?"

Kaşlarım çatıldı. Şu an olmasa bile... Bir noktada tabi ki gerekecekti, zaten onun istediklerini yapmam gerekmiyor muydu?

Anlaşmanın tek sağlam şartı buydu, onu tehdit ettiğim bilginin, Sonay'ın onun üvey kardeşi oluşunu bilmenin bir kurşun olduğunu düşünüyordum ancak Songur Yakut çelik yelek giyiyordu. Kurşun ona zarar vermiyordu. Ve elimdeki en büyük silah öyle patladıysa, daha ne yapabilirdim bilmiyordum. Nasıl bir işin içine düştüğümü hâlâ anlayamamıştım.

"Hayır," dedi kaşlarını çatarak.

Bu soruyu sormamı bile saçma bulduğu gözlerindeki ifadeden belliydi. Arabayı aydınlatan tek şey aynanın yanındaki loş sarı ışıktı, mekanın üzerindeki neon ışıklar ile beraber birleştiğinde gözlerinin yeşilini net kılmaya yetiyordu.

"Kızım burada, yanında ben varken sana neden böyle bir şey yaptırayım ki?" diye devam ettirdi kendini. "İçerisi tekin değil, benim mekanım gibi değil ve bundan sonra gireceğimiz hiçbir mekan tekin değil. Sadece kendini savunman gerekirse diye, varsayım olarak konuşuyorum."

"Kendimi savunabilirim," dedim kendimden emin bir şekilde.

Tamam, onun gibi yıllardır dövüş eğitimi almıyor olabilirdim ancak atletik bir vücudum vardı, esnektim, dansçıydım bir kere, birinden kaçmak benim için çocuk oyuncağıydı

"Nasıl yapmayı planlıyorsun peki bunu?" diye sordu.

Sesinde gerçek bir merak vardı ancak alaycı ses tonu hala değişmemişti. Bu ona gözlerimi devirmeme neden oldu. Sırf bu alayı yüzünden ona alaycı bir cevap vermeye karar verdim.

"En kötü ihtimalle onların baş çavuşuna tekmeyi basarım."

Songur'un yüzündeki ifade öyle hızlı yer değiştirdi ki neye uğradığımı şaşırdım. Az önceki ifadesiz yüz ifadesinin yerine hızlı gelen ifade çok komikti, öyle ki ihtimalinin çok düşük olmasını bilmeme rağmen az kalsın kahkaha atacak sanmıştım. Neredeyse... Neredeyse gülecekti, eğer tepkisine hakim olamasaydı, tepkilerini bu kadar iyi kontrol edemiyor olsaydı, dudakları biraz daha yana kıvrılacaklardı, zaten gamzeleri çoktan belirginleşmişti.

Ama bu tabi ki gerçekleşmemişti.

"Tamam, pekala öfkeli asker," dedi alaycı bir sesle, bana doğru biraz daha eğildiği sırada. Gözlerim yeşil gözlerinden çekilerek alnına doğru dağılan siyah saçlarına düştü. Saçları dikkatimi dağıtıyordu. "Sana yaklaşan biri olursa içeride, kim olduğu hiç fark etmez, onun aletine tekmeyi bas." Bir an duraksadı. "Yani, ben hariç sana yaklaşan herkese. Benim aletime tekme atma, tamam mı? Sana hiç güvenmiyorum çünkü bu konuda."

Tepkilerimi kontrol etmekte ben de en az onun kadar iyi olduğum için dudaklarımdan firar etmek için dört gözle bekleyen kahkahamı içime hapsetmeyi başarabildim ancak böyle bir şey demesini hiç beklemediğim için kaşlarım şaşkınlıkla havalanmış, gözlerim aralanmıştı. Dudaklarımdan bir kıkırtı çıkmasına engel olamadım, onunla böyle bir iletişim içinde olacağımı bundan birkaç hafta önce tahmin edemezdim.

"Vay be," diye mırıldandım kafamı koltuğa yasladığım sırada. "Seni korkutmak bu kadar basit miydi, Songur Yakut?"

Benimle atışmaya devam etmedi. "Mekana girdiğimizde yanımdan ayrılmayacaksın," dedi. Ruh halinin çabucak değişmesine alışamamıştım ancak tepki vermedim. "Serterkayalara güvenmiyorum. Onların ne yapacağı hiç belli olmaz."

Serterkayalar ile derdi neydi hiçbir fikrim yoktu. En son Ateş'in dikkatini çekebilme şartı ile oyunun içine girmiştim ancak şimdi, işler iyice çığırından çıkmaya başlamıştı. Anka'nın dedikleri kafamın içinde dönüp duruyordu. Kaner'in ve ailesinin olayları hakkında hiçbir fikrim yoktu. Zaten benim bu aralar ne hakkında fikrim vardı ki? Ama içimden bir ses bu işin sonunun Kaner ve ailesine bağlanacağını söylüyordu.

Songur Yakut, Kaner Ertekin'i kullanmadığını iddia ediyordu, aileleri düşman olmasına rağmen. Songur yalan söyleme gereksinimi duyacak birisi değildi ancak kendi ailesine düşman olan bir Ertekin'in işine yaramayacağını söylememek de imkansızdı. Çünkü işine yarardı. Doren, Kaner'e gelinceye kadar Songur'un Hazar ve Yalissa'yı kullanabileceğini söylemişti.

İkisi kardeş miydi?

"İçeride uyuşturucu işi dönüyor, kimsenin uzattığı içkiyi almayacaksın," dedi sessizliğimi izlediği birkaç saniye sonra. Sanırım benden bir cevap beklemiş, alamadığında da konuşmaya karar vermişti. "İçine bir şey katmış olabilirler." Tepki vermediğimi, sessizce onu dinlediğimi gördüğünde parmaklarını çeneme koydu ve yüzümü yüzüne doğru çekti, beni gözlerimizi birleştirmek zorunda bıraktığında parmaklarının teması ile ürpererek ona baktım. "Anlaşıldı mı?"

"Evet," dedim yakın temastan kurtarmak için bir harekette bulunarak geri çekilmiştim. "Anlaşıldı, Songur."

Bu ani tepkimin ve çekilmemin onu şaşırttığını hissettim ancak hiçbir tepki vermedi, o da geri çekilerek arabanın kapısını açtı ve dışarıya adımını attı. Yağmur şiddetini azaltmış olsa da yağıyordu, bu yüzden dışarıya adım attığı saniye içinde siyah saçları ıslanmaya başlamıştı.

Ben de onu takip ederek arabanın kapısını açtım ve dışarıya adımımı attım. Yağmurun siyah saçlarımı ıslatması ile sesli bir nefes verdim, bundan sonra kapüşonlu bir şeyler giyecektim zira saçlarımın ıslanıp da yüzüme yapışmasından nefret ediyordum. Zaten Songur da zar zor ördüğüm saçlarımı çözmüştü.

Benden birkaç adım önde yürümeye başladığında onu takip etmeye başladım. Mekanın kırmızı neonlarla çevrili ön kapısına değil de arka kapısına doğru ilerliyordu, bir şey söyleme gereği duymadım, sadece onu takip ettim.

Girişteki kapıda uzun bir sıra vardı, girişinde siyah takım elbiseler içinde iki güvenlik görevlisi duruyordu ve sırası ile kimlik ve davetli listesi kontrolü yapıyorlardı. Eğer Songur içeride neler döndüğünü bana söylemiş olmasaydı burayı elit bir mekan sanırdım ancak içeride uyuşturucu işi bile dönüyordu. Burası bir pislik yuvasıydı ve alınan tüm önlemler, dışarıdan mekan hakkında güzel bir algı yaratmak için alınmış olmalıydı.

Serterkayalar işi biliyordu, doğrusunu söylemek gerekirse.

Songur onun birkaç adım gerisinde kaldığımı fark ettiğinde duraksadı ancak bana bakmadı. Gözlerim sırtındaydı, uzun bacaklarını saran siyah kot pantolonu ve beyaz gömleğinin üzerine geçirdiği büyük deri ceketini, iri cüssesini izliyordum. Beyaz botlarım çukurlara dolan yağmur suları yüzünden pislendiğinden ben dikkatli yürüyordum, tabi o ayaklarında siyah, kaba postallar olduğundan çamura basmayı bile önemsemediğinden hızlı hızlı yürüyordu.

"Hadisene kızım," dedi bana dönmeden ancak hâlâ beni bekliyordu. "Sabaha kadar seni burada mı bekleyeceğim? Amına koyduğumun Cihat'ı kaçacak şimdi."

Birkaç adım atarak ona yetiştiğimde daha fazla dayanamıyormuş gibi elini bileğime geçirdi ve beni peşinde sürüklemeye başlayarak hızlı adımlarına uymak zorunda bıraktı.

"O adamı ne yapacaksın sen?" diye sorduğum sırada arka kapının da arkasında duran güvenlik görevlisi ile göz göze geldik. Saçları uzundu ancak sıkı bir şekilde at kuyruğu yapmıştı, üzerinde tıpkı ön kapıda duran güvenlik görevlilerinde olduğu gibi siyah bir takım elbise vardı. Songur birkaç adım daha atarak adama doğru yaklaştığında sorun çıkarır sanmıştım ancak gayet sakin bir şekilde deri ceketinin cebinde duran deri cüzdanını, cüzdanının içinden de kimliğini çıkardı ve adama uzattı.

O sırada benim de kimlik fotoğrafına bakma fırsatım olmuştu. Bakışları her zaman olduğundan daha sertti, saçları daha önce Kaner, Doren ve Sonay ile çekildiği fotoğrafta gördüğüm gibi üç numaraya vuruluydu ve yüzünde hiç sakal yoktu. Kimliği anında kaldırıp cüzdanına geri koymamış olsaydı biraz daha uzun inceleyebilirdim ancak buna müsaade etmemişti beyefendi.

Kim kimlik fotoğrafında güzel çıkmayı başarabilirdi ki?

Adam ismine bakar bakmaz geri çekilerek, "Hoş geldiniz Songur Bey," dedi. Bana göz ucuyla baksa da kimliğimi ya da yaşımı sormamıştı. Sadece geri çekilmiş ve telefonunu çıkararak birini aramıştı. Muhtemelen Songur'un mekana girdiğini Cihat Serterkaya denen herife haber verecekti.

"Bana neden kimlik sormadı?" diye sordum karanlık bir koridordan, kırmızı neon ışıkların patladığı yere doğru ilerlemeye başladığımızda.

Yüksek sesli bir müzik sesi gelmeye başlamıştı. Suratımı buruşturdum, sanırım Songur Yakut ile yan yana olmak yüksek müzik sesine alışmak demekti çünkü adamın bu tarz mekanlar hariç bir yere gittiği yoktu.

"Bir Yakut'un yanında olmak ile bir Yakut olmak arasında çok fark yoktur," dedi beni peşinde sürüklemeye devam ederken. Bu cevabı kaşlarımın alayla havalanmasına neden olmuştu. "Ve biliyorsun, benim soy ismim tüm kapalı kapıların anahtarı olabilir."

"Elinden tutup sürüklediğin her kızı Yakut mu sayıyorsun sen?" diye sordum alaycı bir sesle. Mekanın içine yaklaştığımız için sesimi yükseltmem gerekmişti, aksi takdirde beni duymayacaktı.

Dediğim şey yüzünden dilimi ısırsam da lafımı geri almak için çok geç kalmıştım, eğer bağırmamış olsaydım duymamış olabilme umuduna tutunabilirdim ancak bu imkansızdı. Ondan kaçar mıydı hiç? Tabi ki de ne dediğimi duymuştu, kafasını kaldırmış ve omzunun üzerinden bana alaycı bir bakış atmıştı.

"Kimsenin elinden tutmadım, Rosa," dediğinde gözlerim bileğimi bir kuşu hapseden kafes gibi hapsetmiş olan eline düştü. Doğru, kimsenin elini tutmuyordu. Benim elimi de tutmuyordu ki.

Neden bu kadar aptalca bir cümle kurmuştum? Üst üste öğrendiklerim ve onun beni kenara sıkıştırmaları bünyeme fazla gelmiş ve beynimi mi durdurmuştu acaba? Bu geceki garip hareketlerimin başka bir açıklaması olamazdı. Kesinlikle arabadan inip de yağmurun altında yaptığımız o garip konuşma beni bu hale getirmişti, üstüne bir de Anka'nın söyledikleri vardı. Fazla bilgi yüklemesi yaşanmıştı ve ben neyin yanlış neyin doğru olduğunu hiç bilmiyordum artık.

Songur kendini açıklama zahmeti gösterebilseydi her şey daha farklı olabilirdi belki de. Dudaklarını aralasa ve sorularıma cevap verse... Kafamın içindeki soru işaretlerinin kancasını söküp atabilir, onun üzerine atılan iftiralara bir son verebilir ve kendini temize çıkarabilirdi ancak bunu yapmıyordu.

Ona bakan tüm gözlerin kör olduğunu kabulleniyor, kendine biçilen rolü üstleniyor ve sahneye çıkıp oynuyordu.

Daha fazlasını yapmıyordu.

"Doğru," dedim alaycı bir sesle. Gözlerim alaycı bir tavırla beni bileğimden sürükleyen ve çekiştiren eline düştüğünde dikkatli bir şekilde beni izlediği için o da gözlerini benim baktığım yere doğru çevirdi. "Görebiliyorum."

Beni bozmasına izin vermeyecektim, bu yüzden kendimle ben alay ediyordum. Songur Yakut'un beraber bir savaşa girdiğimizden haberi var mıydı acaba? Çünkü ben onun bulunduğu cephe tarafından durmadan yara alıyordum.

Kaşları alayla havalandığında dalga geçip önüne dönmesini ve beni başımı ağrıdan ağrıya sokan o müziğin çaldığı mekanın içine sürüklemesini bekledim ancak bunu yapmadı. Bileğim, elinin baskısından kurtulduğunda söylediğimin üzerine neden bunu yaptığını anlayamamıştım ki parmakları birden parmaklarımın içinden geçti. Olduğum yerde donakaldım, bunu fark etse de fark etmemiş gibi davrandı ancak ben yüzümde bir maske varmış gibi davranamayacak kadar şaşkındım o sırada. Songur Yakut, elimi tutuyordu. Sarhoş olduğum gece elimi eline uzattığımda ateş değmiş gibi çektiğini unutamıyordum, kendimi çok aptal hissetmiştim ve o yaptığından sonra bu yaptığına ihtimal bile vermezdim.

Yürümeye başladığında ayaklarım da isteksizce onu takip etmeye başladı ancak gözlerim hala iç içe geçmiş ve birbirinin boşluklarını tamamlamış parmaklarımızdaydı. O konuşmanın üzerine neden böyle bir hareket yapmıştı? Benimle oynadığı ya da aklımı karıştırmak istediği apaçık bir şekilde ortadaydı, aksi takdirde durmadan temas içinde olduğumuz bir durumun içine girmezdik. Üzerimdeki etkisinin farkındaydı ancak ben ne kadar yakın olmak istiyorsam ona, o da bana yakın olmak istiyordu. Bu cinsel çekim katlanılmazdı, yıpratıcıydı ve çok yoğundu ancak neden böyle olduğunu bir türlü anlayamıyordum.

İçimdeki azgın kız yıllardır suskundu ve Songur Yakut'u gördüğünde bağırarak varlığını belli etmeye çalışmaya mı başlamıştı yani?

Songur'a neden böyle bir şey yaptığını sormak istesem de zaten amacının bunu sormama neden olmak olduğunu bildiğimden, bir kere daha sessizliği seçtim. Bu gece sessizdim çünkü kafamın içinde dönüp duran çok fazla şey vardı. Analiz etmem gereken, kavramam gereken çok fazla şey vardı ve dudaklarımı her araladığımda o adama karşı, bana yeni bir soru işareti daha getiriyordu.

Ve şu an ihtiyacım olan son şey yeni bir soru işaretiydi. Kafamın içinde ondan milyonlarca vardı.

Mekanın içine girdik. Tıpkı onun mekanında olduğu gibi bu mekanda da localar vardı ancak en kenarda, ilgi çekmeyen bir yerde, karanlığın içine gizlenmiş şekilde yapılmamışlardı. Kırmızı neon ışıklar hemen üzerlerinde parıldıyordu, dans pistinin bir kat üstündelerdi ve mekana ayakları altından bakıyorlardı. Ortadaki dans pisti Songur'un mekanında olduğu gibi büyük değildi çünkü mekanın içindeki kirişler bunu engelliyordu, karşılıklı bakan iki bar vardı ve barın önünde oturan insan sayısı, locada oturan insan sayısından daha fazla görünüyordu. İnsanı canlandıran bir dans müziği çalıyordu ve insanlar dans ediyordu.

Songur'un mekanı göze alındığında biraz küçük olsa da sağlam bir eğlence mekanıydı. Kenarda güvenlik görevlileri duruyordu, Cihat Serterkaya denen adam mimlenmiş olmalıydı çünkü aldığı önlemler daha önce hiçbir eğlence mekanında görmediğim kadar sağlamdı.

Acaba kendisi neredeydi şu an? Burada mıydı?

"Cihat Serterkaya denen herif ile konuşacak mısın?" diye sordum beni soldaki bar tezgahına doğru sürüklemeye başladığında.

Yeşil gözleri mekanın içinde turluyordu hiç durmadan, ben bilmiyordum ancak o yine ne aradığını herkesten daha iyi biliyordu. Zaten günlerdir yaptığımız bu değil miydi? Songur Yakut kafasında bir plan kuruyor, beni sürüklüyordu ve ben daha ne yaptığımızı bile anlayamadan onun istediği şeyi tamamlamış oluyorduk.

"Keşke konuşabilsem yavrum," dedi alaycı bir sesle. "Ama kendisi benim mekana girdiğimi duyduğu gibi özel locasına topukladı."

"Neden?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Kendi mekanında senden mi korkuyor yani?"

"O bu mekanın sahibi olabilir," dedi. "Ama bu şehrin sahibi benim."

"Onunla arandaki mevzu ne?" diye sordum. Artık onun kendini beğenmişliklerine alışmıştım, bunu görmezden geliyordum. "Senin aranda mevzu olmayan herhangi bir insan var mı acaba, Yakut?"

"Yavşaklık yapanlardan haz etmiyorum," dedi Songur, bar tezgahının önünde durduğunda. "Gel gör ki, bu heriflerin hepsi yavşaklık peşinde."

"Sen acaba işine yaramayan bir şey yapan herkesin yavşaklık yaptığını düşünüyor olabilir misin?" diye sordum homurdanarak.

"Olabilirim," dedi alaycı bir sesle, boş olan bar taburesine oturduğu sırada.

Songur dirseğini bar tezgahına yaslayarak bana doğru eğildiği sırada birbirine kilit ve anahtar gibi sımsıkı bağlı olan parmaklarımız koptu. Bu bir an bana garip gelse de dudaklarımı yalayarak gözlerimi mekanın içinde dolaştırmaya başladım, dikkatimi dağıtacak bir şeyler aramam gerekiyordu aksi takdirde bir çift bataklık yeşili göz benim dikkatimi dağıtıyordu.

Gözlerimi üstünkörü bir şekilde mekanda dolaştırdıktan sonra tekrardan ona çevirdim. Az önce elimi tutan elini tezgahın üzerine koymuş, siyaha boyanmış ahşap bar tezgahının üzerinde sinir bozucu bir ritim tutturuyordu. Gözlerim yakasını dikleştirdiği deri ceketine, oradan da kaslarını zorlayan beyaz gömleğe takıldı. Beyaz gerçekten de onun rengiydi, esmer teni ile birleşince ortaya öldürücü bir uyum çıkıyordu.

Revolverin emniyet kemeri yok, demişti bana birkaç dakika önce. O bir revolverdi, benim de ellerim bu hayatta kaybetmeye başladığımdan beri durmadan titriyordu. O ve ben bu kadar yakınken... Merminin yuvadan fırlaması kaçınılmaz sondu ancak vurulan kişi kim olacaktı, hiçbir fikrim yoktu.

"Neden bu gece sessizsin?" diye sordu kafasını yana eğdiğinde. Bunu fark etmiş olmasına şaşırmıştım. "Arabaya ilk bindiğimizde susmuyordun, ne oldu birden?"

Ona söylememem gereken bir şeyi söylemiştim. Bu yola intikam için çıktığımı söylemiştim birkaç gün önce. Ona güvenmememi benden isteyen oydu ancak bana sözlerine güvenebileceğimi söylüyordu. Her konuştuğumda farklı bir çıkmaza sürüklüyordu beni, düşünmekten artık kafayı yiyordum, zaten uyumayalı çok uzun zaman olmuştu. Bu durumda sessizliğe savunmam çok doğal değil miydi?

"Bilmem," dedim ona bakmadan. "Sessizleştiğimi farkında değildim. Mekan çok gürültülü, başım ağrıyor artık." Bunu yemeyeceğini biliyordum ancak umurumda da değildi.

"Hayatımda daha kötü bir kaçış görmemiştim."

Birisi seni gördüğünde yapman gereken şey kaçmaktı. Hayatım boyunca kendimi buna şartlandırmıştım. Zaten yanında kendim olmayı başarabildiğim tek kişi Anka'ydı, ne yazık ki ona da hiçbir mutsuzluğumu göstermemiştim. Tüm mutluluğumu onunla paylaşmıştım ancak canımı yakan bir şey olduğunda, elimden birinin tutmasına ihtiyacım olmasına rağmen kaçmıştım ve uzaklaşmıştım herkesten. Belki de bu yüzden hep yarımdım ve öyle kalacaktım.

Abim benim için bir ev gibiydi. Kendi evimden bile kaçarken sığınabileceğim tek yerdi. Yanındayken gözlerimin yaşını akıtmayı başarabildiğim tek kişiydi. Annem her zaman yanında rahatça gülebildiğim değil, ağlayabildiğim kişiyi hayatımda tutmam gerektiğini öğütlerdi ve o kişi benim için sadece abimdi.

Ve o gitmişti.

Bu yüzden çok düşünmemeye çalışıyordum. Bu yüzden Songur'un dediği gibi kaçıyordum çünkü benim artık bir evim yoktu, sürgündeydim, fırtınada kaybolmuş bir yaprak gibi oradan oraya savruluyordum ve en acısı da kendime soluklanmak, acımı kabullenmek, en basitinden nefes almak için bile zaman tanımıyordum.

Kendime en büyük acımasızlığı hep ben yapıyordum.

Bu yıllardır böyleydi. Bundan sonra da değişmezdi.

"Ne kaçışından bahsediyorsun sen?"

Gözlerimi tekrar oyalanmak için etrafta dolaştırmaya başladım. Ortada boş bir bar taburesi vardı ancak hepsi bu kadardı, mekan o kadar tıklım tıklımdı ki her yer kapılmıştı. Yukarıya çıkabilirdik ancak Cihat oradaydı ve konu Cihat'a gelmeden önce Songur'un burada aradığı bir şey vardı.

Songur bana cevap vermeden boş olan bar taburesine oturduğu sırada kaşlarımı çattım. "Neden sen oturuyorsun da ben ayakta kalıyorum?" Aslında oturasım bile yoktu ancak sessizliğim ile daha fazla dikkatini çekmek istemiyordum.

"Ben oturduğumda sana da yer açılmış oluyor, otomatik olarak," dedi kafasını hafifçe yana eğdiğinde. "Kucağıma oturabilirsin."

Kaşlarımı kaldırdım ve alayla homurdandım. "Bana diyorsun ancak senin kaçış yolların hep benimkilerden daha başarısız, Songur Yakut." Söylediklerim ile tüm dikkati bana yoğunlaştı. "Hep böyle yapıyorsun. Alaycı, kaçamak cevaplar... Kendini asla açıklamamalar... Ardında cevapların yüzünden kafası karışmış bir kız bırakıyorsun, kendini açıklamamak için elinden gelen her şeyi yapıyorsun çünkü görünmekten deli gibi korkuyorsun."

"Biliyor musun, Valeri?" dedi kafasını iki yana salladığında. Cebindeki sigara paketini çıkarıp tezgahın üzerine bırakmadan önce paketin içinden bir dal çekerek vişne rengindeki dudakları arasına yerleştirmişti. "Bir keresinde, küçükken..." Hatırlamaya çalışıyormuş gibi duraksadı ve kafasını yana eğdi. "Sanırım altı ya da yedi yaşındaydım, evden kaçmaya çalışırken ikinci kattan aşağı düşmüştüm."

Bu bir an afallamama neden oldu. Hangi evden kaçmıştı, kendi evinden mi? Hangi çocuk yedi yaşında kendi evinden kaçmak için ikinci kattan atlardı ki? Kafamın içine bir sürü soru işareti doluştu, işte bu adam bunu yapıyordu, işte bu yüzden onunla konuşmamak için elimden geleni yapmıştım bu gece çünkü onun tek bir sözü, kafamın içinde bir sürü kasırga kopmasına neden oluyordu. Hem bunu şimdi bana neden anlatıyordu ki? Bu bile başlı başına bir soruydu.

"Görünürde bir yaram yoktu ancak belim kırılmıştı," diye devam ettiğinde gözümün önüne onun çocukluğunu getirmeye çalıştım ancak bunu ben bile canlandıramıyordum. "Canımın acıdığını söylememe rağmen beni ciddiye almadılar çünkü görünürde hiçbir yaram yoktu. Bu yüzden o acıyı günlerce çektim."

Kim bir çocuk ikinci kattan atladıktan sonra görünüşüne bakarak iyi olup olmadığına karar verecek kadar kafayı yemiş olabilirdi ki? Üstelik o çocuk canının yandığını söylemesine rağmen... Benim babam da ilgili bir baba sayılmazdı ancak o bir canavar değildi, küçükken bizim umursamadığımız ufak bir öksürüğümüzde bile bizi hastaneye taşırdı.

"Bakışlarından neden şu an sana bunu anlattığımı anlamadığını görebiliyorum," dediğinde düşüncelerimden sıyrılarak ona baktım.

Beni bu kadar rahat okuyabiliyor muydu gerçekten? Eskiden üzerimde çelikten bir zırh olduğunu düşünürken şimdi onun bana baktığı her saniye çıplak hissediyordum.

Songur Yakut dışarıya yansıttığı kadar sığ bir insan değildi. Emin olduğum tek şey buydu. Derinliğini gizlemek için mücadele ettiği suların dibinde boğulmuştu.

"Fiziksel acı bile görünmeyen bir yerindeyken insanların haberi olmuyorsa eğer," dediğinde dudakları arasındaki sigarayı yine deri ceketinden çıkardığı siyah çakmağı ile ateşlemiş ve içine derin bir nefes çekmişti. "Ruhundaki acılardan haberleri olmaları sence mümkün olabilir mi?" Bu zamana kadar mümkün olduğunu sanıyordum. "Demek istediğim şey şu Valeri," diye devam ettirdi kendini. "Görülmekten korkmuyorum çünkü bunun mümkün olmadığını biliyorum. Kimse kimseyi göremez. Sen bu dünyada, sadece gösterdiğin kadarsın."

Songur Yakut ile aramdaki en büyük benzerliği o gece fark ettim.

İkimiz de saklanıyorduk.

Bizi göremesinler diye.

Songur Yakut ile aramdaki en büyük farkı o gece öğrendim.

Ben diğer insanlardan saklanıyordum.

O ise kendinden.

Bu gerçek beni sarstı. Hayatım boyunca kaçıp durmuş, en küçük zaafımı bile gizleyerek içime atmıştım. İnsanlar beni görür diye korkmuştum, bu yüzden taşımak ağırlık yapsa da o iğrenç zırhı hiç çıkaramamıştım üzerimden. Oysa o şimdi gelmiş, bana bunun gerçek olmadığını söylüyordu. Bunca senedir boşuna yoruluyordum, boşuna ağrıyordu sırtım taşımaktan tüm o kalkanı. İnsanlar istesem bile beni görmeyecekti.

"Çocukluğunda da böyle miydin?" diye sordum konuyu değiştirmek için.

İkimiz de kaçıyorduk ancak bu gece kaçan tek kişi bendim. Dudakları arasındaki sigaranın dumanı yüzüme çarpmaya başladığında ben de masada duran sigara paketinden bir dal çekerek dudaklarım arasına yerleştirdim ve onun çakmağı ile sigaramı ateşledim.

İçime derin bir nefes çektiğimde az önce üzerinde yürüdüğümüz yoldan sapmama müsaade etti, konuyu değiştirmeme ve bu gecelik kaçmama yardımcı oluyordu ancak bunu yapmasının nedeni, kendi istediği gecede beni yakalamaktı.

Beni yakalarsa ikimiz için de iyi olmazdı.

"Çocukluğumu pek hatırlamıyorum," diye yanıtladı beni.

Dürüst olduğunu biliyordum çünkü az önce yaşını hatırlamakta bile ne kadar zorlandığına şahit olmuştum. Bu beni şaşırtmıştı çünkü onun gibi bir adamın hafızasının çok kuvvetli olmasını beklerdim.

"Ama çok değişmedim," diye devam ettirdi kendini düşünceli bir sesle. İlk kez verdiği cevapları düşünüyordu. Songur Yakut ilk kez dudakları arasından çıkmak isteyen ilk kelimeyi bana sunmuyordu. "Öfkeli bir çocuktum, şımarıktım, kavgacıydım."

Bunu duyduğuma nedense hiç şaşırmamıştım. Zaten kenarda sessizce oturan ve yaramazlık yapmadan durabilen küçük bir Songur hayal etmek imkansızdı. Öyle bir oturmuştu ki karakteri, sanki doğduğundan beri üzerine geçirdiği bir zırhtan ibaretti.

Alayla gülümsedi. "Yani o zaman beni tanısan, yine benden hoşlanmazdın."

Şu zamanda bile ondan hoşlandığımı farkındaydı ancak benimle dalga geçiyordu.

Ben de alayla gülümsedim. "İnan bana, tahmin edebiliyorum."

Songur sigarasından bir nefes aldığında gözlerini birkaç saniye yüzümde dolaştırdı. O bu kadar dikkatli baktığında hiç olmadığım kadar rahatsız hissediyordum kendimi, sanki çıplakmışım gibi. Az önce bana insanın görünmesinin imkansız olduğunu anlatmıştı.

Ama işte korkular... Korkular kolay kolay silinip gitmiyordu, çekmiyordu pençesini insanın teninden.

"Neden her şeyi bu kadar dikkatli izliyorsun?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Bir insanı gerçekten görmenin mümkün olmadığını söylüyorsun ancak sonra öyle bir doğrultuyorsun ki gözlerini bana, sanki silahmış gibi, içimi okuduğunu düşünmekten başka bir seçenek kalmıyor elimde. Madem insanları göremeyeceğini düşünüyorsun, o hâlde bana neden öyle bakıyorsun?"

Dudakları arasındaki sigaradan derin bir nefes çekerek sigara işaret ve baş parmağı arasına aldı ve diğer elinin parmakları ile çeneme dokundu. Bunu yapmayı alışkanlık haline getirmişti resmen. Çenemdeki parmakları yavaşça hareket ettiğinde fark etmeden nefesimi tuttum, yüzümü yüzüne doğru yaklaştırdı ve hafifçe bana doğru eğildi. Bir an beni öpeceğini bile düşündüm, eğer öpseydi karşılık verirdim, biliyordum ancak bunu yapmadı. Dudaklarını dudaklarıma ilerletmek yerine kulağıma doğru ilerletti.

"Neden sana öyle bakıyorum, biliyor musun?" diye sordu alaycı bir fısıltıyla. Nefesi boynuma çarptığında titrek bir nefes aldım. "Çünkü güzelsin, Rosa."

Yüz ifademi görebilmek için anında geri çekildi, gözlerini yüzüme diktiği anda benimle dalga geçeceğini bildiğim için hiçbir açık vermeden yüzüne bakmaya başladım ancak işin arka tarafında işler hiç de göründüğü kadar sakin değildi. Kalbim göğüs kafesimin altında çırpınmaya başlamıştı ve benim kadar soğukkanlı bir kızın, onun alayla söylediği tek bir sözle balataları sıyırması hiç ama hiç normal değildi.

Belki de kendimi Anka'ya şikayet etmeli ve kendime sert bir tokat patlatmalıydım. Anca öyle kendime gelirdim.

Bu adam kelimelerle oynamakta bir uzmandı çünkü karşı tarafın istediği cevap her daim iki dudağı arasındaydı. O halde neden söylediği her şeye gereğinden fazla anlam yüklüyordum? Elimi tutsa ne olacaktı sanki? Bu adamla durmadan öpüşen ben değil miydim? Parmaklarımızın birbirine değmesi bundan daha büyük bir temas değildi. Gözlerindeki alaycı ifade belliydi, onunla tanıştığım ilk andan beri oradaydı, bir an bile silinmemişti.

Songur Yakut aklımı bulandırıyordu.

"Bana cevaplar vermemek için böyle sözler söylemek tam da senden beklenecek hareketler," dedim alayla. "Ama şansına küs, ben yemiyorum bunları, Yakut."

"Yemiyor musun gerçekten?" diye sordu alaycı bir sesle.

Geriye çekilmeme izin vermediğinde yakışıklı yüzüne baktım. Mekanın içinde parıldayıp kaybolan kırmızı neon ışıklar ona vuruyor, yüzünün bir kısmını aydınlatırken diğer kısmını karanlıkta bırakıyordu. Simsiyah olan saçları alnına doğru dağınık bir şekilde dökülüyordu. Elimi yüzüne yaklaştırıp alnına doğru dökülen o dağınık saçları düzeltmek için büyük bir istek duyuyordum ancak bunu yapamayacağımı biliyordum. Sigaradan her yeni bir nefes çekişinde yanakları biraz daha içeri çöküyor ve zaten belirgin olan elmacık kemikleri biraz daha ön plana çıkıyordu. Yüzünün sol kısmındaki kesik izi, daha fazla belirginleşen elmacık kemiği ile beraber biraz daha ön plana çıkıyor olsa da o kadar güzel bir yüze sahipti ki, tek bir çiziğin onun güzelliğini söküp alma ihtimali bile yoktu.

"Yemiyorum," dedim. "Benim gerçek cevaplara ihtiyacım var, Songur Yakut. Bu kaçamak cevaplarla beni oyalayamazsın. Mesela gerçekten ne yapmak istiyoruz, burada ne işimiz var, gibi sorularıma cevap verebilirsin. Beni oradan oraya sürüklemenden sıkıldım ve bu konu üzerine bir kere daha konuşmuştuk."

Onunla böyle konuşmam hoşuna gidiyordu, gözlerinin kısılışından, dudaklarının yana kıvrılmasından ve yanaklarının içindeki derin çukurlarını yaşam belirtisi vermesinden bunu anlayabiliyordum.

Songur Yakut kendisine meydan okunmasını seviyordu.

"Ben de sana karşılıksız iş yapmayacağımı söylemiştim," dedi. "Karşılıksız iş yapmam, Rosa. Ben konuşurum. Peki karşılığında sen? Sen ne yapacaksın benim için?"

"Ne yapmamı istersin?" diye sordum ona doğru eğildiğimde.

Tezgahın üzerinde duran eli ile benim elim üzerinde bir milim bile yoktu belki de, serçe parmağımı kımıldatsam eline dokunacaktım ancak kımıldatmadım. Elimi geri çekmedim de. Ona karşı olan uzaklığımı korudum, ne uzaklaştım ne de yakınlaştım.

"Sen benim sınırlarımı zorlarsan ben de senin sınırlarını zorlarım," dedi yüzünü yüzüme yaklaştırdığında. "Ben senin için dudaklarımı aralayacağım. Sen de benim için dans edeceksin, Valeri."

Kaşlarım şaşkınlıkla çatıldı. İstediği şey bu muydu? Onun için dans etmemi mi istiyordu? Bunun benim sınırlarımı zorlayacağını mı sanıyordu? İşim zaten buydu, dans etmek. Eğer, ona özel dans etmek beni biraz zorlayabilirdi ancak onun ağzına laf vermektense bunu yapmayı tercih ederdim.

"Bunun benim sınırlarımı zorlayacağını sanıyorsan çok yanılıyorsun Yakut," dedim alaycı bir sesle. "Dans etmek benim işim. Unuttun mu?"

"Daha iyi ya işte," dedi alayıma uyum sağlayarak. Yine ve yine konuyu saptırıyordu. Bu adam bunu yapmakta uzmandı. "O halde benim için dans eder misin?"

"İlk kez rica ettiğini görüyorum," dedim kafamı yana eğdiğimde. "Sen kimsin ve Songur Yakut'a ne yaptın?"

"Yoksa kimse sana söylemedi mi Rosa?" diye sordu beni taklit ederek kafasını yana eğdiğinde. "Şeytan insanı yoldan çıkarmayı başarana kadar en büyük centilmendir."

Gülerek kafamı hafifçe geri attığım sırada parmaklarım arasındaki sigarayı söndürdüm. Küllüğe baktığım o kısa saniye içerisinde Songur Yakut'un gözleri benim yüzümden çekilmiş, bizim hemen karşımızda, bir üst kattaki localara odaklanmıştı.

Gözlerim Songur'un baktığı yere, karşıdaki localara döndüğünde gözlerim gözlerinin odaklandığı yeri yakaladı. Esmer bir adam locanın önünde oturuyordu, yüzünü tam olarak seçemiyordum çünkü mekanın içindeki neon ışıklar arada bir oraya vuruyordu. Yanındaki iki tane kız olduğunu anlamıştım ama, iki kız da sarışındı ve biri sağında, biri de solundaydı. Kafalarını geri atarak kahkaha attıklarını fark ettim, ellerinde içinde viski olduğunu düşündüğüm kristal bardaklar vardı.

"Şu an baktığımız kim?" diye sordum ilerleyen birkaç saniye sonrasında emin olmak için.

Songur Yakut bataklık yeşili gözlerini odakladığı yerden çekmemişti hâlâ. İçimden bir ses o adamın Cihat olduğunu söylüyordu, başka kim olacaktı ki zaten? Yine de emin olmak için sormuştum.

Songur az önce onun özel locasına çıktığını söylemişti, üst katta bir sürü loca vardı belli ki dikkat çekmeyen bir tanesini seçmişti. Songur da barın en köşesinde, dikkat çekmediği karanlık bir köşede olduğundan belki de onun gittiğini düşünerek daha rahat bir yere geçmeye karar vermiş olabilirdi.

"Cihat Serterkaya," dedi düz bir sesle. Bahsettiği adam bu adam mıydı? Nedense daha yaşlı biri beklemiştim ama adam en fazla Songur'un yaşlarında görünüyordu.

Gözlerimi tekrardan oraya çevirdiğim sırada adam elindeki bardağı masanın üzerine bıraktı. Kızlar ise hâlâ gülüyordu. Işıklar oraya doğru vurduğunda adamın yüzünü seçebilmiştim. Kahverengi saçlara, kemikli bir yüze ve kısık bakan gözlere sahipti. Göz altları içine doğru çökmüştü, dudaklarında eğlendiğini belli eden bir kıvrım olmasına rağmen yüzündeki ifade çok huzursuz ediciydi. Kirli sakallarını kaşıyarak karşısına döndüğünde, tam karşısında da birinin oturduğunu fark ettim.

"Mekana girdiğimi öğrendiği için huzursuzdu ancak kendini göstermezse onunla ağır taşak geçeceğimi bildiği için ortaya çıkmak zorunda kaldı," dedi Songur, barın kenarındaki karanlık yere geçtiğinde. "Amına koyduğumun yavşağı, kendi bölgesine biri girdiğinde hemen huysuzlanıyor. Korkma lan, yemeyeceğim mekanını."

"Biraz sana benziyor sanki," diye mırıldandım. Kısık bakan gözleri bana döndüğünde omzumu silktim, söylediğim sözün arkasındaydım.

"Emin ol ki hiç benzemiyor," dedi net bir sesle. Barmene içki sipariş ettiğinde gözlerimi ondan alarak adama çevirdim tekrardan.

"Bana bayağı benziyor gibi geldi," dedim alaycı bir sesle. "Mekan sahibi, mekanında başkası olunca gösteriş yapıyor, yanında kızlar falan var."

"Kızlar, ha?" dedi benimle dalga geçercesine ancak fark etmiştim, kendisini ona benzetmeme sinirlenmişti. Hep dediğim gibi Songur Yakut tepkilerini çok iyi kontrol ediyordu. "Yok ya. O kısım bile benzemiyor. Benim yanımda sarışın göremezsin. Tipim değiller."

Normalde böyle bir cevap vermeyeceğini biliyordum. O adama onu benzetmem sinirlenmesine neden olmuştu. Eğer benzerlik görüyorsan, al sana cevap der gibiydi verdiği cevap.

"Bunu neden yapıyoruz ki?" diye sordum aldırış etmeden, belki bininci kez. "Mekanına geldin ancak adamdan uzak duruyorsun. Şu an neden buradayız? Attığımız hiçbir adımın ne anlama geldiğini kavrayamıyorum ben, kafanda bir plan kurup beni sürüklüyorsun sadece. Burada olmamızın tek bir nedenini söyle bana."

"Yalnızca tek bir nedenini mi söyleyeyim?" diye sordu yeşil gözlerini gözlerime diktiğinde. "Derler ki, çalınan hayatını daima hatırla."

"O da ne demek?" diye sordum kaşlarımı çatarak. Gözlerini anında benden çekmişti. "Songur, o ne demek?"

"Duman benim olan bir şeyi çaldı, Valeri," dedi keskin bir sesle. "Ve onu hiçbir değeri yokmuş gibi çaldığı ilk fırsatta çöpe fırlattı."

Songur Yakut'u ilk kez bu kadar ciddi görüyordum. O kadar soğuktu ki sesi, gerilmeme neden olmuştu. İlk kez gözlerinin içinde alay yoktu. Saf nefret. Sadece nefret vardı.

"Duman mı?" diye sordum onun bu hâline anlam veremediğimde. "Duman kim?"

"Cihat Serterkaya'nın bu işlerdeki ismi," diye yanıtladı.

Ve Songur Yakut'un tek bir cümlesi ile tüm dünyam başıma yıkıldı.


Ruh ölümsüz müdür?

Bu soruyu o gün, sabahın ilk ışıkları sınıfın penceresinden içeriye sızarken felsefe öğretmenim sınıfa sordu. Sınıfın yarısı uyuyordu, ilk dersin felsefe olması birçok kişi için güne başlamak zorunda kalmadan 80 dakika daha uyuyabilmek anlamına geliyordu. Bazıları dersi dinlese de katılmak söz konusu olduğunda kimsenin sesi çıkmazdı. Çünkü kimse sabahın köründe kendinde değildi.

Felsefe dersi ise benim için kitap okuyabileceğim bir saat daha anlamına geliyordu. Dersle ilgili bir sorunum yoktu ancak hoca tüm ilgimin onda olduğunu fark ederse eğer sorusuna cevap vermemi de bekleyecekti. Düşüncelerimi dile getirmek sorun falan değildi ama tüm gözlerin üzerime dönmesini sevmiyordum. Zaten sınıfta sadece hayaleti oynuyordum.

"Ruh ölümsüz müdür?" diye sorduğunda önümde açık duran İspanyolca bir kitabın sayfasını çeviriyordum. Duraksayarak ona baktım. "Daha doğrusu, ruh gerçekten var mıdır? Arkhe nedir?"

Sınıfın en konuşkanı olan Ceylin, "Ana madde," diye cevapladı. Kafamı kaldırıp ona baktım, o sırada öğretmen onu onayladı. Ceylin ile hiçbir zaman iyi anlayamamıştım, hatta bir keresinde onun kafasını klozete sokmuştum çünkü yüzüme gülerken arkamdan bana hemcinsine asla söylememesi gereken hakaretlerde bulunmuştu.

"Bazı filozoflar ana madde için materyalist düşünmüştür, bunu biliyorsunuz. Anaksimandros ise arkhe için soyut bir kavram kullanır: Aperion. Sonsuzluk. Onun arkadaşı olan Anaksimenes ise ilk defa ruhu felsefeye taşır. Ama o ruhu, maddi bir varlık olarak düşünür. İnsana canlılık veren, dağılmasını engelleyen, maddi bir şeyden bahseder. Havanın da evreni ayakta tuttuğunu ve dağılmasını önlediğini düşündüğünden dolayı, onun arhkesi havadır. Yani sonuç olarak ruh kavramı da ilk madde ile ilişkili olarak çıkmıştır. İlk maddeye, Prima Materia'ya yüzlerce isim konulmuş. Kartal Taşı, Nebula, Elementlerin Ruhu ve Cenneti, Güneşin Kalbi, Yılan Zehri..."

Yılan Zehri.

İlk madde, Tanrı'nın ilkel yaratığıdır. İnsanın bakış açısına göre şekil alır.

Senin cennetin olabilir ama bir yılanının zehri senin hayatına son da verebilir.

O soğuk kış sabahı hapsolduğum sınıfın içinde, ruhun ölümsüz olup olmadığına bir cevap bulamadım ancak bir şeyi biliyordum artık, ruh bile değişkendi.

Zil çaldığında sınıfta uyuyanlar uyumaya devam etti. Ben oturduğum sıradan kalktığımda çantamın ön gözünden cüzdanımı ve telefonumu çıkardım, dün akşamdan beri abime ulaşamadığım için bir umut telefonumu kontrol etmiştim yine de. Mesaj ya da arama yoktu. İç çekerek altımdaki okul eteğini düzelttim ve sınıftan çıktım.

Üzerimdeki okul formasından nefret ediyordum. Etek giymek zaten benim için rahatsız ediciydi, üzerine bir de dar beyaz gömlek ve asla giymediğim ceket eklenince boğuluyordum. Altımda ince siyah bir çorap vardı, Mart'ın sonunda olduğumuzdan dolayı üşümememe yardımcı olamıyordu.

Soğuktan çatlamış dudaklarımı ıslattığımda kantine gitmek için merdivenleri inecekken son anda dolabıma gitmem gerektiği aklıma gelmişti.

Dün geceden beri evde didik didik bir kitabı arıyordum, tek umudum dolapta olmasıydı yoksa kitabı tekrar almam gerekecekti.

Dolabıma doğru ilerlediğimde şifreyi girdim ve dolabın içine baktım. Kitabın orada olduğunu görünce rahat bir nefes vermiştim. Dolabı kapatarak kantine doğru inen merdivenlere döneceğim sırada birisinin elini dolabıma doğru yaslaması ile duraksadım.

"Günaydın, Valeri Dinç," dedi alaycı bir ses. "Acaba bu sabah nasılsınız?"

Kaşlarımı çatarak arkamı döndüm, eli hâlâ dolabımın arasındaydı ve bu şekilde, dolabı kapatmama engel oluyordu. Ona doğru döndüm, gözlerim üzerindeki beyaz gömleğe düştü. Kollarını dirseğine kadar kıvırmıştı, tıpkı benim gibi okulun lacivert ceketini giymiyordu ancak lacivert kumaş pantolon bacaklarını sarıyordu. Kravatını takmıştı ancak bağlı olduğunu söyleyemezdim.

Tüm bu saçma detaylarıyla beraber, Yılmaz Ural tam karşımda duruyordu.

"Sana da günaydın, Yılmaz Ural," dedim alaycı bir sesle. Bu sorunlu neden benimle konuşuyordu? Hiçbir fikrim yoktu. Ondan hiç haz etmezdim. Okulun belalı takımının başını çekiyordu. Her teneffüs müdürün odasındaydı. "Ne vardı?"

Ondan bir yaş büyük abisi ile tam bir kabustu.

"Ne vardı?" diye sordu alayla. "Bende onu sana soracaktım ya."

Gülerek kafasını salladığında zorla dolabımı açmaya çalıştı. Afalladığım için geri çekilmek zorunda kalmıştım, dolabı ardına kadar açtığında içine bıraktığım abimle beraber olan fotoğrafa baktı ve sonra bana dönerek kafasını alayla iki yana salladı.

"Ne diyorsun, Yılmaz?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Sabah sabah kafan mı iyi? Gece içtin de hâlâ ayılamadın mı, sorunun ne?"

Daha önce hiç konuşmamıştık. Bir keresinde Anka'nın yakın bir arkadaşına yaptığı yanlış yüzünden olay çıkmıştı ve çocuğu ilk kez o zaman görmüştüm, tekin biri olmadığını da anında anlamıştım.

"Gayet ayığım ben," dedi ağzındaki sakızı sinir bozucu bir şekilde çiğnerken. "Ben ayığım da... İyiyim de... Ama senin o piç kurusu abin acaba hangi sikik fare deliğinin içinde?"

Afallayarak geri çekildim. Abimin nerede olduğunu mu soruyordu o? Abimi nereden tanıyor olabilirdi ki? Artık bu okulla hiçbir alakası yoktu. Peki Yılmaz'ın abisi ile alakası olabilir miydi? Hiç sanmıyordum. Abim senelerdir babamın gözünde yaratmak için çabaladığı imajı bu saçma sapan serseri tiplerle takılarak çöpe atmazdı. En son yapacağı hata bile değildi bu.

Onu tanıyordum.

En azından öyle sanıyordum.

"Abimden sana ne ki?" diye sordum kaşlarımı çatarak. Abimin nerede olduğunu neden soruyordu ki? "Çek elini dolaptan, sabah sabah benimle uğraşma."

"Abin nerede, Valeri?" diye sordu tekrardan. "Bak; severim seni, tatlı kızsın, akıllısın, sorun çıkarmazsın." Üzerime doğru eğildi. "E Güney kardeşimizin de eski manitasısın, eski yengemizsin tabi yani. Severiz seni sevmesine, o noktada hiç ama hiç sıkıntı yok. Ama benim sabrımı sınama işte be kızım. Sabır söz konusu oldu mu ben başka birine dönüşüyorum ya işte Allah belamı versin ki." Kaşlarımı çatarak ona baktım. Şaşkınlığım silindiği ilk an onu üzerimden ittirdim. "Abin nerede lan? Söylesene bana. İyiliğin için diyorum lan, iyiliğin için. Söyle."

"Sen benim abimi nereden tanıyorsun?" diye sordum. "Çekil be üzerimden! Siktir git!"

Şu an bağırıp çağırmam gerekirdi ancak okuldaydık, ne olduğunu anlayamadan idareye gitmek istemiyordum. Bu çocuk bana bir gündür haberini alamadığım abimi soruyordu, bu çocuk tanıma ihtimali bile olmamasına rağmen benim bir abim olduğunu biliyordu.

Abimi tanıyor olabilir miydi? Olamazdı ki. Abimin bu okuldakilerle ne bağı olabilirdi, bizden yaşça büyüktü.

"Tanıyoruz işte bir yerlerden diyelim," dedi Yılmaz. Bu benim için hiç yeterli bir cevap değildi. "Bu sorumun cevabı değil ki. Bak kızım, size yardımcı olmaya çalışıyorum lan ben burada. Neden sen beni ciddiye almıyorsun? O abinin nerede olduğunu ya bana söyle ya da ara onu, bir an önce ortaya çıkması gerektiğini söyle. Yoksa sıkıntı çıkacak."

Abim ne yapmıştı? Kalbim korkuyla kasılırken olan bitene bir anlam veremiyordum hâlâ. Bu çocuk benim abimi tanıyordu, üstüne üstlük dün geceden beri telefonunun kapalı olduğunu, ona ulaşılamadığını da biliyordu. Bir alakaları vardı, bu kesindi. Başka neleri biliyordu? Abimin Yılmaz sorunlusu ile ne alakası vardı?

Abime o yüzden mi ulaşamıyordum?

Birilerinden mi kaçıyordu?

"Söyle o abine," dedi geri çekildiğinde. "Yaptığı akıllı adamın yapacağı bir iş değil. Ona yanlış yapmaz akıllı adam. Bilsin bunu, zaten eminim biliyordur ama ona bir yerlerden deli cesareti gelmiş belli ki. Hatırlatmak gerek gerçeği. Arıyorum açmıyor, abinin götünü kurtarmaya çalışıyorum ama daha fazla dayanmaz kızım, dayanmaz daha fazla. Anlıyor musun şu an beni?"

Hayır, hiçbir şey anladığım yoktu. Sadece çığlık atmak geliyordu içimden. Zaten dün geceden beri korku, kalbimdeki tüm kanı kendine çeken bir sülüktü. Şimdi bu öğrendiklerim onu kontrol altına alabilmem konusunda hiç ama hiç yardımcı olmuyordu. Bir şeyden bahsediyordu ama benim bu şey hakkında en ufak bir fikrim yoktu, bilinmezlik beni rahatsız ederdi, şu an içten içe tüketiyordu. Anladığım tek şey abimin başının dertte olduğuydu.

"Sen tam olarak neden bahsettiğini bana bir söyler misin ya?" diye sorduğum sırada Yılmaz her cümlemde biraz daha çileden çıkıyormuş gibi ellerini saçlarının arasından geçirdi. İlk kez konuşurken kekelemek üzere hissediyordum kendimi, o kadar afallamıştım ki ne tepki vereceğimi bile bilmiyordum. "Ne yanlışından bahsediyorsun? Ne yaptı abim?"

"Kim olduğunu sen ne yapacaksın?" diye sordu kafasını iki yana salladığında. "Tanıyacak mısın sanıyorsun?"

"Benim abim kimseye bir şey yapmaz," dedim.

"Abin, Duman'dan bir şey çalmış Valeri," dedi yanımdan geçmeden önce. "Unuttuysa ona sen hatırlat. Duman'a yapılan yanlışın bedeli ödenir."

Continue Reading

You'll Also Like

12.8K 1.9K 33
Hâlâ ayıcıklarla mı uyuyorsun yoksa? Texting & düz yazı #1 yangjeongin (15.02.2024) #1 chanlix (16.01.2024)
AHVEB By hazel

Teen Fiction

2.5M 151K 34
❝Benim şeytanlarım iyiliğe içiyor. Çünkü dünyam alt üst. Tanrı'yı gördün mü? Son zamanlarda aramız bozuk. Görürsen selamımı söyle ona. Bence onun...
1K 126 11
Basılı bir eser olan Mühür Kıran (Gael Yazıtları I) kitabının devamıdır. Lekesiz, bembeyaz bulutların arasında zahmetsizce süzülüyordu. Rüzgârın çe...
20.4K 2.7K 43
"Sırların zinciri koptu Bedel kanla yazıldı Yükselmek için yeniden doğdu Yıkımın kıvılcımları dört bir yana savruldu." * Tanrıça tahtına kurul...