GECENİN ORTASI

By yercainri

2.8K 127 97

Bir göl kenarı. Bir de on sekizli kızın acılı sanrısı. Geçmişteki onun gelecekteki onsuz zamanları. Unuttun b... More

GECENİN ORTASI
1. YAŞATAN İNTİHAR
2. ACILAR VE ANILAR
3. GÖĞÜSTEKİ SANCI
4. MASKENİN KÖLELERİ
6. AŞKIN EN KESKİN BIÇAĞI
7. BİR NEFES
8. HERKES GİDER
9. SUSKUN KARANLIK
10. SEÇENEK
11. KÜÇÜK TUZAKLAR
12. YALANCI ORMAN
13.BÖLÜM: DOĞRULUK PAYI

5.ADALET TERAZİSİ

132 8 10
By yercainri


5.BÖLÜM

ADALET TERAZİSİ


Hayat, kendi ekranımızdan baktığımız kişisel bir oyun olarak görülebilir. Kendi kararlarımız silah, hareketlerimiz mermi olabilir. İşlediğimiz cinayetler seviyelerimizin atlamasına neden olabilir. Takım arkadaşlarımız olabilir ve o takım arkadaşlarımız arkamızı döndüğümüz an oyundan çıkabilir. Hayat bir oyun olabilir. Ama bu hayat, kazanmak için kaybettiren bir hayat. Kimse eşit değil. Adalet yok. Kararlarımız var. Ve bunların bedelleri var. Herkes ödemek zorunda. Yaşamak için.

Yaklaşık bir hafta önce o mektup ellerim arasında dururken bu yaşayacaklarımı tahmin bile edemezdim. Meyus'ta böyle bir halde ve böyle bir zamanda olacağımı bilemezdim. Göl kenarında korkularımla savaşmak için bambaşka korkuları doğuracağımı bilmezdim.

Ben yüzme bilmiyordum ama suyu seviyorum.

Ben yaşamayı unuttum ama hayatı hatırlamaya çalışıyorum.

Ben Lal'i öldürdüm ama Feda'ya hayatımı veriyorum.

Titreyen ellerimin arasındaki zarf usulca ellerimden kayıp onun elleri arasına girdiğinde ben çoktan başımı kaldırmış bana çarpan, şapkalı ve o göz göze geldiğim inci mavi gözlerin nerede olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kalbim benden bağımsız bir halde bedenimde çıkacakmışçasına attığında ben hala o gözlerin ifadesinin korkutuculuğunu yaşıyordum. Daha önce emin olarak görmediğim o gözler, bas bas bağırmıştı. Benim suçum olduğunu. Senin yüzünden, demişti. İyi de hayatım boyunca hiç görmediğim birine ne gibi bir şey yapmış olabilirdim?

İnsanların bakışları çok şey anlatır, Feda. İnsanlar gözleriyle konuşurken yalanı söylemeyi beceremezler. Gözlerle iletişim kurulurken bu yüzden en çok doğruyu hissedersin, doğruymuş gibi hissedersin.

Hayatım boyunca insanların gözleriyle karşılaşmıştım, her adım atacağımda öyle bir duvara çarpmıştım ki bırak konuşmayı, kendi sesimi duyuramadım. İnsanlar konuşurdu, insanlar çok konuşurdu ama sustukları an öyle bir sessizlikle, öyle bir gürültüyle karşı karşıya gelirdin ki tekrar ağızlarını açsınlar diye yalvarırdın. Çünkü sustuklarında, gözleri başlardı. İnsanların gözleri çok yaralayıcıydı, doğruyu taşıyan bütün gerçek duygular kadar. İşte bu yüzden de karşılaştığım her bir çift göz bas bas bağırırdı, senin yüzünden. Senin yüzünden! Kör oldum insanların gözlerine geçmişte, şimdi ise sağır olacaktım pişmanlıklarını her dile getirişlerinde.

"Bu ne?" diye ciddi bir halde, Kasım yüzümüzü eşitleyerek gözlerimin tam içine baktı. "Ne demek istiyor bu mektup? Bahsettiği bu oyun... Neler dönüyor?"

"Hiç..." Elindeki düzensizce yırtılmış zarfı aldım. Gözlerim o eşsiz el yazısında geziniyordu, mürekkep hiçbir şekilde dağılmamıştı. Ama benim zihnimdeki o kargaşa bu mürekkeple her yere saçılmıştı. "Yanlışlıkla biri gelip koymuş sanırım. Anlamadım ben de. Gereksiz bir şey muhtemelen, oyun falan dediğine göre."

Kasım başını iki yana sallayarak benden geriye çekildi. "Yalan söylüyorsun..."

"Kasım, bak. Gerçekten çok yorgun ve uykusuzum. Üstüne saatlerce ormanda bir çocuğu aradık ve çoktan bitmiş bir halde üstüne birde bu saçma mektup. Sadece- Ya her neyse ya! Yok bir şey tamam mı?! Önemsiz bu mektupta, gereksiz! Unut gitsin!"

"Unut gitsin mi?" Anlamayarak kaşlarını havalandırdı ve ardından bana doğru hızla gelip elimdeki zarfı aldı ve bana doğrulttu. Arkasındaki gümüş yazıdaki ismime. "İsmin var farkında mısın? Yok bir şey! Ya gerçekten hiçbir şey yok!" Mektubu sertçe ellerim arasına sıkıştırdı ve benden uzaklaşarak kaldırım kenarından yürümeye başladı.

Arkasından sırtını izlerken ben daha da karışmış bir kafamla yandaki banka geçip oturdum. Etraftaki kalabalık dağılmaya başlamıştı, neredeyse yalnızca ben kalacaktım. Ve kaldım da... Saatler sonra hala yalnız bir halde bankta oturarak elimdeki mektuba baktım. Oynayacak mısın? Oynayacaktım, daha sabah bunun planıyla yola bile çıkmıştım, şimdi neden bu kadar tereddütteydim, anlamıyordum. Evet. Evetti! Ben neden gözlerimi hala hayır cevabında gezdiriyordum ki, cevap evetti! Planım aklımdaydı, ben de oyun oynayacaktım. Neden tereddüt ediyor- Mavi gözler... O inci mavi gözler beni dumura uğratmıştı. Bir insan nasıl bu kadar öfkeli bakabilirdi ki? Evet. Hayır. Biliyordum, bu yolumda herhangi bir etken beni engellemeyecekti. O mavi gözler benden neden bu kadar nefret ediyorsa, oyunumun içinde onun nefretini de çözecektim. Çantamdan kırmızı renkli, tükenmez bir kalem çıkararak evet kelimesini yuvarlak içine aldım. Oyuna girecektim.

Kendi oyunumu da içine girdirecektim.

*

İnsanlar kendi koyduğu belirli sınırlara sahip olunca bu dünyada hiçbir sorunu olmayacağına inanıyordu. En güzeli ben olacağım, diyordu ilkokuldan tatlı, minik bir kız. En zayıfı ben olacağım, diyordu ortaokulda yediği her şeyi kendisine yasak koymuş kız ve en zengini ben olacağım, diyordu lisedeki o kız. Toplumun kendi belirlediği, uydurmadan başka bir şey olmayan o sınırlarlara uyarak bu hayattan sorunsuz geçeceğine inanıyordu.

Ama bakın ki o kız şimdi, hem güzel, hem zayıf ve hem de zengindi.

Ve kendi evinde bile mutlu değildi.

Bunu anladığım ilk an toplumun koyduğu o saçma sınırların herhangi bir işe yaramadığını anlamıştım. Hayatınız sorunsuz geçmiyordu bunlar olunca. O zaman benim en büyük sorunumu çözmesi gerekirdi. Ama bakın ki bana; en büyük sorunum olan ailemin bile özlemini unutturmuyorlardı.

Elimdeki çerçeveyi uzandığım kanepeden kalkarak yandaki ahşap masaya geri bıraktım. Telefonumu alarak bildirimlerini kontrol ederek tekrardan operatör mesajlarından başka bir şey olmadığını fark edince onu da kapattım ve ayaklanarak geçen ki açtığım radyoyu geri açtım. Mektuba evet işaretleyip oturduğum o banka bırakalı saatler oluyordu ve herhangi bir işaret yoktu. Eve geri geldiğimde ise her şey neredeyse aynıydı, geçip akşam yemeğini yemiş ve öylece uzanmıştım. Aklımdaki o mavi gözler sürekli gözümün önüne geliyordu. Bu yüzden aileme sığınmak istemiştim, insanın yaşı kaç olursa olsun acının yaşı eskimiyordu. Hep oradaydı. Alışmıştım ama hala aynı acıyı çekiyordum.

Birkaç gündür uyumadığımı bilerek sıkıca gözlerimi yumdum, düşünmemek için tek kaçışımın bu olduğunu biliyordum. Çünkü benim kaçtığım uykular düşüncelerimdi, kabuslarım ise o günkü duygularım.

Ufak bir ışıkla gözlerimi aralarken yüzümü buruşturarak doğrulmaya çalıştım. Bütün gece kanepede uyumuştum ve şimdiden sırtımın ağrıdığını hissedebiliyordum. Perdeyi kapatmak için kalkacağım sırada fark ettim. Üstümde bir örtü vardı. Kafamı radyoya çevirdim, kapalıydı.

O an fark ettim.

Masanın üzerinde siyah zarf vardı.

Bir hızla, kanepeden kalkarak zarfı elime aldım ve önündeki adımı görmeden gri mührünü kaldırarak beyaz kağıttaki el yazısını okudum.

İki seçeneğin var. Ya Kasım'ı herkesin önünde öp. Ya da Sina'ya bütün mektup olayını anlat. Seçim senin. Ayrıca mektubu bize geri iade edeceksen veya not göndereceksen evinin önündeki posta kutusuna atman yeterli. Bir dahakine uyumadan önce yatağına çıkmayı akıl et.

Gözlerim şokla kanepedeki dağılmış mavi örtüye giderken içimde büyük bir korku doğmuştu. Bu mektubu gönderen her kimse bu evde örtünün nerede olduğunu bilecek kadar yakından biriydi ve bu kişi benim aklımdaki kişiden başka biri hiç olamazdı.

Hiçbir şeyi umursamadan kapıdan çıktığım gibi direkt karşıya doğru koştum, çıplak ayakla olmamı bile düşünecek durumda değildim. Evin önüne vararak demir kapının yanındaki zile bastım en az on kez sonra dayanamayarak kapıyı yumruklamaya başladım. Kapı birden açılarak o karşıma dikildiğinde bunu beklediğimden midir bilmem onu gördüğüm gibi göğsünden evin içine doğru ittirdim. "Bir daha! Beni aptal yerine düşürme!" Evin içine girdim ve onu tekrardan ittim, bu sefer sadece geriye bir adım atmıştı. "Al gitmemi mi istiyorsun! Al! Gidiyorum! Bir mektup göndermişsin! Birde neymiş, kendine de göndermişsin! Aptalım ben ya! Bir mektuba kandım! Sana kandım! Anladım oldu mu?! O mektupları gönderme artık! Anladım oyununu!"

Onu ittirecektim ki bu sefer beni bileklerimden yakalayarak yavaşça yüzüme doğru eğildi. "Neyden bahsediyorsun sen?" Ama ben o kadar sinirliydim ki, hala oyununa devam ediyordu.

"Asıl sen neyden bahsediyorsun ya! Birde gitmişsin örtü örtmüşsün üzeri-" dediğimde bir anda hızla eliyle ağzımı kapayarak beni önüme çevirdi ve sırtımı göğsüne bastırarak evin dışına doğru sürükledi. Bir şey yapamayacağımı bildiğim için evin dışına kadar sabrettim ve evin dışına çıktığımız gibi ağzımı kapattığı elini sertçe çektim. "Bağırma." Dedi tekrardan ağzımı kapatırken. "Bağırma, yukarıda annem uyuyor."

Bir anda, bir düğmeye basılmış gibi hareketsizce durduğumda o da bunu anlayarak elini ağzımdan çekti ve benim evimi gösterdi bende usulca kafa salladım ve oraya doğru yürümeye başladık. Kapatmadığım kapı sonuna kadar açık gördüğünde bana döndü ve sonra çıplak ayaklarımı görerek kaşlarını çattı. "Ne oldu da bu kadar delirdin?"

Ama ben onu dinlemedim ve evin içine girdim. O da arkamdan girerek evin kapısını arkasından kapattı. Ben bütün gece uyuduğum kanepeyi es geçerek arka bahçeye çıktığımda o da yanıma geldi ve ayaklarını benim gibi aşağıya doğru sarkıttı. "Özür dilerim." Dedim az önceki olayı kastederken.

"Özür dileyeceksen ondan dilemelisin." Dedi beş yıl önceki olayı mı yoksa az önceki olayı mı kastettiğini anlayamadığım sırada. Ardından kafasını bana çevirdi ve halimi süzdü. "Neye kızgındın?"

Anlatmam gerektiğini bundan sonra biliyordum ve böylece mektuptaki oyundaki o seçeneği seçtiğimi de biliyordum. Aynı bunu seçtiğimi onun öğreneceği gibi. Derin bir nefes verdim, artık sabahlardan da nefret ediyordum. "Mavi gözlü birini tanıyor musun?"

"Dünyada sana ne kadar çok olduğunu tanımlayabilirim ama inan karşılaştığım herkesin gözlerine dikkatli baksaydım ya da bir tane mavi gözlü birini tanısaydım sana bunun cevabını verirdim. Hem ne alaka?"

Bahar'ı unutmuştu.

"Dün mavi gözlü birini gördüm. " dedim omuz silkerek. "Böyle benden belki üç dört yaş büyüktü, uzun boyluydu ve sanırım sarışındı ama emin değilim. Bir şapka vardı kafasında."

Kafası anlamazca bana döndü. "Yani?"

Ona bakmamak için epey uğraş veriyordum çünkü göz göze gelsek bir anda tavırlarının değişeceğini düşünüyordum. Ya da gözlerindeki o bakıştan korkuyordum. Çünkü canımı çok yakıyordu. "Yanisi yok bir şey."

Sorguluyordu. "Sen sabah bunun için mi kapadın kapıma?"

"Mektup geldi mi sana hiç?" dedim gözlerimi sarkıttığımız bacaklarımıza çevirdim, üzerinde beyaz bir tişört ve gri bir eşofman vardı. "O derslikten sonra? Başka bir tane geldi mi?"

"Hayır." dedi sessizce. "Sana ne geldi?"

"Önemli bir şey yazmıyordu." Omzumu silktim yine. "Ivır zıvır. Önemsiz şeyler."

Histerikçe güldü ve hemen ardından kolumu tutarak onunla göz göze gelmemi sağladı, bir anda onunla böyle olduğumuz için korktum ama onun ifadesi bir kaya gibi sertti. Ne düşündüğünü anlayamıyordum. "Ne yazıyordu mektupta," dedi. "Feda."

Onun dudaklarından bu ismi duydukça kulaklarımı kesip atasım geliyordu ama yine de her zamanki gibi gülümsedim ve tuttuğu kolumu kendim çekerek başımı dik tuttum. "Söylesem inanacak mısın Sina?"

"Sorduğuma göre cevabı öğrenmek istiyorum, inanmakla alakası yok."Kaşlarını çattı. "Her şeyi şu meseleye getirmesene."

"Neden? Senin de mi canın acıyor yoksa?" Alayla güldüğümde umursamazca sormuştum ama onun gözlerine bakarak en ufak bir şeyi aradığı sırada midemin o şiddetli kasılması umursamaz olmadığımı gün gibi suratıma çarptırıyordu. Ve gözlerinde de aradığım şeyi göremiyordum. "Her neyse..."

Durdu, cevabını söylemeyeceğimi anlayınca önüne döndü. Durgunlaşmıştı. "Neden gideceksin buradan?"

Aklımda bu fikir yoktu aslında, az önceki şüphem öyle gerçekçi ve can acıtıcıydı ki gitmekten başka bir şey yapamayacağımı hissederek onları söylemiştim. Şimdi ise... "Gitmeyeceğim." Dedim ona naif bir tebessüm ederek. "Unutma, daha seni inandıracağım..."

O da gülümsedi ama hemen ardından derin bir nefes vererek gülümsemesini yok etti. "Sevindim." Dedi balkonun demirliklerinden sarkıttığı bacaklarını yukarı kaldırırken. "Nelerle karşıma çıkacağını merak ediyorum." Ayağa kalktığında ben hala aynı şekildeydim, geriye doğru avuçlarımı bastırarak sırtıyla yüz yüze geldiğim sırada arkasını döndü. "Dün ormanda kaybolan çocuğu bulmuşsun. İnsanlar şimdi sana olan takdirlerini konuşuyorlar."

Nerden duyduğunu soracak değildim, zira burası Meyus'tu. "İnsanları biliyorsun. Sürekli konuşuyorlar."

"Seni de biliyorum." Dedi farklı bir sesle. Arkasını dönerek evden gidiyordu. "Tabii değişmediysen..." dediğinde tamamıyla ona dönmüştüm. Kapıyı açarak çıkacağı an bir anlık umutla konuştum. "Sina, Sevda teyzeye benim adıma özür diler misin?" Endişeyle tavrını izlerken bana dönmedi, gözlerini göstermedi. Ağır ağır kafasını salladı ve evden dışarı çıkarak kapıyı kapattı. Ve böylece bugünkü umudum son cümlemle zihnimin ölü topraklarını yeşertti.

Balkondan ayaklarımı kendime çekerek güzel bir kahvaltı hazırlayacağım anda mektuba ne cevap vermem gerektiğini düşünüyordum. Bunu Sina'ya anlatmadığıma göre ilk seçeneği mi seçecektim? Bu elbette olmayacaktı. Birincisi bunu yapmak için Sina'ya olan hislerimin saygısını ve hoşlanmadığım bir kişiyi de öperek kendi saygımı yitireceğimi hissederdim. İkincisi de Kasım'ı öpsem bile bunun sonucunda onu kaybetmeyeceğimi ama aramızdaki o şeyi kaybedeceğimizi hissediyordum ve bunu istemediğimi çok net bir şekilde anlıyordum. O kadar saat bekledikten sonra bu kadar kolay alıştığımdan da nefret ediyordum çünkü en azından birine bir şeyimi hissedebilirmişim gibi geliyordu. O kadar saat de bu yüzden beklemiştim. Etrafımda biri bana önyargılı ve sorgulayıcı şekilde yaklaşmayacağını bildiğim birini beklemiştim. Bunu kaybetmek istemiyordum.

Sıcak su kaynatmak için eski porselen çaydanlığı ocağa koyduğum sırada çift kanatlı açık balkon kapısından bir hışırtı geldi. Bir kedinin eski, kırık heykelin ya da eşyaların arasına sıkışmış olduğunu düşünürken çoktan bahçeye doğru inmiş etrafı yoklamaya başlamıştım.

Birden hışırtımın tam arkamda olduğunu duyunca arkama dönerek sese bakmıştım ki yukarıdan birinin gelmesiyle kafamı çarparak yere düştüm. Acıyla bağırdığımda, "Sikeyim!" diye o da bağırdı. "Buraya da gelmezsin! Görmedin mi beni!"

"Kapı diye bir şey icat edildi! Herkes de giriyor içinden! Hırsızlar girmesin diye hani onlar pencereden, balkondan falan giriyorlar! Ya da kapının kilidini söküyorlar! Ama normal olan kapı ziline basmak değil mi! Kullan şu zili!"

O da düşmüştü ve düştüğü yerde uzanıyordu. Bir gözünü kıstı. "Sanırım yanlış bir zamanda geldim."

"Hayır!" Çarptığım kafamı tutuyordum. "Yanlış yerden geldin!"

"Sen iyi misin?" Uzandığı gibi geri kalkarak otururken gözleri kafamı tuttuğum elimdeydi. Omuz silkerek geçiştirdim ve ayağa kalktım. O da hemen ardımdan kalkarak, "Ya bir dursana," dedi ve beni kendine geri döndürerek göğsüne doğru suratımı bastırdı. Anlık şaşkınlıkla kafamı kaldırıyordum ki üstten baskı uygulayarak saçlarımın arasına bakmaya devam etti. "Kanamıyor." Diyerek alayla, sonunda beni kendinden geriye çekti. "Hadi yine iyisin. Ölmeyeceksin."

Kafamı iki yana sallarken gülüyordum. "Aptal."

"Şuna da bakın, gülebiliyormuş!" Gözlerini büyülterek abartıyla ellerini havaya kaldırdı. "Kim derdi, dişlerini bir gün bana da göstereceğini!"

"Ne oldu da dünkü kızgınlığından sonra bugünkü neşeni bana gösterdin. Dün öyle bir gittin ki bir daha beni görmek istemezsin sanıyordum." Ona kısık gözlerimden bakıyordum ki balkondan mutfağa girerek arkadan bağırdım. "Ayrıca kahvaltı yapacağım, eğer yiyeceksen gel ve yardım et!"

Balkondan gelirken umutsuzdu. "Misafirin olsam..."

"O hakkını çoktan kaybettin, çakma hırsız. Evime bahçeden atlayarak ve tam da kafamın üzerine düşmenle öyle bir hakkın yok."

Kaşları havalandı. "Haklarıma sen mi karar veriyorsun?"

"Ben Feda Koçak, üçüncü sınıf hukuk öğrencisiyim. Bölümümde birinci olamasam da ikinci olarak her an kademe atlayabilirim. Ve kimin hakkının olup olmadığına gayet iyi karar veriyorum."

Kasım'ın kocaman bir kahkaha attı ve anlamazca gözlerimi sorguladı. Sonra kaşlarını çattı, durdu. Ardından konuştu. "Sen ciddisin?"

"Evet." Yukarıdaki dolapların birinden tava çıkararak ocağa yerleştirirken ona döndüm. "Hem... Neden ciddi olamayayım ki?"

"Bilmem..." Masanın üzerindeki geniş kaseden bir elma aldı ve lavabonun altında yıkadıktan sonra kocaman ısırdı. Elinde tuttuğu ısırılmış, kırmızı elmaya gözlerim kaydıktan hemen sonra tekrar ona döndüm, sandalyede oturuyordu. "Hukuk okuyacağını beklemezdim. Ama düşününce... Olabilir. Evet. Sonuçta sen biraz kendi adaletini uygulayacak birisin ve bu adaletsiz dünyaya bir adalet getirmek istemiş olabilirsin. Evet... Bu olabilir." Benimle mi konuşuyordu bilmiyordum ama söylediklerini kendi tartıyor kendine söylüyor gibiydi. Kaşlarımı kaldırarak onu dinlerken anlık bana döndü, ardından diğer elimdeki tavaya. "Onda artık bir şey yapacak mısın?"

Dalgınlıktan çıkarak ocağı yaktım. "Evet... Evet..."

"Güzel... Acıkmaya başladım."

Buzdolabından çıkardığım dört yumurta ile omlet yapmaya hazırlanırken yumurtaları bir kaba kırdım ve tavaya boşaltarak karıştırmaya başladım. "Gel de sen de bir işe yara." Dedim izlendiğimi hissederek. "Domates ve salatalıkları kes."

"Bana öyle kuru kuru omlet yedireceğine inanamıyorum. Birde kaldırıyorsun iş yaptırıyorsun. Çekil şuradan." Hızla ocak ve benim arama bedenini sokarak çekilmemi sağladı. Omzunun üzerinden anlık bana döndü. "Sebzeli omlet yapayım da gör."

"İyi." Dedim omuz silkerek. "Ben de yorulmuştum."

"Tembel... Elime bir iş alayım diyorum, hemen bırakıyorsun. "Gözleri benim yapmaya çalıştığım omletten ayrılarak buzdolabına kaydı ve bana dönerek orayı işaret etti. "Sen yardım et bana, çıkart biberleri."

Benim ondan yardım istemem ne kadar normalse onun da şimdi benden istemesi o kadar normaldi. Bu yüzden sözünü ikilettirmedim ve buzdolabından yeşil ve kırmızı ince biberli çıkararak kesme tahtasına yerleştirdim. Çekmeceden aldığım bıçakla ince ince doğramaya çalışırken Kasım bana döndü ve tahtadaki kesilmiş biberlere yüzünü buruşturarak baktı. Ben de kendi kestiklerime baktığımda bir sorun olmadığını gördüm. "Ne var? Ne güzel kesmişim işte!"

"Tamam. Tamam. Bir şey demedim... Biberleri ver."

Avucuma tahtadan sıyırarak kestiğim biberleri aldım ve tavaya atmadan önce suratına baktım. "Bırakıyorum?"

"Bırak." Dedi emin bir sesle.

"Bak. Bırakıyorum?"

"Bırak."

"Bırakacağım?" dedim kendimi zor tutarak. Neredeyse kahkahamı koy verecektim ama ciddi olmam gerekiyordu çünkü sabrının sınırlarında dolaşıyordum. Gülmedim ve o anlamayarak avucuma tekrar baktı. "Bırak."

"Bırakacağım. Bak. Emin misin?"

"Neyden bahsediyorsun sen?" dedi o da artık gülmesini tutamayarak. Parmağıyla avucumda tuttuğum biberleri gösterdi. "Biberden bahsediyorsun değil mi? Yoksa kendinden mi? Neyi nereye bırakacaksın?" Güldü. "Kendini bana bırakabilirsin."

Avucumdaki biberleri tavaya bırakarak elimi tam temizlediğimde ona sinirle döndüm. "Aklın da her şeye çalışıyor!" Ben de gülmemi serbest bırakmıştım. "Psikoloji okuyorsun anladık da ne bu, kelime oyunları."

Omuzlarını silkerek omlete geri döndü. "Sen istedin."

Bir süre sonra balkona hazırladığım masayla çayları da bardaklara koyarak onun yanına doğru gittim. O masada oturuyor ve telefonuyla ilgileniyordu. Masayı ise omlet harici çok güzel şekilde donatmıştık, sadece omleti bırak oyunundan dolayı azıcık fazla pişirmiştik ama ben zaten fazla pişmiş sevdiğimden benim için sorun yoktu. Gerçi onun için de yok görünüyordu.

Benim gelmem ile telefonunu masaya bırakarak bana döndü. "Bence güzel bir ikili olduk."

"Sen alttan alttan bana mı yürüyorsun yoksa ben mi öyle hissediyorum?" Tek kaşım imayla havalanmıştı.

Kasım ellerini abartıyla havaya kaldırarak bana baktı. "Üzerime kendi suçunu atıyorsun..."

"Ne?" Parmağımla kendimi gösterdim. "Ben mi?"

Omuzlarını silkti.

Gülerek bende ellerim arasına aldığım sıcak çaydan bir yudum aldım. Hava güneşli olmasına rağmen soğuktu, sadece güneşte durursak üşümeyeceğimiz bir hava vardı. Onunla sessizce kahvaltımızı ederken ikimiz de birbirimizin suratına bakmıyor ama rahatça davranıyorduk, bunun sebebi aramızdaki o etkileşim miydi ya da birbirimizi yakın bulmamız mıydı bilmiyordum ama bunu seviyordum. Etrafımda böyle birinin olması beni üzmezdi.

Belki de üzerdi.

Kasım'a baktım. Belki de ona alışırsam gerçekten kalbimi kırabilirdi. Uzanıp kendi çayından bir yudum aldı ve o sırada dili yandı. Yüzünü ekşitmişti. Ama kalbim kırılırsa ben de kalp kırabilirdim. Ve hem... Kalbim kırılacak diye her şeyden korkarak yaşayan bir kız değildim. Olsun varsındı. Çünkü benim adalet terazimin hep bir tarafında araf vardı.

"Beni neden ziyarete geldin?"

Bunu beklemediği an elleri arasında tuttuğu çayı masaya geri bıraktı ve koltuğa sırtını yaslayarak rahat bir pozisyon aldı. "Canım istedi."

"Her canın istediğinde bana geleceğin bir kız değilim. Bunu biliyorsundur umarım... Atladığın o bahçeye bile adımını atmana izin vermem." Başımı bolca tehlike içeren ve sahte bir gülümsemeyle yana eğdim. "Tabii bazen."

"Merak etme..." Onun da başı yana eğildi. Benim gülümseyişimdeki ifade onun gözlerinde parladı. "Bazen benim de canım istemiyor."

Gözlerimi kaçırdım. "Güzel."

Ses tonu değişti. "Güzel."

Aniden tadım kaçtığında elimi bir daha çatalıma sürmedim ve ağzıma artık çokta sıcak olmayan çaydan başka bir şey katmadım. Uzun, siyah ojeli tırnaklarımla bardağın kenarında ritim oluşturarak aramızdaki sessizliği unutmak istedim ama başarılı olamıyordum. Hatta tuttuğum ritim bir sessizlik olduğunu daha çok belli ediyordu. "Şunu yapma." Dedi bana bakmadan.

Bana bakmadığı halde ona bakmaya devam ettim. "Yaparım." Ve bir kez daha tırnaklarımla bardağa ritim tuttum. Nedense sinir olması hoşuma gitmişti. Dudaklarım usulca kıvrılırken başı anlamazca sallandı ve bana döndü. Ona hiç bakmamış gibi bakışlarımı çektim. "Çok eğleniyorsun değil mi?"

"Ne demezsin..."

"Neden düzgün bir iletişim kuramıyoruz seninle? Sürekli ya birbirimizle atışıyoruz ya da birbirimize laf atıyoruz. Hayır, sorun ben de diyeceğim ama diğerleri ile gayet iyi anlaşıyorum." Durdu, kaşlarını çattı. "Galiba..."

"Sürekli birbirimiz ile atışmamız daha doğru düzgün tanışamadan hayat memat meselesine girmemiz olabilir. Sonuçta ben seni kurtardım, ardından sen beni. Belki bundan olabilir. Ama benden de olabilir tabi... Sanırım herkes ile anlaşamıyorum ama..."

Masanın üzerinden bana doğru eğildi ve bir yere odakladığım gözlerimi kendine çevirdi. "Ama ne?"

"Ben, biz anlaşıyoruz sanıyordum..."

Durdu. Gülerek kaşlarını çattı. Birden tüm ciddiliği kaçtı ve dilini dudakları üzerinde gezdirerek bana üstten baktı. "Çok düşünüyorsun." Büyük bir egoyla kendini gösterdi. "Elbette biz çok iyi anlaşıyoruz."

Çayımdan bir yudum alırken gülümsedim. "Aptal."

"Sensin aptal." Dedi birden. "Çoktan soğumuş olan çayı içiyorsun."

Çayın tadını sanki o söyleyince daha çok kötüleşmiş gibi bardağın içine baktım. Neredeyse bitirmek üzereydim ama sanki hiç de tadı kötü değilmiş gibi masaya geri bıraktım ve aldığım yudumu içtim. O da gülümsediğinde başını iki yana sallıyordu sonra ayaklandı ve masadaki neredeyse boş iki bardağı alırken mutfağa doğru ilerledi. "Şu tembelliğin bile adama kalkıp çay koyduruyor."

Homurdanmasını keyifle dinledim ve balkonun demirliklerine dirseğimi yaslayarak başımı üzerine yatırdım. Onunla böyle sorgulanmadan sadece öylesine konuşmak beni huzurlu ediyordu. Belki de dediği gibi bazı şeyleri bazen öylesine yapmalıydım. Öylece geçip gitmeliydi bazı zamanlar. O kadar da korkutmuyordu artık, bu hissi sevmiştim. Kasım haklıydı.

O sırada tanıdık kapı zili bütün evi doldurarak çalındığında Kasım rahat bir halde, "Ben bakarım." diyerek oraya doğru yöneldi. Ben ise durumu garipseyerek kafamı kapıyı görebilecek kadar masaya eğdim, o hole çoktan çıkmış kapıyı açıyordu. Kapıyı açtığı gibi sarışın bir kız tam karşısında dikildi ve bu kız Bahar'dan başkası değildi. Yumruk yaptığı havadaki eli karşısındaki Kasım'ı gördüğünde usulca aşağı indi ve kibar bir sesle benim adımı sordu. Kasım ise sanki karşısındaki kızın şaşkınlığından keyif alıyormuşçasına yavaşça arkasını döndü ve onları izleyen bana döndü. Kafasıyla Bahar'ı işaret etti ve dudaklarıyla sessizce gel komutunu verdi. Üzerindeki siyah cepli eşofman ve haki yeşili tişört ile hareketlerindeki rahatlık daha çok insanı gevşetiyordu, gözlerimi devirdim. Aklındaki düşünceyi anlayabilmiştim.

Masadan kalkarak doğrudan yanlarına vardığımda, gülümseyerek Bahar'a döndüm. Üzerinde mavi renk ve papatya desenli kısa bir elbise vardı. Saçlarını iki yandan dağınık örmüştü. "Selam... Hoş geldin." Evin içini gösterdim. "Girsene..."

"Se-selam." Kendini toparlamaya ve yanımda heykel gibi duran Kasım'a bakmamaya çalışıyordu. "Yok ben girmeyeyim. Sadece partiden sonra görüşemedik. Nasıl olduğunu merak ettim. Ama ben sizi rahatsız etmeye-"

"Ne rahatsızlığı Bahar?" dedi Kasım ikimizin arasına girerek. "Biz zaten arkadaşız. Feda ile de öylesiniz. Kimden çekiniyorsun, girsene." Anlamayan gözlerle Kasım'a döndüm. O ise ona baktığımı hissetti ve tehlikeli bir gülüş ile yüzümde gözlerini gezdirdi. "Hatta Sina'yı da çağır. Özledim onu da." Hayır. Anlamıştım. "Dördümüz birlikte takılırız. Ne dersin?"

Bahar temkinli gözleriyle yüzüme baktı ama ben hiçbir ifade göstermeyerek sadece gülümsedim. Bu saatten sonra bu fikre olumsuz bir cevap vermemin gereği yoktu çünkü Bahar'ın da bunu istediğini gözlerinde görüyordum. "Tamam o zaman, ben Sina'yı alıp geleyim."

Kasım kafa salladı ve Bahar bunu bir cevap olarak algılayıp karşı eve doğru yürümeye başladı. Bahar bahçeden çıktığı gibi Kasım kapıyı kapatarak sırtını arkaya yasladı ve bana doğru eğildi. "Ben..." Dedi fısıltıyla. "Birinin benden bir şey gizlemeye çalıştığını hissettiğimde başka bir gizliliğiyle açıktan vururum. Ve sen benim en büyük sırrımı kendi gözlerinle gördüğünde ben de seni görmek zorundayım. Sen benim en büyük sırrımı yok ettin. Ben de senin bana olan bütün gizliliğini yok edeceğim." Gülümsedi ve yavaşça geriye çekilirken bahçeye doğru yürüdü. "Anlaştık mı Feda?"

Az önceki bıraktığı yerde onun etkisiyle durdum. "Anlaştık... Sanırım."

Continue Reading

You'll Also Like

72.5K 4.3K 31
Bir suçlu ile mektup arkadaşlığı...
89.3K 4.5K 18
l Asker - Doktor l kurgusu ve aşk; Bazen nefes almak kadar kolay, bazen ise; sol göğüsüne saplanan kurşun kadar acıdır. Bu isimle yazılan tek kitap
1.4K 81 14
Hayat zorlu ve birçok engelle dolu. Çevren, yaşantın, kaderin ve sistem. Seni bir kalıba sokmaya çalışıyor ve elini kolunu bağlıyor. Ama her sistemin...
245K 5.3K 104
En sevilen kitaplardan en sevilen erkek karakterlerin sözleri.