Sherlock Holmes - 3. Cilt

Від ClassicsTR

5.3K 177 10

Sherlock Holmes, Sir Arthur Conan Doyle tarafından oluşturulan Britanyalı hayalî dedektif kahraman, polisiye... Більше

Son Görev | 1
Son Görev | 2
Son Görev | 3
Son Görev | 4
Son Görev | 5
Son Görev | 7
Son Görev | 8
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 1
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 2
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 3
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 4
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 5
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 6
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 7
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 8
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 9
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 10
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 11
Sherlock Holmes'ün Dava Defteri | 12

Son Görev | 6

170 8 0
Від ClassicsTR

LEYDİ FRANCES CARFEX'İN KAYBOLUŞU


"İyi de neden Türk?" diye sordu Bay Sherlock Holmes, gözleri ayakkabılarıma kilitlenmiş halde. O sırada bambu arkalıklı bir sandalyede oturur durumdaydım; uzatmış olduğum ayaklarım onun dikkatini çekmişti.

"İngiliz malı," diye cevap verdim şaşkınlıkla. "Oxford Caddesi'ndeki Latimers'ten almıştım onları."

Holmes, yüzünde bezgin bir ifadeyle gülümsedi.

"Hamamdan bahsediyorum!" dedi; "hamamdan! Ferahlatıcı 'yerli malı' banyolar dururken neden gevşetici pahalı bir Türk hamamına gitmeyi seçtin?"

"Çünkü son birkaç gündür kendimi romatizmalı ve yaşlı hissettim. Türk hamamı, tıpta 'şifalı' dediğimiz bir şeydir -yeni bir başlangıç, sistemi temizleyip yenileyen bir şey.

"Bu arada, Holmes," diye ekledim, ayakkabılarım ve Türk hamamı arasındaki bağlantının mantıkçı bir insan için gayet açık olduğundan eminim, ama yine de aradaki ilişkiyi açıklasan çok sevinirim."

"Mantık kurmak pek zor değil, Watson," dedi Holmes, gözünü haylazlıkla kırparak. "Sabah geldiğin arabayı kiminle paylaştığını soracak olduğum takdirde sergileyeceğim tümdengelimle aynı türden bir şey."

"Yeni örneğinin açıklayıcı olduğunu söyleyemem," dedim, somurtarak.

"Bravo Watson! Son derece ağırbaşlı ve mantıklı bir itiraz. Bir bakalım, veriler neydi? Sonuncusundan başlayalım -arabadan. Ceketinin sol kolu ve omzunda çamur lekeleri var. Fayton koltuğunun ortasında oturmuş olsaydın bu başına gelmezdi, gelseydi bile büyük bir ihtimalle simetrik bir şekilde her iki yanına da sıçramış olurdu. Yani yan tarafta oturduğun belli: yanında biri vardı."

"Gayet açıkmış."

"Komik sayılabilecek kadar sıradan, değil mi?"

"Peki ya ayakkabılar ve hamam arasındaki bağ?"

"Biraz önceki örnek kadar basit. Ayakkabılarını ne şekilde bağladığını bilirim. Ama bu sefer karmâşık bir fiyonkla bağlanmışlar ki, bu senin tarzın değil. Ayakkabılarını çıkarmış olduğun buradan belli. Onları kim bağladı peki? Ya bir kunduracı -ya da hamamdaki çocuk. Kunduracı olma olasılığı düşük, çünkü ayakkabıların gayet yeni. Geriye ne kalıyor? Hamam. Komik, değil mi? Neyse, her şeye rağmen hamam iyi bir amaca hizmet etmiş."

"Nedir o?"

"Bir değişikliğe ihtiyacın olduğu için oraya gittiğini söylemiştin ya; bir değişiklik daha yapmanı önereceğim. Lozan nasıl geliyor kulağa, sevgili Watson -birinci sınıf biletler ve bütün masraflar karşılanmış."

"Mükemmel! Ama neden?"

Holmes, sandalyesinde arkasına yaslanıp cebinden bir not defteri çıkardı. "Dünyadaki en tehlikeli türlerden biri," dedi, "işsiz, arkadaşsız kadındır. En zararsız ve çoğunlukla da en faydalı insanlar olmalarına rağmen, yine de başkalarını suça teşvik eden en büyük güçtürler. Biçaredir yalnız kadın. Göçmendir. Onu ülkeden ülkeye, otelden otele götürecek kaynaklara sahiptir. Çoğunlukla, nereden geldiği belli olmayan emeklilik ödeneklerinin ve huzur evlerinin arasında kaybolmuştur. Kurtlarla dolu bir dünyada küçük bir kuzudur. Kurt onu kaptığında merak eden kimsesi çıkmaz. Leydi Frances Carfax'in başına kötü bir şeyin gelmiş olmasından endişeleniyorum, en azından burası kesin."

Konuyu genelden özele indirgemiş olmasından dolayı çok rahatlamıştım.

Holmes, notlarını karıştırmaya başladı.

"Leydi Frances," diye devam etti, "Artık aramızda olmayan Rufton Kontunun sülalesinden kalan tek kişi. Hatırlayacağın gibi mirasın tamamı erkeklere bırakılmıştı. Hanımefendiye sınırlı bir para kalmıştıysa da, gümüş ve özel kesimli elmaslardan oluşan bir takım harikulade, eski İspanyol mücevheri de onun olmuştu. Kadın bu mücevherlere fazlasıyla bağlıymış, zira onları bir bankacıya teslim etmek yerine her zaman yanında taşımayı seçmişti. Oldukça zavallı bir insan, şu Leydi Frances, güzel bir kadın, orta yaşına henüz girmiş, buna rağmen garip bir tesadüf eseri, sadece yirmi yıl öncesinin büyük bir donanmasından kalan tek bir filika gibi kalıvermiş."

"Başına ne gelmiş peki?"

"A, Leydi Frances'in başına ne mi gelmiş? Yaşıyor mu, öldü mü? bulmamız gereken de bu. Alışkanlıklarına bağlı bir hanımefendidir; tam dört yıldır, şaşmaz bir şekilde, uzun zaman önce emekliye ayrılmış olup Camberwell'de yaşayan eski mürebbiyesi Bayan Dobney'e iki haftada bir mektup yazarmış. Bana başvuran kişi de bu Bayan Dobney. Beş haftadır tek bir haber alamamış Leydiden. Son mektup Lozan'daki National Oteli'nden gönderilmiş. Görünüşe göre Leydi Frances oradan herhangi bir adres vermeden ayrılmış. Ailesi endişeli. Son derece zengin olduklarından, bu meseleyi çözmemiz durumunda paranın dert edilmemesinin gerektiğini belirtiyorlar."

"Bayan Dobney tek bilgi kaynağımız mı peki? Hanımefendinin mektuplaştığı başka insanlar da vardır herhalde."

"Kesinlikle güvenebileceğimiz bir mektup arkadaşı daha var Watson. Banka. Hayat bekâr hanımlar için de devam ediyor; hesap cüzdanlarını yanlarından ayrılmamak zorundalar. Hanımefendinin hesabı Silvester Bankası'ndaymış. Bir göz attım. Biri hariç son çeki Lozan'daki hesabını kapatmak için kullanılmış, ama miktar büyük olduğu için muhtemelen elinde nakit para da kalmıştır. Ondan beri de sadece bir kez para çekilmiş."

"Kimin adına ve nerede?"

"Bayan Marie Devine adına. Ama çekin nerede bozdurulduğunu söylemek imkânsız. Üç hafta kadar önce Montpellier'deki Credit Lyon'da nakde çevrilmiş. Miktarı da elli sterlinmiş."

"Şu bayan Marie Devine kim peki?"

"Bunu da öğrendim. Bayan Marie Devine, Leydi Carfax'in oda hizmetçisiymiş. Ley dinin ona neden bir çek verdiğini henüz bulamadım. Fakat yapacağın araştırmalarla bu meseleyi kısa sürede aydınlatacağından en ufak bir kuşkum yok."

"Araştırmalarım mı?!"

"Lozan'a yapacağın sağlık gezisinden bahsediyorum. Yaşlı Abrahams ölme korkusuyla kıvranırken Londra'dan ayrılmamın mümkün olmadığını biliyorsun. Hem ayrıca genel prensipler gereği ülkeden ayrılmam doğru olmaz. Scotland Yard bensiz kendini yalnız hissediyor ve suçluların arasında da sağlıksız bir heyecan baş gösteriyor her seferinde. Hadi git, sevgili Watson. Ve kelimesi iki peni gibi abartılı bir miktara değeceklerini düşünürsen, acizane öğütlerim gece gündüz telgraf tellerinin ucunda seni bekliyor olacak.

İki gün sonra, Lozan'daki National Oteli'nde, bir dediğimi iki etmeyen nazik müdür M. Moser'ın yanındaydım. Bana söylediğine göre Leydi Frances haftalar boyunca orada kalmıştı. Karşılaştığı bütün insanlar ondan çok hoşlanmışmış. Kırk yaşından fazla değilmiş. Hâlâ güzel olmanın yanı sıra gençliğinde çok güzel bir kadın olduğu her halinden belliymiş. M. Moser değerli mücevherlerle ilgili hiçbir şey bilmiyormuş, ama hizmetkârlardan duyduğu kadarıyla Leydinin yatak odasındaki ağır sandık her zaman şaşmaz bir şekilde kilitli duruyormuş. Leydinin oda hizmetçisi Marie Devine de en az hanımı kadar sevilen bir kişiymiş. Otelin şef garsonlarından biriyle nişanlandığı için adresini bulmak hiç de zor olmayacaktı. Trajan Yolu no. 11, Montpellier'de oturuyordu. Bizzat Holmes'ün da ipuçlarını toparlamada ancak bu kadar usta davranabileceğini hissederek bütün bunları not aldım.

Hâlâ aydınlatılmayı bekleyen tek bir şey kalmıştı geriye. Elimdeki verilerin hiçbiri Leydinin ani ayrılışını anlatmaya yetmiyordu. Lozan'da çok güzel vakit geçiriyordu. Göle bakan lüks odasında sezonun sonuna kadar kalacağını düşünmek için her türlü sebep mevcuttu. Buna rağmen bir gün içinde toparlanıp otelden ayrılmıştı, üstelik boşu boşuna bir haftalık ödemeyi de yapması gerekmişti bunun için. Bu konuda bir şey söyleyebilecek tek bir kişi çıktı; oda hizmetçisinin nişanlısı Jules Vibart. Ani ayrılıştan iki gün önce gelen uzun boylu, esmer, sakallı bir adama bağlıyordu olanları. "Unsauvage-un veritable sauvage!" diye bağırdı Jules Vibart. Adam, şehirde bir yerde kalıyordu. Madamla gölün kenarında dolaşıp, ciddi ciddi bir şeyler konuştukları görülmüştü. Sonraki bir vakitte madamı görmeye gelmiştiyse de madam onu görmeyi reddetmişti. Adam İngiliz'miş, ama ismini bilen kimse yoktu. Madam, bu olaydan hemen sonra otelden ayrılmıştı. Jules Vibart ve daha da önemlisi Jules Vibart'ın biricik nişanlısı, bu ani ayrılışın adamın yaptığı ziyarete bağlı olduğuna inanıyordu. Jules'ün yorumda bulunmak istemediği tek bir konu vardı, o da Maria'nın, hanımını bırakmasının nedeniydi. Adam bu konuda sessiz kalıyordu. Cevabını öğrenmek istediğim takdirde

Montpellier'ye gidip Maria'ya bizzat sormalıymışım.

Araştırmamın ilk bölümü böyle bitti işte. İkinci bölüm, Leydi Frances Carfax'in Lozan'dan sonra gittiği yere ayrılmıştı.

Bu olayla ilgili bir gizlilik durumu göze çarpıyordu ki bu, peşindekilerden kurtulmaya çalışmış olduğu fikrini doğrulayan tek belirtiydi. Öyle olmasa ne diye bagajını doğrudan Baden'e yollamasın ki? Bagajı da kendisi de, dolambaçlı bir yoldan Ren Nehrinin kıyısına ulaşmıştı. Bu kadarını Cook'un ofisindeki müdürden öğrenebilmiştim. Böylece, attığım adımlarımın bir özetini Holmes'a gönderip cevap olarak nükteli bir tebrik telgrafı aldıktan sonra Baden'e gittim.

Baden'de Leydinin izini bulmak zor olmamıştı. İki hafta, Englischer Hof'ta kalmıştı. Orada kaldığı süre içinde, güney Amerikalı bir misyoner olan Dr. Shlessinger ve onun eşiyle tanışmış. Yalnız olan bayanların çoğu gibi, Leydi Frances de dinde buluyordu huzuru. Dr. Shlessinger'm olağanüstü kişiliği, dine gönülden bağlılığı ve dini görevlerini yerine getirirken yakalanmış olduğu bir hastalıktan sonra yeni yeni iyileşiyor olması, Leydiyi derinden etkilemişti. İyileşmekte olan azizin bakımı konusunda bayan Shlessinger'e yardım etmişti. Müdürün bana anlattığı kadarıyla adam iki yanında onunla yakından ilgilenen kadınlarla, verandadaki bir kanepede yatarak geçirmiş günlerini. Kendisi üzerinde bir monografi yazmış olduğu Midianites Krallığına da yer vermiş olduğu Kutsal Ülke'nin bir haritasını hazırlamakla meşgulmüş. Sonunda sağlığına kavuştuğunda, eşiyle birlikte Londra'ya döndüğünde Leydi Frances de onlarla birlikte yola çıkmıştı. Bu sadece üç hafta önceydi ve müdür o günden sonra bir şey duymamıştı. Oda hizmetçisi Marie'ye gelince, diğer hizmetçi kızlara bu mesleği bir daha asla yapmayacağını söyledikten sonra gözyaşlarına boğulmuş bir halde hanımından birkaç gün önce ayrılmıştı otelden. Dr. Shlessinger, ayrılmadan önce bütün takımın hesabını kapatmıştı.

"Bu arada," dedi müdür, sonunda, "Leydi Frances Carfax'i soran tek dostu siz değilsiniz. Bir hafta kadar önce sizinle aynı sebepten başka bir beyefendi daha geldi buraya."

"İsmini vermiş miydi?" diye sordum.

"Hayır; ama bir İngiliz'di, biraz garip bir adamdı."

"Yabani bir adam mıydı?" dedim, ünlü dostumun tarzına uyup bildiklerimin arasında bağlantı kurarak.

"Kesinlikle. Bu o adamı çok iyi tanımlayan bir kelime. İri cüsseli, sakallı, esmer biriydi ve lüks bir otelden çok, bir çiftçi hanına aitmiş gibi görünüyordu. Sert ve sinirli bir adamdı bana sorarsanız; onu kızdırmak istemezdim doğrusu."

Sisin dağılmasıyla birlikte, kişiler giderek netleşirken olayın üzerindeki gizem perdesi yavaş yavaş kalkmaya başlamıştı. İyi kalpli, dindar bir kadın, kötü ve acımasız biri tarafından oradan oraya takip ediliyordu. Kadın besbelli ki adamdan korkuyordu, yoksa en başından Lozan'dan kaçmazdı. Adam yine de peşine düşmüştü. Eninde sonunda ona yetişirdi. Yoksa bu çoktan olmuş muydu? Kadından ses çıkmamasının sebebi bu muydu? Yanındaki iyi yürekli insanlar onu şiddetten ya da şantajdan koruyamamış mıydı? Bu uzun kovalamanın altında nasıl bir kötülük, nasıl bir amaç yatıyordu? İşte çözmem gereken şey buydu.

Olayların kökenine ne kadar hızlı bir şekilde inmiş olduğumu göstermek için Holmes'a yazdım. Cevap olarak, Dr. Shlessinger'in sol kulağının tarifini istedi benden. Holmes'ün espri anlayışı garip ve genellikle de sinir bozucudur. Onun için bu zamansız hareketine aldırış etmeden işime devam ettim -mesajını aldığımda zaten hizmetçi kız Marie'nin peşinde Montpellier'ye dönmüştüm bile.

Kızı bulup bildiklerini öğrenmek hiç de zor olmadı. Hanımını sadece iyi ellerde olduğundan emin olduğu için bırakmış sadık bir kızdı -yaklaşan evliliği zaten ayrılığı kaçınılmaz kılmıştı. Hanımının Baden'de kendisine karşı biraz sert davranmış, hatta bir keresinde dürüstlüğünden şüphelenmiş gibi onu sorguya çekmiş olduğunu itiraf etti biraz sıkılarak. Bu da ayrılığı daha kolay hale getirmişti kız için. Leydi Frances, evlilik hediyesi olarak kendisine elli sterlin vermişti. Benim gibi, Marie de hanımını Lozan'dan uzaklaştırmış olan yabancıdan şüpheleniyordu. Adamın, göl kenarındaki gezintisi sırasında Leydinin bileğini sertçe kavradığını kendi gözleriyle görmüştü. Korkunç ve sert görünüşlü bir adamdı. Marie, Leydi Frances'in adamdan korktuğu için Londra'ya kadar Shlessinger Tere eşlik ettiğine inanıyordu. Marie'yle bu konuda konuşmamıştı hiç, ama küçük küçük bir sürü olay hizmetçi kızı, hanımının sürekli gergin bir korku içinde bulunduğuna ikna etmeye yetmişti. Bana bu kadarını anlatmıştı ki korku ve şaşkınlığını yansıtan bir yüzle birdenbire ayağa fırladı.

"Bakın!" diye bağırdı. "Namussuz bizi hâlâ takip ediyor! İşte şurada. Size anlattığım adam bu!"

Oturma odasının penceresinden kocaman siyah sakallı, iri yarı, esmer bir adamın kapı numaralarına bakarak caddenin ortasından aşağı yavaşça yürüdüğünü gördüm. Besbelli ki o da benim yapmış olduğum gibi hizmetçi kızı arıyordu. Ani bir tepkiyle sokağa fırlayıp yanına gittim.

"Siz İngiliz'siniz," dedim.

"Ne olmuş?" diye sordu kaba bir homurtuyla.

"İsminizi öğrenebilir miyim?"

"Hayır, öğrenemezsiniz!" dedi kararlılıkla.

Durum bir garipti ama en iyisi doğrudan konuya girmektir her zaman.

"Leydi Frances Carfax nerede?" diye sordum.

Hayret içinde bana baktı.

"Ona ne yaptın? Neden peşindeydin? Cevap ver bana!" dedim.

Adam öfkeyle bağırarak bir kaplan misali üzerime çullandı. Pek çok kavgada en güçlü adamlarla bile âşık atmışımdır, ama şimdi karşımda duran adamın elleri sanki çelikten, öfkesi bir boğanın öfkesiydi sanki. Boğazıma sarıldı; az daha bilincimi yitiriyordum ki, mavi gömlekli, tıraş olmamış bir Fransız işçisi, elinde bir sopayla karşıdaki meyhaneden fırlayıp saldırganın koluna ağır bir darbe indirdi. Adamın mengenesinden kurtulmuştum. Öfkeden kudurmuş bir halde bir süre öylece durup yeniden saldırıya geçip geçmemeyi düşündüğü belli oluyordu. Sonra, kendi kendine homurdanarak beni bıraktı ve az önce benim çıkmış olduğum binaya girdi. Yolda yanımda duran kurtarıcıma teşekkür etmek için döndüm.

"Evet, Watson," dedi bana, "her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdığın ortada! Açıkçası, gece ekspresiyle benimle Londra'ya dönmen en iyisi olacak."

Bir saat kadar sonra Sherlock Holmes, her zamanki kılığı içinde oteldeki odamda oturuyordu. Ani ve vakitli ortaya çıkışının açıklaması son derece yalındı. Londra'dan ayrılmasının bir sakıncası olmadığını fark etmiş, yolculuğumun apaçık belli rotası üzerinde bir sonraki noktada bana katılmaya karar vermişti. Bir işçi kılığına girerek benim ortaya çıkışımı beklemek için meyhanede oturmuştu.

"İnanılmaz derecede tutarlı bir araştırma yürüttüğünü söylemeliyim sevgili Watson," dedi. "Yapmayı ihmal ettiğin tek bir gaf bile hatırlayamıyorum şu anda. Araştırman sonucunda her tarafı alarma geçirmekle kalmadın, eline tek bir şey de geçmedi."

"Belki sen daha iyisini yapardın," diye cevap verdim somurtarak.

"Bu konuda 'belki'lere yer yok. Daha iyisini yaptım bile. Seni, Philip Green'le tanıştırayım -kendisi seninle birlikte bu otelde kalıyor ve daha başarılı bir araştırma için onun iyi bir başlangıç olabileceğini düşünüyorum."

Önden, gümüş bir tepsi içinde bir kartvizit, hemen arkasından da sokakta bana saldırmış olan sakallı serserinin ta kendisi girdi odamıza. Beni gördüğünde şiddetle irkildi.

"Bu da ne demek oluyor Bay Holmes?" diye sordu. "Notunuzu aldığım gibi geldim, ama bu adamın burada işi ne?"

"Bu benim eski dostum ve yardımcım Dr. Watson. Kendisi bu vakada bizimledir."

Adam kocaman, esmer elini bana uzatıp birkaç kelimeyle özür diledi.

"Umarım size zarar vermemişimdir. Beni ona zarar vermiş olmakla suçlayınca kendimi tamamen kaybettim. Doğrusunu isterseniz bu günlerde pek kendimde değilim. Sinirlerim fena halde gerilmiş durumda. Fakat bu konuda artık elimden bir şey gelmez. Benim öncelikle bilmek istediğim şey, Bay Holmes, benim varlığımdan nasıl haberdar olduğunuzdur."

"Bayan Dobney'le temas halindeyim, Leydi Frances'in mürebbiyesi."

"Bizim Susan Dobney mi?! Onu unutur muyum hiç."

"O da seni unutmamış. Güney Afrika'ya gitmeden önceki günlerden."

"Ah, gördüğüm kadarıyla bütün hikâyemi biliyorsunuz. Sizden bir şey saklamama gerek yok. Yemin ederim ki Bay Holmes, bu dünyada, benim Frances'e karşı duyduğum aşkın büyüklüğünü hissetmiş bir adam daha yoktur. Yabanî bir gençtim, kabul ediyorum -ama sonuçta benim sınıfımdan gelen herkes öyleydi. Frances ise kar kadar saf ve temizdi. Kabalığa hiç dayanamazdı; zaten yapmış olduğum şeyleri duyduğunda, benimle bir daha asla konuşmadı. Ama beni seviyordu -olayın inanılmaz tarafı da bu zaten- sırf benim için, hayatının sonuna kadar bekâr kalacak kadar çok seviyordu beni. Yıllar geçip de Barberton'da epey bir para kazandıktan sonra, onu yeniden bulup belki bana karşı olan fikirlerini yumuşatabileceğimi düşündüm. Hâlâ evlenmemiş olduğunu duymuştum. Sonunda onu Lozan'da buldum ve bildiğim her şeyi denedim. Biraz yumuşadı sanırım, ama son derece güçlü iradeliydi ve onu bir daha görmeye gittiğimde şehirden ayrılmıştı. Baden'e kadar izlerini takip ettim ve bir süre sonra da hizmetçisinin burada olduğunu duydum. Kaba bir insanım, kaba bir hayatım oldu ve Dr. Watson benimle o şekilde konuşunca kendime hakim olamadım. Ama tanrı aşkına, Leydi Frances'in nerede olduğunu söyleyin bana."

"O hâlâ bulmamız gereken bir şey," dedi Holmes ciddiyetle. "Londra'da nerede kalıyorsunuz Bay Green?"

"Şimdilik Langham Oteli'ndeyim."

"O halde oraya dönmenizi ve size ihtiyacımız olacak olursa diye hazır beklemenizi tavsiye ediyorum. Sizi boş yere ümitlendirmek gibi bir niyetim yok, ama en azından, Leydi Frances'in güvenliği için elimizden geleni yapacağımızdan emin olabilirsiniz. Söyleyebileceklerim şimdilik bu kadar. Bizimle bağlantı kurabilesiniz diye bu kart size bırakıyorum. Evet, Watson, valizini toplarsan ben de Bayan Hudson'a telgraf çekip yarın sabah saat 7:30'da iki aç yolcuyu karşılamaya hazırlıklı olması gerektiğini yazacağım."

Baker Sokağı'ndaki dairemize ulaştığımızda bizi bir telgraf bekliyordu. Holmes ilgiyle okuduktan sonra bana uzattı. 'Çentikli ya da yırtık,' yazıyordu mesajda ve Baden'den gönderilmişti.

"Nedir bu?" diye sordum.

"Her şey," diye cevapladı Holmes. "Hatırlarsan, bu dindar adamın sol kulağına dair ilgisiz görünen bir soru sormuştum. Cevap vermedin bana."

"O sırada Baden'den ayrılmış olduğum için bunu soruşturamadım."

"Muhakkak. Bu yüzden ben de Englischer Hof'taki müdüre mesajın bir kopyasını yolladım ve cevabı da bu."

"Peki bu neyi gösterir?"

"Şunu gösterir sevgili dostum: peşinde olduğumuz adam son derece kurnaz ve tehlikeli biri. Güney Amerika'da da misyonerlik geçmişi olan Rahip Dr. Schlessinger, Avustralya'nın yetiştirdiği en namussuz alçaklardan biri olan Holy Peters'ıın ta kendisi. Ama bu sefer adamımızın uzmanlık alanı, Fraser adında, bir İngiliz olan sözde karısının da yardımıyla, yalnız bayanların dini duygularını sömürerek tuzağa düşürmek. Uyguladığı yöntemler kimliğini açığa vuruyordu. Tabii 89'da Adelaide'deki bir bar kavgasında ışınlan kulağı şüphelerimi doğrulamaya yetti. Zavallı kadın iki zebaninin eline düşmüş halde ve bu çiftin hiçbir korkusu olmadığını da eklemeliyim Watson. Kadının ölmüş olması ihtimal dahilinde. Yaşıyorsa da, bir yere hapsedilmiş olmalı ki ne Bayan Dobney'ye ne de diğer yakınlarına haber veremiyor. Londra'ya hiç ulaşamamış da olabilir, yalnızca geçip gitmiş de olabilir. Birincisi pek mümkün değil çünkü yabancılar kıta polisini kolay kolay atlatamazlar. Yine ikincisi de zayıf bir ihtimal çünkü o alçaklar birilerini hapsetmek için en iyi yerin neresi olduğunu çok iyi bilirler. Dolayısıyla içgüdülerim bana, kadının Londra'da olduğunu söylüyor. Ama şu an için nerede olduğunu anlamamız mümkün olmadığı için her zamanki alışkanlıklarımıza geri dönüp yemeğimizi yiyelim ve ruhumuza daha fazla eziyet etmeyelim. Akşam bir ara dışarı çıkıp Scotland Yard'dan dostumuz Lestrade'le konuşurum."

Ama esrarın çözülmesi için ne resmi polis, ne de Holmes'ün küçük ama etkili örgütü yeterli olabilmişti. Aradığımız kişiler Londra'nın kalabalığında sanki hiç var olmamış gibi yaşamaya devam ediyorlardı. İlanlara başvuruldu; işe yaramadı. İpuçlarının peşine düşüldü; bir yere varılamadı. Schlessinger'in uğrayabileceği her türlü batakhane didik didik arandı ama nafile. Eski suç ortakları takibe alındı ama adam onlarla hiç temasa geçmedi. Ve birden, bir hafta süren çaresiz bekleyişin sonunda bir umut ışığı yandı. Westminster Yolu'ndaki Bovington's emanetçisine, eski İspanyol tarzı, gümüş bir kolye rehin bırakılmıştı. Kolyeyi bırakan kişi, iri yarı, temiz yüzlü, rahip giyimli bir adamdı. Adının ve adresinin yanlış olduğu açıktı. Kulak dikkatlerden kaçmıştı ama tarifin Schlessinger'e tıpatıp uyduğu da ortadaydı.

Langham'deki sakallı dostumuz bu süre içinde haberleri öğrenmek için bizimle üç kez temasa geçmişti -üçüncüsü, bu yeni gelişmeden hemen sonra olmuştu. Elbiselerinin koca vücuduna bol gelmeye başladığı görülüyordu. Adam belli ki sıkıntıdan yavaş yavaş eriyordu. "Ben de bir şeyler yapmak istiyorum!" diye şikâyet edip durmuştu. Holmes nihayet bu ısrarlara dayanamadı.

"Mücevherleri rehine vermeye başladı. Artık elimizde sayılır."

"Acaba Bayan Frances'in başına bir şey gelmiş midir?"

Holmes ciddi bir ifadeyle başını salladı.

"Onu bu zamana kadar mahkûm ettiklerini farz edersek, onu ellerinden kaçırmalarının kendi sonlarını da getireceğinin bilincinde olmaları gerekir. Ama en kötü ihtimallere bile hazırlıklı olmalıyız."

"Peki ben ne yapabilirim?"

"Bu insanlar sizi tanıyorlar mı?"

"Hayır."

"Yakın zamanda başka bir rehineciye gitmesini bekleyebiliriz. Bu durumda her şeye yeniden başlarız. Ama Bovington'da hiç sorguya çekilmemiş ve iyi de para almış; yani ihtiyacı olursa muhtemelen yine orayı tercih edecektir. Onlara vermeniz üzere bir not yazacağım; böylece dükkânda beklemenize izin verirler. Adam yine gelirse evine kadar takip edin. Ama gizlilik şart. Ve şiddet de yok. Benim bilgim ve onayım olmadan harekete geçmeyeceğinize inanıyorum."

Philip Green (söylemeden geçemeyeceğim, kendisi Kırım Savaşı'nda Azof Denizi filosuna kumanda eden meşhur amiralin oğludur) iki gün geçmesine rağmen yeni haberlerle gelememişti. Ama üçüncü günün akşamı, rengi atmış, güçlü iskeletini saran her kas heyecandan titrer halde oturma odamıza daldı.

"Onu bulduk! Onu bulduk!" diye bağırdı sevinçle.

Heyecandan saçmalıyordu. Holmes onu yatıştırarak bir koltuğa oturtmak zorunda kaldı.

"Evet, şimdi her şeyi anlatın," dedi.

"Bir saat önce bir kadın geldi. Adamın karısıydı ama getirdiği kolye, öncekiyle aynı tarzdaydı. Kadın, uzun boylu, soluk tenli, sansar gibi bir şeydi."

"Kadın bu," dedi Holmes.

"Dükkândan çıkınca onu takip etmeye başladım. Kennington Yolu'na girdiğinde hâlâ peşindeydim. Orada başka bir dükkâna girdi. Bay Holmes bir baktım ki ne göreyim; burası cenaze levazımatçısı değil mi?."

Dostum irkilmişti. "Ee?" diye sordu, demir gibi ifadesinin altında titreyen sesini gizleyemeyerek.

"Tezgâhın arkasındaki kadınla konuşuyordu. Arkasından ben de girdim. 'Geç kaldık,' gibi bir şeyler söylüyordu. Levazımatçı kadın bir şey anlatmaya çalışıyordu. 'Bir an önce hazırlanması gerekiyor,' dedi. 'Zaten her zamankinden değil.' Sonra ikisi birden dönüp bana baktılar; ben de bir şeyler uydurup dükkândan çıktım."

"Mükemmel. Peki sonra ne oldu?"

"Kadın dışarı çıktığında ben bir evin girişine saklanmıştım. Şüphelenmişti galiba, çevresine bakındı. Sonra bir araba durdurup bindi. Neyse ki hemen ardından ben de bir araba bulup takibe başladım. Kadın nihayet Brixton, Poultney Meydanı 36 numarada durdu. Ben de yanından geçip meydanın köşesinde arabadan inerek evi gözetlemeye koyuldum."

"Kimseyi gördünüz mü?"

"Alt kattaki bir pencerenin dışında hepsi karanlıktı. Onun da kepengi kapalı olduğu için içeriyi göremiyordum. Orada durup ne yapmam gerektiğini düşünürken, evin önünde bir yük arabası durdu. İçinden inen iki adam arabadan bir şey indirerek ön kapının basamaklarına bıraktılar. Bıraktıkları şey bir tabuttu Bay Holmes."

"Ah!"

"İçeri dalmamak için kendimi zor tutuyordum. Kapı açıldı ve adamlar tabutla birlikte içeri alındı. Kapıyı yine o kadın açmıştı. Bir an göz göze geldik ve sanırım beni tanıdı. İrkilip aceleyle kapıyı kapadığını gördüm. Ve sonra size söz verdiğim gibi koşup buraya geldim."

"Harika bir iş başarmışsınız," dedi Holmes, önündeki kâğıda bir şeyler karalarken. "İznimiz olmadan yasal işlem başlatamayız ama siz bu notu yetkililere götürürseniz izni koparabilirsiniz. Bazı zorluklar çıkabilir ama herhalde mücevherlerin satışı yeterli olacaktır. Lestrade diğer ayrıntılarla ilgilenir."

"Ama onu bu arada öldürebilirler. O tabut da neyin nesi? Ondan başka kimin için olabilir ki?"

"Elimizden geleni yapacağız Bay Green. Vaktimizi boşa harcayacak değiliz. Siz her şeyi bize bırakın."

"Şimdi Watson," dedi müşterimiz aceleyle gittikten sonra, "o resmi kuvvetleri harekete geçirecek. Ama biz her zamanki gibi, özel kuvvetleriz ve kendi eylem planımızı uygulayacağız. Mesele gözüme biraz umutsuz gibi göründüğü için her türlü yöntem mübahtır. Bir an önce Poultney Meydanı'na gitmemiz gerekiyor."

Parlamento'dan geçmiş, Westminster Köprüsü'ne doğru yol alıyorduk. "Her şeyi toparlamaya çalışalım," diye söze girdi Holmes. "Bu alçaklar, zavallı hanımefendiyi önce sadık hizmetçisinden ayırdılar, sonra da Londra'ya gelmeye ikna ettiler. Bu arada mektup yazmış olsa bile postalanmasına engel olmuşlardır herhalde. Sonra bir işbirlikçi sayesinde dayalı döşeli bir ev tutulmuş. Eve geldikten sonra da kadını hapis tutmaya başlamışlar. Başından beri tek amaçları kadının mücevherleriydi. Hatta parça parça satmaya da başladılar. Bu onlara güvenli geliyor çünkü kimsenin hanımefendinin kaderini umursamadığını düşünüyorlar. Ama tabii kadını bırakırlarsa onları ele verecektir. Dolayısıyla ellerinden kaçırmamak zorundalar. Ama sürekli de kilitli halde saklayamazlar. Bu yüzden cinayet tek çözüm."

"Çok açık."

"Şimdi bir de başka türlü akıl yürüteceğiz. Watson, iki ayrı düşünce zincirini takip ettiğinde, gerçeğe yaklaşmanı sağlayan bir kesişme noktası bulursun. Şimdi kadından değil, tabuttan başlayarak geri döneceğiz. Bu yeni gelişme, korkarım kadının öldüğüne şüphe bırakmıyor. Ancak uygun bir cenazenin yanında gerekli tıbbi belgeler ve resmi izinler de alınmış olmalı. Kadın açıkça öldürülmüş olsaydı arka bahçeye gömerlerdi. Ama burada her şey açık ve gereğine uygun. Bu ne anlama geliyor? Doktoru kandırıp eceliyle öldüğüne inandırmak için bir yol bulmuş olmalılar -zehirleme olabilir. Ama işbirlikçileri olmayan bir doktorun kadına yaklaşmasına izin vermeleri de çok garip."

"Tıbbi belgelerde sahtecilik yapmış olamazlar mı?"

"Tehlikeli Watson, çok tehlikeli. Hayır, bunu yaptıklarını sanmıyorum. Duralım arabacı! Rehine iyi geçtiğimize göre söz konusu cenaze levazımatçısı burası olmalı. İçeri sen gidiver Watson. İnsanlara güven veriyorsun. Poultney Meydanı'ndaki cenazenin yarın saat kaçta yapılacağını sor."

Dükkândaki kadın hiç tereddüt etmeden, sabah sekizde yapılacağını söyledi.

"Görüyorsun ya Watson, işin gizemli bir yanı yok! Yasal formaliteleri bir şekilde halletmişler. Herhalde korkacak bir şey olmadığını düşünüyorlar. Bu durumda doğruca önden saldırmanın zamanı geldi. Silahın yanında mı?"

"Bastonum var!"

"Pekâlâ yeterince güçlüyüz. 'Davasında haklı olanın gözünde korku olmaz.' Polisi bekleyecek zamanımız yok. Sen devam et arabacı. Pekâlâ Watson, geçmişte olduğu gibi omuz omuza dövüşeceğiz."

Holmes, Poultney Meydanı'nın ortalarındaki büyükçe bir evin kapısını şiddetle çaldı. Kapı hemen açıldı ve aralıkta uzun boylu bir kadın belirdi.

"Evet ne istiyorsunuz?" diye sordu kadın sertçe, karanlığın içinden bize bakarak.

"Dr. Schlessinger Te konuşmak istiyorum," dedi Holmes.

"Burada öyle biri yok," diye cevap verdi kadın. Tam kapıyı kapatacakken Holmes araya ayağını koyarak engel oldu.

"Ben adı her neyse, burada yaşayan adamla görüşmek istiyorum," dedi Holmes kararlılıkla.

Kadın bir an durakladı. Sonra da kapıyı ardına kadar açtı. "Girin öyleyse!" dedi. "Kocamın kimseden korkusu yoktur." Kapıyı arkamızdan kapatıp, holün sağ tarafındaki bir oturma odasına buyur etti ve havagazını açtıktan sonra odadan çıktı. "Bay Peters birazdan gelir," dedi.

Dediği gibi de oldu. Tozlu, eski püskü odayı incelemeye fırsat bulamadan kapı açıldı ve içeri, iri yarı, yüzü tıraşlı, kel kafalı bir adam girdi. Adamın kocaman, kırmızı bir suratı, sarkık yanakları ve iyi niyetli tavırlarına yakışmayan acımasız, aşağılık bir ağzı vardı.

"Galiba bir yanlışınız var beyler," dedi adam, yumuşak, yatıştırıcı bir ses tonu takınarak. "Yanlış yere gelmiş olmalısınız. Belki de aradığınız adres sokağın..."

"Yanlışlık yok, zamanımızı boşa harcamayalım," dedi dostum, sert bir şekilde. "Siz yeni kimliğinizle Baden ve Güney Amerikalı Rahip Dr. Schlessinger, eski kimliğinizle Adelaide'lı Henry Peters'sınız. Buna, adımın Sherlock Holmes olduğu kadar eminim."

Peters -artık onu böyle adlandıracağım- önce irkildi, sonra da Holmes'a ters bir bakış attı. "İsminiz beni korkutmuyor Bay Holmes," dedi sakin bir şekilde. "İnsanın vicdanı rahat olunca korkacak bir şeyi de olmuyor. Evimde ne işiniz var?"

"Baden'den birlikte döndüğünüz Leydi Frances Carfax'a ne yaptığınızı bilmek istiyorum."

"Hanımefendinin nerede olduğunu bilsem ben de memnun olurdum," dedi Peters soğukkanlılıkla. "Bana yüz bin sterlin borcu var ve karşılığında verdiği kolyelerin yüzüne bile bakmıyorlar. Baden'de Bayan Peters ve benimle yakınlık kurdu -o zaman farklı bir isim kullandığım doğrudur- ve Londra'ya gelene kadar da yakamızdan düşmedi. Otel hesabını ve biletinin parasını bile ben ödedim. Londra'ya geldiğimizde ise sıvıştı ve borcuna karşılık dediğim gibi bu eski moda mücevherlerden başka bir şey bırakmadı. Kendisini bulursanız ben de müteşekkir olurum Bay Holmes."

"Bulmaya niyetliyim," dedi Sherlock Holmes. "Ve bunun için de evi arayacağım."

"Arama izniniz nerede?"

Holmes cebinden tabancasının ucunu gösterdi. "Daha iyisi gelene kadar bu idare eder."

"Adi bir hırsızdan farkınız yok."

"Öyle de diyebilirsiniz," dedi Holmes neşeli bir şekilde. "Dostum da tehlikeli bir hayduttur. Ve şimdi ikimiz evinizin altını üstüne getireceğiz."

Hasmımız kapıyı açtı.

"Polis çağır Annie!" diye bağırdı. Sonrasında koridorda kadının eteğinin hışırtılarını ve kapının açılıp kapandığını duyduk.

"Zamanımız kısıtlı Watson," dedi Holmes. "Bizi durdurmaya çalışırsan Peters, zararlı çıkan sen olursun. Eve getirdiğiniz şu tabut nerede?"

"Tabutla ne işiniz var? O bize lazım. İçinde bir ölü var."

"Onu görmeliyim."

"Rızam olmadan asla."

"O halde biz de rızan olmadan bakarız." Holmes hızla atılarak adamı bir kenara itti ve koridora çıktı. Tam önümüzde yarı açık bir kapı duruyordu. İçeri girdik. Yemek odasıydı. Masada, loş mum ışıklarının altında bir tabut yatıyordu. Holmes havagazını açıp kapağı kaldırdı. Tabutun dibinde zayıf bir ceset yatıyordu. Tepedeki lamba, yaşlanmış ve zayıf düşmüş bir yüzü aydınlatıyordu. İşkence, açlık ya da hastalık bile güzel Lady Frances'i bu hale getiremezdi. Holmes'ün yüzünde hayret ve memnuniyet okunuyordu.

"Tanrıya şükür!" diye mırıldandı. "Başkasıymış."

"Ah bu sefer fena çuvalladınız Bay Sherlock Holmes," dedi Peters arkamızdan.

"Bu kadın kim?"

"Madem ki merak ediyorsunuz söyleyeyim; karımın eski bakıcılarından biri. İsmi Rose Spender, onu Brixton Hastanesi'nde bulduk. Sonra buraya getirdik, Firbank Villaları 13 numaradan Dr. Horsom'ı çağırdık -isimleri ve adresleri not alın Bay Holmes- ve dinimizin gereklerini yerine getirdik. Ama kadıncağız üçüncü gün öldü -evraklarda yaşlılık çöküntüsü olarak geçiyor- ama tabii bu doktorun görüşü, siz daha iyisini biliyor olmalısınız. Cenaze işlerini de Kennington Yolu'ndaki Stimson şirketine yaptırıyoruz. Yarın sabah saat sekizde gömülecek. Bir açığımızı yakalayabildiniz mi Bay Holmes? Aptalca bir hata yaptınız ve cezasını çekeceksiniz. Kapağı açıp da Leydi Frances Carfax yerine doksanlık zavallı bir kadının ölüsüyle karşılaştığınızda yüzünüzün aldığı hali görüntülemek isterdim."

Holmes'ün yüz ifadesi, adamın alaylarına karşı her zamanki tepkisiz halini sürdürüyordu ama sıktığı yumruklarından, ne kadar kızgın olduğunu anlamıştım.

"Evinizi arayacağım," dedi.

"Bak sen!" diye bağırdı Peters. Koridorda bir kadın sesi ve ayak sesleri duyuldu. "Göreceğiz. Buyurun beyler, gelin lütfen. Bu adamlar evime zorla girdiler. Başımdan atamadım. Yardım edin de birlikte çıkaralım."

Kapıda bir çavuş ve bir memur duruyordu. Holmes hemen kartvizitini çıkarıp adamlara gösterdi.

"Adım ve adresim yazıyor. Bu da dostum Dr. Watson."

"Rica ederiz efendim sizi tanımaz olur muyuz?" dedi çavuş. "Ama buraya izniniz olmadan giremezsiniz."

"Elbette. Anlıyorum."

"Tutuklayın onu!" diye bağırdı Peters.

"Biz ne yapacağımızı biliriz beyefendi," dedi çavuş umursamaz bir tavırla. "Gitmek zorundasınız Bay Holmes."

"Evet, Watson, gitmek zorundayız."

Bir dakika sonra sokağa çıkmıştık. Holmes her zamanki soğukkanlılığını koruyorsa da ben öfke ve utançtan yanıyordum. Çavuş arkamızdan geldi.

"Üzgünüm Bay Holmes, ama kanunlar böyle."

"Elbette Çavuş, siz ne yapabilirsiniz ki?"

"Herhalde içeri girmenizin önemli bir nedeni vardı. Yapabileceğim bir şey varsa..."

"Bir kadın kayıp Çavuş, ve bu evde olduğunu sanıyoruz. Zaten ben de arama iznini bekliyordum."

"O halde gözümü üstlerinden ayırmayacağım Bay Holmes. Bir gelişme olursa size haber veririm."

Saat dokuz olmuştu ve biz avın en hararetli zamanlarını yaşamaya başlamıştık. Önce Brixton Hastanesi'ne gittik. Birkaç gün önce hayırsever bir çiftin geldiğini, geri zekâlı, yaşlı bir kadını eski hizmetçileri olduğunu iddia ederek sahiplendiklerini ve yanlarına almak için izin aldıklarını öğrendik. Kadının sonrasında öldüğünü duyduklarında ise hiç şaşırmadılar.

İkinci durağımız doktordu. Onu da çağırmışlardı, kadının yaşlılıktan ölmekte olduğunu teşhis etmiş, hatta kadıncağız gözleri önünde son nefesini vermişti ve bunun üzerine gerekli belgeleri doldurmuştu. "Sizi temin ederim ki, her şey normaldi; herhangi bir sahtekârlık olamazdı," dedi adam. Evde gözüne garip gelen hiçbir şey olmamıştı. Sadece bu sınıftan kimselerin hiç hizmetçileri olmaması dikkatini çekmişti. Böylece doktordan da fazla bir şey çıkmıyordu.

Son olarak Scotland Yard'a gittik. İzinle ilgili bazı prosedür güçlükleri çıkmıştı. Gecikme kaçınılmazdı. Hakimin imzası ertesi sabaha kadar alınamayacaktı. Holmes dokuz gibi uğrarsa Lestrade'le birlikte gidip meseleyi halledebilirlerdi. Gün böylece sona ermekteydi ki, gece yarısına doğru çavuş dostumuz, büyük evin bazı pencerelerinde ışıklar gördüğünü, ama kimsenin girip çıktığına şahit olmadığını belirtti. Yarına kadar sabırla beklemekten başka çaremiz kalmamıştı.

Sherlock Holmes konuşamayacak kadar huysuz, uyuyamayacak kadar huzursuzdu. Ben yatmaya giderken o gür, siyah kaşlarını çatmış; uzun, sinirli parmaklarıyla koltuğun kenarında ritim tutuyor, aralıksız tütün içiyordu. Kafasında bu meselenin her türlü çözüm ihtimalini evirip çeviriyor olmalıydı. Gece boyunca birkaç kez evde dolaştığını duydum. Sabah olduğunda, daha yeni kalkmıştım ki hızla odama daldı. Üstünde geceliği vardı ama solgun yüzünden ve kararmış gözlerinden, gece uyuyamadığı anlaşılıyordu.

"Cenaze ne zamandı? Sekizdeydi değil mi?" diye sordu ısrarla. "Saat 7:20 oldu. Yüce Tanrım, Watson, tanrının bana verdiği beyne ne oldu söylesene? Çabuk be adam çabuk! Bu ölüm kalım meselesi -ve ölüme karşı yaşamın şansı o kadar zayıf ki. Gecikirsek kendimi asla affetmem!"

Beş dakikaya kalmadan bir arabaya atlayıp hızla yola koyulmuştuk. Ama buna rağmen Big Ben'in yanından geçerken saat sekize yirmi beş vardı, Brixton Yolu'na çıktığımızda ise sekiz olmuştu bile. Neyse ki diğer insanlar da bizim gibi gecikmişti. Çeyrek geçiyor olmasına rağmen cenaze arabası evin önünde bekliyordu. Atımız ağzından köpükler saçar halde durmuştu ki, eşikte tabutla birlikte, onu taşıyan üç adam belirdi. Holmes aniden atılıp yollarını kesti.

"Geri götürün!" diye bağırdı, eliyle en öndeki adamı durdurarak. "Hemen şimdi geri götürün!"

"Bu da ne demek böyle? Tekrar söylüyorum, arama iznin nerede?" diye bağırdı Peters öfkeyle.

"İzin yolda ve gelene kadar bu tabutun evde kalması gerekiyor."

Holmes'ün otoriter tavrı tabutu taşıyanları etkilemişti. Peters aniden eve kaçtı; diğerleri de Holmes'ün sözlerine boyun eğmek zorunda kaldı. "Çabuk ol, Watson! Şu tornavidayı al!" diye bağırdı

Holmes heyecanla. "Bu da sana dostum! Kapak bir dakikaya kalmadan açılırsa bir altın senindir! Soru sormayın -işinize bakın! Güzel! Bir tane daha! O da çıktı! Şimdi çekelim! Evet kıpırdıyor! Ah bu da sonuncusu."

Hep birlikte çalışarak tabutun kapağını açmayı başarmıştık. Kapak açıldığında etrafa yoğun, sersemletici bir kloroform kokusu yayıldı. İçeride yatan cesedin başına, kloroform emdirilmiş bir bez sarılmıştı. Holmes bezi kaldırınca, orta yaşlı bir kadının güzel ve heykelsi yüzü çıkıverdi ortaya. Hemen yardım edip kadını doğrulttuk.

"Ölmüş mü Watson? Umut yok mu? Fazla geç kalmış olamayız!"

Yarım saat boyunca uğraşıp durduk. Ancak havasızlık ve kloroformun zehirli buharları yüzünden Leydi Frances için pek umut kalmamışa benziyordu. Ama nihayet, yapay solunum, eter ve akla gelebilecek her türlü yöntemi denedikten sonra göz kapaklarının oynamasıyla birlikte bir hayat kıpırtısı belirir gibi oldu. Bir araba kapıya çekince Holmes panjuru kaldırıp dışarı baktı. "Lestrade de geldi," dedi. "Bakalım kuşun kaçtığını öğrenince ne yapacak? Yanında da," diye devam etti, koridordaki ağır ayak seslerini duyunca, "hanımefendiyi, gözümüz arkada kalmadan ellerine teslim edebileceğimiz yegâne insan geliyor. Günaydın Bay Green. Lady Frances'i bir an önce götürmek zorundayız. Bu arada cenaze devam edebilir, çünkü hâlâ altta yatan zavallı yaşlı kadını ebedi istirahatgâhına uğurlamak gerekiyor."

"Bu vakayı notlarına eklemeyi düşünüyor musun bilmiyorum sevgili Watson," diye söze girdi Holmes o akşam, "ama meselenin, en dengeli zihinlerin bile maruz kalabileceği geçici bir kararmaya iyi bir örnek olduğunu söylemeliyim. Böyle anlar her ölümlünün başına gelir; ancak bunu fark edip tamir edebilenin üstüne yoktur. Bu naçizane unvan üzerinde benim de biraz hakkım vardır sanırım. Bütün gece bir ipucunun, olmadık bir sözün, garip bir gözlemin dikkatimden kaçtığını ve göz ardı edildiğini düşünüp durdum. Sonra birden, gün ağarırken o sözler hatıramda canlandı. Bu, levazımatçının karısının sözleriydi; tabii Philip Green'in aktardığı kadarıyla. Şöyle söylemişti kadın: 'Bir an önce hazırlanması gerekiyor. Zaten her zamankinden değil.' Bahsettiği şey tabuttu. Her zamankinden değildi. Bu ancak şu anlama gelebilirdi; özel ölçümlere göre yapılmıştı. Ama neden? Neden? O anda aklıma tabutun derinliği ve dipte yatan ufak tefek, yaşlı kadın geldi. Öyle ufak tefek bir kadın için neden o kadar büyük bir tabut yapılmıştı? Başka bir cesede de yer kalması için tabii. İkisi de aynı belgelerle gömülecekti. Aslında gözüm kararmamış olsa her şey son derece açıktı. Lady Frances sekizde gömülecekti. Tabutu evden çıkmadan yakalamaktan başka şansımız kalmamıştı.

"Kadını canlı bulma ihtimalimiz çok düşüktü; ama işte ihtimal gerçek oldu. Bu insanlar bildiğim kadarıyla daha önce hiç cinayet işlememişlerdi. Gerekmediği zaman şiddete başvurmazlardı. Kadını hiç iz bırakmadan gömebilir, mezar bir nedenle açılacak olsa bile bir bahane uydurabilirlerdi. Niyetlerinin bu yönde olmasını umuyordum. Sahneyi gözünde canlandırabilirsin. Zavallı hanımefendiyi uzun süre sakladıkları, üst kattaki odayı sen de gördün. Kadını kloroformla bayılttılar, aşağı taşıdılar, içeride kendine gelmesin diye tabuta da kloroform döktüler ve kapağı vidaladılar. Akıllıca bir yöntem Watson. Suç kayıtlarında görülmemiş bir şey. Misyoner eskisi dostlarımız, Lestrade'in pençesinden kurtulmayı başarırlarsa, gelecekte yine böyle parlak vakalarla karşımıza çıkacaklardır."

Продовжити читання

Вам також сподобається

6.9K 170 92
I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlatan dev bir savaş romanı, aynı zamanda bir...
Anne ! Ben Yazar Oldum Від 김 헤수

Щоденники та біографії

28.8K 1.8K 23
Yazmanızı kolaylaştıracak Kısa Bilgiler, kurallar.
Şato Від Klasikler | Türkiye

Сучасна проза

3.7K 135 25
Kafka Şato'da, tıpkı Dava'da da olduğu gibi şeffaflıktan yoksun, işlemeyen kurumlarla, otorite ve bürokrasiyi hicveder. Esrarengiz bir kont, ona ait...
76.8K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...