EFLÂL | RAFLARDA

By idelirukiye

13.7M 277K 639K

🥀 "Geçmiş, bazen mutlu bir anı bazen acı bir tebessüm. Bazı zamanlarda ise adı konulamayan duygunun adı..." ... More

GİRİŞ | KİTAP VERSİYONU
2. ÇARE | KİTAP VERSİYONU
3. YALNIZLIK | KİTAP VERSİYONU
4. BAŞLANGIÇ | KİTAP VERSİYONU
5. BİLİNMEZ BİR YOL | KİTAP VERSİYONU
6. KADERİN SALINCAĞI | KİTAP VERSİYONU
7. AN | KİTAP VERSİYONU
8. YOL AYRIMI | KİTAP VERSİYONU
9. PİŞMANLIĞIN İKİ YÜZÜ | KİTAP VERSİYONU
10. BEKLENMEYEN TEKLİF | KİTAP VERSİYONU
11. MAZİ | KİTAP VERSİYONU
12. BAZI GERÇEKLER | KİTAP VERSİYONU
13. ÇIKMAZ SOKAK | KİTAP VERSİYONU
14. GECEDEN KALAN | KİTAP VERSİYON
15. AÇIĞA ÇIKAN DUYGULAR | KİTAP VERSİYON
16. BİR RUHUN VAVEYLASI | KİTAP VERSİYONU
17. KİMSESİZLİĞİN YUVASI | KİTAP VERSİYONU
18. CEVAPSIZ SORULAR | KİTAP VERSİYONU
19. GEÇMİŞTEN GELEN | KİTAP VERSİYONU
20. MÜHÜRLENMİŞ RUHLAR | KİTAP VERSİYONU
21. SANRILAR | KİTAP VERSİYONU
22. RUHUN ZELZELESİ | KİTAP VERSİYONU
23. CAM KIRIKLARI | KİTAP VERSİYONU | I. KİTAP FİNALİ
II KİTAP | GİRİŞ | KİTAP VERSİYONU
II. KİTAP | 1. BASTIRILAN DUYGULAR | KİTAP VERSİYONU
II. KİTAP | 2. GÜVEN DUYGUSUNUN YANIK KOKUSU | KİTAP VERSİYONU
II. KİTAP | 3. BİR ADAM TANIDIM | KİTAP VERSİYONU

1. YABANCI SÜLİETLER | KİTAP VERSİYONU

245K 13K 17.5K
By idelirukiye

İyi okumalar minik kuşlar.

Beni idelirukiye buraya basarak takip edebilirsiniz❤️

🕊

Korkularımı sıraya dizsem acaba en başta hangisi gelirdi?

Her insanın belli başlı korkuları vardır; yükseklik,yalnız kalmak, sürüngenler... Zihnim bu yaşıma kadar birçok korkuya ev sahipliği yapmıştı fakat şimdiye kadar hissettiğim korku kadar büyük bir korku hissetmemiştim. Biri, beni öldürmek isteyecek kadar benden nefret ediyordu. O kişinin kim olduğunu tahmin etmek, kalbimi çarmıha germişler gibi hissettiriyordu. Babam yattığı yerde mutsuz olmalıydı; kızını, kendi kanı boğuyordu.

Bilincim yerine gelmişti, benliğim aydınlığa kavuşmak için yeniden ayağa kalkmıştı.

Damarlarımda kol gezen endişe, düşüncelerimi toplamama engel oluyordu. Başıma ne gelmişti, bana zarar veren kimdi, beni hastaneye kim getirmişti, şu anki durumum nasıldı? Her soru, kalbimin göğüs kafesimi deler gibi atmasına neden oluyordu. Gözlerim hâlâ kapalıydı. İçime çektiğim hastane kokusundan ve elimin üstünde hissettiğim iğneden anladığım kadarıyla hastanedeydim. Gözlerimi açmama nedenim ise seslerini duyduğum iki adamın konuşmasıydı.

"Sen nerede olduğunu biliyor musun?" diye sordu bir tanesi. "Hayır, Arif birazdan bulur onu, merak etme," dedi diğeri.

Arif 'in kim olduğunu, kimin nerede olduğunu bulacağını bilmediğim gibi konuşan adamların seslerinden de kim olduklarını çıkaramamıştım. Adamların ses tonlarındaki belirsiz ifade, daha da gerilmeme neden oldu. Kimdi bu adamlar ve benim odamda ne işleri vardı?

"Nasıl merak etmeyeyim, Ömer? Adam kafasına göre bir geliyor, bir gidiyor!" diye sinirle konuşan kişi, biraz önce soru soran kişiydi. "Sen söyle, ne zaman akıllanacak bu? İllallah ettim!" dedi bıkkın bir sesle.

Adamın yükselen sesiyle, başımdaki ağrı kendini daha çok hissettirmeye başladı. Huysuz bir şekilde kıpırdanmamak için kendimi zor tuttum. Uyanık olduğunu belli edip adamların kim olduğunu öğrensen mi? Bir yanım biraz daha dinlemem gerektiğini söylediği için iç sesimi reddedip dinlemeye devam ettim.

"Bağırma, kızı huzursuz edeceksin," dedi kısık bir sesle adının Ömer olduğunu anladığım adam. "Hem bunları konuşmanın ne yeri ne de zamanı. Bir anda neden bu kadar sinirlendiğini de anlamış değilim."

Yıllardır komada mıyız, hafızamızı mı kaybettik, ne oluyor?

Kim bu adamlar?

Adamlardan birinin derin bir nefes verdiğini işittiğim anda ismini bilmediğim adamın sesi, yakınımdan gelmeye başladı. "Neyse," dedi boş vermiş bir sesle. Birkaç saniye süren sessizlikten sonra, "Doktor ne zaman uyanacağını söylemişti?" diye sordu. "Bu kadar beklememiz bana normal gelmiyor."

Sesinde duyduğum endişe, kendimi iyi hissetmemi sağlamalıydı ancak adını koyamadığım bir duygunun bedenimden rüzgâr gibi geçmesine neden oldu. Tanımadığım adamın ses tonu bende farklı bir his uyandırmıştı. Kimdi bu adam? Neden gözleri üzerimdeymiş gibi hissediyordum? Gözlerini açsan da öğrensek mi, Lâl? Haklısın.

Ömer, "Birazdan uyanacağını söylemişti," diye cevap verdiğinde kirpiklerimi kırpıştırarak uyanıyor olduğumun sinyalini verdim. "Uyanıyor sanırım," diye eklediğinde ayaklandığını duydum.

Zonklayan beynime aldırmadan gözlerimi yavaşça araladım. Işığa alışmayı bekleyen göz bebeklerime süre tanıyarak kirpiklerimi kırpıştırdım. Beklediğim gibi bir hastane odasındaydım. Güneş çoktan batmış, ayın ve baş ucumda duran lambanın ışığı odayı doldurmuştu. Gecem günüm şaşmış gibi hissediyordum.

Gözlerim ışığa alışmaya başladığında yatağın iki ucunda ayakta duran ve bana meraklı gözlerle bakan genç adamlarla göz göze geldim. İkisi de bana çok yabancıydı. İkisi de beni tanımıyormuş gibi bakıyordu fakat gözlerindeki endişe duygusu, bu tezimi çürütüyordu.

"Geçmiş olsun." Ses tonundan anladığım kadarıyla bu Ömer'di. "Nasılsın?" diye sordu ve sol tarafıma doğru bir adım atıp bana yaklaştı.

Bir Ömer'e, bir diğer adama değen bakışlarım ister istemez kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Birbirlerine benzeyen genç adamlar esmer ve uzun boyluydu. Ömer, diğer adama göre kısaydı. Şu an bana küçük bir gülümsemeyle bakarken kırışan göz kenarları onu olduğundan farklı gösteriyordu. Sanki yorgun gibiydi ama bu normal bir yorgunluk değildi, hayat yorgunluğuydu.

Adını bilmediğim diğer adama baktığımda, ellerini ceplerinden çıkarıp gözlerini dikkatle gözlerime kenetlediğini gördüm. Keskin çene hattı, kuyu kadar derin bakan kara gözleri ve kirli sakallarıyla, akrabası olduğunu düşündüğüm Ömer'e benziyor ama aynı zamanda da benzemiyordu. Ömer'den çok daha farklı bir havası vardı. Bu durum onu detaylıca inceleme isteğiyle dolmama neden olsa da şu anki önceliğim farklıydı.

Boğazımı temizleyip konuşmamı bekleyen genç adamlara baktım. "Siz kimsiniz ve burada ne işiniz var?" diye ifadesiz tutmaya çalıştığım bir sesle hiç beklemeden sordum. Sesim saatlerdir konuşmamamın etkisiyle kısık ve güçsüz çıkmıştı. Birkaç defa öksürüp kendimi toparlamaya çalıştım.

Lâl, biraz daha kibar soramaz mıydın? Eğer beğenmiyorlarsa başımda zebellah gibi dikilmek yerine kendileri açıklasalardı.

Ömer soruma cevap vermek yerine, "Su ister misin?" diye sordu.

İsterdim ama soruma cevap vermelerini daha çok isterdim. Yeniden boğazımı temizledim. "Önce soruma açıklık getirir misiniz? Siz kimsiniz, neden buradasınız?" Sesim aceleci ve asi çıkmıştı, umursamadım.

Ömer büründüğüm sinirli hâle aldırmadan, "Biz seni hastaneye getiren kişileriz," dedi. "Girmeye çalıştığın ev bizimdi. Oraya geldiğimiz zaman seni kapının önünde baygın bir hâlde bulduk."

Ağrıyan başım yüzünden gözlerim kısıldı. "Anahtar deliğe girmeyince yanlış eve girmeye çalıştığımı fark etmiştim ama iş işten geçmişti." Arkamda bağıran, öldürmek istercesine kafamı kapıya vuran adamın yaptığını hatırladığımda beni yalnız bırakmayan o korku yeniden yüreğimde yankılandı. "Peki..." dedim titreyen sesimle. "Sizin, başıma gelen olayla söylediğinize göre alakanız yok. Peki, bana bunu yapanı görmediniz mi?"

Ömer cevap verdi: "Biz geldiğimizde kimse yoktu." Sesinden ve gözlerinden bir anlam çıkaramamıştım.

Ne kadar süre orada baygın yatmıştım? Bana zarar veren kişi neden bunu yaptı diye düşünmek yerine, neden yaptığı şeyin devamını getirip beni öldürmedi diye düşünüyordum. Olaylara bu kadar iyi yanından bakman gözlerimi yaşartıyor.

Son anda duyduğum ses tonu uzun bir süre kulaklarımdan silinmeyecek gibiydi.

Uzun olan adamın yoğun bakışları altında, "Girdiğim evin sizin eviniz olduğunu söylediniz. O ev Yasin Görkem'in değil miydi?" diye sordum.

Aynı adam, "Hayır, ev benim," dedi tok bir sesle. "Yasin'in evi 11 numaraydı, karıştırmış olmalısın."

Her şey şarjı biten ve adrese doğru düzgün bakamadan kapanan telefonum yüzündendi. Acaba o eve girmeye çalışmıyor olsaydım dayak yemeyecek miydim? Aslında zarar verilmek istenen ben değildim de o evle alakalı biri miydi? Bu adamlardan biri miydi? Sorsam iyi olacaktı.

"Bana zarar veren kişi... Aslında size..." Sizi dövmek isteyen kişi yanlışlıkla beni mi dövmüş gibi saçma bir soru sormamaya çalışıyordum. "Size zarar vermek isteyen biri olabilir mi?" Cevaplarını beklemeden devam ettim: "Görmediğinizi söylediniz ama belki polisler bir şey söylemiş olabilir, sonuçta ev sizinmiş." Neden iki cümleyi bir araya getiremeyen insanlar gibi konuşuyordum, bilmiyordum ama çok gerilmiştim.

"Hayır, olamaz," dedi net bir sesle konuşan adını bilmediğim kişi.

Kafamdaki soruları yanıtlamak yerine, beni daha çok soru içinde bırakmışlardı. "Yasin'in evi 11 numara" dediklerine göre, abimi tanıdıklarına emin olup artık bir şeyler öğrenmeyi umarak, "Yasin Görkem'i tanıyor musunuz?" diye sordum.

"Evet, Yasin bizim liseden arkadaşımız," dedi Ömer.

Neden her şeyi benim sormamı bekliyor, bir açıklama yapmıyorlardı?

Varlıklarından şimdiye kadar haberimin olmadığı bu adamların doğruyu söylememek için nedenleri var mıydı? Onlara hiç düşünmeden inanacak değildim. Tanımadığım adamların bana zarar vermek için nedenleri olmadığı gibi, zarar vermeyecek olmalarının da garantisi yoktu.

Peki, abimin başıma gelenlerden haberi var mıydı? Olmaması imkânsızdı. Hayatımla ilgili her şeyden haberdar olan adam, başıma gelenlerden sonra neredeydi? Neden kendimi kötü bir kâbusun içinde hissediyordum?

"Haberi var mı burada olduğumdan?" diye sordum telaşla. Beni merak edip bir de bu duruma kafa yorsun istemeyen yanımla, elimi tutup bana destek olmasını istediğim yanım savaş hâlindeydi.

Telaşımı anlamış olan Ömer, "Aslında hem evet hem hayır," dedi. "Benim, senin geleceğinden haberim vardı. Sanırım telefonunun şarjı bitmiş, Yasin sana ulaşamayınca beni aradı." Canım abim, kim bilir ne kadar meraklanmıştı. "Ama gizli bir görevde olduğu için Yasin'in gelemeyeceğini biliyordum, o yüzden meraklanmaması için senin başına gelenleri biraz yumuşatarak anlattım." Derin bir nefes verdi. "Yine de meraklandı ama ben hallettim. Umarım kızmadın bana," dedi hızlı ve mahcup bir şekilde.

"Hayır, hayır, aksine rahatladım. Söylememişsinizdir umarım, diye düşünüyordum. Ben de abim meraklansın istemem," dedim hafif tebessüm ederek.

İçimden bir his, abimin bu durumdan haberi olmamasının imkânsız olduğunu söylüyordu. Hastane polisinin arayacağı ilk insan, abim olmalıydı. Bu adamlar abime haber vermelerine nasıl engel olabilirlerdi? Aklımdan geçenler, adamların belki de abimden daha iyi bir istihbaratı olduğu yönündeydi. Peki, bu adamlar kimdi? Sırf abimle arkadaş oldukları için günlerce başımda mı beklemişlerdi? Yoksa onların evinde başıma gelenler yüzünden mi şu an buradaydılar?

Sormama fırsat kalmadan adını bilmediğim adam, "Ömer, doktora hastanın uyandığını söyle," dedi. "Tahlil yapılması gerekir. En kısa zamanda halletsinler." Otoriter ses tonunu duymak, onu yavaşça süzmeme neden oldu.

Ömer kafasını tamam anlamında eğip odadan çıkarken gözleri benden ayrılmayan adamı arsızca süzmeye başladım. Üstünde siyah bir takım elbise vardı. Ceketini çıkarmış, siyah gömleğinin kollarını dirseğine kadar kıvırmıştı. Üstüne tam oturan gömleği heybetli vücudunu daha da yapılı göstermişti. Adamı gözlerinle yedin! O da gözlerini benden ayırmadan dikkatle bana bakıyor, bence eşit sayılırız.

Kollarını göğsünde birleştirip çenesini hafifçe kaldırdı. Şişen pazılarına baktığımda bir anlığına manken olabilme ihtimalini düşündüm. Mankenlere taş çıkaracak bir fiziği ve güzel bir yüzü vardı ama mankenler onun kolundaki saati takacak kadar para kazanmıyordu.

Seçeneklerimiz arasından mankenlik elenmişti. Abimle aynı mesleği yapmadığı aşikârdı. İş adamı gibi duruyordu. Zengin olduğu, bilmem kaç yüz bin lira olduğu belli olan saatinden ve takım elbisesinden belliydi. Benim de durumum iyiydi fakat bu kadar zengin değildim. Şimdiye kadar nasıl karşılaşmadığımızı merak ediyordum.

Bakışlarımı ondan çekip odada gezdirdim. Küçük, sade bir odaydı. Odaya beyaz renkler hâkimdi. Klasik, zenginlik kokan bir hastane odasıydı. Köşede ikili koltuk vardı ve "ziyaretçilerimin" ceketleri koltuğun üzerinde duruyordu. Doktor geldikten sonra durumumu öğrenecek ve onların ne zamandır burada olduklarını soracaktım. Kendimi belirsizliğin içinden çıkarmak istiyordum.

Derin bir nefes aldım. Kokusundan nefret ettiğim hastanelerin, üstüme sinen kokusu kadar midemi bulandıran bir koku yoktu. Ya dinlenme tesislerindeki tuvaletlerin kokusu? Yarışır.

Anneme verdiğim sözü tutabilecektim. Şu an ne hâlde olduğumu bilmeden bunu düşünmek mantıklı değildi ama yaşadığımı bilmek, aklıma ilk olarak annemi getirmişti. Belki de ona olan özlemim ve şu anki korkumdu onu düşünmemi sağlayan. Burnumun direği sızladı. Camilerden daha çok dua edilen hastaneler, insanı büyük bir buhranın içine itiyordu. Buna kapılmamak için dişlerimi sıkıp kafamdaki ağrıya odaklanmaya çalıştım.

Kendimi inanılmaz derecede yorgun hissediyordum. Sanki üstümden tır geçmiş gibiydi. Keşke tır geçseydi, Lâl. Şu hâline bak, kim bilir ne hâldesin. Gerçekten ne hâldeydim? Kafama aldığım darbeden sonra, "Beynin yerinde değil," deseler bile inanacak durumdaydım.

Ömer hâlâ gelmemişti. Bakışlarım yeniden, bana dikkatle bakan gözlere değdi. Gözünü dikmiş bir şekilde bana bakan adamın bakışlarında tarif edemeyeceğim bir şey vardı. Merhamet mi, çaresizlik mi? Emin değildim. Benden çekiniyor, bir şeyler söylememi bekliyor gibi gözlerimin içine bakıyordu. Omuzları yorgunluktan çökmüş gibiydi.

Bu adamdan değişik bir enerji alıyordum. Sanki birbirimizi tanıyor gibi bakışıyorduk. Gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyorsa da şu an bunu anlayacak durumda değildim. Şansına küsmeliydi. Adam: Kesin küserim.

Odanın kapısı açıldığında anlamsız bakışmamız bölündü.

İçeriye Ömer ve doktor girdi.

40'lı yaşlarının sonunda olduğu belli olan doktor yatağa doğru yaklaşıp, "Nasılsınız, Eflâl Hanım?" diye yumuşak bir sesle sordu.

Tebessüm etmeye çalışarak, "Şiddetli bir baş ağrısı ve hafif bir mide bulantım var," dedim. "Ama bunları konuşmadan önce bana ne olduğunu öğrenmek istiyorum. Aldığım darbenin sonuçları neler? Kalıcı bir hasar var mı? Ne kadar zamandır buradayım?" diye hızlıca sordum.

Benim aksime daha rahat olan doktor tebessüm ederek, "Endişenizi anlıyorum. Birkaç tetkikten sonra kesin bir kanıya varırız," deyip bana doğru yaklaştı. "Başınıza sert bir darbe almışsınız. Şanslısınız ki kafatasınızda çatlak ya da kırık tespit etmedik," dediğinde rahatlayarak bir nefes verdim. "Kaşınıza, darbe sonucunda yarıldığı için dikiş atıldı. Şu anlık endişe edeceğimiz bir şey yok. Beyin tomografisi çektireceğiz ama yine de beyin kanaması riskine karşı sizi 24 saat gözetim altında tuttuktan sonra nasıl olduğunuza daha net karar vereceğiz."

Parmaklarını kaşıma doğru yaklaştırdım. Umarım iz kalmazdı. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp, "Eğer 24 saatin sonunda her şey olumlu seyrederse hastaneden çıkabilir miyim?" diye sordum.

Hastanelerden nefret ettiğimi söylemiş miydim?

Doktor, "Önümüzdeki 24 saatin sonunda ne zaman çıkacağınıza karar veririz. Sizi ne endişelendirelim ne de umutlandıralım," dedikten sonra gözlüğünü itip, "Sormak istediğiniz başka bir şey yoksa hemşire arkadaşlarımı tahlil için yönlendirip sizi muayene edeceğim," diye ekledi.

"Hayır, teşekkür ederim," deyip gülümsedim. Kuruyan boğazımı yatıştırmak adına komodinin üzerindeki su şişesine uzandığımda, benden önce davranan adını bilmediğim adam, "Ben hallederim," diyerek aldığı su şişesinin kapağını açtı. Gözlerime emin olmak ister gibi bakarken izin almak istercesine, "Yardım edeceğim," dedi.

Elimiz ayağımız tutuyor ama yine de sağ ol, kim olmadığını bilmediğimiz adam.

Yaptığına şaşırsam da belli etmeden kafamı olur anlamında salladım. Yavaşça doğrulmaya çalıştım. Üstümdeki ince örtüyü açıp sol elini belime koydu. Destek vererek doğrulmamı sağladıktan sonra eli belimden ayrılmadı. Şişeyi dudaklarıma doğru getirirken çok önemli bir iş yapıyormuş gibi dikkatliydi.

Bu kadar dikkatli olması bir yana, ben onun yakınımdaki varlığıyla içime çektiğim kokusunun neye benzediğini çözmeye çalışıyordum. Konumuza dönelim.

Uzaklaştığında, "Teşekkür ederim," deyip gülümsedim. Rica ederim der gibi kafasını eğdikten sonra şişeyi elinde tutup geriye doğru çekildi. İkisi öylece dururken doktor birkaç duyu testi yapıp odadan çıktı. Biraz sonra hemşireler gelip beni tomografi çektirmeye götürdüler. Yarım saatin sonunda odaya geri döndüğümde ikisinin de koltukta oturduklarını gördüm. Onlar bana bakarken ben de onlara bakmaya başladığım sırada ne zaman gideceklerini düşünüyordum. Sonsuza kadar burada kalacak olamazlardı, değil mi?

Yerimde dikleşip ayaklanmak için hamle yapacağım sırada aynı adam bana doğru yaklaştı. "Ayağa mı kalkacaksın?" Kafamı evet anlamında salladım. "Başın dönebilir. Destek olmamı ister misin?" diye istekle sordu.

Bu kadar düşünceli olması beni şaşkınlığa uğratırken, "Kendim halledebilirim," deyip tebessüm ettim. Ama o yanımdan uzaklaşmadı. Hafif bir baş dönmem vardı. Onun geçmesini beklemeye başladım. Ayağa kalkma amacım yüzümün ve kaşımın hâlini merak etmemdi. Bir an önce kendimi görüp gerçekle yüzleşmek istiyordum.

Yanımdan uzaklaşmadığı için ona bakarak konuştum: "Yardımınız için teşekkür ederim. Bundan sonrasını kendim hallede- bilirim. Size daha fazla zah..."

Ömer sözümü kesip, "Zahmet verdiğini söyleme lütfen," diyerek koltuğa oturdu. Ben gidebilirsiniz diyordum, adam koltuğa oturuyordu. "Tehlikeli süreci atlatana kadar buradayız."

"İyi olduğunu görene kadar gitmeyeceğiz," diyen diğeri sanki söylediğim şeye sinirlenmiş gibi bakıyordu. Gidip Ömer'in yanına oturduktan sonra, "Sen bize Yasin'in emanetisin. Seni hastanede yalnız bırakmayız," dedi kesin bir dille.

Ne diyeceğimi bilemeyip arkama yaslandım. Onları tanımadığım için aynı odada geçireceğim 24 saat bana şimdiden eziyet gibi gelmeye başlamıştı. Gitmeleri için ısrar edersem kabalık etmiş olacaktım. Bırak kalsınlar, 24 saatin sonunda bir daha görmeyeceksin. Umarım öyle olur.

"Peki..." deyip dudaklarımı birbirine bastırdım. Odayı kaplayan sessizliği bozan tek şey duvardaki saatin sesiydi. O ince ses bile baş ağrımın artmasına neden oluyordu. Varlığını hatırladığım serumun içinde umarım baş ağrıma iyi gelecek bir şey vardı.

"Kafamıza darbe yedik, biri bize ağrı kesici versin. Alo?" diye bağırsam, gözlerini benim üzerimden ayırmayan adamlar için sorun olur muydu? Hem bunlar neden gözlerini üzerimden ayırmıyordu? Sana âşık olmuşlar. Senarist ol sen.

Kimsenin konuşmadığı gergin geçen dakikaların sonunda odaya hemşire girdi. Hemşire, biten serumu çıkarırken başımın ağrıdığını söyledim. Birazdan serumdakilerin etki edeceğini söyledi. Önce hemşire, ardından Ömer odadan çıktı. O adamla tek başıma kaldım. Ortamdaki sessizliği dağıtması için televizyonu açtım. Kanallar arasında gezinirken bir an önce polisin gelip ifademi almasını bekliyordum. Umarım en kısa zamanda ne olduğunu öğrenebilirdim.

Aradan ne kadar zaman geçmişti, bilmiyordum ama odadaki adamın varlığını unutmuştum. Kafamı çevirip baktığımda adamın ikili koltuğun tam ortasında oturduğunu gördüm. Kafasını geriye yaslamıştı, sanırım uyuyordu. Uzun bacaklarını iki yana açıp yayılmış, kollarını göğsünde birleştirmişti. Çatık kaşları, kötü bir rüya gördüğünü düşünmeme neden oluyordu. Keskin çenesi kasılmıştı.

Bu yabancının şu an burada olmasının sebebi sadece abimin hatırı mıydı? Bu kadar iyi arkadaşlarsa ben neden onu tanımıyordum?

Aslında abimin tanıdığım arkadaşları bir elin parmaklarını geçmezdi. Yaptığı iş yüzünden arkadaş konusunda seçici bir adam olmuştu. Başımda bekleyen bu adamı bu yüzden tanımıyor olabilirdim. Artık adamı şöyle incelemekten vazgeç. Engel olamadığım merak duygusuna son verip gözlerimi onun üstünden çektim.

Bakışlarımı odada gezdirirken şüpheci yanım bana kimseye güvenmemem gerektiğini hatırlattı. Abimi tanıyor olabilirlerdi, onun arkadaşı olabilirlerdi ama bu, bana zarar vermemeleri için engel oluşturmuyordu. Yine de onlara karşı içimde kötü bir his yoktu.

Bu insanlara borçlanmış olabilir miydim? Belki de hayatımı kurtarmışlardı.

Ya da hayatımı elimden almaya çalışmışlardı ama bu da düşük bir ihtimal gibi geliyordu bana. Eğer böyle bir durum olsaydı, şu an gözlerim açık olmazdı. Beni öldürmek için çok fırsatları olmuştu ama bunu yapmamışlardı. Ben uyurken bunu yapabilir ya da beni hastaneye getirmez ve ölüme terk edebilirlerdi. Onların bana zarar vermiş olacağı fikri, bu mantıkla kafamdan siliniyordu. Şu an akıl sağlığımın yerinde olmadığına kanaat getirdiğim için bu konu üzerinde fazla düşünmeyi kestim. Önceliklerim farklıydı. İlk olarak aç karnımı doyurmalı, başıma gelenleri düşünmek için kendime gelmeliydim.

Başımın ağrısı azalmaya başlamıştı ve başka bir yerimde ağrı hissetmiyorum. Kolumu kaldıracak hâlim yoktu ve çok acıkmıştım. Yolculuğa çıktığımdan beri serumdan başka bir şey yememiştim. Hemşire çağırma düğmesine bassam odaya giren hemşireyle beraber adam da uyanırdı. Zaten uykusuz ve yorgun görünüyordu. Biraz bekleyebilirdim.

Bir anda boğuk bir sesle, "Başının ağrısı geçti mi?" diye soran adama doğru, sağıma döndüm. Adını bilmediğim adam yavaşça doğruldu, arkasına yaslandı. Gözlerini üzerimden ayırmadan nasıl olduğumu anlamak ister gibi bakıyordu.

"Evet, geçti," deyip tebessüm ettim. Başımda bekliyor olması ona karşı minnet duymamı sağlıyordu. "Siz de burada heba oluyorsunuz," diye devam ettiğimde kaşları çatıldı. Onun iyiliği için söylemiştim ama hemen ekledim: "Teşekkür ederim."

"Teşekkür edilecek bir şey yok," dedi pürüzlü bir sesle. Gitmesini istemekten vazgeçtim. İyilik mi yapmak istiyordu, yapabilirdi. Bundan gocunacak bir insan değildim. Söylemem gereken şey, şu an açlıktan bayılmak üzere olduğumdu. Adam da uyandığına göre hemşireyi çağırabilirdim. Hemşireyi çağırmak için sağımdaki düğmeye uzanmayı denedim ama ulaşamadım. Hafifçe doğrulmak için hamle yaptığımda, onunla göz göze geldim. Ne yaptığımı sorgular gibi bakarak, ayağa kalkıp yanıma geldi. "Bir şey mi oldu?" diye hızla sordu.

Kibar bir şekilde, "Rica etsem düğmeye basabilir misiniz?" diye sorduğumda, sanki küfretmişim gibi garip bir ifadeye büründü yüzü.

Yeniden, "Ne oldu?" diye sordu. Küfretme işi aklıma yatmaya başlamıştı.

"Hemşireden bir şey isteyecektim de..." dedim, sen karışma der gibi. Hem lavaboya gitmem hem de aç olduğumu söylemem gerekiyordu ama anlamsız bir şekilde çekinmiştim. Erkeklerle iletişime geçmemde sorun yoktu ama tanımadığım bir erkekten, müşkül bir durumdayken bir şeyler istemek çekinmeme neden olmuştu. Hem bu onun görevi değildi hem de hemşireden yardım istemek, tanımadığım bir adamdan istemekten daha doğru geliyordu.

Gözleri kısıldı. "Ne isteyecektin?" dedi. Çekindiğimi anlamış olmalıydı, sesinde güler gibi bir tonlama vardı. Bunda gülecek ne var?

Kendimi zorlayarak gülümsemeye çalıştım ve "Siz çağırırsanız hemşireden isterim," dedim. Soru sorma da bas şu düğmeye diye bağırmamak için zor duruyordum.

"Benden iste," dedi. Sesi, eğer ondan istemezsem kızacağını belirten bir tondaydı.

Kendi bilirdi. "Acıktım," dedim. Dudaklarıma yerleştirdiğim sırıtışın gıcık bir sırıtış olmaması için çabalıyordum.

Güldü.

Aslında gülmek değildi bu ama dudağının sağ tarafı biraz oynamıştı. Açsın da kıçına gülsün. Edepsizsin. Senden bulaştı. Acıkmamın nesi komikti? Gıcık olduğumu gizlemeden, kaşlarımı çatarak ne gülüyorsun anlamında dik dik baktım.

Bir şey demeden mimiksiz bir suratla bana baktı. Sonra ar- kasını döndü, koltuktaki ceketinden telefonunu aldı. Hah! Hem benden iste diyordu hem de kim bilir kime telefon edip isteyecekti. Sana da iyilik yaramıyor, Lâl!

Birkaç saniye sonra telefondaki kişiye, "Arif, odaya yiyecek bir şeyler getir," dedi. Arif nasıl bir şey istediğini sormuş olmalı ki kafasını arkaya doğru çevirip, kısa bir bakış atarak, "Hastanın yiyebileceği bir şeyler," dedi ve kapattı.

Hastanın mı? Hasta sensin. Sen adama bir uyuz oldun.

Bana bakınca ağzımın içinden, "Teşekkür ederim," diye mırıldandım.

Kafasını rica ederim anlamında eğdi, yeniden koltuğa oturdu. Arkasına yaslanıp kollarını bağladı, bana bakmaya başladı. Bu bakışmaların bir anlamı var mı? Bence yok.

Bakışmalardan daha önemli bir sorunum vardı. Sıkışmıştım, lavaboya gitmeliydim. Başımın dönmesi hâlâ geçmemişti. Birinin bana yardım etmesi gerekiyordu. Ona söylemek istemiyordum. Aslında söylemek sorun değildi, ondan yardım istemeyi istemiyordum. Hemşireyi çağırsa bunları düşünmek zorunda kalmayacaktım! Beni dikkatle izleyen bu adama nasıl diyecektim çişim var diye? Çişim var demesen de lavaboya gitmem gerek desen, daha iyi olur sanki. Of!

Onun yardımı olmadan bunu yapamayacağım için kendime düşünme fırsatı tanımadan, "Benim lavaboya gitmem gerek," dedim, yardım eder misin der gibi.

Dediğimi duyar duymaz ayağa kalktı. Yanıma geldi. Üstümdeki örtüyü açtı. Beni hafifçe doğrulttu. Tek eli sırtımdayken diğer elini bacaklarımın altından geçirip beni bir anda havaya kaldırdı. O kadar çabuk gelişmişti ki her şey tepki bile verememiştim.

Adam bu anı beklemiş.

Hareket etmeden, tepkimi ölçmek ister gibi kafasını eğip bana baktı. Gözleri kısılmıştı. Şu an ağzı açık ayran budalası gibi göründüğüme emindim. İlk defa bir erkekle bu kadar yakınlaşmıyordum ama tanımadığım bir adama yakın olduğum ilk an, bu andı.

Kendisi de bu yaptığına kısa bir anlığına şaşırsa da belli etmemeye çalıştığı her hâlinden belliydi.

Tepki veremediğimi fark edince kapının sol tarafında kalan, muhtemelen lavabo olan yere doğru yürüdü. Sanki kucağında ağırlık yokmuş gibi yürürken beni sarsmamaya dikkat ediyor gibiydi. Yakından daha iyi aldığım kokusu burnuma doldu. Bu kokunun parfüm değil, kendi teninin kokusu olduğunu anladım.

Kapının önüne gelince, durup bacaklarımı yavaşça yere indirdi. Uzaklaşmadan tek eliyle belimden tutarken diğer eliyle de kapıyı açtı. Ani hareketiyle artan baş dönmemin geçmesini beklerken derin derin nefes almaya başladım.

Birkaç saniye sonra neden beklediğimi anlamış olacak ki yumuşak bir sesle, "Yardımcı olmamı ister misin? Kendin halledebilecek misin?" diye sordu. Nasıl yardım edecek, Lâl?

Yüksek ihtimalle kendim halledemeyecektim ama belli et- medim. "Evet," diye mırıldanıp, kapıdan destek alarak ondan uzaklaştım. Her an düşecekmişim gibi arkamda tetikte bekleyen adamın varlığını umursamadan yavaş adımlarla içeri girdim. Kapıyı kapatmak üzere olduğum anda, "Buradayım. Başın dönerse seslen hemen," demeyi ihmal etmemişti.

Bu hâli gülümsememe neden olurken, mermere tutunarak aynanın karşısına geçtim. Yüzüme bakmadan önce tuttuğum nefesim, gördüğüm sıfatımla titrek bir şekilde ciğerlerimden ayrıldı. Yüzümün sağ tarafı kötü durumdaydı. Yer yer kuruyan kan lekelerinin yanı sıra şişliklerim vardı. Kaşıma yapıştırdıkları banttan dolayı dikişi göremiyordum ama kaşımın etrafının morardığı belli oluyordu.

Bu hâlimden irkildim. Birkaç saat içinde yüzümün aldığı şekil, yaşadığım hayatın tehlikesini gözlerimin önüne bir daha serdi. Güvende değildim ve bu, her hâlimden belliydi.

O kapının önünde yaşadığım korku bana yeniden kendini hatırlatırken titreyen elimle musluğu açtım. Peçeteyi ıslatıp kurumuş kan izlerini yavaş hareketlerle silmeye başladım. Gözlerimin dolduğunu fark ettiğimde dudaklarımı birbirine bastırdım. Şimdi değildi. Şimdi ağlayamazdım.

Bana başkasının yüzüne bakıyormuş hissi yaşatan yüzüme bakmayı kesip ellerimi yıkadım. Üstümde hâlâ İstanbul'a gelirken giydiğim eşofman takımım vardı. Yere düştüğümde çamur içinde kalmıştım. Yine onlardan ricada bulunup bavulumu istemem gerekecekti. Varlıkları beni ne kadar gerse de şu an burada olmasalar daha kötü hissedeceğime emindim.

Sıkışıklık sorunumu da halledip lavabodan çıkacakken kapı tıklatıldı. "İyi misin?" diye seslendi aynı adam. "Bir sıkıntı mı var?"

Belki midemizi bozduk, o yüzden çıkamıyoruz. Gider misin, meraklı adam?

Kapıyı açıp, "Hayır, iyiyim," dediğimde hızla bedenimi süzdü. İyi olduğuma emin olduktan sonra yine beklemeden, elini nazikçe belime koyup yatağa kadar bana eşlik etti. Yatağa uzanmama yardımcı olduğu sırada kapı açıldı ama o istifini bozmadı. İçeriye giren Ömer, olayı çözmek ister gibi bize bakarken o, kapıya bakmadan üstümü örttü. Uzaklaşmadan önce son kez gözlerimin içine baktı. Bana dakikalar sürmüş gibi gelen saniyelerin sonunda benden uzaklaştı.

Ömer bakışmamızın bölünmesini sağlayıp, "Yemek istemişsiniz. Nasılsın?" diye sorduğunda sesinden sezdiğim hayırdır imasını üstüme alınmadım. Elinde tuttuğu, içinde yemek olduğu belli olan poşeti yatağımın yan tarafındaki komodinin üstüne koydu.

"Elini yüzünü yıkadı," diye açıklama yapan adamın artık adını öğrenmeliydim. "Getirdin mi?" Yemekten bahsediyordu. Ömer evet anlamında kafasını sallayıp poşetleri işaret etti. Minnet ederek gülümsedim. "Teşekkür ederim, sizi de uğraştırıyorum. Daha adınızı bile bilmiyorum," dedim kısık bir sesle.

Ömer, "Saçmalama lütfen, sen bize emanetsin. İyi olana kadar yanındayız," dedi hafif sırıtarak. Ben de ona karşılık gülümsedim.

Yanımdaki adam poşetleri açarken, "Karam," dediğinde gözlerim kısıldı.

Anlamayarak ona baktım. "Karam mı?"

Ömer kıkırdamaya benzer bir ses çıkarırken, Karam gülümseyerek, "Karan ama sen Karam demek istiyorsan..." dedi muzip bir tonda.

Bu adam sana mı yürüyor, Lâl? Bir ilgilenmeler, iyelik ekleri falan?

Yaptığı imaya olan şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak, "Hayır canım, yanlış anlamışım. Kusura bakmayın," deyip gözlerimi onun alaylı bakan gözlerinden kaçırdım. Kafasını gülerek sağa sola sallayıp poşetten çıkardığı, içinde mercimek çorbası olan kâseyi yemek masasının üstüne koydu. Bu da gülmeye yer arıyor.

Ömer tebessüm ederek, "Ben de Ömer. Memnun oldum, Eflâl," dedi. Biliyoruz canım.

Ömer diğer adama göre daha uysal duruyordu. "Ben de memnun oldum. Bu şekilde tanışmak istemezdim ama işte kısmet," dedim gülümsemeye çalışarak.

"Sen iyileş de baştan tanışırız, dert etme," dedi. O da gülümsüyordu. Gülümserken gözleri hafif kısılıyordu, tatlı bir adamdı.

"Kendin yiyebilecek misin?" diye sordu Karam. Ay Karan. Sakin ol, Lâl.

Karan beni sakat sanıyor olabilir miydi? Gülümseyip, "Hı hı," dedim.

Ömer anlayışla bakarken, "Sen yemeğini yerken biz Karan'la biraz konuşalım," dedi. "Ama hemen dışarıdayız. Bir şeye ihtiyacın olursa seslenebilirsin."

Kafamı eğerek, "Olur," dedim. O arada kaşığı çorbaya daldırıyordum. İkisinin de gözleri benim üstümdeydi, halledebileceğime inanmış olmalılar ki odadan çıkıp kapıyı kapattılar.

Çorbanın tadı çok güzeldi ya da ben çok açtım. Midem bayram ediyordu. Boğulacaksın. Atın ölümü arpadan olsun mottomla hızla çorbamı yemeye devam ederken çekmecenin üstündeki telefon titremeye başladı. Gelen titreşim sesiyle gözlerimi oraya çevirdim.

Karan'ın telefonu olmalıydı. Biraz yaklaşıp baktığımda arayan kişinin Yasin Görkem olduğunu gördüm. Abim arıyordu.

İçimdeki heyecan, kimsesiz kalbimin yalnızlığını biraz olsun dindirecek olan adamın sesini duyacağım içindi. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başlamıştı. Kendimi zorlayarak, uzanıp telefonu elime aldığımda yaptığımdan utanmıyordum. Aslında seslenip telefonunuz çalıyor diye söylemem gerekirdi ama bir anda dayanamayıp telefonu açmış bulundum.

😶

Instagram: idelirukiye
Kitap: eflalofficialpage
Twitter: idelirukiye
TikTok: idelirukiye

Continue Reading

You'll Also Like

YUVA By _twclr

Teen Fiction

789K 38.5K 50
Amelya 20 yıl sonra aslında ailesinin gerçek olmadığını intikam için bebeklerin karıştırılmasına nasıl bir tepki verecek gelin hep birlikte okuyup öğ...
17.9M 664K 62
Dışarıda devam eden bir hayat, içimde kalbi duran bir kız çocuğu vardı. Asi Merve Karakuyu, ailesi ve kendisiyle devamlı olarak savaş veren genç bir...
848 171 7
Fırtına Serisi #1 Ülkenin sırlarını kurcalamak hiç bu kadar cazip olmamıştı. Yönleri birbirinden ayrı insanları bir araya ne getirebilir? Ustaca hazı...
336K 12.3K 47
"Oo küçük hanım iki gündür sizin peşinizdeyiz." "Siz de kimsiniz niye peşimdesiniz ne istiyorsunuz?" " sakin küçük kız" "Kimsiniz dedim" " babanın öd...