EFLÂL | RAFLARDA

By idelirukiye

13.7M 277K 639K

🥀 "Geçmiş, bazen mutlu bir anı bazen acı bir tebessüm. Bazı zamanlarda ise adı konulamayan duygunun adı..." ... More

GİRİŞ | KİTAP VERSİYONU
1. YABANCI SÜLİETLER | KİTAP VERSİYONU
2. ÇARE | KİTAP VERSİYONU
3. YALNIZLIK | KİTAP VERSİYONU
4. BAŞLANGIÇ | KİTAP VERSİYONU
5. BİLİNMEZ BİR YOL | KİTAP VERSİYONU
6. KADERİN SALINCAĞI | KİTAP VERSİYONU
7. AN | KİTAP VERSİYONU
8. YOL AYRIMI | KİTAP VERSİYONU
9. PİŞMANLIĞIN İKİ YÜZÜ | KİTAP VERSİYONU
10. BEKLENMEYEN TEKLİF | KİTAP VERSİYONU
11. MAZİ | KİTAP VERSİYONU
12. BAZI GERÇEKLER | KİTAP VERSİYONU
13. ÇIKMAZ SOKAK | KİTAP VERSİYONU
14. GECEDEN KALAN | KİTAP VERSİYON
15. AÇIĞA ÇIKAN DUYGULAR | KİTAP VERSİYON
16. BİR RUHUN VAVEYLASI | KİTAP VERSİYONU
17. KİMSESİZLİĞİN YUVASI | KİTAP VERSİYONU
18. CEVAPSIZ SORULAR | KİTAP VERSİYONU
20. MÜHÜRLENMİŞ RUHLAR | KİTAP VERSİYONU
21. SANRILAR | KİTAP VERSİYONU
22. RUHUN ZELZELESİ | KİTAP VERSİYONU
23. CAM KIRIKLARI | KİTAP VERSİYONU | I. KİTAP FİNALİ
II KİTAP | GİRİŞ | KİTAP VERSİYONU
II. KİTAP | 1. BASTIRILAN DUYGULAR | KİTAP VERSİYONU
II. KİTAP | 2. GÜVEN DUYGUSUNUN YANIK KOKUSU | KİTAP VERSİYONU
II. KİTAP | 3. BİR ADAM TANIDIM | KİTAP VERSİYONU

19. GEÇMİŞTEN GELEN | KİTAP VERSİYONU

156K 9.2K 22.4K
By idelirukiye

İyi okumalar minik kuşlar.

Beni idelirukiye buraya basarak takip edebilirsiniz❤️

🕊️

Karan, emir vermeyi çok seviyordu. Bunu şirkete geldiğimizde, daha kapıdan girmeden onlarca insana emirler yağdırırken takındığı ifadesinden anlamıştım. Hükmetmek çok
hoşuna gidiyordu ve bunu açıkça belli ediyordu. Yüzüne yerleşen o ciddi ifade, omuzlarındaki o güçlü duruş, sesindeki sert ton onu çok çekici gösteriyordu.

Lâl, adama böyle bakmaktan vazgeçmezsen istifa edeceğim.

Lütfen et.

Nihayet herkese emirler yağdırmayı bitirdiğinde, belimden hafifçe tutarak beni asansöre doğru yönlendirdi. Büyük asansörde sadece ikimiz vardık. Yüzümü aynaya dönüp kendime bakmaya başladım. Açık bıraktığım saçlarımı ellerimle kabartmaya çalıştım. Karan'ın bana dikkatle baktığını biliyordum. Hatta çalan telefonunun sesini bile duymayacak kadar büyülenmiş gibiydi. Bana bu kadar âşık olmasına inanamıyordum. Evet, yine uçtuk.

İneceğimiz kata geldiğimizi belli eden ses duyulunca, Karan boğazını temizleyerek geçmem için elini uzattı. Beraber bir odaya doğru yürümeye başladık. Bu sırada gözlerimi etrafta gezdiriyordum. Bizi gören herkes, öyle bir ifadeyle bakıyordu ki ben de kendime bakmak durumunda kaldım. Karan ilk defa yanında bir kadınla geliyor olamazdı, değil mi? Tamam daha önce sevgilisi olmamıştı ama arkadaşı da mı yoktu bu adamın? Peki, bu durum benim niye bu kadar hoşuma gidiyordu? Zil takıp oynamama ramak kalmıştı.

"Ayşegül geç kalmazdı..." diye mırıldanıp üstünde "Karan Akdoğan" yazan kapıyı açtı. Bana, "Buyurun," derken gülümsüyordu. Tepkisiz kalıp odaya girdiğimde, odanın buram buram Karan koktuğunu fark ettim. Şirketin çok ayrı bir havası vardı ama bu oda çok başkaydı. Krem rengi ve kahverengi detaylardan oluşan odaya beğeni dolu bakışlar attım. Karan'dan siyah tonlarda bir oda beklediğim için bu renkleri görmek şaşırmama neden oldu. Dönüp bana bakarak, "Beğendin bakıyorum," dedi.

Masasının arkasındaki manzaraya doğru yürümeden önce montumu ve çantamı koltuğa bıraktım. Boğaz manzarasını izlerken derin bir iç çektim. İstanbul, Karan yanımda diye mi bu
kadar güzeldi?

Yanımda durup ellerini ceplerine koyarak o da manzarayı izlemeye başladı. Ben kısa bir kadın değildim ama o çok uzundu. 1.90'dan uzun olduğuna eminim.

O zaman insan irisinin boyu kaç, Lâl?

Arif en az iki metre olmalıydı.

Çüş!

Kafasını bana doğru çevirdiğini hissettim. Kısık bir sesle, "Konuşmama yemini mi ettin?" diye sorduğunda, ben de ona doğru döndüm. "Yoksa manzara..." dedi ama gözlerimiz birbirine kenetlenince cümlesini tamamlayamadı, susup gözlerimin içine dikkatle bakmaya başladı. Bir anda sessizliğe bürünüp bana bu şekilde bakınca yutkundum. Bana doğru bir adım attı, tek elini cebinden çıkarıp yüzüme doğru yaklaştırdı. Nefes alalım. Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Gün ışığında daha güzel görünüyorlar..." derken sesi o kadar kısık çıktı ki bir an bu söylediğini kafamdan uydurduğunu düşündüm. "Nasıl?" diye sordu, bunu kendine soruyormuş gibiydi.

Bana böyle davranıyordu ve öpmedi diye trip atınca ben suçlu oluyordum! Hak verdim, tamam.

"Ne nasıl?" dedim. Dilim damağım kurumuş gibiydi. Hem bu şekilde bakması hem bu kadar yakın olması hem de üstündeki takım elbise karşısında nasıl sakin kalabilirdim ki? Yaptığı
haksızlıktı. Bana eziyet etmek istiyorsa doğru yoldaydı.

Başparmağı yavaşça yanağımı okşamaya başladı. "Lâl..." dedi. Bunu söylemek onu mutlu ediyormuş gibi gülümsedi. "İsminin hakkını veriyorsun." Kaşlarım havalandı. Eflâl, "gök mavisi" demekti ama Karan'ın bahsettiği bu değildi. Çünkü o bana Eflâl değil, Lâl diyordu. Lâl olmaktan mı bahsediyordu?

Dudaklarım cevap vermek üzere aralandığında, kapı açıldı. Karan benden yavaşça uzaklaşıp kafasını kapıya doğru çevirdi. Gelen kişi Ömer'di. Ömer'i öldürmek ister gibi bakıyordu.
"Ama..." diyen Ömer'e doğru döndüm. "Beni unuttunuz!" dedi küskün bir ifadeyle. Doğru, Ömer'i unuttuk! "Nasıl beni almadan gidersiniz? İnanamıyorum size!"

Ona doğru yaklaştım. "Ömer ya, özür dilerim. Bir anda aklımdan çıkmış," deyip ona sarıldım. "Seni evde göremeyince..." Sarılışıma karşılık verirken, "Aşk olsun, minik kuş. Ben de, 'Herkes unutur ama EFLÂL, beni unutmaz,' diyordum. Kalbimi kırdın," dedi.

Dudaklarımı birbirine bastırıp biraz geri çekildim "Özüdilerim," deyip kirpiklerimin altından ona bakmaya başladım. "Çok mu bekledin? Keşke..."

Karan elini karnıma koyup, beni geriye doğru çekince cümlem yarıda kaldı. "Kızı üzmeyi bırak lan artık," deyip sırtımı göğsüne doğru bastırdı. "Sen bizden önce çıktın evden. Niye yalan
söylüyorsun, mal herif?" Ömer'i bir güzel pataklayalım artık.

"Ömer!" dedim elimi kalbime bastırırken. "Ne kadar numaracısın! Gerçekten üzülmüştüm!" diye söylendim. O ise kahkaha atmaya başladı. Bence ısıralım. "Bir de gülüyorsun!" diye sesimi
yükselttim.

Karan şakağımdan öpüp, "İnanma bu şerefsize," dedi. Bu ani öpüşü, beni dumura uğrattı. Şu an neden bana sarılıyordu ve beni neden öpmüştü? Karan, iflah olmaz bir temas bağımlısı.

Ömer, "Tamam tamam, bu sefer gerçekten üzüldün. Bir daha yapmayacağım," deyip yanağımdan makas aldı. "Ama söz veremiyorum..." Gözlerimi devirdiğimde, göz kırpıp Karan'a baktı. "Ayşegül gelmemiş. Senin haberin var mı?"

Karan, "Aramış ama duymamışım," diye cevap verdi. Asansördeyken arayan Ayşegül olmalıydı. "Arayacağım birazdan," dedi. Saçlarımın üzerinde nefesini hissediyordum. Bu duruşumuza anlam veremeyen, bir tek ben olmalıydım. Ömer, bugün yapılacak toplantı ile ilgili bir şey sorarken, Karan'ın bana sarıldığının farkında değilmiş gibi duruyordu. Bu kadar yakın olmak iyi değildi. Hiç iyi değildi. Ama uzaklaşmak için hamle yapamıyordum.

Ömer, "Onun da imzası gerekmiyor mu?" diye sorduğunda Karan'ın bedeninin gerildiğini hissettim. Ömer'le göz göze geldik, yanlış bir şey söylemiş gibi baktığını gördüm. Karan, saçlarımı öpüp benden yavaşça uzaklaşırken, "Gerekmiyor!" diye sert bir sesle cevap verdi. Ömer hâlâ aynı şekilde bakıyordu.

Şu an "Kimin?" diye sorsam ortamı daha da gerer miydim? Cevabın "Evet" olduğunu için soramadım. Zaten buna fırsat olmadan kapı açıldı ve Ayşegül içeri girdi. "Kusura bakmayın lütfen," dedi telaşla. Kucağındaki bebeği gördüm ve hızlı adımlarla yanına doğru yürüdüm. "Kardeşim, yeğenimi birkaç saatliğine bana bırakmak zorunda kaldı, Karan Bey. 'Hayır, olmaz' dedim ama başka bir çaresi yoktu. Lütfen, kusuruma bakmayın. Gerçekten
kontrolüm dışında gerçekleşti," diye hızlıca meramını anlattı.

Kucağında duran ceylan gözlü miniğe doğru, "Selam!" dedim. "Bu tatlı bebiş için mi kusura bakma diyorsun, Ayşegül? Baksana şuna..." deyip bebeğin tombiş elini tutarak öptüm. "Bunun için teşekkür etmemiz gerek sana. Ağzını yüzünü yiyeceğim şimdi!"

Ayşegül mahcup bir ifadeyle bakarken Karan beni onayladı. "Lâl doğru söylüyor. Küçük bir bebek kusura neden olmaz." Araya girip, "Adı ne?" diye sordum.

Ayşegül rahatlamış bir nefes verip, "Yusuf," diye cevapladı. Daha da gülümseyerek, "Adın kadar güzel misin sen Yusufçuk?" deyip elini öpücüklere boğdum. Bana tatlı tatlı bakarken kıkırdıyordu. "Hoşuna mı gitti, ha? Seni yediğimde de böyle gülecek misin?"

"İsterseniz kucağınıza alabilirsiniz," diyerek Yusuf'u bana doğru uzatan Ayşegül, kafasını hafifçe eğdi. "Hoş geldiniz bu arada. Nasılsınız görüşmeyeli?"

Bir anda heyecanlanarak bir adım geri gittim. "Çok küçük daha, Ayşegül. Şimdi kucağıma alıp ona zarar vermek istemem," dedim endişeyle. Ayşegül, "Zarar vermezsiniz," diyerek Yusuf'u
kucağıma bıraktı. Küçük bedenini kolumun üstüne yasladığım sırada o da bana gülerek bakıyordu. Hafifçe hareketlendi. Eğilerek boynunu kokladım. İçime çektiğim bebek kokusuna dayanamayıp bir nefes daha aldım. Nefesimden huylanan Yusuf, bacaklarını hareket ettirmeye başladı. "Ay, yiyeceğim şimdi seni!"

"Elinize çok yakıştı," dedi Ayşegül. Kafamı kaldırıp kasıtlı olarak Karan'a baktım. Şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Ne düşündüğünü merak ediyordum. Bir bana bir Yusuf'a baktıktan sonra
yutkundu. Sanırım bu manzaraya hazırlıksız yakalandı Menopoz Karan. Bana doğru yaklaşırken, "Bence de," dedi. "Haddinden
fazla hem de."

Gülümseyerek Yusuf 'u hafifçe havaya doğru kaldırdım, yüzlerimizi yan yana getirdim. "Çok yakışmadık mı?" diye eğlenerek sordum. Karan kocaman gülümserken bize şaşkınca bakmaya devam ediyordu. Yusuf, dudaklarını yanağıma bastırıp yalamaya başladığında küçük bir kahkaha attım. Dişsiz damaklarını yanağıma sürtmeye çalışıyordu. Onu yeniden göz hizama
getirip yanağından öptüm. "Ben seni yiyemeden sen mi beni yiyeceksin?"

Ömer, "Ben odamdayım," deyip hızlı adımlarla odadan çıktı. Aklıma daha yeni gelen düşünce yüzünden kendime lanet ettim. Karşımdaki adamın içinde, dağ gibi olmuş ve bir yüzü güneş
görmeyen yarası vardı. İstemeden Ömer'in yarasına dokunmuştum. Onun yarasını hatırlamak, içimi yaktı. Sesine yansıyan o hüzünlü tonu duymak, ellerimin titremesine neden oldu.

Toprak, sesi örter miydi? Toprak, bir adamın bir zamanlar heyecanla parlayan gözlerine karanlık getirir miydi? Ömer, bu soruların beden bulmuş hâliydi. Hep hüzünlüydü sesi, gülerken dahi. Gözlerinin feri sönmüştü sevdiklerini kaybettiğinden beri.

Ayşegül de telefonu çalınca odadan çıktı. Karan daha da yakınımıza sokuldu. "Böyle bir şey görmeyi beklemiyordum," derken göz bebeklerinin titrediğini gördüm. "Her şekilde böyle güzel görünemezsin, Lâl," dedi sanki kızar gibi. İçeriden yanaklarımı dişledim. Utanarak Yusuf'u ona doğru kaldırdım. "Baksana!" dedim heyecanla. Adam görüyor zaten. "Ne kadar tatlı, değil mi?"

Saçmalamama aldırmadan gülümsedi. İşaret parmağını Yusuf'un burnuna dokundurup, "Merhaba ufaklık, ben Karan," dedi tatlı bir sesle. Yusuf yeniden gülmeye başladı. Karan, "Ben de memnun oldum," dedi ve eğilip bebeği öpecekken durdu. "Sakallarımdan rahatsız olur, değil mi?" Biz olmayız, bizi öp. Kafamı evet anlamında salladım. Doğrulduktan sonra, "O zaman ben seni öpeyim, sen de onu öp," deyip yanağıma küçük bir öpücük kondurdu.

Bahaneye bak. Kucağımda Yusuf olmasa ona doğru bayılacaktım. Parmağının tersini Yusuf'un yanağında gezdirdi. Diğer elini de belime koydu. Durmadan bana dokunması, kalbime zarar veriyordu. Belki de kalp atışlarımı duyup bana gıcıklık olsun diye böyle yapıyordu. Manyak adam.

"İnsan bazı anlarda büyüyor," dedi. Kafamı çevirip ona bakma gafletine düştüm. Yüzlerimiz bu kadar yakınken, o da bana bakıyordu. "Ne istediğimi şu an anladım ve inan ki bunlar sadece benlik meseleler değil." Yusuf'a kısa bir bakış atıp yeniden gözlerime baktı. "İkna yöntemlerim de gayet iyidir," dedi. Kısık
çıkan sesi beni ürpertti.

Bu adam ne anlatıyor? Hiçbir şey anlamadım. Sen anladın mı, Lâl? Neden böyle aval aval bakıyorsun?

Anlamadım ama çok hoşuma gitti. Lütfen, bir daha söylesin.

Dudaklarımı yalayıp, "Ne gibi ikna yöntemlerin var ki?" diye şaşkınlığımı gizleyemeden sordum. Dudaklarına tehlikeli bir sırıtış yerleşti. "Aklın şaşar," deyip alnımdan öptü. Şaşsın aklımız.
Şaştı zaten, bir daha şaşsın. Sonra derin bir nefes aldı. Başka bir şey söyleyecek oldu ama Ayşegül geri geldiği için vazgeçti. "Alayım mı ben Yusuf'u? Birazdan yemek saati gelecek." Karan'a baktı. "Kusura bakmıyorsunuz, değil mi? Biliyorum, bugün önemli bir toplantı var..."

"Lütfen, Ayşegül," dedi Karan, saçmalama der gibi. Yusuf'u Ayşegül'ün kucağına istemeye istemeye bıraktım. "Yemeğini yedikten sonra Lâl de isterse geri getirebilirsin. Anlaşıyor gibiler." Yüzünü görmesem bile gülümsediğine emindim.

"Tabii tabii," dedi Ayşegül hızlıca. "Teşekkür ederim," deyip odadan çıktı ve kapıyı kapattı.

Karan masasına geçti. Ben de masanın karşısındaki koltuğa oturup bacak bacak üstüne attım. Açılan bacak dekolteme kısa bir bakış attı ve bilgisayarına döndü. Boğazını temizleyip, "Tüm gün böyle mi oturacaksın?" diye kısık bir sesle sordu. Sonra ne söylediğini anlayıp, "Yani burada mı oturacaksın? Sıkılmaz mısın?" diye düzeltti.

"Yo..." dedim ayağımı sallarken. "Sen varsın ya, niye sıkılayım?"

Kaşlarını öyle mi der gibi kaldırdı. "Varım da, işim var benim, Lâl. Bugün üç tane toplantım var. Bir tanesi için aylardır uğraşıyoruz. Seninle ilgilenmeyi isterim ama bugün yoğunum."

"Peki," deyip ayağa kalktım. "Nereye?" diye hızla sordu. "Sen yoğunsan ben de biraz şirkette dolaşayım. İşlerin bitince görüşürüz," derken sırıtıyordum.

Yer mi, Lâl?

Yedi bile.

Hemen ayağa kalkıp karşıma geçti. "Otursaydın ya burada. Ben işimi bitirene kadar..." Sözünü kesip, "Sıkılırım," dedim. "Hem senin de işlerin varmış. Alıkoymayayım seni."

Omuzlarımdan hafifçe bastırıp beni yeniden koltuğa oturttu. "Alıkoymazsın." Arkamdan kulağıma doğru eğildi. "Sana kahve söylemi ister misin? Orta içiyordun, değil mi?" Yerine geçip Ayşegül'den iki tane kahve istedi. Bir yandan bilgisayarına bakarken bir yandan da bana bakış atıyordu. Dikkatini dağıttığımı biliyordum. Kafasını eğip boynunu kütletiyordu. Onu izliyor oluşumdan gerilmiş gibiydi.

Adama dik dik baktığın için olabilir mi?

İlk zamanların öcünü alıyordum.

Biraz sonra Ayşegül gelip kahveleri bıraktı. Telefonumdan mesaj sesi gelince telefonuma odaklandım. Gökhan bana restoranın fotoğrafını atmıştı. Sahnenin yerini değiştirmişlerdi. "Burada ışık daha iyi oldu. Hem de arka tarafa daha yakın. Tamam
mıdır senin için?" yazmıştı.

Onunla yaşadığımız tatsız olaydan sonra sadece mesajlaşmıştık. İkimiz de hâlâ birbirimize soğuk davranıyorduk. Artık kim haklı kim haksız diye düşünmüyordum. Birbirimizi gördüğümüz ilk anda ikimizin de yelkenleri suya inecekti, tek bildiğim buydu. Onun bende farklı bir yeri vardı. Yaptığına ne kadar kırılsam da
çok fazla küs kalamıyordum. Yapım böyleydi.

Beğendiğime dair mesaj attıktan sonra sosyal medyada takılmaya başladım. Ayağa kalkıp manzaranın fotoğrafını çektim. Ben hikâye atıyordum, Karan ise işine odaklanmıştı. Ekranında sayıların yazılı olduğu bir belge vardı. Sayılar sanki sülalesine küfür etmiş gibi Karan onlara ters ters bakıyordu. Bu hâli komik
gelmişti ve duvara yaslanarak onu izlemeye başladım. Biraz sonra Karan'ın fotoğrafını çekip, "İşimizde gücümüzdeyiz!" diye hikâye
attım. DM kutum dolmuştu. Hiçbir şeyden haberi olmayan Karan ise birilerine telefon ederek emirler yağdırıyordu.

Birkaç saatim Karan'ı izlemek ve odanın içinde hareket etmekle geçti. Onun dikkatini dağıtıp durdum. O ise, bu durum hem hoşuna gidiyormuş hem de bu duruma sinirleniyormuş gibi duruyordu. Daha yeni başlıyorduk.

🥀

İnsan farkında olmadan bir çukurun içine doğru çekilir miydi? Bir çift göz, ona bu kadar derin duygular hissettirebilir miydi? Başkasının acısı bu kadar benimsenebilir miydi?

Ömer'in gözlerinde gördüklerimden korkuyordum. Araf'taymış gibi bakıyordu. Onu tutup çıkarmak istesem çıkaramazdım, orada bırakmaya da gönlüm razı gelmiyordu. Karşısında elim kolum bağlı duruyordum. Yusuf'u gördüğünden beri değişen ifadesi, ona bir şeyleri tekrar hatırlatmış gibiydi. Artık nefes almayan birilerini...

Sessizliğimizi bozup, "Ne kadar süre içmen gerekiyormuş o ilacı?" diye sordu Ömer. Kendinden bahsetmek istemediği belliydi. "Ağır bir ilaç değil diye biliyorum."

Derin bir nefes verdim. "Evet, değil. Eskiden de kullandığım bir ilaçtı. Fazla düşünmemi engelliyor." Bakışlarımı ellerime çevirdim. O anı unutabilmek için doktorum Meral Hanım'la konuşmuş ve buna karar kılmıştık. İlaç kullanmamda sorun yoktu. Hem ağır bir ilaç değildi hem de günümüzde bu tarz ilaçları
kullanmayan insan sayısı, bir elin parmağını geçmiyordu.

Sandalyesinden kalkıp yanıma oturdu. Elini, ellerimin üstüne koyunca gözlerimi ona çevirdim. "Konuşmak istersen buradayım," dedi kısık bir sesle.

Ben de onun için buradaydım ama o, konuşmak istemiyordu. Saygı duyuyordum ama konuşmak da istiyordum. "Unutmak çok zor, değil mi? Keşke söylendiği kadar kolay olsa. Zamana
bırak denilince bırakılabilse..." Gözleri kısıldı. "Keşke elimizden bir şey gelebilse. Göğsünü açıp o sızıyı senden alabilsem. İnan bir an durmam, Ömer. Ne feda etmem gerekirse eder, senden
o acıyı alırım," dedim gözlerim dolarken. Yapardım, içten bir gülümseme yüzünde peyda olacaksa, elimden geleni yapardım.

Burukça gülümsedi. "Biliyorum, minik kuş. Gözlerime her baktığında dolan gözlerinden anlıyorum bunu," dedi hüzünlü bir sesle. "Bazı acıların telafisi yok. Acımı dindirecek bir şey de
olmadığı gibi. Ne zaman bunun ilacı ne de..." Sustu. Gözleri boşluğa doğru daldı, orada bir şey görüyormuş gibiydi. Araya girmedim, devam etmesini bekledim. Saniyeler dakikaları devirdikten sonra, "Son bir kere gülsün istiyorum. Bu sefer kanlar içindeyken değil," dedi. "Bu sefer bana veda ederken değil."

Gözümden yavaş yavaş süzülen yaşları görmesin diye kafamı omzuna yasladım. Kolunu omzuma sardı. Anlatmasını istemiştim ama üzülmesini istememiştim. "Adı neydi?" diye sordum sesim titrerken.

Ürperdiğini hissettim. "Hale," dedi bunu söylemek onu bambaşka diyarlara götürüyormuş gibi. "Hale Akdoğan... Can şenliğim." Yutkunmak zor geldi. Can şenliğim, diyerek seven bir adamın, ruhu ölmüştü. "Bana benziyordu, biliyor musun?" dedi ve yanaklarını
sildi. Ağladığını sesinden zar zor anlıyordum. "Onun da gülünce gözleri kısılırdı. Kaşlarını çatınca iki kaşının ortasında ince bir çizgi
belirirdi. İkimiz de sinirli olduğumuz anlarda kabuğumuza çekilir, birbirimizi kırmamak için uzak dururduk." Tanımadığım bir insanı özleyebilir miydim? "Benim gibiydi. O kadar benim gibiydi ki bazen ben düşünmeden o beni düşünürdü... Nasıl? Nasıl özlemem şimdi onu?" dedi canından can gidiyormuş gibi.

Sıkıca sarıldım Ömer'e. Ruhundaki acı, azalsın istedim. O bir daha üzülmesin, Hale geri gelsin, acısı toprak altında kalsın istedim. Sessizce akıttığı gözyaşları, canımı bu kadar yakmasın
istedim "Üzgünüm, Ömer. Çok üzgünüm," dedim çatallaşmış bir sesle. "Başımız sağ olsun."

Gözlerini sildi. "Âmin," dedi kısık bir sesle. Beni kendinden uzaklaştırmadı. Bir abi gibi, kardeş gibi, dost gibi sarıldı bana. Derin derin nefesler aldı. "Benim kaderimi kimse yaşamasın, Eflâl. Ben dayanıyorum bir şekilde. O dayanamaz," dediğinde sesine yayılan korku, titrememe neden oldu.

Ne demek istediğini anlasam da cevap vermedim. Kalemi tutan aynı kişi olsa da yazılanların farklı olacağını söylemeyi düşündüm, yapamadım. İçime yerleşen korkuyu kendimi avutarak defetmeye çalıştım. Onun başına gelenlerin benim de başıma gelmesinden deli gibi korktum. Onun acı dolu kalbinin sesini
dinlerken kendi kaderimden korktum.

"Aşk bazen..." dedim. İkimiz de aynı anda nefes aldık. "Bile bile ölüme atlamak, hastalanacağını bilerek yalın ayak yürümek değil midir? Bazen değmez mi, Ömer?"

"Değmez mi, minik kuş?" dedi buna her şeyiyle inanıyormuş gibi. "Ne kadar canın yansa da aşkın her şeyine, her zaman değer. Birkaç saniye için tüm ömrünü verirsin de gıkın çıkmaz." Yutkundum. "Ama..." dediğinde devamında olumsuz bir şey geleceğini biliyordum fakat devam etmedi. Belki de "Sen âşık olma" diyecekti, diyemedi. Aşkın tüm acısını çekse de onun nazarında "Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk" olmalıydı.

Birkaç dakika boyunca sustuk. İkimizin de gözyaşları dinene dek sessiz kaldık. Ondan ayrılıp arkama yaslandım. Gözlerimiz karşıya odaklandığında onun ne düşündüğünü biliyordum. Eşini, can şenliğini, belki de hiç doğamamış evladını düşünüyordu. Onun sessizliğine eşlik ettim. Benim sessizliğim ruhumla sınırlı kalırken, Ömer'inki çığ olup üstüme düşüyordu.

Bana aylar önce, "Hiç tanımadığın insanlarla aynı evde yaşayacaksın, onların acılarına ortak olacaksın" deseler inanmazdım. O zamanlar yalnız kalmak her ne kadar çile gibi gelse de yalnızlık, en kadim dostumdu. Şimdi içinde bulunduğum durumun, o anda bana imkânsız geleceğini biliyordum. Kabuğumu kırmanın
bu kadar kolay olacağını sanmazdım. Sanki yıllardır yaşadığım hayat, şu anki yaşantıma ulaşmak içindi. Sanki ben onlara, onlada bana muhtaçtı.

Kırık kalpler durağı dedikleri bu muydu?

Kapı açıldı. Karan içeri girip, "Lâl, dakikalardır gelmeni bekliyorum," dedi. Ayağa kalkıp hiç beklemeden ona sarıldım. Ömer'in kaderini yaşamak istemiyordum. Daha başlamadan onu
kaybetmek istemiyordum. Şaşkınlığını üstünden atıp kollarını belime sardı. "İyi misin sen? Ağladın mı?" Cevap vermedim. Ömer'e baktığında ne konuştuğumuzu anladığını düşündüm. Bana daha da sıkı sarılıp saçlarımın üstünden derin bir nefes aldı. "Güzelim..."

Burnumu çektim. "Sensin güzelim!"

Arkadan Arif'in gülme sesi gelince, kafamı kaldırıp ona baktım. "Güzelim mi? Abim mi?" diyordu ve bu durumdan çok eğleniyordu.

Karan çenemden tutup yüzümü kendisine çevirdi. Tatlı bir sesle, "Herkesin içinde böyle hitap etme bana, olur mu? Özellikle şirketteyken," dedi. "Tamam, güzelim," diye cevap verdim. Kaşları çatıldı. "Lâl, lütfen," dedi uyarı dolu bir sesle. Omuz silktim. Uzatmadan Ömer'e baktı. "Birazdan burada olurlar. Hazır
mısın sen?"

Ömer, "Evet," dedi sadece. Sesi, ağladığı için çatallaşmıştı. Ayağa kalkıp elini yüzünü yıkamaya gitti.

Hâlâ Karan'a sarılmış bir vaziyette durduğumu fark edip biraz çekildim. Trip atıyorduk hani? Atıyoruz zaten. Evet, sarılarak. Boğazımı temizleyip Arif'e baktım. "Sen de girecek misin toplantıya? Beraber bir şey yapalım mı?"

Arif, Karan'a baktı ve onun bakışlarından ne anladıysa, "Ben seninle duracağım," dedi. Karan devam edip, "Toplantı uzun sürebilir. Arif zaten yanında olacak. Tek başına evde durmanı
istemiyorum. Burada beklesen olur mu?" diye sordu.

"Olur," diye cevap verdiğim sırada Ayşegül içeri girdi. "Asansördeler, Karan Bey," dedi. Karan, elini belime koyarak beni kendi odasına doğru götürdü. Asansörün önünde bekleyen Ömer bizi
fark edince, gülümseyerek bana göz kırptı. Ben de ona gülümsedim. Hemen iş adamı moduna geçmesi, biraz olsun içimi rahatlattı.

Karan, "Toplantıdan sonra görüşürüz," diyerek şakağımdan öpünce üstümüzdeki gözlerin büyüdüğünü gördüm. Herkes şoke olmuş bir şekilde bize bakıyordu. Hatta bazıları dirsekleriyle birbirlerini dürterek bizi gösteriyordu. "Görüşürüz, güzelim," deyip Karan'ın yanından ayrıldığım sırada asansörden çıkan kişiyi görünce durdum. Geçmişimden bir silüet, şu anda karşımda
duruyordu.

Arthur, bana inanamayarak baktı. Ona, "Hoş geldiniz," diyen insanları umursamadan yanıma geldi. "Sea?" Yıllardır bu hitabı duymadığım için çok farklı hissettim. Beni eski zamanlara döndü-
ren bu sesleniş, içimi titretti. "Bist du es?" (Bu sen misin?) diye şaşkınca sordu. Ben de onun gibi şaşkın bir şekilde, "Arthur! Ich glaub es nicht!" (Arthur! İnanamıyorum.) dedim. Eski sevgili belası, burada da yakamızı bırakmadı.

Ömer, yanındaki birkaç kişiyle asansörden inenleri karşılıyordu. Karan'ın ise yanımda gerildiğini hissediyordum. Arthur bir şey söylemek için ağzını açtığı sırada, Karan sol elini belime koydu. Sağ elini Arthur'a uzattı. "I'm Karan Akdoğan. What about you?" (Ben Karan Akdoğan. Siz?) dedi. Belli belirsiz bir kıskançlık sezdiğimi söylesem yalan söylemiş olmazdım.

Arthur onun elini sıkıp, "I'm the Ceo of Miler Company," (Arthur. Millet şirketinin CEO'suyum) diye cevap verdi. Tekrar bana dönüp, "Ich hätte niemals gedacht dass ich dich in der Türkei finde!" (Seni Türkiye'de bulacağım hiç aklıma gelmezdi!) dedi. Arıyor muymuş? Niye arıyormuş?

Gülümseyerek, uzattığı elini sıktım. "Ich hätte es auch nicht gedacht. Es freut mich dich zu sehen." (Ben de bekleyordum. Seni gördüğüme memnun oldum.) Yalan söylemiyordum. Ne kadar kötü ayrılmış olsak da her şey yıllar öncesinde kalmıştı. Eski bir anımın yeniden karşıma çıkması, güzel hissettiriyordu.

Karan beni biraz daha kendine çekip kulağıma doğru, "Kim bu?" diye ters bir sesle sordu. Ona eski sevgilimden bahsetmiştim ama adını söylememiştim. "Nereden tanıyor seni?" Arthur bize olayı çözmek ister gibi bakarken Ömer de yanımıza geldi. Karan üstüne basa basa, "İngilizce konuşun," dediğinde gülmemek için
kendimi zor tuttum.

"Hi!" (Selam!) dedi Ömer aramıza girip gergin bakışmayı dağıtarak. "I'm Ömer. You must be Arthur?" (Ben Ömer. Siz de Arthur olmasınız?) Arthur gözlerini bir an olsun benim üzerimden ayırmadan kafasını evet anlamında salladı. Ömer onun elini tutup, sıkarak kendine bakmasını sağladığında, "Glad to meet you!" (Memnun oldum!) diye sesini yükseltti. "Shall we go to the meeting?" (Toplantıya geçelim mi?)

Karan, diğer kişilerle el sıkışırken beni bırakmadı. Arthur'un bakışlarına sert bakışlarıyla karşılık veriyordu ama Arthur beni
görmenin şaşkınlığını üstünden atamamış gibi bana bakıyordu.

Ben de, "Hi!" diyerek herkese selam verdim Ömer, Ayşegül'e herkesi toplantı odasına götürmesini söyledi. Fakat Arthur yerinden kıpırdamamıştı.

"Odaya geç, Lâl," dedi Karan Arthur'a bakarak. "Arif!" dedi. Bu, hadi gidin demekti.

Adım atacağım sırada Arthur, "Wohin?" (Nereye?) diye aceleyle sorunca durdum. "Arbeitest du hier? Wirst du nicht an der Konfe-
renz teilnehmen? Oder gehst du jetzt?" (Bu şirkette mi çalışıyorsun? Katılamayacak mısın toplantıya? Gidecek misin?) Arthur, Almanca konuşmasan mı? Karan seni öldürecek gibi bakıyor da.

Gülümsedim. "Nein ich arbeite nicht hier deshalb werde ich nich an der Konferenz teilnehmen." (Burada çalışmıyorum. O yüzden toplantıya katılmayacağım.) Karan konuşmam bittiğinde, "Beni sinir etmek için mi Almanca konuşuyorsun sen?" diye kaşlarını çatarak sordu. "Saçmalama!" dedim. "Adam Almanca sorunca hangi dilde cevap vereyim?"

Çenesinin kasıldığını fark ettim. "Verme!" deyip Arthur'a dönerek sert bir üslupla, "They are waiting for us," (Bizi bekliyorlar.) dedi. "Arif, siz de odaya geçin."

Ömer, Arthur'a eliyle ileriyi işaret etti. "Hadi kardeşim, yürü." Arthur sadece bana bakarak, "Könntest du nicht teilnehmen? Du würdest sehr behilflich sein?" (Sen de katılsan olmaz mı? Bize yardımcı olursun.) diye sorduğunda kaşlarım çatıldı. Neye yardımcı olacaktım? Karan'ın sinirlenmesine mi? "Dann würden wir nicht alles auf Englisch sprechen.Mir fallen immer noch ein paar Wörter schwer. Könntest du uns helfen?" (Her şeyi İngilizce konuşmamış oluruz. Terimlerin bazılarını Almancaya çevirmekte zorlanıyorum. Sen yardım eder misin?)

Karan, "Bu herif ne diyor?" diye sordu, direkt olarak gözlerimin içine bakıyordu. "Niye Almanca konuşuyor? Kim bu, Lâl?
Konuşacak mısın artık!" dedi sinirle.

Karan'ın bir anda yükselmesini durdurmak için elimi koluna koydum. "Çeviri konusunda ona yardım etmemi istiyor." Ömer, Yandık..." diye homurdanırken Karan'a cevap vermeye devam
ettim. "Liseden arkadaşım. Beni burada görünce hâliyle şaşırdı. Abartılacak bir şey yok," dedim sakin bir sesle.

Karan'a temas edişime bakan Arthur'un kaşları çatıldı. Karan, "Bu, bahsettiğin herif mi?" dedi iğrenir gibi. "Lisedeki, bad boy diye bahsettiğin mi?"

Bad boy tabirini duyan Arthur, "Redet ihr über mich?" (Benden mi bahsediyorsun?) diye gülerek sordu. Hemen de nasıl tanıdı kendini. "Nein," (Hayır,) diye hızla cevap verip Karan'a döndüm. "Gireyim mi toplantıya? Sorun
çıkmasın diyorsan..."

Konuşmamı bölerek yanağımdan öptüğünde, Arthur kadar ben de şoke oldum. Karan'ın bu ani öpmelerine alışamıyordum. "Let's got to the meeting," ( Toplantıya geçelim) dedi mesafeli bir sesle. Lâl, geçelim de senin bir ifadeni alayım gibi söyledi resmen.

Arthur, uzatmadan Ömer'le beraber önden yürüdü. Karan, Arif'e, "Öğren, kimmiş bu herif," diye emir verdi. Bana baktığını hissettim. "Söyleme sen. Söyleme, sinirden kudurt beni." Ona dönüp dil çıkarmamak için zor duruyordum. "Al bakalım intikamını." İçeri girmeden önce beni kendine doğru çevirip gözlerime baktı. "Çıldırtma beni, tamam mı?" dedi tatlı bir sesle. Kafamı tamam anlamında salladım. Yandın, Karan. Yandık hatta. Son
kez gözlerime baktıktan sonra içeri girip herkese selam verdi. Karan bana yer gösterdi ve Ömer'in sağına oturdum. Karan da benim sağıma, masanın başına geçti.

Karşımda oturan Arthur'un bakışları, artık canımı sıkmaya başlıyordu. Ben de onu gördüğüme şaşırmıştım ama o abartıyordu. Karan'ı sinirlendirmemek için onunla iletişime geçmek istemiyordum. Ömer boğazını temizleyerek konuya giriş yaptı. Arthur da çok şükür gözlerini üzerimden çekti.

Toplantıyı dikkatle dinlemeye başladım. Milerlar Almanya'da güçlü bir şirket olmalıydı. Türkiye pazarına giriş yapmak istiyorlardı. Akdoğanlar işini iyi yapmıştı. Bunu, sunumu dinleyen adamların yüz ifadelerinden anlıyordum. Hepsi memnun bir şekilde dinliyorlardı. Ayşegül ve tanımadığım bir kadın güzel bir sunum yaptıkları için bana hiç ihtiyaç duyulmadı. Burada konu mankeni gibi oturmaktan başka bir şey yapmadım.

Elimin üstünde Karan'ın elini hissedince ona doğru döndüm. Elimi, elinin içine alıp, "Sıkıldın mı?" diye kısık bir sesle sordu. "Çıkmak ister misin?"

"What do you think about this subjects, Mr. Akdogan?" (Sizin bu konu hakkındaki düşünceniz nedir, Bay Akdoğan?) Arthur'un Karan'a bakarak sorduğu soru, bakışmamızı böldü. "We are eager to listen to your ideas,"(Sizin fikirlerinizi dinlemeyi çok isteriz.) derken ellerimize bakıyordu.

Karan, "You have already listenen my ideas. If you needed to listen second time, I would explain," (Şu an dinlendiğiniz zaten benim fikirlerim. İkinci kez dinlemeye ihtiyacınız varsa anlatabilirim.) dedi soğuk bir sesle. "Some people don't understand at the one time," (Bazıları tek seferde anlamaz, haklısınız) dediğinde, Arthur'un yüzü asıldı, omuzları gerildi.

Ömer ortamın gerildiğini anlayıp, "Would you like us to refresh your drinks?" (İçeceklerinizi tazelememizi ister misiniz?) diye sordu. "Our Turkish coffee is famous. Don't you want taste it?"(Türk kahvemiz meşhurdur. Tadına bakmak istemez misiniz?) Ömer, Kapalı Çarşı'da işe başlasa zorlanmaz. Yurt dışından gelen herkes bu soruya olumlu cevap verdi. Bir tek Arthur, istemediğini söyledi. Karan'ın onu bozmasına sinirlenmişti.

Bu gergin ortamda daha fazla durmak istemediğime karar verip ayaklandım. Hem herkes sohbet havasına geçmişti hem de
bana ihtiyaçları yoktu. Arthur ayağa kalkınca Karan da ayaklandı. "Gehst du, Sea?" (Gidiyor musun, Sea?) deyip yanıma doğru geldi. "Wollen wir danach etwas trinken gehen?" (Bundna sonra beraber bir şeyler içelim mi?)

"Bu herif yine ne diyor, Lâl?" diyen Karan, Arthur'un üzeri-
ne atlayacak gibiydi. "Sana neden böyle bakıyor?" dedi dişlerinin
arasından.

"Yes, I'm leaving Arthur," (Evet, gidiyorum Arthur) dedim. Karan'ın anlaması için İngilizce söyledim. "Unfortunately I'm bot available at the way out, too." (Maalesef çıkışta da müsait değilim. Kendine iyi bak.) Onu görmek beni ne kadar memnun etse de bana yaptığı zorbalığı unutup onunla oturmayacaktım. Kaç yaşında
olursak olalım yaptığı kötü bir şeydi. Onun kadar ben de küçüktüm ve kalbim kırılmıştı.

Karan burnundan sert bir nefes verdi. "Bu, o herif değil mi? Sana zorbalık yapan hani?" Ömer'e yardım et der gibi baktığımda hemen yanımıza geldi. Karan, Arthur'a doğru bir adım
attı. "What are you going to do? Are you going to bother her again?" (Ne yapacaksın görüşüp? Yine kızın canını mı sıkacaksın?) diye sinirle sordu.

Masadakiler ne oluyor diye kendi aralarında konuşmaya başladı. Ortam karışacak, Lâl. Gidelim biz.

Arthur güldü. "Hast du über mich geredet?" (Benden mi bahsettin?) diye yine sordu. Sanki ondan övgüyle bahsetmişiz gibi triplere giriyor!

Ben, "Hayır!" diye cevap verecektim ama o sırada Karan, sesini yükseltti. "Speak English lan!" (İngilizce konuş lan!) Lan mı?

Ömer, Karan'ı birkaç adım öteye hafifçe itekledi. "Saçmala- ma, Karan. Kaç aydır bu proje üstünde çalışıyoruz. Şimdi sinirlenip her şeyi mahvetme!" Arthur'a döndü. "Please sit down and we are continuing to the meeting," (Lütfen oturun da toplantıya dönelim) dedi gergin bir sesle.

Arthur ellerini ceplerine koyarak gıcık bir şekilde gülümsedi. Bu davranışını görünce onun hiç değişmediğini anladım. Eskisi gibi insanları sinirlendiren ve bundan keyif alan biriydi hâlâ. Beni sevmeye devam etmediğini biliyordum. Sadece yapısı böyleydi. Herkes onu sevmeli, herkes onu beğenmeliydi. Onu gördüğüme artık memnun değildim.

"Why are you shouting?" (Niye bağırıyorsunuz?) diye sorduğunda hâlâ sırıtıyordu. "Why are you so angry with my little question?" (Küçük bir soru sormam sizi niye bu kadar sinirlendirdi?) diye sakin bir sesle sordu. Böyle sakin ve gıcık konuşması, Karan'ı daha da sinirlendiriyor. "What's bothering you anyway? We don't have any relationship like that, do we?"" (Hem ne can sıkması? Bizim böyle bir ilişkimiz yoktu. Değil mi Sea?) deyip göz kırptı.

Karan yüzünü sertçe sıvazladı. "Hâlâ 'Sea' diyor! Sea ne lan? Sea ne?" diyerek Arthur'a doğru yaklaşacaktı ama Ömer yine aralarına girdi. "Doğru düzgün konuş!" derken kendine hâkim
olmaya çalışıyor gibiydi.

"Hör auf mich so zu nenen Arthur!" (Bana böyle seslenmekten vazgeç Arthur.) dedim. "Es gefällt ihm nicht, es regt ihm nur noch auf!" (Hoşuma gitmiyor ve onu sinirlendiriyorsun.) Ben de sinirlendim. Gözlerim yüzünden bana taktığı bu lakap, o zamanlar bana tatlı gelse de şu an güzel hissettirmiyordu.

"Lâl!" dedi Karan bana bakıp. "Güzelim, sen beni delirt- meye mi çalışıyorsun? Neden Almanca konuşuyorsun?" Yanıma yaklaşıp saçımı kulağımın arkasına aldı, sesi çok sakindi ve ben bundan korkmaya başladım. "Severim ben bunun Almancasını. Öyle bir severim ki bir daha 'Sea' falan göremez!" dedi dişlerinin
arasından, tükürür gibi.

"Sea?" diye seslenen Arthur'a doğru kafasını yavaşça çevirdi Karan. "Ist das dein Freund? ist er so unhöflich das der uns nicht reden lässt?" (Sevgilin mi bu adam? Konuşmamıza izin vermeyecek kadar kaba biri mi?) Bir saniye düşünüp tekrar konuşmaya devam etti:
"Es soll nicht unhöfflich klingen aber es gab auf Türkisch ein begriff war es Yobaz?" (Kaba olmak istemem ama Türkçede yobaz diye bir kelime vardı değil mi?)

Karan, "Speak english, pezevenk!" (İngilizce konuş, pezevenjk!) diye bağırdığında masada oturan herkes ayağa kalktı. Arthur gülerek bir şey dedi ama ortamdaki gürültüden dolayı ne dediğini anlamadım. Fakat Karan daha çok sinirlendi. "Speak english, şerefsiz!" (İngilizce konuş, şerefsiz!) Neden her şeyi İngilizce söyleyip küfrü Türkçe söylüyordu? Lâl, derdimiz
bu, değil mi şu an?

Ömer, "Calm down!" (Sakin olun!) diyerek ikisinin arasına girdi. Arif de içeri girip olaya dâhil olduğunda herkes bir şeyler söylemeye
başladı. Yurt dışından gelenler Almanca konuşmaya başlayınca Karan'ın siniri arşa çıktı.

"Ben gitsem her şey çözülecek," dedim şu an mantıklı davranan tek insan olan Ömer'e. "Lütfen, sen Karan'ı sakinleştir." Arif gitmem için yol açtığı sırada kolumda bir el hissedip durdum. Arthur ise o elin sahibi, yandı gülüm keten helva. Kafam çevirince mavi gözlerle göz göze geldim. Geçmiş olsun.

"Wohin gehst du?" (Nereye gidiyorsun?) dedi aceleyle. Biz değil, sen gidiyorsun, canım. Eşek cennetine.

Sinirle, "Senin ben!" dedi Karan ve Arthur'u yakasından tutup duvara yasladı. "What is your problem, lan? What is your purpose, şerefsiz?"(Senin problemin ne lan? Amacın ne lan senin şerefsiz?) diye resmen haykırdı. Adam yeni bir konuşma şekli yarattı.

Yanına yaklaşmak için hamle yapacaktım ama Ömer önüme geçti. "Sen çık, Eflâl. Karan iyice kudurdu. Durduramayız," dedi hızlıca.

"Sea!" dedi Arthur hâlâ gülerken. "A woman like you doesn't suit man like that. Look..." (Senin gibi bir kadına böyle bir adam yakışmıyor. Baksana...) deyip iki elini havaya kaldırdı. Even when I talked you he went crazy. Recently..."69

Karan onu duvara doğru sertçe çarptı. Arthur, susmak zorunda kaldı. "Ah!" diye acı içinde inledi. Karan zor duruyormuş gibi bakarken, "If you say Sea again, the last thing you'll see is my dark eyes pezevenk!" (Bir daha Sea dersen göreceğin son şey benim kara gözlerim olur pezevenk!) diye bağırdı. Bana doğru dönüp, "Sınırlarımı zorluyor," diye açıklama yaptıktan sonra diğer adamlara baktı. "Go back to your country. I'm not making deal with you," (Ülkenize dönün sizinle anlaşma falan yapmıyorum.) dedi hiddetle.

Ben nereye bakacağımı şaşırmış hâldeydim. Bütün şirket, toplantı odasının önünde durmuş, içeri bakıyordu. Bu saçma durumda, daha ilk günden olay çıkaran kadın olmuştum. Milerdakiler eşyalarını toplarken sinirle homurdanıyorlardı. Karan'ın çok saygısız ve kaba bir adam olduğunu söylüyorlardı. Onu bilerek sinirlendiren Arthur'un suçlu olduğunu söylemedim. Bir an önce gitsinler ve bu an bitsin istedim.

Ama öyle olmadı.

Arif, Karan'ın bir bakışıyla Arthur'u kolundan tutup odadan çıkaracaktı ki Arthur ilk defa İngilizce konuşarak olayın daha da büyümesine neden oldu. "What's mentioned about you is true. The Turks are babarians, I wasn't wrong. I'm so glad, we didn't sign you." (Hakkınızda söylenenler doğruymuş. Türkler barbarmış, yanılmamışım.) İğrenç bir şekilde güldü. Gözleri gözlerime değdi. "I wish you all the best with this rude man. See you, Sea." (Sana bu kaba adamla başarılar diliyorum. Hoşça kal, Sea.)

Sanırım artık durdurulması gereken tek kişi Karan değildi. Ömer, Türklere barbar dediği an Arthur'a doğru atak yaptı fakat Karan ondan önce davranıp, "Barbar böyle olunur, şerefsiz!"
diyerek yumruğunu Arthur'un burnuna geçirdi. Ömer araya girmeye çalışan diğer genç adama engel olurken, "Sen kime barbar diyorsun lan?" diye bağırıyordu.

Arif aradan sıyrılarak, beni kolumdan tutup ileri doğru çekiştirdi. "Yenge, sen gel buraya doğru." Ne? Yenge mi? Ne ara yenge olduk? "Ne duruyorsun? Gelsene," dedi. Durduğumun farkında bile değildim.

"Ne yengesi?" dedim şaşkınca ona bakarken. "Nasıl yenge? Yenge ne demek? Neden bana yenge diyorsun?" diye hızlıca sordum. Arif güler gibi olup, "Yengemsin diye yenge," dedi. Oha,
çok açıklayıcı oldu!

İçeride kıyamet kopuyordu ama ben "yenge"ye takılmıştım. Ben ne zaman yenge olmuştum? Daha birkaç saat önce Eflâl'dim. Nasıl olmuştu bu? Ağzım beş karış açık, Arif'e bakıyordum. O
ise yanındaki korumalara bir şeyler söylüyordu. Acaba Karan mı bir şey söylemişti?

Karan söylemese Arif kendi kendine demez bence, Lâl.

Bana söylemeden Arif'e mi söylemiş? Nasıl? Neden ve niye?

Yengenin kelime anlamını yanlış biliyor olamayız, değil mi?

Yenge yengedir. Yenge yengeyse ben yenge miydim? Kimin yengesiydim? Arif'in. Arif kime abi diyordu?

Karan'a.

Ben neydim?

Karan'ın sevgilisi!

"Oha!" dedim bir anda. "Oha! Oha! Oha!" Arif bağırdığımı duyunca, bana doğru dönüp hızla baştan aşağı bedenime baktı. Adam başımıza bir şey geldi sandı. "Oha! Nasıl olabilir ya? Nasıl?
Haberim olmadan nasıl?" diye hızla sordum.

"Ne oldu?" dedi Arif şaşkınca. "Neden bağırıyorsun, yenge?" deyince bir daha bağırdım. "Aa! Nasıl olabilir? Nereden çıktı?
Kim dedi? Bana neden haber vermediniz?"

Kafamı tutup dikkatle bakmaya başladı. "Darbe mi aldın kafana? Ne oldu ya sana?" dedi bana garip garip bakarken. İçeriden hâlâ bağırma sesleri geliyordu ama ben uçmuştum. "Ne diyorsun? Anlamıyorum, yenge."

"Bir daha söyle!" dedim gözlerinin içine bakarken. "Hadi!" Delirdiğimizi düşünüyor.

"Neyi?" dedi şaşkın şaşkın bakarken.

Ona cevap verecektim ama Karan'ın yanımıza gelmesi üzerine susmak zorunda kaldım. Üstü başı dağılmış hâldeydi. Bir anda elimden tutup hızlıca yürümeye başladı. Yanından geçtiğimiz herkes, hayretler içerisinde bize bakıyordu. Daha ilk günden ortalığı birbirine kattık. Harikayız.

Odasına girip kapıyı sertçe kapattı. Belki ürkmem gerekirdi ama ben salak gibi sırıtıyordum. Elimi bırakıp saçlarını sertçe çekiştirdi. "Sözleşmeyi imzalamam gerekirdi. O sözleşmeyi imzalamam gerekirdi! Ama ben ne yaptım, şirketin CEO'sunu dövdüm!" diye bağırdı. Ne bağırıyorsun be deli? "Neden? Çünkü benim yanında olduğumu umursamadan seninle başka bir dilde konuşuyor! Neden? Çünkü sana 'Sea' diye hitap edebileceğini sanıyor!" Gözleri sinirden kızarmış durumdaydı. "Neden?"

Bu bir soru muydu? Sanırım öyleydi. "Neden?" dedim kısık bir sesle. "Başka bir neden kaldı mı?" dedim Burnundan sesli bir nefes verdi. "Neden sen yanımdayken kendime hâkim olamıyorum?" dedi. Dudaklarımı büzdüm. "Neden o şerefsizi geldiği yere sokmak istiyorum? Bana ne yapıyorsun sen ya? Nasıl olabilir?"

Omuzlarımı yavaşça indirip kaldırdım. "Ben nereden bileyim ya!" dedim hafif sitemle. "Ne bağırıp duruyorsun? Asıl Arif bana nasıl öyle diyebilir? Bir şey oldu da benim mi haberim yok?"

Yanıma doğru hızla yaklaşınca bir adım geriye gittim. Sırtım kapıya doğru değince, kafamı kaldırıp ona baktım. "Sana beni çıldırtma demedim mi?" Galiba bu bir soruydu. "Evet," diye cevap verdim. "Peki, sen ne yaptın?" Tek kaşımı kaldırarak, "Ne yapmışım?" diye sordum.

Dudaklarını yaladı. Güler gibi oldu. "Cevap ver diye sormuyorum, Lâl," diyerek hafifçe bana doğru eğildi. "Ha... O zaman niye soruyorsun?" diye anlam veremeyerek sordum. Yengeyi du-
yunca beynimizi kaybettik.

Çenesini yukarı kaldırıp güldü. O, "Başımın belası..." diye mırıldanırken ben onun boynuna bakıyordum. Ne kadar uzun boynu vardı. "Biraz önce sinirliydim lan ben!" dedi ve gözlerime
baktı. Bir şeyi çözmek ister gibi bakıyordu. "Deniz de değil ayrıca. Okyanus," dedi üstüne basa basa.

Beynim durmuş gibiydi. "Efendim?" dedim.

Nefesi yüzümü yaladı. Kulağıma doğru yaklaştı. "Denizimin en güzel kıyısı, okyanusum," diye fısıldadı.

Kaşlarım havalandı. Bir şeyler diyordu ama benim aklım "yenge"deydi. Yani biz şimdi neydik ki? Yanağıma küçük bir öpücük kondurup, gözlerime bakarken benden bir tepki bekliyor gibiydi. Ellerimi göğsüne koyup onu sertçe itmemi beklemiyor olacak ki geriye doğru sendeledi. "Arif bana yenge dedi!" diye bağırdım. "Nasıl olabilir bu? Neden bana yenge diyor? Nasıl ya? Ne şekilde? Yani ne oldu da?" dedim hızla.

Dudakları bir parça aralandı. "Bunu soruyor musun cidden?" diye inanamayarak sordu. "Anlamıyor musun?"

"Karan," dedim tüm ciddiyetimle. "Sen ruh hastası mısın?"

Kaşları çatıldı. "Lâl," dedi yeniden bana doğru yaklaşıp. "Gazeteye ilan mı vereyim, güzelim? İlla söylemem mi gerek?" Kafamı hızla evet anlamında salladım. Hatta sorması gerekti.
Kendi kendine gelin güvey olmuştu.

Lâl, adamı öpmeye yeltendik ya. Bence bizden onayı aldı.

Hayır, almadı!

"Söyle diyorsun yani?" dedi tek kaşını kaldırarak.

"Delireyim mi istiyorsun?" dedim ellerimi göğsüne basa basa. "O gece yaptığından sonra bu tavırların ne? Kafam mı karışsın istiyorsun? Neden direkt söylemek yerine saçma sapan tavırlara giriyorsun? Bu hâllerinden sıkılmaya başladım!" dedim sinirle.

Gülümsedi. "Sinirlenince çok tatlı oluyorsun," deyip yanağımı okşamaya başladı. Cinnet geçirecektim!

"Of!" dedim onu itip uzaklaşırken. "Sözleşmen için özür dilerim. Benim bir hatam yoktu ama yine de özür dilerim!" İşaret parmağımı ona doğru uzattım. "Ama başka şeyler için özür dilemesi gereken de sensin!"

Kaşları şaşkınlıkla havalandı. "Lâl, neden özür diliyorsun? Bir değil, bin sözleşmeyi kaçırayım, umurumda mı? Sadece kendi agresifliğime sinirlendim ben. Sana yanlış aksettirdiysem kusura bakma," dedi hızlıca. Yanıma geldi.

Derin, bıkkın bir nefes verdim. "Sana ne, Karan? Arthur bana nasıl hitap ederse etsin, ne derse desin. Sen neden müdahil oluyorsun? Neden sinirlenip adamın üstüne yürüyorsun?"
Belimdeki elinin sıkılaştığını hissettim. "Sen kimsin? Ne hakla bana..."

Susmak zorunda kaldım. Parmağı dudağıma dokundu. "Şş..." dedi kısık bir sesle. "Lütfen onun adını ağzına alma, güzelim."
Gözlerini yumup alnımdan öptü. Dudakları tenimde bir süre bekledi. Dinginleşmem için bana fırsat verdi. Birkaç saniye sonra kafamı göğsüne yaslayıp bana sıkıca sarıldı. "Cahilim, toyum, bilgisizim... Yanlış bir şey yapmamaya çalışırken seni üzüyorum, farkındayım."

"Tutarsızsın, Karan..." deyip kendimi ona bıraktım. "Şu an bile çok tutarsızsın. Bana sarılıyorsun, kalbinin atışını duyuyorum ama bir yandan da kaçıyor gibisin. Neden?" dedim yalvarır gibi.

Saçlarımı okşamaya başladı. "Güzelsin... Çok güzelsin. Sadece fiziksel de değil. Ruhun, kalbin güzel... Sana kapılmamak imkânsız. Seninle birkaç saat geçiren biri bile gözlerindeki ışıltıyı görünce tutulur sana." Nefesimi tuttum. İtiraf mı ediyordu? "Ben sadece senin bana olan inancına layık olmak istiyorum. Yanlış zamanda, yanlış bir şey yapmak istemiyorum. Seni kıracağıma kafamı kırarım. Tek istediğim..."

"Ömer'in yaşadıkları yüzünden mi?" diye araya girdim.

Gözlerime baktı. Çenemi tutup kafamı kaldırdıktan sonra hafifçe tebessüm etti. "Seni, benden kimsenin almasına izin vermem. Bununla hiçbir ilgisi yok," dedi kendinden emin bir sesle. Devam etmesini ister gibi baktım gözlerine. "Affet beni," dedi yüzüme doğru yaklaşırken. "Affet, gül güzeli."

Dudaklarının baskısını dudaklarımda hissettiğim anda dünya benim için durdu. Kalbimin, göğü yırtan sesi zihnimde çınlıyordu. Ruhumdan çıkan ışıkları hissediyordum. An, parçalara ayrılıp etrafımızda dönmeye başladı. Avucumun içinde atan kalbinin sesinden başka hiçbir ses duymuyordum. Beni biraz daha kendine çektiğinde, ona karşılık vermek için dudaklarımı araladım.

Korktuğum başıma gelmişti. O hastalık bana da bulaşmıştı. Artık ne kaçacak ne de gidecek bir yerim vardı. Göğüs kafesimde onun için ayırdığım boşluğa doğru yavaşça süzülürken bir daha kurtulamayacağımı biliyordum. Veremin pençesine düştüğüm an, bu andı.

Haftaya yeni bölümde görüşmek üzere minik kuşlarım💖

Instagram: idelirukiye
Kitap: eflalofficialpage
Twitter: idelirukiye
TikTok: idelirukiye

Continue Reading

You'll Also Like

1K 115 4
❝Her cinayet silahla işlenmez.❞
2.9K 244 17
❝ Savurduğun her bir yumruk,savunmasızlığına çarpılan tokadın hesabıdır. ❞
333K 12.3K 47
"Oo küçük hanım iki gündür sizin peşinizdeyiz." "Siz de kimsiniz niye peşimdesiniz ne istiyorsunuz?" " sakin küçük kız" "Kimsiniz dedim" " babanın öd...
879K 61.1K 36
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...