Gül KOZASI

By 0Astrolojik

892K 53.3K 22.7K

"Demez mi anası, topallığına bakmadan benim kızıma göz koymuş diye? Der. Bu konuyu bir daha açma anne." *****... More

1.Bölüm
2.Bölüm
3.Bölüm
4.Bölüm
5.Bölüm
6.Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
bölüm değil
39. Bölüm

15. Bölüm

21K 1.3K 392
By 0Astrolojik

   Hatalar, kusurlar varsa affola.

Hoş geldiniz sevgili Çalılar ve Kakırcalar.

🍁🍁🍁🍁🍁🍁🍁🍁🍁🍁🍁🍁🍁

Yanyana sandalyelerde oturmaya benzemiyordu yerde dizdize değerek oturmak. Sancak'a karşı olan öfkemin ilk nedeni gelir gelmez kolumdan çekiştirerek beni baba yurdumdan kovması, ikincisi ise; durmaksızın bana çarpmaya çalıştığı laflardı. Öyle ezik büzük saf biri olmak damarlarımda akan kana ihanet etmek demekti ve benim o kana ihanet etmeye niyetim yoktu.

Feride teyze çok güzel yemekler hazırlamıştı tam önümde duran boş tabağa zeytin yağlı dolmayı alıp kenarına yoğurt bıraktığım sırada Sancak'ın sol elini peçeteye sildiğini gördüm. Peçete yerdeydi, sofra bezine değmiyordu ve beyaz peçetenin bir kısmında kan vardı.

"Eline ne oldu?" dedim küslüğümü bir müddet rafa kaldırarak.

"Hani küstün sen bana Çalı hanım?" dedi sorar gibi. Sabahtan beri ilk kez gözlerine bakarak ve direkt ona hitaben cümle kurmuş olmam hoşuna  gitmiş olacak ki dudakları kıvrılır gibi oldu.

"Küsüm," dedim yerdeki peçeteye hala bulaşmakta olan kana bakıp. "Ama eline ne olduğunu merak ediyorum." Küçükken düşme pahasına beni ağaçtan indiren çocuğa duyduğum minnetti sanırım bu ya da eline olan seyden sonra bile bizimle kalmaya devam etmesi. 

Feride teyze ve Ayşe telaşla Sancak'ın eline bakarken kıyamadıkları çok belli oluyordu. "Sancak çok mu derin oğlum?" Annesinin korku kokan sesine inat onun sesi sapasağlamdı.

"Abi bakayım," dediğinde Sancak elini gösterdi umursamazca. "Abi nasıl becerdin gerçekten?"

"Küreğin tahta sapı çatlamış," dedi. Bizim bahçede ve bizim kürekle yaralamıştı elini. Birilerinden sırf bu yüzden yardım almaktan hoşlanmıyordum. Yıllarca evdeki iğneden ipliğe dek her şeyin parasını ödemiş, bozulan prizleri, pencere fitillerini, akıtan musluğu kendim halletmiştim; Sancak'ın elinden akan kanın sorumlusuymuş gibi hissettim o anda. Yerdeki peçeteye bastırdığı elini kavradım ve göz hizama getirdim.

Baş parmağının uç kısmı yarılmış, yarılan yerden kan çağıldıyordu teninin üzerine. Kalbime aniden çöken sızı kaburgalarımı yararak dudaklarımda hayat buldu.

"Beceriksiz," dedim gözlerimi gözlerine değdirirken. "Gelmemeni söylemiştim sana. Al işte mutlu musun? Ben yaparım demiştim."

Sancak yalnızca bana bakıyordu. O kadar sessiz bakıyordu ki gözleri, sanki göz bebekleri çığlık çığlığaymış fakat işiten olmayınca susmuşlar gibiydi. Baş parmağındaki kesik gayet derindi ve o kestiği sırada tek ses bile çıkarmayarak işine devam etmiş olması ruhumu söküyordu yerinden. Onlara zaten borcumuz vardı manevi olarak, üzerine bir de bahçeyi çapalamaya gelmesi borcun altında ezilmeme neden oluyordu.

"Her yerinde kıymık olmuş," dedikten sonra onun duyabileceği sesle "Kalın Kafalı," dedim.

"Barıştın mı küsenç?" dedi az önceki sorumu yanıtsız bırakarak. Dudakları sanki hâlâ kıvrımlı duruyordu ya da bu benim sanrımdan fazlası degildi.

"Barışmadım," dedim yerdeki peçeteyle elinden akan kanı silerken. "Anneme söz verdim ben," dedim bir anda. "Sözü tutmam için seninle konuşmamam gerekiyor."

Sancak'ın bakışları kısıldı merakla. Kahve gözlerinin içinde bulunan kızıl nokaları ilk kez farketmenin verdiği yabancılıkla incelerken, onun bakışları benden anneme kaydı hemen.

"Fatma yenge," dedi ama gerisini nasıl getireceğini bilmiyor gibiydi daha çok.

"Siz iyisi mi fazla konuşmayın Sancak," dedi annem. Hem bana hem Sancak'a kıyamıyordu besbelli. Her ikimizinde kırılmasına razı gelmediğinden bu mesafenin her ikimiz için sağlıklı olduğunu düşünüyordu. "Geçinemiyorsunuz zaten."

"Yo," dedi gayet stabil tuttuğu ses tonuyla. "Biz öyle anlaşıyoruz."

"Kakırca, Dağ Ayısı, Hönküren Boğa, Çalı Süpürgesi ne kadar güzel bir anlaşma şekli," dedi Ayşe mümkünmüş gibi gözlerini daha da irileştirerek. Temiz peçetelerden birini dikey olacak şekilde dörde katladım ve yarığın olduğu yere sardım daha fazla kan akmasın diye.

"Hönküren Boğa mı?" dedi Sancak tıpkı geçen yıl bizim çardakta kahvaltı ederken güldüğü gibi. Erkeklere gülmenin yakışmadığını kim söylüyorsa kesinlikle yanılıyordu. Sancak'ın gülerken kısılan badem şeklindeki gözleri, göz çevresinde olan iki ufak çizgisinin belirginleşmesi, adem elmasının belirginleşmesi gayet güzel duruyordu. "Hönküren Boğa'yı ilk defa duyuyorum. Demek arkamdan konuşuyorsun."

"Ne münasebet! Yüzünede söylerim ama annemle Feride teyzenin kalbi kırılıyor." Elimde duran elini bıraktım sofraya döndüm yeniden. Herkesin suratında saklamaya çalıştığı kahkahaların budanmış halleri vardı.

"Kırılmasın kalbiniz, biz böyle anlaşıyoruz." Sancak gerçekten diş dişe kavga etmek için alfa bir kurt gibi can atıyordu gözlerindeki parıltıyla.

Ona tımarhane kaçkını gibi bakarken İlber abi söze koyuldu.

"Siz buna anlaşmak mı diyorsunuz?"

"Ben demiyorum abi," dedim İlber abiye bakarak. "Ben Kakırca falan olmak istemiyorum. Çalı Süpürgesi, Çalı Çırpısı, Tosbağa eh kim bilir daha neler ekleyecek yaz boyunca."

"Küssün yani hala?" dedi soran gözlerle Sancak. Feride teyze ile bakışlarımız çakıştığında gözlerini benden kaçırdı ufak bir tebessümle. Sonra aynı durgun bakışı Turgut amca ve Ayşe'de de yakaladığımda kendimi oldukça tuhaf hissetmiştim. Sanki hırsızlık yaparken yakalanan çocuğun bakışlarının korkaklığı sinmişti irislerime. Tenimi ürperten bir bakışmaydı Feride teyze ile olan bakışma ama zerre kızgınlık yoktu gözlerinde. O çok sakin, ılımlı bir kadındı.

"Küsüm." Mesafeli olmak kahretsin ki bir tek benim elimde değildi. Sancak istediğini almadan bırakmayacak biriydi bunu geçen yıldan ve çocuk Sancak'tan biliyordum. Mesafesizliğin kalbimin tabanına ördüğü kaygan zemine çakılmaya niyetim yoktu. Onun gözlerinin deli yangını kendini bile yakabilecek hoyratlığın elçisiydi.

"Pis küsenç!" Sol elinin baş parmağına doladığım peçetenin gevşediğini farkettim. Kanı yine peçeteye bulaşmış ve oradan da elinin içini kızıl sularla süslemişti. Sofra bezinin üzerinde duran ekmeği sağ eliyle yerden destek almaya çalışarak parçalamaya çalıştığı sıra elindeki ekmeği aldım, ufak ufak parçalar haline getirdim bir kısmını.

Ona baksamda bana gayet dikkatli baktığını ve ailesinin ara ara bize döndüklerini hissedebiliyordum.

"Sen ekmek yemiyor musun, Gülseli?" dedi Feride teyze. Ekmekleri, yerden otuz santim kadar yüksekte olan tahtanın altında parçalayıp Sancak'ın önüne bıraktığımdan kimse ekmeğe dokunduğumu görememişti.

"Ben bu ekmekten yiyemiyorum Feride teyze."

"Kendiniz mi yapıyorsunuz hâlâ ekşi mayalı ekmeği?" Tüm mesafelerin,  birbirimiz olmadan geçirdiğimiz yılların ölçümüydü bu soru. Yıllarca birlik yaşamış insanlar sonradan nasıl ayrı kalabilmişlerdi akıl alır gibi değildi ama öyle olmuştu. Zamanın tüm kum taneleri kaderimizin yalnız kalmış yanlarına serpildiğinde ruhlarımız erişemeyeceğimiz karanlık bir sokağın sapağındaydı kuşkusuz.

"Babam hiç sevmezdi satın alma ekmeği ondan alışkanlık etti heralde." Annem, sırf babam satın alma ekmeği sevmiyor diye yıllarca evde ekmeğini kendisini yapmıştı. Babamdan sonrada bile hiç bırakmamıştı bu adetini.

"Geçen sene de Sancak'ın canı çekmiş nereden geldiyse aklına. Biz çoktandır yapmıyoruz." Annem, Feride teyze ve Yeliz teyzem bir anda bu konu hakkında konuşmaya koyuldular. Geçen yıl her gün ekmek yapmış gitmeden de son yaptığım ekmeği Sancak'ın benim için getirdiği sepetin içine bırakmıştım ziyan olmasın diye.

Yemek faslı nihayete erdiğinde hem midemin dolması hem sabahtan bu yana durmadan toprakla meşkul olmak uykumun gelmesine neden olmuştu. Ayşe ile onların mutfakta çayı hazırlayıp yeniden çardağa geçtik. Sancak'ın eline batan kıymıklar için cımbız, iğne, kolonya, yarabandı ve peçete de almıştım bir poşetin içine.

"Abim şimdi yine barıştın mı diye soracak." Ayşe çaydanlığı taşırken bende peşinden çay tepsisini götürüyordum. "Dağ Ayısı bana iyi gelmiyor Ayşe'm."

"Abim ayı değil. Olsa olsa benim yakışıklım olur."

"Yakışıklı görmesek yutturacaksın." Yalandı. O, koyu renkli gözlerinin içine sakladığı kıvılcımlarla ateşe benzeyen bir adamdı; yakıp küllerinizi uçurumun sonsuzluğuna uğurlayabilirdi. Külleri savrulmuş ruhların parçalanmış çiçekleri yeniden tohum veremezdi. Ve fakat Sancak yalnız ruhunuzu derinlerinden sökmez yakar, savurur, tohumlarınızı dibe gömerdi. Bunları düşünmemin nedeni hissiz bakan gözleri, zehir saçan sözleriydi.

Çardağa geçtiğimizde Feride teyze Sancak'ın eline bakmak istiyor fakat Sancak mühim olmadığını savunuyordu.

"Kanıyor mu hâlâ?" dedim Sancak'ın yanındaki boşluğa ilişirken. Elimde tuttuğum ecza poşetinin içinden cımbız ve iğneyi çıkardım suçluluk hissiyle. Eminim küreğe her vuruşunda bacağınıda fazlasıyla zorlamış fakat elindeki kan daha arsız çıkarak ağrının önüne geçmişti. "Elindeki kıymıkları alacağım."

"Acımıyor," dedi sol elinde duran kanlı peçeteyi değiştirirken. "Acıyıp acımadığını mı sordum? Kıymıkları alacağım dedim."

"Küsken o kıymıkları daha derine itersin sen. Barıştıysan çıkar," dedi yüzüne oturttuğu gülümsemeyle. Kırmızı dudaklarını yüzüne askılaması bir romanın son sayfasında son cümlesinin sonuna iliştirilmiş üç noktaydı. Devamı olmayan ama devamının gelmesi beklediğin bir son...

"Özür diledin mi benden? Dilemedin. Niye barışayım? Deli miyim ben her gün bana Kakırca diyen bir adamla barışacak?"

"Kakırcalara Kakırca denir, eh Tosbağa kadar yavaş olduğun içinde Tosbağa demem normal, Çalı Süpürgesi gibi saçların var niye demeyim değil mi?" Dün benim yaptığımın aynını bana yapıyordu utanmadan. Onunla gülmek güzelken bile korkutucuydu devamlılığını bilmediğimden. Bugün mükkemmel davranabiliyorken yarın kızabilir ve gülümsemesi bağımlılık yapabilirdi nikotinin ciğerlerle olan öldürücü alışkanlığı gibi.

Çıkardığım ne varsa poşetin içine atıp demlikten bardaklara çay döken Ayşe'nin tarafına döndüm milletin gülüşme sesine daha fazla katlanmamak için. Annem, Turgut amca, Yeliz teyzem ve hatta İlber abi bile gülüyordu.

"İlkokul çoçuğu, senin yüzünden beni ciddiye almıyorlar." Sırtım ona dönük olsa da beni duyabildiğini biliyordum.

"Sen bana dün olduğu gibi cevap versen herkes ciddiye almaya devam edecekti ama küssün." Sancak'ın eğlence anlayışı buydu işte, benimle kafa bulmak.

Çayları doldurup herkesin çayını çay tabaklarına koyduktan sonra uzattım Ayşe mutfaktaki kuruyemiş kaselerini getirirken. Tepsi Sancak'a çok yakındı, zaten aynı yerde oturuyor olduğumuz için uzatma gereği duymadım. Demli bir bardak ince belli çaya bir kaşık şeker atıp karıştırdım çözünene dek, ufak bir girdap oluşturdu demli çay ve üzerinde iki baloncuk. Bir yudum içtikten sonra çay tabağına geri bıraktım.

Ayşe elindeki kaseleri birer birer dağıttıktan sonra karşıma oturdu yüzüne gelen güneş ışığına kırpıştırdığı gözlerle bakarken. Turgut amca aceleyle bir bardak daha çayı yudumladı herkesten evvel ve ikindi ezanı okunmadan önce camii'nin yolunu tuttu. Feride teyze anneme köyde bir hafta kadar önce ölmüş birinden söz ediyor üzüntüsünü hem diliyle hem gözleriyle sergilemeyi ihmal etmiyordu.

"Gencecik çocuk öldü trafik kazasından. Annesi perişan, nişanlısı perişan." Sancak önünde duran çaydan büyükçe bir yudum aldığında gözlerim şaşkınca aralandı.

"O benim çayım." Sessizce sarf ettiğim kelimeyle elindeki çayı bir kez daha dudaklarına yaslayarak bir yudum aldı. "Kim demiş? Bak ben içiyorum."

"Şu an onu içiyor olman onu senin yapmaz." Elindeki bardağı aldım ve sırtımı yasladığım korkuluğa yüzümü döndüm, bir yudumcuk kalmış çayı toprağa boşalttım. "Onu içmiştim ben."

"E, ne olmuş içmişsen?" Bir bardağın ufacık kenarlarını onun dudaklarının kızılıyla paylaşmak bilmeden bile olsa korkutucuydu.

"İğrenirsin diye söyledim. Yani bence iğrenç bir durum." Suratıma düz düz bakarken iltica eden hücrelerimin her biri şaha kalkıyordu. Bakışlarındaki kızıl tutamlar dudaklarıma indiğinde kendi dudaklarını ıslattı pembe olduğunu gördüğüm diliyle. Kızıl dudakları daha fazla renklenmiş onun sert hatlara sahip suratına zıtlıkta çekici bir hava katmıştı.

İki temiz bardağa yeniden çay döküp birini ona uzattım. O sırada annemler hala ölen kişinin ailesinin üzüntüsünden söz ederlerken Sancak elinde tuttuğu bardakla konuşmaya girişti.

"Kazadan sonra yaşasaydı bin kere ölecekti. Bir kere öldü kurtuldu işte. Nişanlısıyla kavuşmakta öbür tarafa kaldı." Sesine gizlenmiş ruhsuz tonlamanın kanı irislerinden annesinin gözlerine süzülüyor gibiydi. Feride teyze suratına okkalı bir tokat yese bunca acınazdı belki canı ama oğlunun kurduğu cümleyle aralık duran dudakları kapandı.

"İmtihan dünyası burası oğlum," dedi teyzem. "Kimin başına ne geleceği bilinmez."

Annem içtiği bir bardak çayın üzerine yatay olacak şekilde çay kaşığını kapadı. "Kesenize bereket Feride. Eline sağlık Ayşe," dedi Feride teyzeye kalkması için işaret ederken. Annem Feride teyze ile Sancak'ın bakışmasına son vermek istiyordu.

"Baş sağlığına gideceğiz biz. Siz için çaylarınızı." Annemler yerlerinden doğrulup çardağın merdivenlerinden inerlerken Sancak hala annesinin kalktığı yere bakıyordu bomboş gözlerle.

İlber abinin son derece durgunlaşan suratı, Ayşe'nin elini sürmediği çayı, benim ise Sancak'a olan öfkem vardı. Hala kanayan parmağına doladığı peçeteye bulaşan kızıl uğursuzluğun kokusunu duyumsuyordum. Konuyu dağıtmak için elinde duran kanlı peçeyi çektim içim sızlayarak.

"Çok kanıyor. İstemesen bile bakacağım."

İrislerini düşürdüğü boşluktan kaldırarak bana yönlendirdiğinde bakışlarım elime kaydı suratındaki acımasız tondan nefret ettiğim için. Geçen yıl buraya geldiğim zaman tam bu bahçede bana bağırdığı anda ki bakışı yüzünü etkisi altına almıştı.

Cevap vermedi.

Yalnızca bana baktı uzun bir süre.

Ecza poşetinin içine attığım malzemeleri bağdaş kurduğum dizlerimin üzerine döktüğümde Ayşe'nin önünde duran kuruyemiş kasesinin içinden fıstık aldığını ve açmaya çalıştığını farkettim. Bir süre fıstıkla güreşe giren parmakları beyaz bayrak sallayarak elinde tuttuğu avını kaseye bıraktı.

"Tırnaklarımı çok derinden kesmişim," dedi onu izlediğimi farkettiğinde.

"Aman kılıç yarası mübarek," dedim dalgaya alarak.

"Sanki çok kılıç yarasında gördünde, Bitli," dedi suratını buruşturarak.

"Sus, Pire Torbası seni." Bu dediğime gözlerini yuvalarından fırlatacakmış gibi bakarken gülmemek için suratını çevirdi.

"Ne o, şimdi de dişisini etkilemeye çalışan Arizona Kertenkelesi mi oldun?" Sancak annesi gittikten sonra ilk kez insani bir tepki verdiğinde İlber abiyle kahkahaları birbirine karıştı. Ayşe ise bana intikamını almayı aklına kazımış savaşçı gibi bakıyordu.

"Bit torbası," dedi çayından bir yudum alırken. Kuruyemiş kabuklardan bir kaç tanesini avuçlayarak yüzüme fırlattı. Suratıma yediğim kabuklarla dudaklarım aralandı, gözlerim irice açıldı ve şokla Ayşe'ye döndüm. "Bir de bayıl istersen Feriha," diyerek dalgasını iyice geçti.

"İntikamım çok acı olacak Pire Torbası. Bunu yaptığına çok pişman olacaksın. Bir de okumuşta koskocaman öğretmen olmuş. Hiç yakışıyor mu?" Cık cık cık diye diye dudaklarımı büzüştürdüm.

Sancak'ın elini avuç içime çekip kanayan yeri temizledim ve üzerine bir bant yapıştırdım dikkatle. Elinin içinde birden fazla kıymık, ruhunda ise binlerce yara bere vardı bu adamın artık emindim. Elimdeki cımbızla batan kıymıkları çıkarırken ılık nefesi yüzümü yalıyor bu sayede gözlerinin sıklıkla bana değdiğini anlıyordum. Bir yudum çay içmek için bardağıma uzanacağım sıra elimin içinde duran elini dizlerimin üzerine bırakıp çaya uzandım. Sancak, İlber abiyle olan muhabbetine o sıra ara verdi ve benim gözlerimi neşeyle parlatacak bir şey gördüm.

İlber abi açtığı fıstıkları Sancak bana döner dönmez Ayşe'nin kuruyemiş kasesinin içine bıraktı ve hiç ummadığım ikinci şeyi yaptı; göz kırptı. Sancak'a belli etmemeye çalışarak Ayşe'ye kirpiklerimin altından baktığımda dudak kıvrımlarına yerleşen memnuniyeti soludum. Başını belli belirsiz salladı ve açılmış fıstıklardan birini eline aldı. Bunu gördüğümü kesinlikle belli etmek niyetinde değildim elbette o yüzden hemen dizimde duran eli yeniden avcun içine alıp ince uçlu bir iğneyle derisinin dibine sokulmuş kıymıkları kaçtıkları yerden çıkarmaya koyuldum.

"Acımıyor değil mi?"

"Acıyor."

"Acısın, çok acısın." dedim fısır fısır. Bu adam cin biberi kadar acıydı gerçekten.

İlber abi hiç ummadığım bir anda, "İstanbul'da mı çalışmak istiyordun Ayşe?" dedi. Ses tonuna yatmış uyuklayan merakı her birimiz solumuştuk elbette. Sancak'ın kız kardeşini kısıtlayan bir bakışı ya da İlber abiye ters bir hareketi olmamıştı. Gıcıklığı tek banaydı.

"Anadolu yakasında oturuyoruz biz. Karşıtaraftan iş bulmuştum. Çalıştım bir süre ama sabah altı gibi çıkıp aksam dokuz buçuk gibi dönebiliyordum. Abime yük olmayım derken daha çok uğraşması gerekince bırakmak zorunda kaldım."

"Özel bir kurumdu yani."

"Malesef öyleydi."

Sancak çayından bir yudum alırken Ayşe'ye kıyamayan gözlerle baktı. Bir abi, bir baba şefkati yatıyordu kardeşine bakarken gözlerinde. "Orada çalışma dedim dinlemedin beni."

"Boş yere okumuş olmak istemiyorum. Hâlâ sen alıyorsun her şeyi bana. Bunun böyle olmasını istemiyorum."

"Canım istiyor alıyorum. Sana ne?" Kardeşiyle eğlenir tonda konuşurken gözünü kırpıp başını salladı hesap sorar gibi.

"O zaman bilgisayarımı değiştirir misin bu ay?" Ayşe parlayan gözlerini abisine diktiğinde az evvel ki ciddiyetin zerresi kalmamıştı yüz hatlarında ve iri gözlerinde. Avını yakalayan kedinin mutluluğu dudaklarını pervasızca süslüyordu.

"Yok devenin nalı," dedi Sancak gülüşünü eski defterlere kapatmadan. "Başka arzun var mı?"

"Yok benim yakışıklı abim. Tek bunu istiyorum. Söz bak iş bulur bulmaz borcumu öderim. Ya da evlenirken karına koskocaman bir bilezik takarım."

"Bileziği bana mı takacaksında ikna olayım?"

Ayşe dizlerinin üzerinde abisine doğru ilerleyip kollarını sardı. "Hadi beni yakışıklı abim. Alt tarafı bir bilgisayar." Hem öpüyor hem de gülüşe gülüşe isteklerini sıralıyordu.

Sancak kendine sarılan kardeşine kolunu sardı, tek eli hâlâ avucumdaydı onları öyle görünce serbest bıraktım rahatça sarılabilsin diye. Ayşe uzaklaşmadan Sancak dudaklarını kardeşinin alnına bastırdı ve öptü.

"Tamam geldik Ayşe, inebilsin."

"Ne?" dedi abisinin omzuna koyduğu kafasını kaldırıp bakarken.

"Yağcılar durağındayız. İn hadi."

Sırf doyasıya sarılabilmek için bile bir kardeş istemiştim ama annem ve babam benim için bile senelerce uğraşmışlardı.

"Alalım Kastamonu'ya inince," dedi Sancak sımsıcak bakan gözlerini kardeşinden çekmeden. Bir babanın verebileceği şefkat dilinden kolayca dökülüveriyordu.

Biraz daha çay içip İlber abi ve Sancak'ın çekişmeli sohbetiyle gülüştükten sonra kendi bahçemize geçtik. İlber abi ile beraber fideleri gün batımında dikmeye koyulduğumuzda Ayşe homurdanarak geldi yanımıza.

"Hani haber verecektin, beraber yapacaktık. Niye haber vermedin?"

"Yoruldun diye kıyamadım."

"En eğlenceli kısmı burası zaten." Yumuşamış toprağı parmaklarıyla açıp kabın içindeki fidelerden birini çekip çıkardı. "Domatesi en çok güneş vuran yere dikelim. Biberleri diğer tarafa, patlıcanları da en az güneş vuran tarafa dikelim. Acıyor burada güneşte çok kalınca."

İlber abi tam güneşin değdiği noktaya diktiği patlıcan fidelerine baktı umutsuzca. "Ben bir kaç tane patlıcan dikmiştim aslında ama sökerim."

"Olur. Sök."

Ayakta dikilmiş birbirlerine bakarken ne konuşacağını bilemeyen parkta karşılaşmış iki çocuktan farksızlardı.

"Ayşe siz İlber abiyle patlıcanları dikin o zaman. Ben domates fidelerini dikerim."

"Olur," dediler aynı anda. Onlardan en uzak noktaya geçip kendilerine alan tanıdığımda içim biraz daha rahatlamıştı.

Ayşe, turuncu hortumdan akan sakin suyu toprağa gezdirdi hemen sonra fidelerden birini alıp eşelediği yere yerleştirdi. İlber abi dikkatle nasıl yaptığını anlamak için odaklanmış halde bakıyordu ama her nedense yardımcı olacak bir girişimde de bulunmuyordu.

"Toprağı biz ıslatır mısın?"

"Tabii," dedikten sonra yeniden göz göze geldiler. "Anlıyorsun topraktan?" derken aslında merakını gidermeye çalışıyordu.

"Küçüklüğümüz burada geçti bizim. Anlamak değilde sevmek. Büyüdükleri zaman mutlu ediyorlar."

Onlar bir sırayı dikene kadar ben ikinci sıraya geçmiştim bile. İlber abi durmaksızın sorular sorarak Ayşe'yi işinden alıkoyuyor kendisiyse yalnızca hortumu tutuyordu. Güneş tepelerin ardına saklanırken bayıra çıkmaya başlayan koyunlar meleyerek tepelerin ardından belirdi.

Ayşe eğildiği yerden eline bulaşan çamurları yere silkeledi gelişi güzel hâlâ İlber abinin elinde olan hortuma doğru uzattı ellerini. İlber abi ise toprağa tepeden dökülen suyun her ikisinin ayaklarına toprakla beraber sıçradığını farkedince yere yaklaştırdı rahatça yıkayabilmesi için.

"Annem akşam yemeği hazırlamıştır gideyim ben," dedi Ayşe.

Turuncu hortum bir anda İlber abinin elinden yeri boylayınca dikkatim giderek her ikisine daha fazla yoğunlaşıyordu. "Bekler misin bir dakika?" dedi İlber abi bahçe duvarlarının gerisine parkettiği arabasına doğru ilerlerken. Gidişide gelişi kadar ani olmuş ve elinde tuttuğu beyaz, yoğun nemlendirmeye sahip kremle geri dönmüştü.

"Ellerini uzat," dedi kremi kutusundan çıkarırken. Ayşe de uysal bir kız çocuğu gibi uzattı ellerini. İlber abi kremi Ayşe'nin ellerinin kemikli sırtına sıktı. "Bugün toprakla çok temas ettin," dedi açıklama yapar gibi.

"Teşekkür ederim," dedi Ayşe ve sonra gitti.

"Ne kadar kibar bir beysiniz siz öyle."

"Kaba olmak hamurumda yok," dedi göz kırparak.

Akşama o kadar yorulmuştum ki yemek yedikten sonra direkt odama girdim. Gökyüzünü aydınlatan ay ışığını kısık sesli bir müzikle şenlendirdim. Gözlerime uykusuzluk bindiğinde daha fazla uyanık kalamayacağıma kânaat getirdiğimden müziği kapatıp oturduğum pencere kenarından yatağıma bir adım attım.

Tek kat cama değen taş sesiyle sırtımı döndüğüm pencereye çevirdim çehremi. Sancak uzun boyunun avantajını kullanarak işaret parmağını vuruyordu bu defa pencereme. Camı, evdekileri uyandırmamak için açtım.

"Gece gece beni mi özledin, Sancak?"

"Dayanamıyorum hasretinden Kakırca. Uyumadan gül yüzünü göreyim dedim." Alayla konuşurken yüzünü eciş bücüş bir hale sokmayı ihmal etmemişti. Gözlerinin kahvesi gece karanlığında simsiyah gözüküyordu.

"Beni özlemediğine göre derdin ne?"

"Aşağıya gelsen. Böyle pencere kenarında biri görürse yanlış anlar."

"Asıl gece vakti yapayalnız karanlıkta görürlerse yanlış anlarlar." Nefes alıp verirken giydiği keten, beyaz gömlek beden ölçülerini daha da gözler önüne seriyor, kalın dudakları aralanıp kapanıyor, bademe benzeyen gözleri kısılıyordu.

"Ayşe'yi çağıracağım o zaman. Az ötede bekler."

"Ya hu neden be adam? Gece gece gözüne çöp mü kaçtı? Biz küs değil miyiz ne konuşacağız?" Benden bu soruları beklediği çok açıktı. Dudaklarından yüzüme doğru sesli bir nefes üfledi. "Beş dakika sürmeyecek konuşmamız. Ben Ayşe'yi çağırıp geliyorum."

"Bırak uyusun kız. Yoruldu bugün. Sen de ne diyeceksen yarın dersin."

Elini uzattı pencereden içeri. Gözlerinde tuhaf bir mahcubiyet vardı. "Beş dakika gelsen aşağıya."

Pencereden inemem. Kapının olduğu tarafa gel. "Olur." Yüzünde yeni doğan bir güneş uyukluyordu.

Ses etmemeye dikkat ederek pencereyi kapayıp evin verandasına çıktım. Kastamonu bahar mevsiminde geceleri serin olduğundan hafif bir titreme sardı ancak evin önüne yürüyen Sancak'ı görünce belli etmemeye çalıştım. Uzun bacaklarını saran siyah pantolonu, keten gömleği ve tüm inatçı haline rağmen pişman gözleriyle karşımdaydı.

Merdivenleri aşıp yanına indim merakımı gizli tutarak. "Dinliyorum."

"Ben dün senin kalbini kırdım," dedi derin bir nefesi dudaklarından çekerken. "Baban istemezdi dedim ya hani, gerçekten istemezdi de ondan öyle söyledim."

Konu yine babama gelmiş benim yine öksüz tarafım titremişti. "Bahçeme girip beni evimden kovdun Sancak. Ne söyleme mi bekliyordun? Ah, afedersiniz haşmetlim tabii gideriz dememi mi? Tel çekmek istemem senin suçun."

"Benim suçum. Yine bahçeyi benim başıma koyup gideceksin diye kızdım." Buruklaşmış ses tonuna saklanan bilinmez tonlama kulaklarıma iliştiğinde gözlerimiz birbirine tutundu.

"Geçen sene giderken sökmek istedim ama hem vaktim yoktu, hem kıyamamıştım. Sana yük olacağını bilsem sökmek için bile olsa yeniden gelirdim emin ol."

Bir müddet durdu öylece yüzümü inceler vaziyette. Yutkundu. Yutkunurken adem elması hareketlendi tek düğmesi açık olan gömleğinin yakasına ilişti eli nefesini almasına mani olan şey diğer düğmelermiş gibi.

"Niye gittin?" dedi bir anda fakat sorduğuna pişman olmuş olacak ki gerisin geri dönüp buraya geldiği adımları söndürerek ilerledi. Oradan da kendi bahçelerine girmek niyetindeydi besbelli.

"Annem kolunu kırmış ben buradayken," dedim fısıltıyla. Benden işittiği cevapla ilerlemekte olan adımları kılıç gibi kesildi. Dudaklarımdan dökülenlere koşulsuzca inandığından ayak uçlarıma dek yürürken şafak söktü yüzünde. İrislerine gecenin karanlığını parlatan pırıltının altın tozları serpildi, can buldu yeniden dudakları.

"Haber bile vermedin."

"Geldim sizin eve ama yoktun. Namaz kılıyorsundur diye bekledim hatta bir süre ama İstanbul arabasını kaçırmadan gitmem gerekiyordu."

Kavisli kaşları birbirine yanaştı işittikleriyle. Annem İstanbul'da onca sene yaşamamıza rağmen hâlâ net olarak çözemediği birçok yeri, ulaşım araçları vardı. Ben olmadan zorlanır fakat buna rağmen kimseden yardım alamazdı. "Numaran da yoktu," derken onu ne kadar telaşlandırdığımı ancak şimdi farkediyordum. "Bir şey oldu sandım. Mezarlığa gittim. Merkeze indim. Sonra seni bahçede görünce sinirlendim ondan bağırdım."

"Geçen yıl beni bahçede gördüğünde de bağırmıştın. Gelecek yılda mı bağırarak karşılayacaksın beni? Ben arkadaş olduk sanmıştım buradan giderken. Senin için bir hediye bile getirmiştim ama vermekten vazgeçtim."

"Hiç mi vermeyeceksin?"

"Kendi ellerimle yapmıştım ama şu an vermek istemiyorum."

"Ne yaptın?" dedi merakı dudaklarından kulaklarıma yansırken.

"Söylemeyeceğim. Eğer bir gün gerçekten arkadaş olabilirsek o zaman veririm."

Gecenin tatlı esintisinde uçuşan uzun saçlarım ikimizin arasındaki boşluğa doğru savrulduğunda hiç ummadığım bir şey yaparak arkama geçti: "Saçlarını toplayayım mı?" Elleri başımın iki yanına uzandı ama dokunmadan öylece bekledi.

"Ben toplarım."

"Ben toplasam," dedi sesindeki sakura çiçeklerini uçuştururken.

"Olur," dedim kendimden beklemeyeceğim bir sakinlikle. İncitmemeye gayret ederek uçuşan saçlarımı sol avcuna hapsedip sol omzuma yatırdı. "Bileğindeki tokayı versene," diyerek boşta kalan elini uzattı.

Tokayı avuçlarıma aldığımda saçlarıma dokunmasının verdiği o tuhaf his parmaklarımı karıncalandırdı. Elindeki tokayı omzuma yatırdığı saçlarıma kavisli kaşlarını bir araya getirerek iliştirdi.

"Saçların hiç değişmemiş," dedi suratı karanlıktan mı, yoksa benim uykusuzluğumun verdiği etkiyle mi bilmiyorum buğulu bir resmin arka planıydı.

"Bitlendiğim zamandaki saçlarımdan mı söz ediyorsun."

Aniden gülümsemesi belirdi kirli sakallarla kaplı olan suratında. "Sen beni hiç hatırlamıyorsun değil mi Kakırca?"

"Çoçukluğumuzun bir kısmını hatırlıyorum ama sen daha iyi hatırlıyorsundur. Malum yaşlı olan sensin," diyerek yaşına vurgu yaptım bile isteye.

"Balık hafızalı pis Kakırca. Geçen yıl iyi bağırmışım demek ki unutmadın beni. Demek ki biraz kötü davransam hiç unutmayacakmışsın."

Saçlarıma annemden sonra en çok babam özen gösterir seve seve toplar, ucuna ucak bir örgü kondurur koklayıp güzel koktuğumu söylerdi. Sancak ise saçlarıma dokunan yabancı, fakat en tanıdık eldi. Onun gözlerine baktığımda şimdi bile benim için ağaç dalına çıkan o çocuğu görüyordum.

"Küs müsün daha benimle?"

"Küsüm."

"Barışsan benimle. Olmaz mı? Hatta özrüm kalıcı olsun diye istediğin bir şeyi yaparım."

"Üç şartım var kabul edersen?" dedim muzipçe. Hiç büyümeyen yanımın yanağından bir makas alarak kikirdedim.

"Tamam iste doyumsuz Tosbağa," dedi önce ama hemen sonra dudaklarını yeniden kapadı.

"Erik ağacınızın en tepesinde, en küçük dalda sarkan beş erik var onları istiyorum." Yüzü aniden suratına ışık tutulmuş tavşan gibi oldu bu isteğimle. "Bana iki kişilik bir salıncak yapmanı istiyorum. Bizim depoda babamın tamamlayamadığı bir salıncak var onu bitirsende olur." Bunları beklemediği çok açıktı ama sınırları zorlamayı seviyordum. "Ve son olarak bana Kakırca demeni istemiyorum."

"Son söylediğin olmaz Kakırca hiç zorlama. Üçüncü hakkını gizli tut ne zaman istersen kullanırsın."

"Ama olmaz öyle. O zaman yeterince barışmış olamam ki."

"Allah rahatlık versin Çalı hanım. Hadi gir eve bekliyorum." Ellerini cebine yerleştirdi benim son söylediğimi hiçe sayarak. Çehresinde beliren parıltılar loş yanan sokak lambasının faydasız ışığında bile belli ediyordu kendini.

"Çalıya dolan Sancak!" dedim verandanın merdivenlerini hırsla çıkarken.

"Olur. Dolanırım,"diyerek benimle dalga geçti.

Sancak ben kapıyı açarken arkamdan homurdana homurdana kendi bahçelerinin olduğu yöne yürümeye koyuldu. Bu gece olanlar tuhaftı. Geçen yıldan çok daha farklı davranıyordu. Odama kadar sessizce adımladım kimseye rahatsızlık vermeden. Karanlık odama vuran ufak ay ışığının etkisiyle onun gidişini izlemeye koyuldum. Erik ağacının yanından geçerken duraksadı, cebinden telefonunu çıkarıp flaşını açtı ve erik ağacının en tepesine çevirdi ışığı. Bu hareketi her nedense tebessümle doldurmuştu çehremi.

E bölümü nasıl buldunuz Kakırcalarım.

Continue Reading

You'll Also Like

37.6K 2K 24
.
246K 2K 44
Bol bol feels geçirmeye gelldiik Oy verenleri,yorum yapanları severim
47.3K 2.9K 33
ebrar karakurt & melissa vargas ship kitabı okumayan kalmasın EbGas kurgu kitabı
1K 125 23
"Han Jisung Lee Minho'dan ayrıldıktan sonra en büyük zorbası olur. "