Akıl ve Tutku

By ClassicsTR

4.2K 258 131

Kırk iki yıllık gözden uzak ve sade yaşantısına karşın yazdıklarıyla İngiliz edebiyat tarihinin bir kült roma... More

1
2
3
4
5
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22

6

95 9 2
By ClassicsTR

Bütün akşam derin bir keder içinde geçti. Zerrece gücü kalmamıştı, kendine söz geçirme isteği duymadığı için. Willoughby'yle ilgili herhangi bir şeyin en küçük iması bile onu bir anda altetti; ailesi onu rahat ettirmek için büyük bir hassasiyetle davrandıysa da konuştukları zaman ona Willoughby'yi hatırlatacak her konudan uzak durmaları mümkün olmadı.

Marianne, Willoughby'den ayrıldıktan sonraki ilk gecesinde bir an bile uyuyabilseydi kendini affedilmez sayardı. Yataktan yattığı zamankinden daha fazla uyuma ihtiyacı içinde kalkmasaydı ertesi sabah ailesinin yüzüne bakmaya utanırdı. Ama böyle bir kararlılığı yüzkarası yapan duygular onu buna maruz kalma tehlikesi içinde bırakmadı. Bütün gece uyanıktı ve gecenin büyük bölümünde ağladı. Baş ağrısıyla uyandı, konuşacak hali yoktu, bir şey yemek istemiyordu; annesiyle kızkardeşlerine her an acı veriyor, onu teselli etme çabalarını yasaklıyordu. Sağduyusu gayet güçlüydü!

Kahvaltı bittiği zaman kendi başına dışarı çıktı ve sabah boyunca Allenham köyü civarmda dolaştı, geçmişteki mutluluğuna dalıp giderek, bugünkü yıkımı için ağlayarak.

Akşam da aynı duygu yoğunluğu içinde geçti. Willoughby'ye çaldığı her şarkıyı, seslerinin en sık birleştiği her türküyü tekrar çaldı ve Willoughby'nin onun için yazdığı müzik satırlarına gözleri dikili halde piyanonun başında oturdu, ta ki kalbi daha fazla kederi kaldıramayacak denli ağırlaşıncaya kadar; bu ızdırap gıdası her gün alındı. Bir şarkı söyleyerek, bir ağlayarak piyanoda uzun saatler geçirdi; sesi sık sık gözyaşlarınca tümden susturuldu. Müzikte olduğu gibi kitaplarda da geçmişle bugün arasındaki zıtlığın kolayca yarattığı ızdırabı aradı. Birlikte okudukları dışında hiçbir şey okumadı.

Böyle şiddetli üzüntü elbette ilelebet sürdürülemezdi; birkaç gün içinde daha sakin bir hüzne dönüştü; ama her gün yeniden giriştiği bu meşgaleler, yalnız başına yürüyüşler ve sessiz düşünüşler yine arada bir her zamanki kadar canlı hüzün selleri yarattı.

Willoughby'den mektup gelmedi; zaten Marianne de bekliyor gibi değildi. Annesi şaşırdı, Elinor tekrar rahatsız oldu. Ama Mrs Dashvvood ne zaman istese en azından kendini tatmin eden bir açıklama buluyor gibiydi.

"Unutma Elinor," dedi, "Sir John postadan mektuplarımızı ne kadar sık getirip götürüyor. Gizliliğin gerekli olabileceğini zaten kabul ettik; mektupları Sir John'un elinden geçecekse gizliliğin konulamayacağını bilmeliyiz."

Elinor bunun doğruluğunu inkar edemezdi ve bunu sessizlikleri için yeterli bir neden olarak görmeye çalıştı. Ama öyle doğrudan, öyle basit ve ona göre meselenin gerçek durumunu bilmeye, tüm gizemi hemen ortadan kaldırmaya öyle elverişli bir yöntem vardı ki bunu annesine söylemeden duramadı.

"Niye hemen Marianne'e sormuyorsun," dedi, "Willoughby'yle sözlendi mi, sözlenmedi mi? Senden, annesinden, böyle sevecen, böyle ilgili bir anneden gelirse bu soru onu gücendiremez. Ona gösterdiğin sevginin doğal bir sonucu olur. Eskiden gizlisi saklısı olmazdı, hele senden hiç olmazdı."

"Öyle bir soruyu dünyada sormam. Düşünsene, bir de sözlenmemişlerse nasıl canı sıkılır! Büyük vicdansızlık olur. Onu henüz herkesten saklanması gereken bir itirafa zorladıktan sonra bir daha asla güvenine layık olamam. Marianne'in içini bilirim: beni çok sevdiğini, şartlar açıklanmasına izin verdiğinde meselenin söyleneceği son kişi olmayacağımı biliyorum. Kimseye zorla sırrını söyletmeye kalkışmam; hele bir çocuğa asla; çünkü görev duygusu istese de inkar etmesini önleyebilir."

Elinor kızkardeşinin gençliğini düşününce bu cömertliği aşırı buldu ve ısrar etti ama işe yaramadı; sağduyu, mantık, basiret, hepsi Mrs Dashvvood'un romantik hassasiyeti karşısında yenilgiye uğradı.

Aile üyelerinden biri tarafından Marianne'in yanında Willoughby'nin adı anılıncaya kadar birkaç gün geçti; Sir John'la Mrs Jennings ise o kadar nazik değildiler; iğneli sözleri acılı saatlere yeni acılar ekledi; -ama bir akşam Mrs Dashvvood eline öylesine bir Shakespeare cildi alıp şöyle dedi,

"Hamlet'i bitirmedik Marianne; biricik Willoughby'miz bitiremeden gitti. Onu geçelim de döndüğü zaman... Ama herhalde dönmesine daha aylar var."

"Aylar mı!" diye haykırdı Marianne, güçlü bir şaşkınlıkla. "Hayır -haftalar bile yok."

Mrs Dashvvood söylediğine üzüldü; ama Elinor memnun oldu çünkü Marianne'den Willoughby'ye duyduğu güveni ve Willoughby'nin niyetini bildiğini ifade eden bir cevap gelmesini sağlamıştı.

Bir sabah Willoughby köyden ayrıldıktan bir hafta kadar sonra, Marianne bir başına dolaşmak yerine kızkardeşlerinin günlük yürüyüşlerine katılmaya ikna edildi. O zamana kadar gezintileri içinde her türlü arkadaşlıktan dikkatle kaçınmıştı. Kızkardeşleri yamaç yürüyüşü yapmak istiyorsa o doğruca patikalara yöneliyordu; onlar vadiden bahsediyorsa o hızla tepeye tırmanmaya gidiyordu ve onlar yola çıktığında ortada olmuyordu. Ama sonunda böyle sürekli bir kaçışı onaylamayan Elinor'un çabalarıyla ikna edildi. Vadi boyunca yürüdüler, pek konuşmadılar, Marianne'in aklı onlarda olmadığı için; ilerleme sağlamaktan memnun olan Elinor o sırada daha fazlası için gayret etmedi. Vadinin girişinin ötesinde, arazinin hala zengin de olsa daha az yabanıl ve daha açık olduğu yerde Barton'a ilk gelişlerinde geçtikleri yol önlerinde uzanıyordu; o noktaya ulaştıklarında durup etrafa baktılar ve kulübedeki manzaralarının ufkunu oluşturan btr görüntüyü daha önceki yürüyüşlerinde hiç gelmedikleri bir noktadan incelediler.

Sahnedeki nesneler arasında çok geçmeden canlı bir şey keşfettiler; onlara doğru gelen bir atlıydı. Birkaç dakika içinde bir beyefendi olduğunu ayırt edebildiler ve bir an sonra Marianne kendinden geçercesine haykırdı,

"Bu o; cidden o; -o olduğunu biliyorum!" Ve tam onu karşılamak üzere seğirtecekken Elinor müdahale etti,

"Bence yanılıyorsun Marianne. Bu Willoughby değil. Onun kadar uzun boylu değil, onun havası da yok."

"Var, var," diye haykırdı Marianne, "kesin var. Onun havası, onun paltosu, onun atı. Yakında geleceğini biliyordum."

Konuşurken heyecanla yürüdü; gelenin Willoughby olmadığından hemen hemen emin olan Elinor Marianne'in göze batmasını önlemek için adımlarını hızlandırıp ona yetişti. Az sonra beyin otuz adım yakınındaydılar. Marianne tekrar baktı; kalbi söndü kaldı; tam sertçe arkasını dönüp geriye koşmaya başlamıştı ki, kızkardeşlerinin sesleri onu durdurmak için yükseldi ve neredeyse Willoughby'nin sesi kadar tanıdık bir üçüncü ses durmasını isteyen seslere katıldı; Marianne şaşırarak döndü ve Edward Ferrars'ı sevinçle gördü.

O an dünyada Willoughby olmaması mazur görülebilecek tek kişi oydu; ondan gülücük alabilecek tek kişi; ona gülümsemek için gözyaşlarını sildi ve ablasının mutluluğu içinde bir an kendi hayal kırıklığını unuttu.

Edward attan indi, atı uşağına verdi ve Barton'a onlarla birlikte yürüdü; oraya, onları ziyarete geliyordu zaten.

Herkes onu büyük bir nezaketle karşıladı; bilhassa Marianne onu karşılarken Elinor'un kendisinden bile daha büyük bir sıcaklık gösterdi. Marianne için Edward'la ablasının karşılaşması Norland'da birbirlerine olan davranışlarında sık sık gözlemlediği izahı imkansız soğukluğun devamından başka bir şey değildi. Hele Edward tarafında bir aşığın öyle bir durumda araması ve söylemesi gereken herşey eksikti. Aklı karışıktı, onları görmekten zevk duyuyor gibi bir hali yoktu, keyifli ya da neşeli görünmüyordu, soru sorarak zorla ağzından alınanlar dışında pek bir şey söylemiyordu ve Elinor'a davranışında sevgi işareti taşıyan hiçbir farklılık yoktu. Marianne artan bir şaşkınlıkla izledi ve dinledi. Neredeyse Edward'dan soğumaya başladı; sonunda duygularının her zamanki seyrini takip ederek aklı yine Willoughby'ye gitti; Willoughby'nin davranışları muhtemel eniştesinin davranışları karşısında gayet çarpıcı bir zıtlık oluşturuyordu.

Karşılaşmanın ilk şaşkınlığını ve sorularını takip eden kısa bir sessizlikten sonra Marianne Edward'a doğruca Londra'dan gelip gelmediğini sordu. Hayır, on beş gündür Devonshire'deydi.

"On beş gün!" diye tekrarladı Marianne, o kadar uzun süre Elinor'la aynı vilayette olup da onu daha önce görmemesine şaşırarak.

Edward, Plymouth'da birkaç arkadaşıyla birlikte kaldığını eklerken sıkılmış görünüyordu.

"Son zamanlarda Sussex'de bulundunuz mu?" dedi Eli-

nor.

"Bir ay kadar önce Norland'daydım."

"Peki o güzelim Norland ne durumda?" diye haykırdı Marianne.

"Güzelim Norland," dedi Elinor, "muhtemelen yılın bu zamanı ne durumda oluyorsa o durumdadır. Ormanlar da, patikalar da ölü yapraklarla kaplıdır."

"Ah!" diye haykırdı Marianne, "vaktiyle ne baş döndüren duygularla seyrederdim düşüşlerini! Nasıl mestolurdum yürürken rüzgarla etrafımda uçuşmalarına! Ne hayaller esinliyor o yapraklar, mevsim, hava el ele! Artık onları görecek kimse yok. Sadece dert görüyorlar onları, alelacele süpürüyorlar, olabildiğince göz önünden uzaklaştırıyorlar."

"Herkeste," dedi Elinor, "ölü yapraklara karşı senin tutkun yok."

"Yok; duygularımı pek paylaşan da yok, pek anlayan da. Ama bazen de oluyor." -Bunu söylerken birkaç saniyeliğine hülyalara daldı; -ama tekrar kendine gelip, "Hadi Edward," dedi, Edward'in dikkatini konuya çekerek, "Burası Barton vadisi. Etrafa bak ve mümkünse huzur bul. Şu tepelere bak! Benzerini gördün mü hiç? Solda Barton Park var, ormanların ve tarlaların arasında. Evin bir ucunu görebilirsin. Şurada, ihtişamla yükselen şu en uzaktaki tepenin altında kulübemiz var."

"Etraf çok güzel," diye cevapladı Edward; "ama bu çukurluk yerler kışın çamur oluyordur."

"Önünde böyle şeyler dururken nasıl çamuru düşünebilirsin?"

"Çünkü," dedi Edward, gülümseyerek, "önümdeki diğer şeyler arasında gayet çamurlu bir yol görüyorum."

"Ne kadar garip!" dedi Marianne kendi kendine, yürümeye devam ederken.

"Iyi komşularınız var mı? Middletonlar hoş insanlar mı?"

"Hayıı; hiç değil," diye cevap verdi Marianne, "daha talihsiz bir yere yerleşmiş olamazdık."

"Marianne," diye haykırdı ablası, "nasıl böyle söyleyebiliyorsun? Nasıl böyle haksızlık edebiliyorsun? Çok saygın bir aile Mr Ferrars; bize de en dostane şekilde davranıyorlar. Unuttun mu Marianne, onlar sayesinde az mı güzel gün geçirdik?"

"Hayır," dedi Marianne alçak sesle, "az ızdıraplı an geçirmediğimi de unutmadım."

Elinor bunun üstünde durmadı; dikkatini misafirine vererek, şimdiki evlerinden, evin imkanlarından bahsederek, ondan arada biı; bir soru bir cevap alarak onunla sohbet etmeye çalıştı. Edward'in soğukluğu ve ölçülülüğü şiddetli biçimde canını sıktı; bunaldı ve kızmaya başladı; ama davranışlarını bugüne değil, geçmişe bakarak belirlemeye karar verip sıkkın ya da keyifsiz görünmekten kaçındı ve ona akrabalığın gerektirdiğini düşündüğü gibi davrandı.

Mrs Dashwood onu görünce sadece bir an şaşırdı; Barton'a gelmesinin en doğal şey olduğunu düşünüyordu. Neşesi ve memnuniyet ifadeleri şaşkınlığından çok daha uzun sürdü. Edward onun tarafından en nazik şekilde karşılandı; utangaçlık, soğukluk, mesafelilik böyle bir karşılamaya direnemedi. Bunlar eve girmeden önce zayıflamaya başlamışlardı ve Mrs Dashwood'un cezbedici davranışları tarafından iyice yokedildiler. Gerçekten de bir erkek tutkusuna onu da dahil etmeden kızlarından herhangi birine aşık olamazdı; Elinor onun çok geçmeden kendisinden beklendiği gibi davrandığmı memnuniyetle gördü. Duygulan ailenin tümüne karşı canlanmış görünüyordu ve hallerine, hatırlarına olan ilgisi tekrar farkedilir hale geldi. Gelgelelim, neşeli değildi; evlerine iltifat etti, manzarasına hayran oldu, ilgili ve nazikti; ama yine de neşesi yoktu. Bütün aile bunu farketti; sebebin annesinin yasakçılığı olduğunu düşünen Mrs Dashwood tüm bencil anne babalara verip veriştirerek masaya oturdu.

"Mrs Ferrars'ın sizinle ilgili mevcut planları nedir Edward?" dedi, yemek bitip de ateşin etrafında toplandıkları zaman; "Yine zorla büyük bir hatip mi oluyorsunuz?"

"Haym Umarım annem politikaya girmek için sadece isteğim değil, yeteneğim de olmadığına inanmıştır."

"Ama nasıl şöhret olacaksınız? Çünkü bütün ailenizi memnun etmek için şöhret olmak zorundasınız; yoksa harcama eğilimi olmadan, yabancılara sempati olmadan, meslek olmadan, güvence olmadan, zor yani."

"Hiç öyle bir niyetim yok. Farklı olmak istemiyorum; olmayacağımı ummak için her sebebim var. Çok şükür! Zorla dahi ve hatip olacak değilim ya."

"Hırslı olmadığınızı iyi biliyorum. İstekleriniz hep ılımlı olmuştur."

"Çoğu insanın istekleri kadar ılımlı olduğunu düşünüyorum. Ben de herkes kadar mutlu olmak istiyorum; ama herkes kendi tarzında mutlu olun Büyüklük beni mutlu etmez."

"Hiç eder mi!" diye haykırdı Marianne. "Zenginliğin, ihtişamın mutlulukla ne ilgisi var?"

"İhtişamın pek ilgisi olmayabilir;" dedi Elinor, "ama zenginliğin çok ilgisi var."

"Utan Elinor!" dedi Marianne; "para sadece mutluluk verecek başka bir şey olmadığı zaman mutluluk verebilir. Yeterli gelirin ötesinde insanın ruhu söz konusu olunca hiçbir şey gerçek tatmin veremez."

"Belki," dedi Elinor gülümseyerek, "aynı nokta üstünde anlaşabiliriz. Senin yeterli gelirinle benim servetim çok benzerler galiba; dünyanın gidişatına bakılırsa onlar olmadan her tür dış konforun eksik olacağını ikimiz de kabul ederiz. Sadece senin fikirlerin benimkilerden daha asil. Peki, senin yeterli gelirin nedir?"

"Yılda bin sekiz yüz, iki bin kadar; daha fazla değil."

Elinor güldü, "Yılda iki bin! Benim için bin servet demektir! Böyle biteceğini biliyordum."

"Ama yılda iki bin gayet sıradan bir gelirdir," dedi Marianne. "Bir aile daha azıyla yaşayamaz. İsteklerimin aşırı olmadığından eminim. Hizmetçiler, bir ya da iki araba ve av köpeklerinden oluşan makul bir düzen daha azıyla sürdürülemez."

Elinor kızkardeşinin Combe Magna'da gelecekteki giderlerini böyle titizlikle saydığını duyunca tekrar gülümsedi.

"Av köpekleri!" diye tekrarladı Edward"Ama niye av köpekleri olsun? Herkes avlanmaz ki."

Marianne cevap verirken kızardı, "Ama bazıları avlanır"

"Keşke," dedi Margaret yeni bir düşünce ortaya atarak, "biri çıkıp her birimize büyük bir servet verse!"

"Ah keşke verse!" diye haykırdı Marianne, gözleri heyecanla ışıldayarak, yanakları böyle hayali bir mutluluğun keyfiyle yanarak.

"Bu dilekte herhalde hepimiz hemfikiriz," dedi Elinor, "servetin yetersizliğine rağmen."

"Ama hadi!" diye haykırdı Margaret, "ne kadar mutlu olurdum! Neler yapardım neler!"

Marianne o konuda hiç şüphesi yokmuş gibi baktı.

"Büyük bir serveti kendi başıma harcayacak olsam kafam karışırdı," dedi Mrs Dashwood, "bütün çocuklarım benim yardımım olmadan zengin olsalar bile."

"Evin tadilatıyla başlarsın," dedi Elinor, "ve bütün sıkıntıların hemen geçer."

"O durumda," dedi Edward, "bu aileden Londra'ya ne muazzam siparişler gider! Kitap, müzik ve resim dükkanları için ne mutlu bir gün! Siz, Miss Dashwood, her yeni güzel resim baskısının size gönderilmesi için genel sipariş verirsiniz -Marianne'e gelince, onun ruhunun büyüklüğünü biliyorum, Londra'da onu avutmaya yetecek kadar müzik yoktur. Ve kitaplar! -Thomson, Cowper, Scott; -hepsini tekrar tekrar alır; mevcut tüm kopyaları alır hatta, layık olmayan ellere düşmesinler diye; ona eski, eğri bir ağaca nasıl hayran olunacağını anlatan her kitabı alır. Almaz mısınız Marianne? Fazla alaycı olduysam beni bağışlayın. Ama eski ihtilaflarımızı unutmadığımı göstermek istedim."

"Geçmişin hatırlatılması her zaman hoşuma gitmiştir Edward -ister kederli ister neşeli olsun, geçmişi hatırlamayı severim -eski zamanlardan bahsederek beni gücendirmezsiniz. Paramın nasıl harcanacağı konusunda çok haklısınız. Hiç olmazsa bir kısmı -serbest param elbette müzik ve kitap koleksiyonumu geliştirmeye giderdi."

"Servetinizin çoğu da yazarlara ya da varislerine bağlanacak maaşlara gider."

"Hayır Edward, başka bir şey yapardım."

"Belki en sevdiğiniz özdeyiş için en iyi savunmayı yazan kişiye ödül olarak verirsiniz, yani, hayatta insan sadece bir kez aşık olur -bu konudaki fikriniz değişmemiştir sanırım."

"Kuşkusuz. Benim yaşımda fikirler gayet sabit olur Şimdi fikrimi değiştirecek bir şey görmem ya da duymam mümkün değil."

"Marianne her zamanki kadar kararlı, görüyorsunuz," dedi Elinor, "hiç değişmedi."

"Sadece eskisinden az daha ciddileşmiş."

"Aman Edward," dedi Marianne, "hiç beni kınamaya kalkmayın. Siz de pek neşeli sayılmazsınız."

"Niye öyle düşünüyorsunuz?" diye cevapladı Edward, iç çekerek. "Neşe hiçbir zaman karakterimin bir parçası olmadı."

"Bence Marianne'in de bir parçası değil," dedi Elinor; "ona pek öyle cıvıl cıvıl bir kız diyemem -yaptığı herşeyde çok, çok heyecanlı -bazen çok konuşuyor ve her zaman hararetle konuşuyor -ama genellikle gerçekten neşeli değil."

"Galiba haklısınız," diye cevap verdi Edward, "yine de onu her zaman neşeli bir kız olarak düşünmüşümdür."

"Bu tür hataları ben de kendimde sık sık tespit etmişimdir" dedi Elinor "bilhassa bir karakteri o ya da bu noktada yanlış tanımak bakımından: insanları olduklarından çok daha neşeli ya da ciddi, zeki ya da aptal sanmışımdır üstelik nedenini ya da yanılgının nereden geldiğini pek bilemem. Bazen insanların kendileri hakkında söyledikleri şeyler, sık sık da başkalarının o insanlar hakkında söyledikleri şeyler yanıltıcı oluyor insana düşünme ve karar verme fırsatı bırakmıyor."

"Ama ben de Elinor," dedi Marianne, "tümüyle başka insanların görüşleri tarafından yönlendirilmenin doğru olduğunu düşünürdüm. Kendi yargılarımızın bize sadece komşularımızın yargılarına tabi olsun diye verildiğini düşünürdüm. Sen hep buna inandın, eminim."

"Hayır Marianne, asla. Benim inancım asla aklın esaretini amaçlamadı. Etkilemeye çalıştığım şey sadece davranışlar oldu. Sözlerimin anlamını bulandırmamalısın. Ahbaplarımızın yanında daha dikkatli davranmanı sıkça içimden geçirmiş olmaktan suçlu olduğumu itiraf ediyorum; ama ne zaman onların duygularını benimsemeni ya da ciddi meselelerde onların yargılarına uymanı tavsiye ettim?"

"Kızkardeşinizi henüz genel adap planınıza ikna edememişsiniz," dedi Edward Elinor'a. "Hiç mi ilerleme sağlayamadınız?"

"Tam tersine," diye cevapladı Elinor, Marianne'e anlamlı anlamlı bakarak.

"Bu konuda," diye devam etti Edward, "benim düşüncem sizden yana; ama korkarım hareketlerim daha çok kızkardeşinizden yana. Kimseyi gücendirmek istemem, ama öyle aptal bir utangaçlığım var ki sık sık ihmalkar görünürüm, oysa sadece doğal çekingenliğim beni engelliyordun Sık sık, herhalde doğa beni mütevazi topluluklar için yarattı diye düşünmüşümdür; zenginlerin arasında hiç rahat edemiyorum."

"Marianne'in dikkatsizliğini mazur gösterecek utangaçlık gibi bir özrü yok," dedi Elinor.

"Kendi değerini yanlış bir utanca kapılmayacak kadar iyi biliyor," diye cevapladı Edward. "Utangaçlık o ya da bu şekilde aşağılık kompleksinin bir etkisidir. Davranışlarımın gayet rahat ve zarif olduğuna kendimi inandırabilsem utangaç olmam."

"Ama yine mesafeli olurdunuz," dedi Marianne, "bu daha kötü."

Edward dik dik baktı"Mesafeli! Mesafeli miyim Marianne?"

"Evet, bir hayli."

"Sizi anlamıyorum," diye cevapladı Edward, yüzü kızararak. "Mesafeli ha! Nasıl -hangi şekilde? Size ne söyleyeyim? Nasıl böyle düşünebilirsiniz?"

Elinor onun etkilenmesine şaşırdı, ama meseleyi gülerek geçiştirmeye çalıştı ve şöyle dedi, "Kızkardeşimi ne demek istediğini anlayacak kadar iyi tanımıyor musunuz? Kendisi kadar hızlı konuşmayan, hayran olduğuna kendisi gibi çılgınca hayran olmayan herkese mesafeli dediğini bilmiyor musunuz?"

Edward cevap vermedi. Ciddiyeti ve düşünceliliği geri gelip olanca ağırlıklarıyla üstüne yerleştiler -bir süre sessiz ve sıkkın bir halde öylece oturdu.

Elinor arkadaşının keyifsizliğini büyük bir rahatsızlık içinde gördü. Ziyareti ona çok sınırlı bir memnuniyet vermişti ve arkadaşı da bu ziyaretten pek hoşnut kalmışa benzemiyordu. Mutsuz olduğu açıktı; Elinor eskiden onda uyandırdığından emin olduğu aynı duygularla kendisini hala önemsediğini farkettirsin istiyordu; ama şimdiye kadar ilgisinin devam edip etmediği gayet belirsiz görünüyordu; ona olan davranışlarındaki mesafelilik bir önceki an daha duygulu bir bakışın söyler gibi olduğu şeyi ertesi an yalanlıyordu.

Edward ertesi sabah diğerleri inmeden önce kahvaltı odasında ona ve Marianne'e katıldı; ikisinin mutluluğunu elinden geldiğince artırmaya her zaman özen gösteren Marianne az sonra onları baş başa bıraktı. Ama merdivenin daha yarısını çıkmamıştı ki salon kapısının açıldığını duydu ve dönünce Edward'in dışarı çıktığını şaşkınlıkla gördü.

"Atlarıma bakmaya köye gidiyorum," dedi, "nasılsa kahvaltı daha hazır değil; hemen dönerim."

Edward yöreye hayran olma heyecanı içinde geri döndü; köye yaptığı yürüyüşte vadinin birçok kısmını görmüştü; kulübeden çok daha yüksek bir konumda olan köyün kendisi de civarın genel bir manzarasını veriyordu ve manzara son derece hoşuna gitmişti. Marianne'in ilgisinin kesin ol-

duğu bir konuydu bu; o görüntülere kendi duyduğu hayranlığı ifade etmeye ve özellikle dikkatini çeken ayrıntılar konusunda onu sorguya çekmeye başlıyordu ki Edward sözünü kesti, "Fazla soru sormamaksın Marianne -unutma, resim bilgim yoktur; ayrıntılara girersek cahilliğimle ve zevksizliğimle seni küstürürüm. Ben tepelere bayır derim, oysa sarp olmalı; yüzeylere tuhaf ve kaba derim, oysa düzensiz ve vahşi olmalı; uzak nesnelere göz görmüyor derim, oysa sadece puslu bir atmosferin yumuşak filtresi içinden belli belirsiz denmeli. Dürüstçe yapabileceğim şöyle bir tarifle yetinmelisin. Bence burası gayet güzel bir yöre -tepeler bayır, ormanlar güzel ağaçlarla dolu görünüyor, vadi sakin ve rahata benziyor -zengin çayırlar ve oraya buraya serpilmiş düzgün köy evleri var. Benim güzel yöre anlayışıma tastamam uyuyor -hatta kanımca resimsel de, çünkü sen hayran olmuşsun; kayalar ve burunlarla, eski yosunlar ve fundalarla dolu olduğuna eminim, ama ben bunlara dikkat edemedim. Resimden anlamam."

"Korkarım bu çok doğru," dedi Marianne, "ama neden bununla övünüyorsun?"

"Galiba," dedi Elinor, "Edward bir tür özentililikten kaçınayım derken başka bir türe düşüyor. Çoğu insanın doğanın güzelliklerine gerçekte duyduklarından daha fazla hayranlık duyuyormuş gibi yaptıklarına inandığı ve bu şişinmeden nefret ettiği için bu güzelliklere karşı gerçekte olduğundan daha büyük kayıtsızlık ve daha az ilgi duyuyormuş gibi yapıyor. inatçı ya, illa kendine ait bir özentisi olacak."

"Manzara hayranlığının," dedi Marianne, "sadece jargon olup çıktığı doğru. Herkes resimsel güzelliği ilk tanımlayan kişinin zevki ve zarafetine sahipmiş gibi yapıp öyle tarif etmeye çalışıyor onu. Ben her türlü jargondan nefret ederim; sık sık duygularımı kendime saklamak zorunda kalmışımdır, çünkü doğayı tarif edecek bir dil bulamamışımdır aşınmış ve tüm heyecan ve anlamını yitirmiş ifadelerden başka."

"İnancım o ki," dedi Edward, "güzel bir manzaradaki tüm hazzı gerçekten hissediyorsun söylediğin gibi. Ama bunun karşılığında ablan söylediğimden daha fazlasını hissetmediğimi kabul etmeli. Hoş bir manzarayı severim, ama resimsel ilkelerle değil. Eğri büğrü, göçmüş ağaçları sevmem. Uzun, dik ve sıhhatlilerse daha çok hayran olurum. Harap olmuş, döküntü kulübeleri sevmem. Isırganlara, devedikenlerine ya da kır çiçeklerine ilgim yoktur. Sıcak bir köy evi gözlem kulesinden daha çok hoşuma gider —derli toplu, keyifli köylüler alayı beni dünyadaki en şık haydutlardan daha çok mutlu eder."

Marianne, Edward'a hayranlıkla, ablasma acımayla baktı. Elinor gülmekle yetindi.

Konu daha ileri götürülmedi; Marianne düşünceli bir sessizlik içinde kaldı, ta ki yeni bir nesne ansızın dikkatini çekene kadar. Edward'in yanında oturuyordu; Edward Mrs Dashwood'dan çayını alırken eli öyle yakınından geçti ki parmaklarından birinde ortasında bir tutam saç bulunan bir yüzük çok dikkat çekici göründü.

"Daha önce yüzük taktığınızı görmedim Edward," diye haykırdı. "Bu Fanny'nin saçı mı? Size saç sözü verdiğini hatırlıyorum. Ama onun saçı daha koyu sanırdım."

Marianne gerçekten aklına geleni pervasızca söylüyordu -ama Edward'i ne kadar tedirgin ettiğini görünce düşüncesizliği yüzünden duyduğu sıkıntı onunkini geçti. Edward kıpkırmızı olmuştu; Elinor'a bir anlık bir bakış atıp şöyle cevap verdi, "Evet, ablamın saçı. Bilirsiniz, montürü her zaman farklı bir ton verir."

Elinor onunla göz göze geldi; o da utanmış görünüyordu. Saçın onun kendi saçı olduğunu o an o da Marianne kadar kesin bir biçimde hissetti; ulaştıkları sonuçlar arasındaki tek fark şuydu, Marianne saçın ablasının verdiği bir armağan olduğunu düşünüyordu, Elinor ise saçın ondan habersiz aşırılmış ya da bir numarayla elde edilmiş olması gerektiğini biliyordu. Öte yandan, buna gücenecek ruh halinde değildi; olan bitene dikkat etmemiş gibi yaparak, hemen başka bir şeyden bahsetmeye başlayarak saça bakmak ve kendi saçının tonu olduğundan emin olmak için her fırsatı değerlendirmeye koyuldu.

Edvvard'ın rahatsızlığı bir süre devam etti ve daha derin bir dalgınlık içinde sona erdi. Bütün sabah hayli ciddi davrandı. Marianne söyledikleri için kendini şiddetle azarladı; ama ablasını ne kadar az gücendirdiğini bilse kendini daha çabuk affederdi.

Continue Reading

You'll Also Like

10.3K 419 19
Cesur yeni Dünya bizi 'Ford'dan sonra 632 yılına' götürür. Bu dünyanın cesur insanları kapısında "Cemaat, Özdeşlik, İstikrar" yazan Londra Merkez kul...
DOĞUŞ By 🦊

Science Fiction

1K 645 8
okuyuculara gerçekten ben insanmıyım sorusunu sorrduracak HARİKA BİR KİTAP...
13.6K 564 9
Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı eserinde Petrov, 20'nci yüzyılın başında Finlandiya'nın Rusya'ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini tüm yönleriyle...
3.6K 202 15
Tanzimat Edebiyatı'nın belki de en önemli ismi olan Namık Kemal, günümüzde "Vatan Şairi" lakabıyla hatırlanır. Bu lakabın sebebi, Namık Kemal'in eser...