Sherlock Holmes - 3. Cilt

Oleh ClassicsTR

5.3K 178 10

Sherlock Holmes, Sir Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan Britanyalı hayalî dedektif kahraman, polisiye... Lebih Banyak

Son Görev | 1
Son Görev | 2
Son Görev | 3
Son Görev | 4
Son Görev | 5
Son Görev | 6
Son Görev | 7
Son Görev | 8
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 1
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 2
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 3
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 4
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 5
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 6
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 8
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 9
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 10
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 11
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 12

Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 7

159 7 0
Oleh ClassicsTR

THOR KÖPRÜSÜ


Charing Cross'taki Cox & Co. bankasının emanet kısmında, kapağında Eski Hindistan Ordusu'nun mensuplarından Dr. John H. Watson yazan, benimle birlikte oraya buraya seyahat etmekten yıpranıp yorgun düşmüş, metal bir kasa vardır. Kasanın içi ise, çoğunlukla Bay Sherlock Holmes'ün çeşitli zamanlarda ele aldığı tuhaf vakaların kayıtlarıyla tıka basa doludur. Bunlardan bazıları, her ne kadar ilgi çekicilikten uzak olmasalar da, sonları tatmin edici bir açıklamayla taçlandırılamadıkları için kaleme dökülmeyi henüz hak etmiyorlar. Çözümü olmayan bir sorun, bu yolun yolcularına cazip gelebilse de, sıradan okuyucunun zevklerine hitap etmekte zorlanacaktır. Bu bitmemiş vakaların içinde, örneğin şemsiyesini almak için eve dönen ve adeta buhar olup kaybolan Bay James Phillimore'unki gibi hikâyeler de yer alır; bir bahar sabahı küçük bir sis bulutuna giren ve bir daha ne kendisinden ne de tayfasından haber alınabilen Alicia koruma botununki gibiler de. Dikkate değer başka bir vakadaysa, elinde bilim dünyasının o zamana kadar haberdar olmadığı bir kurtçuk türünün bulunduğu bir kibrit kutusuyla, etrafa boş gözlerle bakar halde bulunan meşhur gazeteci Isadora Persano'yu görebilirsiniz. Bu çözümsüz vakaların haricinde bir de, bazı ailelerin, yayınlanmaları halinde pek çok çevrede dehşetle karşılanabilecek türden mahrem sırlarının yer aldığı hikâyeler vardır. Müşterilerimizin güveninin hiçbir zaman istismar edilmeyeceğini ve bu kayıtların, dostum kendinde o gücü bulduğu bir zaman ayrılıp imha edileceğini söylememe gerek yok sanırım. Ayrıca, kamuoyunu bıkkınlık verene kadar bekleyip, herkesten çok değer verdiğim dostumun itibarını öyle ya da böyle sarsmaktan çekindiğim için kaleme almaktan geri durduğum önemli önemsiz pek çok vaka da aynı kasadaki yerlerini almıştır. Bunlardan bazıları benim bizzat tanık olduklarımdır; bazıları, ya hiç hazır bulunmadığım ya da çok az bir rolüm olduğu için ancak üçüncü bir kişinin ağzından anlatılabilecek türden meselelerdir. Şimdi okuyacağınız hikâyeyse kendi deneyimlerime dayanmaktadır.

Evimizin arka bahçesinde bir başına duran, kimsesiz çınar ağacının son yapraklarının da havada uçuştuğu rüzgârlı bir ekim günüydü. Bütün büyük sanatçılar gibi onun da çevresindeki şartlardan kolaylıkla etkilendiğini bildiğim için, sabah kahvaltıya inerken dostumu bunalımlı bir ruh hali içinde bulmayı bekliyordum. Oysa tam tersine, yemeğini çoktan bitirmişti ve keyfi fazlasıyla yerindeymiş gibi duruyordu. Öyle ki, gözleri kaygısız anlarına özgü, fesat denebilecek bir neşeyle parlıyordu.

"Yeni bir vaka var demek ki Holmes," diye laf attım.

"Akıl yürütme becerisi bulaşıcı olmalı Watson," diye yapıştırdı cevabını. "Bak sen de çözdün sırrımı. Evet efendim, bir vaka var. Eften püften meseleler ve tembellikle geçen bir ayın ardından nihayet çark tekrar dönmeye başladı."

"Bunu benimle de paylaşacak mısın bari?"

"Paylaşacak bir şey yok aslında. Sen önce yeni aşçımızın medarı iftiharı, şu fazla pişmiş yumurtaları bir bitir, sonra konuşuruz. Geçen gün holde gördüğüm Family Herald dergisinde yer alan yazılarla kahvaltı masamızın arasında bir bağlantı olmasından şüpheleniyorum. Yani yumurta pişirmek gibi sıradan bir iş bile zaman algısı gerektiriyor ve çoğu kez o harikulade dergilerdeki aşk hikâyeleriyle başa çıkamıyor."

On beş dakika içinde masa tertemiz olmuş, ikimiz yine baş başa kalmıştık. Holmes cebinden bir mektup çıkardı.

"Şu Altın Kralı Neil Gibson'ı duymuşsundur herhalde," dedi.

"Amerikalı senatörü mü diyorsun?"

"Evet, bir zamanlar batıdaki bir eyaletin senatörü de olmuştu, ama daha çok dünyanın en büyük altın madencisi olarak tanınır."

"Evet, tanıyorum o halde. Bir ara İngiltere'de de yaşamamış mıydı? Adını her yerde okuyorduk."

"Evet, beş yıl kadar önce Hampshire'dan toprak almıştı. Karısının hazin sonunu da duymuşsundur o zaman."

"Tabii, tabii, şimdi hatırladım. İsmi o yüzden tanıdık geliyor zaten. Ama başka da bir şey bilmiyorum."

Holmes eliyle sandalyenin üzerindeki bazı kâğıtları işaret edip, "Vakanın bana kadar gelmesini beklemiyordum açıkçası," dedi. "İşin aslı, ne kadar hassas bir durum olsa da, çok zorluk çıkarmayacak bir meseleye benziyordu. Sanığın ilginç şahsiyeti, delilleri gölgelemeye yetmiyordu yani. En azından sorgu hâkiminin ve emniyet güçlerinin yorumu böyle. Dolayısıyla dava geçici mahkemeye de intikal etmiş nihayet. Biraz sevimsiz bir vaka olmasından korkuyorum. Ben gerçekleri ortaya çıkarabilsem de değiştiremiyorum onları. Ortaya tamamen yeni ve beklenmedik deliller çıkmadığı sürece müşterimin fazla bir şansı yok."

"Müşterim mi dedin?"

"Ah, söylemeyi unuttum. Senin hikâyeleri sondan başa anlatma alışkanlığın bana da geçti demek ki. Önce şunu bir oku o zaman."

Bana uzattığı, güçlü ve cesur bir elden çıktığı çok belli olan mektupta şunlar yazıyordu:

Claridge Oteli,

3 Ekim.

Sevgili Bay Sherlock Holmes,

Tanrı'nın yarattığı en müthiş kadının, gözlerimin önünde çaresiz ölüme gidişini seyretmeye dayanamıyorum. Tarif edemediğim, anlatmaya yeltenmemin hile beyhude olduğu bazı şeyler var; ama bildiğim bir şey varsa, o da Bayan Dunbar masumdur. Olanları siz de biliyorsunuzdur, bilmeyen kaldı mı ki zaten? Koca ülkede her kafadan bir ses çıkıyor ama o ağzını açıp tek bir laf bile etmiyor! Beni en çok çıldırtan da bu adaletsizlik işte. Bu kadıncağız bir karıncayıbile incitemez. Neyse, bu zifiri karanlığa tutabileceğiniz, zayıf da olsa bir ışık var mı diye görmek için yarın saat on birde size geleceğim. Belki de benden, benim bile farkında olmadığım bir ipucu çıkarırsınız. Onu kurtarabilecekseniz, bildiğim, sahip olduğum her şey emrinize amadedir. Hayatınız boyunca gösterdiğiniz o büyük güçleri bu vakada da sergileyin lütfen.

Saygılarımla,

J. NEIL GIBSON

"İşte okudun," dedi Sherlock Holmes, kahvaltıdan sonra yaktığı piponun küllerini boşaltıp yeniden doldururken. "Beklediğim beyefendi bu. Hikâyeye gelecek olursak; onca belgeyi teker teker incelemeye vaktin olmadığı için ben sana her şeyi özetleyerek anlatayım ki, meseleyle ilgili kafanda bir şeyler oluşsun. Bu adam dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri ve anladığım kadarıyla, bir insan olarak son derece öfkeli ve korkunç bir şahsiyet. Bu trajedinin kurbanı olan karısının hakkında, yaşının epey geçkin olmasından başka bir şey bilmiyorum desem doğru olur. Ancak diğer yandan bu hiç de önemsiz bir bilgi değil, çünkü işin içinde bir de, iki küçük çocuğun bakıcılığını yürüten çok güzel bir mürebbiye var. İşte, kahramanlarımız bu üç kişi; sahneyse İngiltere'nin göbeğinde, büyük ve eski bir malikâne. Şimdi trajedimiz de geliyor. Hanımefendiyi bir gece yarısı, evin yarım mil kadar ötesinde bulduklarında üstünde bir akşam kıyafeti, omuzlarında bir şal ve kafasında da bir kurşun deliği varmış. Civarda herhangi bir silaha rastlanmamış ve cinayetle bağlantılı hiçbir ipucu bulunamamış. Etrafta silah yokmuş, Watson, bunu bir kenara not et! Suç akşamın ilerleyen saatlerinde işlenmiş; ceset saat on bire doğru bir av bekçisi tarafından bulunmuş ve eve taşınmadan önce olay yerinde polis ve bir doktor tarafından incelenmiş. Çok mu hızlı anlattım? Takip edebiliyor musun?"

"Her şey çok açık. Peki ama mürebbiyeden neden şüpheleniliyor?"

"Öncelikle dosdoğru onu işaret eden bazı deliller var. Örneğin, elbise dolabının dibinde, bir el ateş edilmiş ve mermi kalibresi cinayet aletiyle aynı olan bir tabanca bulunmuş." Holmes burada gözlerini boşluğa dikip şu sözleri tekrar etti: "Elbise dolabının dibinde." Sonra sessizliğe gömüldü. Yine bir düşünce silsilesinin peşine düştüğünü fark ettiğim için ses etmedim. Ama nihayet aniden silkinip dünyamıza geri döndü. "Evet Watson, orada bulmuşlar. Ne büyük talihsizlik, değil mi? Jüri de aynen böyle düşünmüş. Sonra bir de ölen kadının üstünde bulunan şu not var. Notta olay yerinde buluşulması isteniyormuş ve altında da mürebbiyenin imzası varmış. Buna ne dersin? Ve elbette cinayet için haklı gerekçeler de bulunuyor. Senatör Gibson yakışıklı bir adam. Karısı ölünce onun yerini, patronunun zaten yeterince ilgisine mazhar olan genç hanımdan başkasının almasını bekleyebilir miyiz? Aşk, servet, güç... ve her şey orta yaşlı bir kadının yaşayıp yaşamamasına bağlı. Çirkin, Watson, hem de çok çirkin!"

"Bence de Holmes."

"Ayrıca genç kadın, cinayet saatinde başka bir yerde olduğunu kanıtlayamıyor. Tersine, o saatlerde Thor Köprüsü'nün yakınlarında -ki tam olarak bu trajedinin sahnelendiği yer oluyor- bulunduğunu itiraf etmek zorunda kalmış. Oradan geçen bir köylü tarafından da görüldüğü için inkâr da edememiş."

"Bu da mührü oluyor herhalde."

"Dahası da var Watson, dahası da var! Kenarları parmaklıklı, geniş bir taş yoldan ibaret olan bu köprü, etrafı sazlıklarla çevrili, uzunlamasına ve oldukça derin bir gölün üzerine inşa edilmiş. Ölen kadını da bu köprünün başında bulmuşlar. İşte hikâyenin genel hatları böyle. Ama yanılmıyorsam müşterimiz de geldi. Hatta biraz erken geldi."

Billy'nin kapıyı açarken, teşrif ettiğini bildirdiği isim ikimize de yabancı gelmişti. Bay Marlow Bates'i tanımıyorduk. Korku dolu gözleri ve çekingen tavırları olan zayıf, ufak tefek bir adamdı. Mesleğimin verdiği deneyimle adamın bir sinir krizinin eşiğinde olduğuna hükmettim.

"Gergin görünüyorsunuz, Bay Bates," dedi Holmes. "Oturun lütfen. Korkarım size fazla zaman ayıramayacağım, zira saat on birde başka bir randevum var."

"Ondan haberim var," dedi konuğumuz, nefes nefese kalmış gibi, kesik kesik konuşarak. "Bay Gibson'ı bekliyorsunuz. Kendisi patronum olur. Ben malikânesini idare ediyorum. Bay Holmes, o bir canidir, tam bir cehennem zebanisidir."

"Biraz ağır konuşmuyor musunuz, Bay Bates?"

"Zamanımız kısıtlı olduğu için lafı fazla dolandırmayacağım, Bay Holmes. Beni burada yakalamasını istemiyorum. Neredeyse gelir. Maalesef işi gücü bırakıp daha erken gelemedim. Sizinle randevusu olduğunu sekreteri Bay Ferguson'dan bu sabah öğrendim zaten."

"Anlıyorum."

"Ama istifayı basacak, birkaç haftaya kalmadan bu kahrolası kölelikten kurtulacağım. O çok bela bir adamdır Bay Holmes. Çevresindekilere çok çektirir. O herkesin gözü önünde hayırsever görünmeler sırf günahlarını gizlemek için. Ama en büyük kurbanı kimdi biliyor musunuz? Karısı. Ona çok büyük zulüm etti; evet, bayım, hem de ne zulüm. Kadıncağız nasıl öldü, orasını bilemiyorum, ama o iblisin, hayatını cehenneme çevirdiğine eminim. Sizin de bildiğiniz gibi, hanımefendi Brezilyalıydı."

"Bilmiyordum, dikkatimden kaçmış olmalı."

"Kadının huyu suyu, her şeyi memleketine özgüydü. Tam bir güneş ve tutku insanıydı. Kocasını başından beri tüm kalbiyle sevmiş, ama zaman yapacağını yaptığında -ki eskiden ne kadar güzel bir kadın olduğunu herkes anlatır durur-adamı daha fazla elinde tutamaz olmuş. Onu hepimiz sever, ona yaptıklarından ötürü de adamdan nefret ederdik. Ama ne yaparsın? Herif işini biliyor işte. Size daha da başka bir şey söylemeyeceğim. Onun görünüşüne aldanmayın. Biraz eşeleseniz neler çıkar neler. Şimdi gidiyorum. Hayır, hayır, beni daha fazla tutmayın sakın! Her an gelebilir."

Tuhaf konuğumuzun saate göz atmasıyla kapıya doğru fırlayıp gözden kaybolması bir oldu.

"Vay canına!" dedi Holmes, bir anlık sessizliğin ardından. "Elemanları Bay Gibson'a ne kadar da sadıkmış böyle. Ama bu uyarı iyi oldu. Şimdi hazret bizzat gelene kadar bekleyelim bakalım."

Tam kararlaştırılan saatte merdivenlerde meşhur milyonerin ağır adımlarını duyduk, hemen ardından kendisi de odamıza teşrif etti. Ona şöyle bir göz attığımda hem elemanlarının korku ve nefretini, hem de iş dünyasındaki rakiplerinin ona okudukları belaların nedenini anlayabilmiştim. Bir heykeltıraş olsam ve başarılı adam figürünü ölümsüzleştirmeye karar versem, çelik gibi sinirleri ve köseleye dönmüş vicdanıyla Bay Gibson'dan daha iyi bir model bulamazdım herhalde. Uzun boyu ve heybetli hatlarıyla, sarp kayalar kadar ürkütücü duran bu adamın her halinden bir gözü dönmüşlük ve hırs akıyordu. Kendini yüce ideallere değil de aşağılık arzulara kaptırmış bir Abraham Lincoln hayal edin, daha iyi anlarsınız beni. Granitten oyulmuş gibi sert ve merhametsiz yüz hatlarında, geçmişte yaşanıp atlatılmış pek çok badirenin derin izleri kalmıştı. Gür kaşlarının altından cin gibi bakan soğuk, çelik grisi gözleri sırayla ikimizi de dikkatle süzdü. Holmes beni takdim edince yarım yamalak şöyle bir selam verdikten sonra, sanki ev kendisininmiş gibi rahatça bir sandalye çekip dostumun hemen dibine kuruldu.

"Öncelikle şu kadarını söyleyeyim, Bay Holmes," diye başladı söze, "bu meselede para hiç mühim değil. Gerçeğe ulaşmakta yolumu aydınlatacak diyorsanız dökeyim önünüze, gözümün önünde çıra gibi yakın. Bu kadın masumdur, bu kadının aklanması şart ve bunu yapmak size kalmış. Ne kadar istiyorsanız söyleyin."

"Tarifemiz bellidir," dedi Holmes soğukça. "Vakadan vakaya değişmez."

"Madem para önemli değil diyorsunuz, size kazandıracağı itibarı düşünün o halde. Bu işi hallederseniz İngiltere'den Amerika'ya, bütün gazetelerde koca koca puntolarla yazarlar adınızı. İki kıtada da herkes sizden konuşur."

"Teşekkür ederim, Bay Gibson, ama bana punto lazım değil. Ortalıkta görünmekten pek hoşlanmadığımı söylesem de anlamazsınız kolay kolay. Beni asıl çeken, sorunun kendisidir. Ama böyle vakit kaybediyoruz, bir an önce gerçeklere geçelim artık."

"Hikâyenin ana hatlarını gazeteden de okumuşsunuzdur herhalde. Size yardımcı olabilecek başka ne ekleyebilirim bilemiyorum. Ama benden aydınlatmamı istediğiniz herhangi bir nokta varsa, işte karşınızdayım."

"Şey, sadece bir tek nokta var."

"Neymiş?"

"Bayan Dunbar'la aranızdaki ilişkinin mahiyeti nedir?"

Altın kralı şiddetle irkilip ayağa fırlayacak gibi olsa da vazgeçip toparlandı.

"Galiba böyle bir soru sormaya hakkınız var. Belki de görevinizin bir parçasıdır bu."

"Öyle olduğunda hemfikir olmamız ne güzel," dedi Holmes.

"O halde sizi temin ederim ki, ilişkimiz patron-işçi ilişkisinden öteye gitmemiştir. Genç hanımla, etrafta çocukların olmadığı bir zamanda konuşmuşluğumuz ya da görüşmüşlüğümüz dahi yoktur."

Holmes ayağa kalktı.

"Ben meşgul bir insanım Bay Gibson," dedi sonra, "boş konuşmalara ne zamanım ne de merakım var. Size iyi günler diliyorum."

Konuğumuz da ayağa kalkıp bütün heybetiyle Holmes'ün üzerine çöktü. Gür kaşlarının altından gözleri hiddetle parlıyordu ve solgun yanakları kızarmaya başlamıştı.

"Sözü nereye getirmeye çalışıyorsunuz, Bay Holmes? Bu işi istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"

"Onu bunu bilmem ama sizi istemediğim kesin Bay Gibson. Sözlerim gayet açıktı bence."

"Evet, yeterince açıktı ama asıl niyetinizi anlayamadım. Ücreti mi yükseltmeye çalışıyorsunuz, altından kalkamayacağınızdan mı korktunuz, ya da ne? Düzgün bir cevap almak hakkımdır."

"O cevap belki de sizde saklıdır," dedi Holmes. "Ama ben size bir cevap vereyim yine de. Karşımızda yeterince karmâşık bir vaka varken bir de yanlış bilgilerle uğraşamayız."

"Yani ben yalan söylüyorum."

"Ben elimden geldiğince kibar bir şekilde ifade etmeye çalıştım, ama siz bu sözcükleri tercih ediyorsanız itiraz etmem."

Milyonerin yüzündeki şeytani öfkeyi ve havaya kaldırdığı koca yumruğunu görür görmez ben de ayağa fırladım. Holmes ise umarsızca gülümseyip piposuna uzandı.

"Gürültü patırtı çıkartmayın, Bay Gibson. Ben şahsen, kahvaltıdan sonra en ufak bir tartışmaya bile gelemiyorum. Size tavsiyem çıkıp biraz sabah havası alın ve düşüncelerinizi toparlayın, yararınıza olacaktır."

Altın kralı büyük bir gayretle öfkesine hâkim olmaya çalışıyordu. Ve bunu başardı da. Bir dakika içinde öfkeyle yanan bir alev topundan, karşısındakini hor gören, umarsız bir buzdağına dönüşebilmesi gerçekten de üstün bir özdisiplinin göstergesi olmalıydı.

"Sizin tercihiniz böyle demek ki," diye söze girdi. "Ne yaptığınızı biliyorsunuzdur diye tahmin ediyorum. Ama bu sabah hiç akıllıca davranmadınız, Bay Holmes; çünkü bugüne kadar sizden daha güçlü adamları bile yere serdim ben. Bana kafa tutacak biri buna kesinlikle pişman olur."

"Bunu çok insandan duydum ama bakın hâlâ buradayım," dedi Holmes gülümseyerek. "Size tekrar iyi günler, Bay Gibson. Öğreneceğiniz daha çok şey var."

Konuğumuz bir hışımla çıkıp gittikten sonra Holmes hülyalı gözlerini tavana dikip mutlak bir sessizlik içinde piposunu tüttürdü.

"Sen ne diyorsun, Watson?" diye sordu sonunda.

"Şey, adamın, karşısına çıkan her türlü engeli yıkıp geçen biri olduğu çok belli. Karısı da bir şekilde nefretini çekip, önünde bir engel teşkil etmiş olabilir. Şu Bates'in de dediği gibi..."

"Aynen. Bana da öyle geldi."

"Peki ama şu mürebbiyeyle aralarında ne varmış? Ve sen bunu nasıl ortaya çıkardın?"

"Blöf yaptım, Watson, blöf! Mektubundaki tutkulu, sıra dışı ve samimi havayla, bizzat karşımızda dururkenki kendine güvenen tavırlarını karşılaştırdığımızda, kurbandan daha çok suçlanan kadının etrafında dönen derin bir duygu bağı olduğu açıkça görülebiliyordu. Gerçeğe ulaşacaksak bu üç kişinin birbirleriyle ilişkisini anlamak zorundayız. Ona nasıl kafa tuttuğumu ve onun da bana nasıl sükûnetle karşılık verdiğini gördün. Sonra da blöf yapıp her şeyin farkındaymışım gibi bir izlenim bırakmayı başardım. Oysa sadece şüpheleniyordum."

"Belki de geri gelir."

"Kesinlikle gelecek. Gelmek zorunda. Meseleyi öylece ortada bırakamaz. Hah! Kapı değil mi bu? Evet bak, bu da onun ayak sesleri. Ah, Bay Gibson, ben de tam Doktor Watson'a geç kaldığınızı söylüyordum."

Altın kralı odamıza yeniden geldiğinde öncekine göre iyice yumuşamış, yola gelmiş görünüyordu. Zedelenen gururu gözlerinden okunsa da sağduyusu baskın gelmiş, amacına ulaşmak için bazı şeylere boyun eğmek zorunda olduğunu anlamış olmalıydı.

"Biraz düşündüm de, Bay Holmes, sözlerinizi yanlış anladığımı fark ettim. Gerçeklere -onlar her neyse artık- ulaşmak için her şeye hakkınız var. Ancak sizi temin ederim ki, Bayan Dunbar'la aramızdaki ilişkinin bu vakayla ilgisi yok."

"Bırakın da buna ben karar vereyim."

"Evet, galiba öyle olacak. Asıl teşhisini koymadan önce her türlü belirtiyi öğrenmek isteyen bir doktora benziyorsunuz."

"Aynen. Gayet iyi açıkladınız. Ve durumunu gizlemeye çalışan bir hastanın, doktorunu kandırmak için bir nedeni vardır mutlaka."

"Olabilir, ama kabul etmelisiniz ki, Bay Holmes, bir kadınla ilişkisini hangi erkeğe böyle bodoslama sorsanız benim gibi irkilirdi. Hele bir de işin içinde ciddi duygular varsa. Bana kalırsa her erkeğin ruhunun bir köşesinde, yabancılara açmadığı gizli bir sığınağı vardır. Ve siz de oraya, kapıyı bile vurmadan pat diye girmeye çalıştınız. Ama madem asıl niyetiniz o kadını kurtarmaya çalışmak, bu hatanızı mazur görebilirim. Kısacası, süngüm düştü, kapılarımı ardına kadar açtım; artık istediğiniz yeri keşfedebilirsiniz. Benden tam olarak ne istiyorsunuz?"

"Gerçeği."

Altın kralı düşüncelerini hizaya sokmak istermiş gibi bir an durdu. Yüzünün o ciddi, derin çizgileri daha üzgün ve karamsar bir hal almıştı.

"Bunu size birkaç kelimeyle anlatabilirim Bay Holmes," dedi nihayet. "Bazı şeyleri dile getirmek zor olduğu kadar acı da verebilir insana. Ama ben gereğinden fazla derine inmemeye kararlıyım. Karımla, Brezilya'da altın peşindeyken tanıştık. Maria Pinto, Manaos'un devlet memurlarından birinin kızıydı ve çok güzeldi. Bense yalnız ve ateşli bir gençtim. Ama bugün bile, serinkanlılıkla ve eleştirel bir gözle geri dönüp baktığımda karımın ne kadar müstesna bir güzelliğe sahip olduğunu görebiliyorum. O güzelliğin altında derin ve zengin bir ruh da vardı elbette. Tutkulu, samimi, ateşli ve biraz da dengesizdi, kısacası tanıdığım bütün Amerikalı kadınlardan çok başkaydı. Neyse, fazla uzatmayayım, ona âşık oldum ve evlendik. Aramızda ortak hiçbir şeyin, ama hiçbir şeyin olmadığını ancak uzun yıllar alev alev yanan aşk sönüp gittiğinde fark edebildim. Yani aslında solup giden benim aşkımdı. Keşke onunki de solsaydı, işimiz bu kadar zor olmazdı. Ama kadınları bilirsiniz. Ne yaparsam yapayım onu kendimden uzaklaştıramadım. Ona karşı acımasızlaştıysam, hatta bazılarının dediği gibi vahşileştiysem, sırf içindeki aşkı öldürmek ya da nefrete dönüştürmek içindi. Ama hiçbir şey değiştiremedi onu. Yirmi yıl önce Amazon'un kıyılarında beni nasıl sevdiyse, aynı ateşle sevmeye devam etti. Bir türlü bana karşı bağlılığını kıramamıştım.

Sonra Bayan Grace Dunbar çıkageldi. İlanımıza cevap vermiş, iki evladımıza bakıcılık yapmaya gelmişti. Resmini gazetelerde görmüşsünüzdür herhalde. Ne kadar güzel bir kadın olduğunu artık bütün dünya biliyor. Etrafımdaki diğer erkeklerden daha ahlaklıymışım gibi yapmayacağım; öyle bir kadınla, hem de her Allah'ın günü aynı çatı altında yaşayıp da ona karşı tutku dolu hisler beslemediğimi iddia etmeyeceğim. Bunun için beni suçlayabilir misiniz, Bay Holmes?"

"Hislerinizden ötürü sizi suçlayamam. Ancak bu genç hanım bir anlamda sizin himayeniz altında olduğu için suçlarsam suçlarım, o kadar."

"O da olabilir," dedi milyoner, azarlanmanın yarattığı anlık öfkeyi bastırmaya çalışarak. "Ama ben olduğumdan daha iyi biriymiş gibi görünmeye çalışmıyorum. Sanırım, ömrü hayatı boyunca, istediği her şeyi elde etmeyi başarmış biri olarak söylüyorum; bugüne kadar, o kadının aşkından daha çok istediğim bir şey olmamıştır. Ve bunu ona da söyledim."

"Ah, demek söylediniz."

Holmes kızdığında çok korkunç görünebiliyordu.

"Evet, onunla evlenmek istediğimi ama bunun elimde olmadığını söyledim. Ayrıca paranın mühim olmadığını, onu mutlu ve rahat ettirmek için gereken her şeyi yapmaya hazır olduğumu da belirttim."

"Ne kadar da yüce gönüllü bir insanmışsınız," dedi Holmes burun kıvırarak.

"Bana bakın, Bay Holmes. Ben buraya bir meselenin soruşturulması için geldim, ahlaki değerlerimden konuşmaya değil. Sizden eleştiri isteyen yok yani."

"Bu vakaya dahil olursam, bu ancak genç kadının hatırına olabilir, o kadar," dedi Holmes sertçe. "Şu an sanık sandalyesinde oturuyor olmasından daha da beter bir şey yapmış, kendi çatınızın altında yaşayan savunmasız bir kızın hayatını mahvetmeye kalkışmışsınız. Sizin gibi zenginlere, dünya üzerindeki herkesi paranızla satın alamayacağınızı öğretmek gerek."

Beklediğimin aksine, altın kralı bu lafları gayet ılımlı karşılamıştı.

"Şimdi ben de aynı şeyleri hissediyorum. Hatta planlarım istediğim gibi yürümedi diye şükür bile ediyorum. Zaten bu teklifimi o da kabul etmemiş, evden hemen ayrılmak istemişti."

"Neden ayrılmadı peki?"

"Öncelikle, bakması gereken insanlar vardı ve onları yüzüstü bırakamazdı. Ayrıca onu bir daha rahatsız etmeyeceğime dair yemin edince -ki bir daha etmedim de- kalmaya razı oldu. Ama aslında bir nedeni daha vardı. Onun karşısında ne kadar çaresiz olduğumun farkındaydı ve bunu kullanmak istiyordu."

"Ne gibi?"

"Bazı iş meselelerimden haberdardı. Benimkiler, sıradan insanların akıl erdiremeyeceği kadar büyük işlerdir, Bay Holmes. Bir adamı ihya da edebilirim, imha da; ve çoğu zaman ibre imhaya doğru kayar. Ayrıca işin ucunda sadece insanlar da olmak zorunda değil. Bu bazen cemiyetler, şehirler, hatta ülkeler bile olabilir. İş hayatı acımasız bir oyundur ve orada zayıflara yer yoktur. Bense oyunu hakkını vererek oynarım. Ben hiç ağlamadığım için karşımdakinin gözyaşını da umursamam. Ama tabii o benim gibi düşünmüyordu. Kendince haklıydı da. Onun düşüncesine göre, bana da söylediği için biliyorum, bir insan, ihtiyacı olduğundan daha fazla bir servet kazanmak uğruna arkasında on bin kurban bırakmamalıydı. Sanırım o, hayatta paradan daha önemli şeyler olduğuna inanıyordu. Bana söylediklerini dinlediğimi fark edince, beni etki altında bırakarak bütün dünyaya iyilik yaptığına inanmaya başladı. Kısacası, bizimle birlikte kaldı ve sonra da olanlar oldu."

"O meseleye de biraz ışık tutabilir misiniz?"

Altın kralı başı ellerinin arasına gömülmüş, derin düşüncelere dalmış halde birkaç dakika oturdu.

"Kızcağız o dediğiniz ışığa hasret. Bunu kabul etmek gerek. Ayrıca kadınların, erkeklerin aklının ermeyeceği bir iç dünyaları olduğunu ve tuhaf şeyler yapabildiklerini de unutmamalı. Başlangıçta o kadar şaşırmış, o kadar allak bullak olmuştum ki, akla gelmeyecek bir nedenden dolayı, kendi doğasına aykırı bir şeyler yapmış olabileceğini düşünme eğilimindeydim. Aklıma tek bir açıklama geliyordu. Artık ne olacaksa olsun, bunu sizinle de paylaşacağım Bay Holmes. Karımın ne kadar kıskanç bir yaratık olduğu ortadaydı. İnsan bazen sevdiğinin ruhunu, bedeninden bile fazla kıskanabilir. İşte karım da, aramızda bedensel bir ilişki olmadığını anlamasına rağmen, bu İngiliz kızının benim üzerimde, onun hiçbir zaman yapamadığı kadar büyük bir etki bıraktığının farkındaydı şüphesiz. Bunun iyiliğe hizmet eden bir etki olmasıysa umurunda bile değildi. Nefretten deliye dönmüş, kanındaki Amazon ateşi onu yiyip bitirmeye başlamıştı. Bu durumda Bayan Dunbar'ı öldürmeyi ya da en azından silahla tehdit edip gözünü korkutarak evden göndermeyi planlamış olabilir. Sonra da bir arbede çıkmış, silah ateş almış ve sahibini vurmuş olabilir."

"O ihtimal benim de aklıma geldi," dedi Holmes. "Zaten şu anda, taammüden cinayete daha iyi bir alternatifimiz yok."

"Ama Bayan Dunbar bunu kesin bir dille inkâr ediyor."

"Ama bunu, meseledeki son sözü olarak almak zorunda değiliz, öyle değil mi? Böyle korkunç bir duruma düşen bir kadının aceleyle ve şaşkınlık içinde eve dönerken silah elinde kalmış olabilir? Hatta silahı, ne yaptığını bilmez bir halde olduğu için, elbiselerinin arasına atmış silah, bulunduğundaysa başka bir izahatı olmadığı için yalan söyleyerek hepten inkâr etme yoluna gitmiş olabilir. Böyle bir iddiaya kim karşı çıkabilir ki?"

"Bayan Dunbar'ın kendisi."

"Evet, o olabilir."

Holmes saatine baktı. "Bu sabah gerekli izinleri alıp akşam treniyle Winchester'a gelmemizde bir sakınca olacağını sanmıyorum. Genç hanımı görebilirsem meselede daha faydalı olabileceğime inanıyorum. Varacağım sonuçlarla sizi mutlu etmek gibi bir niyetim olmadığını da ekleyeyim."

O gün resmi izinleri almak biraz gecikince, biz de önce Bay Neil Gibson'ın Hampshire'daki Thor Malikânesi'ne gittik. Bize kendisi eşlik etmeyip, vakayı ilk inceleyen emniyet güçlerinden biri olan Çavuş Coventry'ye yönlendirmişti. Çavuş uzun boylu, zayıf, ceset gibi bir adamdı; kaçamak, gizemli tavırları, insanda söylediklerinden çok daha fazlasını biliyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Ara sıra dile getirdiği bilgi ne kadar harcıâlem olursa olsun, hayati öneme sahip bir meseleye parmak basıyormuşçasına, aniden sesini alçaltıp fısıldamaya başlamak gibi bir taktiği de vardı kendince. Bütün bu hilelerine ve numaralarına rağmen çok geçmeden açıldı, aklının ermediği yerde her türlü yardıma açık olduğunu belirtecek kadar alçakgönüllü, düzgün, namuslu bir adam çıkıverdi ortaya.

"Zaten Scotland Yard'dansa sizin yanımda olmanızı yeğlerim Bay Holmes," dedi. "Yard bir vakaya davet edildiğinde, her türlü başarı payesinden yoksun kalmamız yetmiyormuş gibi, başarısızlıkta da ilk suçlanan biz oluyoruz. Ama duyduğum kadarıyla siz düzgün adammışsınız."

"Benim meselenin içinde görünmeme gerek yok," dedi Holmes, yeni ahbabımızın hüzünlü havasını dağıtmak için. "Yeter ki çözüme ulaşayım, ismim hiç geçmese de olur."

"Size de böylesi yakışır. Dostunuz Doktor Watson'ın da güvenilir olduğunu biliyorum. Şimdi, Bay Holmes, malikâneye doğru yürürken size sormak istediğim bir soru var. İnanın bana, sizden başka hiç kimseye söylemem böyle bir şeyi." Söze girmeden önce etrafına bakındı. "Bay Neil Gibson'a da bir dava açılması gerekmez mi sizce?"

"Onu ben de düşündüm."

"Henüz Bayan Dunbar'ı görmediniz. Her açıdan mükemmel bir kadın o. Adam karısını ortadan kaldırmak istemiş olabilir. Bu Amerikalılar silahlara bizden daha meraklıdır. Bulunan silahın da ona ait olduğu düşünülürse..."

"Bu resmen tespit edildi mi?"

"Evet efendim. Özel yapım bir çift silahın tekiymiş."

"Çift mi dediniz? Diğeri nerede o zaman?"

"Şey, adamın bir sürü silahı var. O tabancanın diğer tekini bulamadık ama kutusu iki silah için yapılmış."

"Mademki özel yapım bir çiftin tekiymiş, kolaylıkla eşleştirebilirsiniz bence."

"Bütün silahları evde bir araya topladık. Gelip siz de bir göz atarsanız..."

"Belki daha sonra. Önce bu trajedinin sahnelendiği yere bir gidelim."

Bütün bu konuşmalar, yerel polis karakoluna vakfedilmiş olan mütevazı bir köşkün öndeki küçük komiser odasında cereyan etmişti. Oradan, sararmaya yüz tutmuş eğrelti otlarının altın ve bakır renklerine boyadığı rüzgârlı bir fundalıktan geçerek yarım mil kadar sonra Thor Malikânesi'nin yan kapılarından birine vardık. İçeri girip, sülünlük araziden geçen patikayı takip ettikten sonra karşımıza çıkan bir açıklıktan, bir tepenin başına kurulmuş, yarı Tudor yarı George dönemine ait, geniş bir alana yayılan malikâneyi görebildik nihayet. Hemen yanımızdaki uzunlamasına sazlık gölün tam ortasında, anayolun geçtiği bir taş köprü vardı. Rehberimiz köprünün başında durup orayı gösterdi.

"Bayan Gibson'ın cesedi burada yatıyordu. Tebeşirle işaretledim."

"Siz geldiğinizde ceset yerinden kıpırdatılmamıştı galiba."

"Evet, hemen beni çağırmışlar."

"Kim çağırmış?"

"Bizzat Bay Gibson. Alarm verildiğinde diğerleriyle birlikte o da evden fırlamış ve adamlarına polis gelene kadar hiçbir şeye dokunmamalarını tembih etmiş."

"Akıllıca. Gazeteden okuduğum kadarıyla silah yakın mesafeden ateşlenmiş."

"Evet efendim, gayet yakından."

"Sağ şakağa mıydı?"

"Tam arkasına."

"Ceset ne şekilde yatıyordu peki?"

"Sırtüstü efendim. Ne bir boğuşma ne de başka bir şey; hiçbir ize rastlamadık. Silah da yoktu ortada. Kadının yumruk yaptığı sol elinde Bayan Dunbar'ın notu vardı bir tek."

"Yumruk mu yapmıştı?"

"Evet efendim, parmaklarını güç bela açtık."

"Bakın, bu çok önemli. Sahte bir ipucu bırakmak isteyen biri o notu, öldükten sonra kadının eline sıkıştırmış olamaz demek ki. Vay canına! Yanlış hatırlamıyorsam kısacık bir nottu."

"Saat dokuzda Thor Köprüsü'nde olacağım. G. Dunbar."

"Öyleydi sahi."

"Evet efendim."

"Bayan Dunbar notu kendisinin yazdığını kabul ediyor mu?"

"Evet efendim."

"Kendini nasıl savunuyor peki?"

"Savunmasını mahkemeye saklıyormuş. Hiçbir şey konuşmuyor."

"Bu gerçekten de çok ilginç bir mesele. Mektubun amacı çok karanlık, öyle değil mi?"

"Şey efendim," dedi rehberimiz, "haddimi aşmak istemem ama bence bütün vakanın en aydınlık noktası o not."

Holmes kafasını salladı.

"Notun sahte olmadığını varsayacak olursak, olaydan bir iki saat kadar önce teslim alınmış olması gerekmez mi? Öyleyse hanımefendi neden hâlâ sol elinde sıkı sıkıya tutuyordu? Neden böyle özenle saklamış? Bunu sorguda söylemek genç kadının aklına gelmemiş olabilir. Bu sizce de çarpıcı bir nokta değil mi?"

"Şey efendim, siz öyle diyorsanız öyledir herhalde."

"Birkaç dakika durup düşünsem iyi olacak galiba." Köprünün taş çıkıntısına oturur oturmaz kıpır kıpır gözleriyle etrafını taramaya koyuldu. Sonra birden fırlayıp karşıdaki korkuluğa koşturdu, cebinden büyütecini çıkarıp taşları incelemeye başladı.

"İşte bu çok garip," dedi nihayet.

"Evet efendim, kopuk parçayı biz de gördük. Gelip geçenlerden biri yapmış olmalı."

Köprünün gri taşlarının bir yerinde, bozuk para büyüklüğünde beyaz bir leke vardı. Yakından bakıldığında taşın yüzeyinden bir parçanın koptuğu anlaşılıyordu.

"Bunu yapmak için epey sert bir darbe gerekir," dedi Holmes düşünceli bir şekilde. Ardından bastonuyla taşa birkaç kere vursa da benzer bir iz bırakamamıştı. "Evet, gerçekten de sert bir darbeymiş. Çok da beklenmedik bir yerde. Ayrıca, korkuluğun alt ucunda olduğuna bakılırsa bu darbe yukarıdan değil, aşağıdan gelmiş."

"Ama cesedin bulunduğu yerle aralarında rahat beş metre mesafe var."

"Evet, cesetten beş metre uzakta. Belki de olayla hiç ilgisi yoktur, ama yine de dikkate değer bir nokta. Burada daha fazla bir şey öğrenebileceğimizi sanmıyorum. Ayak izi de yoktu demiştiniz, değil mi?"

"Zemin dümdüzdü efendim. Hiçbir ize rastlamadık."

"O halde gidebiliriz. Önce eve uğrayıp şu sözünü ettiğiniz silahlara bakalım. Sonra Winchester'a geçeriz, zira daha fazla ilerlemeden önce Bayan Dunbar'ı görmek isteyebilirim."

Bay Neil Gibson şehirden henüz dönmemişti, onun yerine bizi sabah tanıştığımız Bay Bates karşıladı. Patronunun hızlı ve macera dolu hayatı boyunca topladığı silah koleksiyonunu gösterirken gizliden gizliye keyif alıyormuş gibi bir hali vardı.

"Onu tanıyan herkesin tahmin edebileceği üzere Bay Gibson'ın düşmanı çoktur," diye girdi söze. "Yatağının başında dolu bir silahla uyur. Çok sert bir adamdır, Bayım, bazen ondan hepimiz korkarız. Zavallı merhum hanımefendinin de bu korkuyu pek çok kereler yaşadığına eminim."

"Ona fiziksel şiddet uyguladığını gördünüz mü hiç?"

"Hayır, öyle dersem yalan olur. Ama dövmekten beter eden, soğuk, insanı ezip geçen sözler sarf ettiğine çok tanık oldum. Hem de hizmetkârlarının gözünün önünde."

"Bu bizim milyonerin özel hayatı pek parlak değil anlaşılan," dedi Holmes istasyona dönüş yolunda. "Evet Watson, kimi yeni kimi eski epey bir bulgu elde etmemize rağmen sonuçtan hâlâ fazlasıyla uzak olduğumu düşünüyorum. Patronuna duyduğu nefret her halinden okunan Bay Bates bile alarm verildiğinde beyefendinin çalışma odasında olduğunu onaylıyor. Akşam yemeği 8.30'daymış ve o zamana kadar her şey normal görünüyormuş. Alarm akşamın ilerleyen bir vaktinde verilmesine rağmen trajik olay, notta belirtilen saatte gerçekleşmiş olmalı. Bay Gibson'ın o gün saat beşte şehirden döndükten sonra evden bir kez olsun çıktığına dair hiçbir kanıt yok. Öte yandan, anladığım kadarıyla Bayan Dunbar, Bayan Gibson'la köprüde buluşmak üzere randevulaştıklarını da kabul ediyor. Ama avukatının tavsiyesine uyup savunmasını mahkemeye saklıyor olmalı ki, bundan başka bir şey de söylemiyor. Bu genç kadına sormamız gereken çok önemli noktalar olduğu için, kendisiyle bizzat görüşene kadar zihnim rahata ermeyecek anlaşılan. Ayrıca, bir şey haricinde bütün delillerin onun aleyhindeymiş gibi göründüğünü itiraf etmem gerekiyor."

"Nedir o şey Holmes?"

"Tabancanın elbise dolabında bulunması."

"Yapma Holmes!" diye atıldım, "oysaki bu bana, koca vakanın en talihsiz olayıymış gibi gelmişti."

"Pek sayılmaz Watson. Ta en başından beri tuhaf görünüyordu zaten; şimdi de, meseleyi daha yakından inceleme fırsatını bulduktan sonra tutunabileceğimiz tek dal o olacak sanırım. Peşinde olduğumuz şey tutarlılık ve onu bulana kadar şüphe etmeye devam etmeliyiz."

"Seni yine takip edemiyorum."

"Şöyle ki Watson, bir rakibinden kurtulmak için, soğukkanlılıkla, önceden tasarladığın bir planı harekete geçirmek üzere olan bir kadın olduğunu düşün. Her şeyi ayarlamışsın. Not yazılmış. Kurban gelmiş. Silahın yanında. Suç işleniyor. Her şey ustalıkla hallediliyor. Şimdi, böyle maharetli bir planı hayata geçirdikten sonra silahını, bir daha asla bulunamayacağına emin olduğumuz sazlıklara atıp kurtulmak yerine, özenle eve kadar yanında taşıyıp, ilk bakılacak yerlerden biri olan dolabının dibine saklar mıydın? En çapsız suçlu dostlarının bile alay konusu olurdun Watson. Kimsenin böyle bir beceriksizlik yapabileceğine inanmıyorum."

"Belki de heyecandandır."

"Hayır, hayır, Watson, bunu kesinlikle kabul edemem. Bir suç soğukkanlılıkla planlandıysa buna cinayet aletini saklamak da dahil edilmiştir. Dolayısıyla, ortada ciddi bir yanlış anlama olmasını umuyorum."

"Ama açıklanması gereken çok şey var."

"Onlara da sıra gelir. Bir kez bakış açını değiştirdikten sonra, başta sana en umutsuz görünen şey bile gerçeğe giden bir ipucuna dönüşebilir. Örneğin, şu tabanca. Bayan Dunbar ondan haberi olmadığını söylüyor. Yeni teorimize göre kadının söylediği her şeyin doğru olduğunu kabul ediyoruz, unutma. O halde silahı dolabına başka biri yerleştirmiş olmalı. Peki ama kim? Onu suçlu göstermek isteyen biri. Asıl suçlu o kişi değil midir? Görüyorsun ya, böyle düşününce gayet verimli bir yola girmiş oluyorsun."

Formaliteler henüz tamamlanmadığı için geceyi Winchester'da geçirmek zorunda kalmıştık. Ama neyse ki ertesi sabah, savunma makamının dava vekili Bay Joyce Cummings'in nezaretinde, genç kadını hücresinde ziyaret etmemize izin verilmişti. O zamana kadar duyduklarımdan, karşımda güzel bir kadın bulmayı bekliyor olsam da, Bayan Dunbar'ın üzerimde bu kadar unutulmaz bir etki bırakması hesapta yoktu. Genç kadında, o kurt milyonerin bile, kendinden daha dirayetli, hatta onu zapt edip yönlendirebilecek kadar kuvvetli bir şeyler bulmasına şaşmamalı. Kadının güçlü, duyarlı ve muntazam yüz hatlarına baktığınızda, böyle düşüncesizce bir eyleme kalkışmış biri olsa bile, insanı her zaman iyiliğe yönelten o soylu karakterinden bir parça olsun yitirmediğini hissedebiliyordunuz. Esmer, uzun boylu, varlığını karşısındakine hemen hissettiren bir kadındı, ama asıl hikâyesi koyu renkli gözlerindeydi; içine girdiği kafesin farkında olup da kaçacak bir yer bulamayan yabani bir yaratığın çaresiz, yalvaran gözleriydi bunlar. Ama meşhur dostumun ona yardım etmek için orada bulunduğunu anladığında solgun yanaklarına renk geldi; üzerimizde kilitlenen bakışlarında bir umut ışığı yandı.

"Aramızda geçenleri Bay Neil Gibson size de anlatmış olmalı," diye söze girdi, kısık, endişe yüklü bir sesle.

"Evet," diye karşılık verdi Holmes, "hikâyenin o kısmına girip canınızı sıkmayın. Sizi bizzat gördükten sonra, Bay Gibson'ın aranızdaki ilişkinin masumiyeti ve onun üzerinde yarattığınız etkiyle ilgili olarak anlattıklarına inanmaya başladım. Peki ama neden her şeyi anlatmıyorsunuz?"

"Böyle bir suçlamanın uzun ömürlü olamayacağına inanıyorum. Biraz daha dayanırsak, meselenin, ailenin özel hayatına dair can sıkıcı ayrıntılara girmek zorunda kalmadan aydınlığa kavuşulabileceğini düşündüm. Ama anladığım kadarıyla aydınlanmak bir yana, gittikçe daha da kararıyor."

"Sevgili genç Bayan," diye araya girdi Holmes, bütün ciddiyetiyle, "şu noktada boş hayallere kapılmanızı istemem. Bay Cummings'e de sorabilirsiniz, şu anda her şey sizin aleyhinize görünüyor ve bir çözüm yolu bulmak için mümkün olan her çareye başvurmamız gerekiyor. Başınızın belada olmadığını söyleyerek kandırmak istemem sizi. Dolayısıyla, gerçeğe ulaşmamız için her türlü yardımı yapmanız gerekiyor."

"Sizden hiçbir şeyi saklamayacağım."

"O halde Bay Gibson'ın karısıyla ilişkinizden bahsedin biraz."

"Kadın benden nefret ediyordu, Bay Holmes. Doğup büyüdüğü yerlere özgü bir şiddetle hem de. Ya hep ya hiç diyen bir kadın olarak, kocasını ne kadar seviyorsa benden de o kadar nefret ediyordu işte. Aramızdaki münasebeti yanlış anlamış olabilir. Şimdi ona haksızlık etmek istemiyorum ama kocasını fiziksel anlamda şiddetle sevdiği için onunla aramızda zihinsel, hatta biraz da ruhsal bir bağ olduğunu görememiş, o çatı altında yaşamaya devam etmemin tek nedeninin kocasının güçlerini iyiye yöneltmek olduğunu da fark edememişti. Yanıldığımı yeni yeni anlıyorum. Mutsuzluğun en büyük nedeni olduğum bir yerde kalmaya devam etmemin haklı bir yanı yokmuş aslında. Ben olsam da olmasam da mutsuzluğun önünde sonunda geleceği kesin olsa bile."

"Şimdi, Bayan Dunbar," dedi Holmes, "o akşam tam olarak neler olduğunu bize de anlatmanızı rica ediyorum."

"Gerçeği size, ancak bildiğim kadarıyla aktarabilirim, belki de sonunda hiçbir şeyi ispat edemem, Bay Holmes. Ve meselede öyle hayati noktalar var ki, ben bile tarif edemiyorum."

"Siz gerçekleri anlatırsanız tarifini yapacak birileri bulunur."

"O halde, o gece Thor Köprüsü'nde olma nedenimle başlayalım. Sabah Bayan Gibson'dan bir mesaj almıştım. Notu ders yaptığımız odada buldum, muhtemelen oraya kendisi bırakmıştı. Söylemek istediği önemli bir şey olduğunu, akşam yemeğinden sonra görüşmek istediğini belirtiyordu. Bundan kimsenin haberi olmasın diye de cevabımı bahçedeki güneş saatinin oraya bırakmamı istiyordu. Bu gizlilik ihtiyacına bir anlam veremesem de, dediğini yapıp randevuyu kabul ettiğimi bildirdim. Yine benden rica ettiği gibi, notu ders odasının şöminesinde yaktım. Kocasından çok korkuyordu, çünkü benim de sık sık eleştiriyor olmama rağmen ona karşı çok sert davranıyordu. Kadının o gün böyle kaçamak bir işe girişmesini de kocasının haberi olmasından çekinmesine yormuştum."

"Ama o sizin cevabınızı elinden bırakmamıştı."

"Evet. Öldüğünde avucunun içinde bulduklarını duyduğumda ben de şaşırdım."

"Peki sonra ne oldu?"

"Söz verdiğim gibi gittim. Köprüye vardığımda beni bekliyordu. Bu zavallı yaratığın benden nefret ettiğini o ana kadar fark etmemişim. Delirmiş gibiydi, hatta düşünüyorum da, gerçekten delirmişti belki de. Yüreğinde öyle büyük bir nefretle beni her gün görmeye nasıl katlanabilmişti acaba? Orada bana söylediklerini anlatmayacağım. Ama şu kadarını söyleyeyim, bütün nefretini, korkunç sözlerle üzerime kustu. Ben ağzımı açıp tek kelime etmedim, ne diyebilirdim ki zaten? Onu o şekilde görmek korkunçtu. Ellerimle kulaklarımı tıkayıp uzaklaştım oradan. Ben giderken o köprünün ağzında durmuş, çığlık çığlığa lanetler okuyordu arkamdan."

"Cesedinin bulunduğu yerde mi duruyordu?"

"Aşağı yukarı."

"Ama yine de, siz ayrıldıktan kısa süre sonra öldüğünü varsayarsak, hiç silah sesi duymadınız?"

"Hayır, hiçbir şey duymadım. Ama düşünüyorum da Bay Holmes, bu rezalet karşısında o kadar sinirlenmiş ve korkmuştum ki, bir an önce bütün bunlardan kurtulmak için odama doğru koşa koşa giderken bazı şeyleri fark edememiş olabilirim."

"Demek hemen odanıza döndünüz. Sabaha kadar hiç çıktınız mı oradan?"

"Evet, zavallı kadının öldüğünü duyar duymaz ben de herkesle birlikte dışarı fırladım."

"Bay Gibson da orada mıydı?"

"Evet, onu gördüğümde köprüden yeni dönmüştü. Doktora ve polise haber verdiğini söyledi bana."

"Onu gördüğünüzde ne haldeydi? Çok sarsılmış mıydı?"

"Bay Gibson çok güçlü bir adamdır. Duygularını hiçbir zaman göstermez. Ama ben onu çok iyi tanıdığım için sıkıntılı olduğunu fark etmiştim."

"Şimdi en önemli kısma geliyoruz. Odanızda bulunan tabancaya yani. Onu daha önce görmüş müydünüz?"

"Hayır, yemin ederim görmemiştim."

"Ne zaman buldular?"

"Ertesi sabah, polis evi ararken."

"Elbiselerinizin arasında mıydı?"

"Evet, dolabın dibinde, elbiselerimin altındaydı."

"Ne kadardır orada olduğunu tahmin edebilir misiniz?"

"Önceki sabah orada yoktu, sadece bunu söyleyebilirim."

"Nereden biliyorsunuz?"

"Dolabımı düzenlemiştim de."

"Bu önemli işte. Demek ki biri odanıza girdi ve suçu size atmak için tabancayı oraya sakladı."

"Öyle olmalı."

"Peki ama ne zaman?"

"Sadece yemek saatinde olabilir. Ya da çocuklarla ders yaptığım sırada."

"Notu aldığınız zaman olabilir mi?"

"Evet, o andan başlayarak sabaha kadar her an olabilir."

"Teşekkürler Bayan Dunbar. Soruşturmamızda yardımı olabileceğine inandığınız başka bir şey var mı?"

"Aklıma gelen bir şey yok."

"Cesedin bulunduğu yerin tam karşısında, köprünün üzerinde bir darbe izine rastladık. Bunun nedeni sizce ne olabilir?"

"Cinayetle ilgisi yoktur herhalde."

"Çok garip, Bayan Dunbar, hem de çok garip. Peki neden bu trajik olayla aynı zamanda ve aynı yerde ortaya çıktı o zaman?"

"Nedeni ne olabilir ki? Yalnızca büyük bir darbeyle kırılmış olabilir."

Holmes bir şey söylemedi. Solgun, meraklı yüzü birdenbire, dehasının su yüzüne çıktığı anlara özgü gergin ve dalgın duruşunu takınmıştı. Zihninde yaşanan sorgu o kadar belli oluyordu ki, avukat, mahkûm ve ben, bu gergin sessizlik boyunca oturup onu izledik. Nihayet, oturduğu yerden ayağa fırladığında, harekete geçmeye hazır haldeydi.

"Gel Watson, gel!" diye bağırdı.

"Ne oldu Bay Holmes?"

"Benden yakında haber alacaksınız Bay Cummings. Adalet tanrısının da yardımıyla, bütün İngiltere'de yankı bulacak bir dava vereceğim size. Yarın her şeyi öğrenirsiniz, Bayan Dunbar. O zamana kadar bulutların dağılacağına ve hakikatin ışığının bir çatlak bulacağına emin olabilirsiniz."

Winchester'dan Thor Malikânesi'ne giden yol çok uzun olmamasına rağmen Holmes'ün heyecanlı sabırsızlığı bana da bulaşmış, yol bitmek bilmemişti. Holmes gidene kadar huzursuzluktan yerinde duramamış, o uzun ve hassas parmaklarını tıkırdatıp durmuştu. Sonra aniden, gideceğimiz yere az kala karşıma oturdu, elini dizlerime koydu ve muzip zamanlarına özgü o tuhaf gözlerle dosdoğru gözlerimin içine baktı.

"Watson," dedi, "yanlış bilmiyorsam, sen bu seyahatlerimize silahsız gelmezsin."

Zihni bir meseleye takıldığında kendi güvenliğini de unuttuğu için yanıma emektar tabancamı almadan çıkmazdım ve bunun iyiliğini çok kez görmüştük. Bunu ona da hatırlattım.

"Evet, evet, böyle durumlarda biraz dalgın oluyorum. Tamam da tabancan yanında mı, değil mi?"

Hemen cebimden çıkarıp uzattım. Silahı kaptığı gibi hazneyi açıp mermileri boşalttı ve içini dikkatle inceledi.

"Ağırmış, hem de epey ağırmış," dedi.

"Evet, sağlam bir parçadır."

Bir süre, silah elinde, düşündü.

"Bak sana ne diyeceğim Watson," diye söze girdi sonra. "Tabancanın, şu anda araştırdığımız bu gizemli olayla çok yakın bir bağlantısı olacak galiba."

"Sevgili dostum Holmes, dalga geçiyorsun herhalde."

"Hayır Watson, çok ciddiyim. Bizi bekleyen bir sınav var. Eğer bu sınav başarılı olursa her şey açığa kavuşur. Ve bu sınav, bu küçük silahın becerisine bağlı. Bir mermiyi çıkardım. Şimdi diğer beşini takıp emniyeti kapatacağız. İşte böyle! Şimdi daha da ağır oldu."

Aklından neler geçtiğine dair en ufak bir fikrim yoktu, o da anlatmaya niyetli değildi zaten. Ben de çaresiz, Hampshire'daki küçük istasyona kadar öylece oturup bekledim. Orada inip başka bir arabaya bindikten sonra on beş dakika içinde saygıdeğer dostumuz, çavuşun evine vardık.

"İpucu mu buldunuz Bay Holmes? Nedir?"

"Her şey Doktor Watson'ın tabancasının neler yapacağına bağlı," diye cevap verdi dostum. "İşte burada. Şimdi, Memur Bey, bana on metrelik bir ip ayarlayabilir misiniz?"

İstenen ip hemen köy bakkalından temin edildi.

"Başka bir şeye gerek yoktur herhalde," dedi Holmes. "Şimdi, dilerseniz yolculuğumuzun son etabına geçebiliriz."

Batan güneşin altındaki Hampshire'ın kırları harikulade bir sonbahar manzarası sergiliyordu. Çavuş, dostumun akıl sağlığından şüphelendiğini belli eden şaşkın ve inanmaz bakışlarıyla hemen yanımızdaydı. Olay yerine yaklaşırken Holmes'ün, her zamanki serinkanlı görünümüne rağmen aslında endişeli olduğunu seziyordum.

"Evet," diye söze girdi, sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi, "hedefi tutturamadığıma daha önce de şahit oldun Watson. Böyle şeylere karşı güçlü içgüdülerim olmasına rağmen ara sıra aynı içgüdülerimin bana oyun ettiği de olmuştur. İlk olarak Winchester'dayken aklıma gelmişti ama görüyorsun ya, çalışan bir zihnin en büyük sorunlarından biri de her zaman başka alternatifler üretip durmasıdır. Bu durumda ipucumuz fos da çıkabilir tabii. Ama yine de... yine de... Neyse Watson, en azından denemiş oluruz."

Yürürken bir yandan da ipin bir ucunu tabancanın kabzasına bağladı. Nihayet olay yerine varmıştık. Cesedin tam olarak bulunduğu yeri polis memurunun da yardımıyla tespit etti. Sonra çalıların arasına dalıp büyükçe bir taş buldu. Bunu ipin diğer ucuna bağladıktan sonra köprünün korkuluğundan aşağı, suya değmeyecek şekilde sarkıttı. En sonunda elinde benim tabancam, ucu taşa bağlı ip gergin halde, köprünün ortasında durdu.

"Şimdi!" diye bağırdı.

Bu işaretinin hemen ardından tabancayı kafasına götürdü, sonra da elinden bıraktı. Tam o anda taş, ağırlığıyla tabancayı çekince, tabanca köprünün korkuluğuna sertçe çarpıp üzerinden atladı ve ardından suya düştü. Holmes da bu arada koşup korkuluğun önünde diz çökmüştü. Hemen sonra attığı zafer çığlığı, aradığını bulduğunu gösteriyordu.

"Daha önce böyle bir gösteri izlediniz mi?" diye atıldı neşeyle. "Bak Watson, senin emektar meseleyi çözdü işte!" Bunlan söylerken bir yandan da taş korkuluğun dibindeki ilk çentikle bire bir aynı özellikteki ikinci çentiğe işaret ediyordu.

"Bu gece otelde kalacağız," dedi ayağa kalkıp, şaşkın çavuşa bakarak. "Siz de bu arada arkadaşımın tabancasını sudan çıkarırsınız. Onun yanında başka bir ip ve ağırlık daha bulacaksınız. İntikam uğruna kendi suçunu örtbas edip, cinayeti masum bir kurbanın üstüne yıkmaya kalkışmış bir kadının aletleri onlar. Bay Gibson'a da sabah onunla görüşmek istediğimi söyleyin. Bayan Dunbar'ı çıkarmak için bir an önce harekete geçmek lazım."

Akşamın ilerleyen saatlerinde, köy pansiyonunda oturmuş pipolarımızı içerken Holmes olanların üzerinden kısaca geçti.

"Korkarım ki Watson," dedi, "Thor Köprüsü'nün gizemini hikâyelerine ekleyecek olursan bu benim itibarım açısından hiç de hoş olmaz. Sanatımın dayanak noktası olan o hayal gücü ve gerçek karışımını bu kez pek ustaca kullanamadım. Korkuluktaki çentiğin, bizi gerçeğe götürmeye yetecek kadar önemli bir ipucu olduğunu fark edemediğim için ve bu çözüme daha erken ulaşamadığım için kendimi ayıpladığımı itiraf etmek zorundayım.

Bu mutsuz kadının zihninin nasıl çalıştığını anlamanın ve planını ortaya çıkarmanın kolay olmayacağını en başından görmek gerekiyordu. Bütün maceralarımızın içinde, sapkın bir aşkın yapabilecekleriyle ilgili daha garip bir örneğe daha rastlamamışızdır herhalde. Bayan Dunbar'ın varlığı, fiziksel de olsa zihinsel de olsa onun gözünde affedilmesi mümkün olmayan bir kıskançlık nedeniydi. Şüphesiz, kocasının onu kendinden uzaklaştırmak için başvurduğu sert yöntemler ve acımasız sözler için de bu masum kadını suçluyor olmalıydı. İlk verdiği karar intihardı. İkincisi de, bunu, kurbanını ölmekten beter hale sokacak bir şekilde yapmaktı.

Atılan adımları takip ettiğimizde gerçekten de son derece ince bir zekânın ürünü olduklarını görebiliyoruz. Bayan Dunbar'dan aldığı notun sayesinde cinayet mahallini o seçmiş gibi gösterebilirdi. Hatta o notun bulunmasını çok önemsediği için son ana kadar elinde tutmayı tercih etmişti. Şimdi düşünüyorum da, bu bile şüphemi çekmeye yetmeliydi.

Sonra kocasının tabancalarından birini aldı. Ev cephanelik gibi olduğu için bunda hiç zorlanmamıştı. Aynı tabancanın benzerini, muhtemelen ormanda kimsenin dikkatini çekmeden bir el ateş ettikten sonra Bayan Dunbar'ın elbise dolabına sakladı. Sonra köprüye gidip, silahtan kurtulmak için bulduğu dâhiyane metodun ayarlamalarını yaptı. Bayan Dunbar geldiğinde içini iyice döküp nefretini kustu ve yeterince uzaklaştıktan sonra da planını uygulamaya koydu. Böylece, bütün halkalar birbirine bağlandığı için zincir tamamlanmış oluyor. Şimdi gazetelerde silah neden en baştan bulunmamış diye yazar, ama her şey olup bittikten sonra akıl vermek kolaydır. Neyi nerede araman gerektiğini bilmiyorsan, koskoca gölü ve sazlıkları taramaya girişmek hiç de akıllıca bir davranış değildir. Kısacası Watson, harikulade bir kadına ve korkunç bir adama yardım etmiş olduk. İleride güçlerini birleştirmeye karar verecek olurlarsa, ki bu bana hiç de imkânsız gibi görünmedi, iş dünyası, Bay Gibson'ın o ders odasında neler öğrendiğini er ya da geç bulacaktır."

Lanjutkan Membaca

Kamu Akan Menyukai Ini

6.9K 170 92
I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlatan dev bir savaş romanı, aynı zamanda bir...
22.4K 1.8K 19
Buket Ayaz, Kraliçe takma adıyla popüler olmuş bir yazardır. Türkiye'nin en başarılı yazarları arasında parmakla gösterilir. İşinde başarılı olmayı k...
76.8K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...
4.2K 183 26
Oliver Twist, yoksullar evinde dünyaya gelmiş bir yetimdir. Daha fazla yemek isteme cesareti, kapının önüne konmasına yol açar. Hayatta yapayalnızdır...