sunya

By itsajuliet

405K 39.1K 14.8K

"Sana sıfırın bir değeri olmadığı söyleyen ahmaklara sakın inanma." 2016-2022 #bangtan More

•giriş•
•1•
•2•
•3•
•4•
•5•
•6•
•7•
•8•
•9•
•10•
•11•
•12•
•13•
•14•
•15•
•16•
•17•
•18•
•19•
•20•
•21•
•22•
•23•
•24•
•25•
•26•
•27•
•28•
•29•
•30•
•31•
•32•
•33•
•34•
•35•
•36•
•37•
•38•
•39•
•40•
•41•
•42•
•43•
•44•
•45•
•46•
•47•
•48•
•49•
•50•
•51•
•52•
•53•
•54•
•55•
•56•
•57•
•58•
•final•
-son söz-

•59•

1.1K 115 92
By itsajuliet


Nam Ji Soo ve onun dışında genelde GARAJ'a sürekli gelip giden insanlar, Hoseok'un ablasının düğününden sonra yine o eski püskü yapıda buluşmuştu.

Tamamen Bangtan'a ait bu yer, yabancıları pek sevmezdi. Zorbalar ve popülerlik yarışındaki lise öğrencilerinin en büyük beklentisi bir gün Bangtan'ın yakın arkadaşı olarak buraya gelmekti. GARAJ, onlara göre bir şeyin simgesiydi. Sanırım okuldakilerin benim buraya gelmeme şaşırması da hep bu yüzdendi.

Burada, kırık dökük tabelası, yan duvarındaki SUNYA yazısıyla, GARAJ'da hayal edeceğim son kişi Nam Ji Soo'ydu. Dış dünyaya sonradan katılmasına rağmen Yoo Geun bile buraya ait görünürken onun her şeyi eğreti duruyordu.

Oynanan oyunlarda, birlikte yemek yerken, sohbet ederken Jisoo'nun varlığını yok saymaya çalıştım, Eva "O senin ablan değil mi yani?" gibi sorularla canımı sıksa da aldırış etmedim. Çünkü biz hiç kardeş olmamıştık ve olmayacaktık.

Yooseul'ın aşırılıklarıyla Junghyun'u da arkasından sürükleyerek bizi hem mental hem de fiziksel olarak yaralayan o kazada ölümle, ayrılıkla bir kez daha yüzleştikten sonra kalbime sığdırabildiğim herkesi affetmeye çalışmıştım. Yooseul'ı, Bangtan'ı, Iseul'ı, Sora'yı... Ama en zoru annemi affetmek olmuştu. İçimdeki o öfkeli küçük kız bir yerlerde hala ağlayarak annemden nefret ediyor, bazen.

Gençken kendimizi buluyoruz, hepimiz yarın ölebiliriz ve hayatı güzel yaşamalıyız ama Ji Soo'yu affetmek? Hayır. O kadar da değil. Bugüne kadar kendinden nefret eden, dışlanan ve çöp olduğunu düşünen bir kız olduysam bunun en büyük sorumlularından biri de kalpsiz Nam Ji Soo'dur.

Annem, Ji Soo'nun babasıyla evlendiği ilk yıllarda çiftlik evine gittiğimizi hatırlıyorum. Ji Won ve arkadaşları çiçek bahçesinde Ji Soo'nun baktığı papatyaları oyun olsun diye ezmeye başladıklarında onları engellemek istemiştim. Bir grup çocuk, karşılarında gözlüklü ve ezik bir kız. Tipik, değil mi? Bu toplumu eğitmemiz gereken çok fazla konu var.

Karşı çıkmama sinirlenen Ji Won ve arkadaşları benimle alay etmeye başladığında Ji Soo da onlara katılmıştı. Bazen, sadece bazı anlarda biri size destek olsa kendinizi işe yaramaz hissetmiyorsunuz. Ji Soo bunu bana çok görmüştü. Bana çiçeklerin yaşamadığını söylemişti. Sadece salaklar çiçekleri bu kadar önemser, dediğini hatırlıyorum. Ertesi sabah kahvaltıya gelmesi için çağırmaya gittiğimde ezilmiş papatyaların başında ağlarken gördüm onu.

Aslında Ji Soo, benden olduğu kadar kendinden de nefret ediyordu.

Benim tek şanssızlığım böylesine sevgisiz insanlar arasında zorba olmak yerine kendi kabuğuma çekilmekmiş.

GARAJ'da saat gece yarısına gelene kadar birlikte oturduk, her şey güzeldi. Gece sonunda herkes oyun oynarken Bizimki'ni sevmeye büyük ağacın altındaki tekli koltuğa gidip oturdum. Bizimki artık kocaman olmuştu, öyle her istediğimde kucağıma alamadığım için gelmesini söylüyordum.

Kafasını karnıma yatırdığında, tüylerini sevmeye başladım.

"Eve gidelim mi?"

Bu cümleyi duymam gereken kişi Jeon Jungkook'tu. Sesin geldiği yöne doğru döndüğümde Ji Soo'yu ceketimi tutarken gördüm.

"Ben Jungkook'la gideceğim, sana iyi yolculuklar."

Ji Soo, kırmızı elbisesinin kenarını düzeltti.

"Sizin eve gitmeyi kastetmiştim."

"Dedim ya, Jungkook beni bırakac-" Onu terslemeye devam edecekken durdum.

Bana gülümsüyordu, sanki hayatımı mahveden ilk beş insandan biri değilmiş gibi.

Soru soran bakışlarımı görünce utanarak etrafı izlemeye başladı.

"Annem bu gece sizde kalabileceğimi söylemişti, babam şehir dışında ve Ji Won da bir arkadaşının evine gitti."

Küçümser bakışlarla süzdüm onu.

"Yirmi yaşında tek başına bir evde kalamıyor musun?"

Cevap vermedi, ayakkabılarına baktı bir süre. Bunca yıl onu pek çok şekilde görmüştüm, gülerken, ağlarken, birileriyle alay ederken, sinirliyken, hastayken... Şimdi, çaresizce karşımda durmuş utangaç bir ifade takınması çok tuhaf geliyordu.

"Ama annem dedi ki misafir odasında benim için bir yatak varmış. Zaten sadece iki gün."

"Annen benim evimle ilgili ne çok şey söylemiş!" Sonunda dayanamayıp yüksek sesle konuştuğumda irkildi, Nam Ji Soo, benim sözlerimden ve tepkimden neredeyse korkmuştu. Bu pek sık rastlanan bir şey değildir.

İçimde biriken milyonlarca şey vardı, hepsini birden Ji Soo'nun üstüne kusmak için ufacık bir hareket bekliyordum.

"Neden o züppe arkadaşlarından birinde kalmıyorsun ki?" diye sordum.

"Ya da babanın verdiği paralarla bir otel odasına gitmiyorsun?"

Ji Soo neredeyse ağlayacak gibi oldu, belli ki son sorum çok zoruna gitmişti.

"Çünkü yapamam. Ve sakın anneme kızma. O sadece beni korumaya çalışıyor, başka bir seçeceğim olmadığını biliyordu."

Cesareti yerine geldiğinde gözlerinde eski şeytani kızı gördüm ve bu bana yetti. Ayağa kalkıp tam karşısında durdum.

"Anneme ne yapıp yapmayacağımı sen mi söylüyorsun şimdi de? Ayrıca o benim annem. Herhangi bir kan bağın olmadığı halde onu böylesine sahiplenmen acınası. Kendini ne sanıyorsun sen?"

Ağzımdan çıkan kelimelerin acımasızlığına ben bile inanamamıştım, yıllarca sakladığım öfke kendini bu şekilde açığa çıkarırken Ji Soo'yu yerle bir etme hissi kalbimdeki bir kazanda kaynayıp duruyordu.

"Sakın..." Ağlamasına ramak kalmıştı, biliyordum. Titreyen sesiyle konuşmaya çalıştı. Önce yutkundu, kendini toparlaması gerekiyordu. Biraz olsun üzülmedim ona, ne zaman böylesine merhametsiz oldum bilmiyorum.

"Sakın onun benim annem olmadığını söyleme."

Ama gerçek buydu. Baek So-Hye benim annemdi, beni dokuz ay karnında taşımış, doğurmuş, emzirmiş ve sekiz yaşına kadar bana bakmıştı. Ji Soo'ya değil.

Ağlamaya başlaması sinirlerimi bozdu, eski yerime oturdum. Biraz sakinleşse söylemek istediğim daha çok şey vardı.

Ceketimi kenara bırakıp yanıma oturdu. Ağladı, sessizce ve iç çekerek.

"Biyolojik annem bizi terk ettiğinde beş yaşındaydım, neden ve nereye gittiğini hiç anlamadım."

Hayat hikayesini anlatmasını istememiştim ki? Göz devirmemek için zor tuttum kendimi. Ji Soo'ya ve travmalarından sonra nasıl böyle iğrenç birine dönüştüğüne dair bir şey duymak istemiyordum. Bilmek istemiyordum işte, anlayabileceğim herkesi yeterince anlamaya çalışmıştım.

"Babam hep çalıştığı için hayatımı korkunç, umursamaz, sevgisiz bakıcılarla geçirdim. Ji Won babamın dikkatini çekebilmek için yaramazlıklar yapardı, sadece sevilmek için. Diğer tarafta, onun hataları yüzünden girilen durumlardan sonra beni umursayan olmazdı çünkü babamın başında yeterince bela vardı. Ama annem geldiğinde..."

Durup gözyaşlarını sildi.

"Baek So-Hye geldiğinde her şeyi değiştirdi. Bizi sevdi, sadece sevdi ve belki de hep ihtiyacımız olan buydu."

Annemi düşündüm. Ne kadar bencil olduğunu. Yeni kocasını mutlu etmek için üvey çocuklarına tüm kalbini açarken beni görmezden gelmesini hazmedemiyordum.

"En zor zamanlarımda yanımızda oldu."

Ben bir süre kendi halime üzüldüm. Ve onları kıskandım. Yaşadıkları hayatı, anneme sahip olmalarını kıskandım. İliklerime kadar. Ben o evde ablamın ruhuyla sıkışıp kalmış, acısını unutmak için kendini işine adamış bir baba tarafından yalnız bırakılmışken yanımda olması gereken annem Ji Soo ve Ji Won'a annelik etmişti. Ayda bir beni gördüğünde de belki ablamı hatırladığından, belki de beni hiç sevmediğinden benimle ilgilenmemişti.

"O yüzden sakın onun benim annem olmadığını söyleme. Çünkü benim bir tek annem var, onu kaybedemem."

Ceketimi alıp sakince ayağa kalktım. Güçsüzleşen sesimle yavaşça konuştum.

"Doğru. Görünüşe göre senin daha çok annen zaten."

Kafam o kadar doluydu ki, taksi evin önünde durunca fark ettim nerede olduğumu. Bangtan çoktan dağıldığı için, Jungkook da Busan'a döneceğinden bizi taksiyle göndermişlerdi. Ji Soo ücreti öderken her zamanki görgüsüz tavrından çok uzaktı, önce bana baktı, sonra "Ben ödeyebilir miyim?" diye sordu.

"Ne yaparsan yap."

Arabadan inip anahtarlarımı aradım. Lanet ceketin ceplerinde hiçbir yerde yoktu.

"Kapıda kaldık herhalde?" Ji Soo arsızca gülerken bastırmaya çalıştığım öfkem midemde kaynıyordu. Hiç konuşmasa dahi sadece nefes alarak tahammül sınırlarımı zorladığı ortadaydı, ne diye bir de benimle konuşmaya çalışıyordu?

İki gün.

Nam Ji Soo'ya iki gün aynı evde katlanamazdım. Üstelik yaz tatili biterken evde geçirmek istediğim en önemli günlerdi bunlar.

Babam kapıyı yüzünde zoraki bir gülücükle açtı.

"Aa! Geldiniz mi? Geç kaldınız çocuklar!"

Ji Soo öne eğilerek selam verirken babama dümdüz baktım. Her şeyden haberi vardı, annemin Ji Soo'yu eve davet ettiğinden, bu zorbanın evimizde iki gün kalacağından haberi vardı, tüm bunların bir parçasıydı ve benden bilerek gizlemişti. Fikrimi önemsememesi öfkemi beşle çarpıp üstüne yetersiz ebeveyn oldukları gerçeğini eklediğinden bulduğum ilk duvara kafa atmak istiyordum.

"Çok yoruldunuz mu? Aç mısınız? Gerçi uyku saatiniz çoktan-"

Onu görmezden gelip içeri girdim, omzuna çarpmamak için iki adım sağa ilerleyerek ayakkabılarımı terliklerimle değiştirdim. Ceketimi askıya bıraktım. En iyisi evde kimse yokmuş gibi davranmaktı.

"Na Ri... Uyuyacak mısın? Odana mı gidiyorsun?"

Salondaki annem (ona ayırdığımız üçlü koltuk artık bir hasta yatağıydı : eve giren herkes önce girişteki askılar ve dolapla sonra da annemle karşılaşırdı, son zamanlarda durumu o kadar da iyi olmadığından onu buraya almıştık) beni görünce zorla aldığı nefesi içine çekti. Bunu yaparken vücudundaki tüm enerjiyi tüketmişti sanki, biraz durup dinlenmesi gerekti.

Ona sadece baktım. İçimde bir yerlerde, ondan nefret edip sessizce ağlayan küçük kız çocuğuyla karşımdaki görüntü bir araya geldi, annesini kaybetmekten korkan ben, aslında hiç annem olmadığını anladığım kadına neden acıdığını sordu kendine.

Yüzüne bakmak istemedim birden, Iseul'ın dün siyah ojeyle yıldızlar çizdiği tırnaklarımı inceledim.

"Evet uyuyacağım. Yorgunum."

Belli belirsiz bir iyi geceler mırıldanıp gitmeye yeltendiğimde annem "Teşekkür ederim." dedi.

"Ji Soo'nun kalmasında bir sakınca görmediğin için yani. Çok zor durumda ve onu öylece bırakamazdım, Na Ri. Çok teşekkür ederim."

Üst kat merdivenlerinin başında derin nefesler aldım. Ji Soo'nun burada kalmasında bir sakınca görüyordum. Kocaman, içimi gıcıklayan, onu bu evden yaka paça atmak istememe sebep olan bir sakınca. Fakat annem her şeyimi görmezden geldiği gibi bu tepkime de gözleri kapalı bakıyordu.

Kendimi tutamayıp benim fikrim sorulmadan bu eve misafir kabul edilmediği kuralını babama öfkeyle haykıracaktım ki, içeri girdiler.

"Anne!"

Ji Soo koşarak annemin yanına geldi, az önce dezenfekte ettiği elleri ona kocaman sarıldı. Annem, Ji Soo'nun bedenine sarıldığında gözlerini kapatmıştı, elleriyle saçlarını okşadı.

"Bebeğim!"

Yutkundum. Söyleyeceğim her şey boğazımda düğümlendi.

Babam Ji Soo'ya terlik vermeye çalışıyordu, bu sahneye şahit olup kalbimi paramparça ettiklerinden haberi bile yoktu.

Görünüşe göre, ben sekiz yaşında ablamla birlikte annemi de kaybederken başkası bir anne kazanmıştı. Bunu ne annemin hasta olup buraya gelmesi değiştirebilirdi, ne de ölüm.

Odama çıkıp kendimi yatağıma attığımda beynimde dönen tüm düşünceler birbirine çarptı, kocaman bir kasırga her birini bir yere savurdu.

Bir şeyler iyiye gidiyor sandığım her an koca bir kayaya çarpmaktan yorulmuştum. Şimdi kafamdaki tek plan, bir yerlere gitmekti. Neresi olursa olsun.

+

Ji Soo'yla aynı evde kalmak sandığımdan daha zordu. Sabah kahvaltısında annemle ikisi neşeyle sohbet ediyor, bazen bildikleri bir şarkıyı mırıldanıyor, birden aptalca bir şakaya dakikalarca gülmeye başlıyorlardı. Babam çalıştığı ofiste yaz tatili olmadığından erkenden işe gidiyordu. Soo Hyun ise bir haftalığına memleketine gitmişti.

Tüm bunların yanısıra görmek istediğim tek insan olan Jungkook Busan'a gidişi için hazırlık yapmakla meşguldü. Busan'daki liseye son anda geçiş yaptığı için dönem notları Dong Kwong Lisesi'nden yapılmıştı. Birlikte 100 aldığımız proje de bu şekilde işe yaramış oluyordu. Ama artık Busan'daki okula nakil aldırdığından tüm eşyaları ve GARAJ'da bıraktığı her şeyle birlikte büyükbabasının oradaki çiftliğine yerleşecekti.

Bangtan'ın aldığı karara göre Jungkook son sınıfı o lisede okuyup üniversite giriş sınavlarına çalışacak, Seul'de bir üniversite kazanana kadar da Bangtan'la sahneye çıkamayacaktı. Sonrasında büyükbabası, sorunlu teyzesi ve hasta kuzeni konusunda ne yapacaktı bilmiyorum. Elimden ne gelirse ona yardım etmek istiyordum.

Yine de son sınıfı birlikte geçiremeyecek olmamız üzücü bir detaydı. Herkes birbirimizin dikkatini dağıtacağımız konusunda hemfikirdi, bense Jungkook'u bugüne kadar en iyi idare edebilen öğretmendim. Üniversite sınavları için ona yardım edebilirdim, belki aynı okula bile girerdik.

Bu düşüncelerle birlikte film izlemeyi reddettiğim annem ve Ji Soo'yu salonda bıraktım. Umrumda olan son şey bu ikiliydi.

Onlara çok fazla maruz kalmamak adına odama kapandım. Babam eve gelene kadar dışarı kafamı dahi uzatmadım. Sadece saatte bir babamın arabasını kontrol ediyordum, gelmediğini görünce kendimi kitap okuyarak ya da Jungkook'un şarkı söylediği kayıtları dinleyerek oyalanıyordum.

Altıyı çeyrek geçe babamın arabası evin önünde durdu, merdivenden süzülüp üst kat koridoruna kadar gelen sese bakılırsa dışarıdan yemek siparişi verilmişti. Yoğun bir patates kızartması ve "sağlıksız yiyecek" kokusu burnuma ulaştığında babamla konuşmak üzere alt kata indim.

Mutfak tezgahının tam karşısında duran yemek masası, hiç görmek istemediğim bir kabusun özeti gibiydi. Babam, annem, Ji Soo ve Ji Won oturmuş, yemeğe başlamak üzereydi.

"Ah, biz de tam sana sesleniyorduk Na Ri! Gelsene," Annem yanındaki sandalyeyi çekip oturmamı beklerken gözlerim sol kolundaki kartal dövmesiyle yara izi dolu ellerini masaya uzatmış olan Ji Won'un üstündeydi.

"Bu arada Ji Won geldi..." diye mırıldandı Ji Soo. Gülmeye çalışıyordu.

Babama soru soran gözlerle baktım. Beni anladı.

"Önce yemek yiyelim, olur mu?" dedi. Her zaman beni böyle geçiştiremezdi.

Hiçbir şey söylemedim. Hareket etmedim. Gözlerimde yanan alevle babama dümdüz bakmaya devam ettim. Yavaşça ayağa kalktı, herhangi bir davada savcıyı ikna etmeye çalışır gibi gözlüğünü düzeltti, derin bir nefesi dışarı üfledi.

"Nam Chang Kyun dolandırıcılık ve evrakta sahtecilik suçlarından tutuklu yargılanıyor."

Gözlerimi kıstım.

"Yani?"

"Evleri ipotek altında olduğu için çocukların kalacak bir yeri yok, biz de düşündük ki belki bir süre burada idare edebilirler."

Kafamdan aşağı kaynar sular dökülseydi keşke, bu resmen aktif bir yanardağın içine çıplak atılmaktan farksızdı.

"Ne?" Sinirden gülmeye başladım, gergin suratlarla masada oturan herkesin gözü üzerimdeydi.

"Şaka yapıyorsun herhalde." dedim babama.

"Bu insanlar mı kalacak bizimle? Bunlar mı?"

"Biliyorum anlaması zor..." Annem yaşlı gözleriyle konuştuğunda birden ona çevirdim kafamı.

"Şu anda duymak istediğim son şey senin fikrin."

Annem dudaklarını birbirine bastırıp ağlamamak için elinden geleni yapmaya başladı, sandalyesine yaslanırken Ji Soo bir bardak suyla ona doğru uzanıyordu.

"Anlaması zor belki ama..." Babam annemin söylediklerini tekrarlarken yanıma geldi, büyük ellerini omuzlarıma koyup bastırdı.

"Biraz anlayış gösteremez misin? Bir süreliğine?"

"Anlayış mı?"

Babamın ellerini hızlıca ittim.

"Sen bunların kim olduğunu biliyor musun baba? Bu insanlar bana on sene boyunca zorbalık yaptı."

İçimde biriktirdiğim her şeyi kusmak üzere daha da yüksek sesle konuştum.

"ON SENE BOYUNCA!"

Nefeslerim hızlanmış, vücudumdaki her hücre öfkeyle kavrulmaya başlamıştı.

"Şimdi sırf babaları pisliğin teki çıktı diye onlara evimizi mi açacağız? Neyiz biz baba? İyilik meleği mi?"

"Biraz sakin olur musun?" Ji Won ayağa kalkmış, annemi göstererek benden tarafa birkaç adım atmıştı.

"Ah, affedersin Nam Ji Won." dedim alaycı bir ses tonuyla.

"Sevgili cici anneni mi korkutuyorum?"

Babam tüm söylemlerime izin verirdi, saygısızlığa, asla.

"Min Na Ri." İlk uyarıya karşı duyarsızdım. Dünyadaki her şeye kapatmıştım kendimi.

"Yapma lütfen..." Ji Soo annemin omzunu okşarken herkes bana sorun benmişim gibi bakıyordu.

"Yapmayayım mı? Yapmayayım öyle mi? Ben on üç yaşında kitabımı tuvalete atmamanız için yalvarırken, yapmayın lütfen derken beni dinlediniz mi? Sen, Nam Ji Won, gözlüğümü alıp ulaşamayacağım en yüksek rafa koyduktan sonra vermeni söylediğimde, yapma lütfen dediğimde dinlemiş miydin beni? O gözlüğü almaya çalışırken düşüp bileğimi incittim ben! Babama ne dedim biliyor musun? Spor dersinde oldu dedim!"

Ağlamıyordum. Öfkem beni bir canavara dönüştürürken devleşmiştim sanki, hepsi karşımda gittikçe küçüldü.

"Yapmayayım öyle mi? Neden? NEDEN? Sen, Nam Ji Soo,"

Omuzları sarsılarak ağlayan kıza baktım. O kadar umrumda değildi ki gözyaşları.

"Sen ilk tiyatro etkinliğinde benim ağaç olmam gerektiğini, hiçbir işe yaramadığımı tüm okulun önünde söyleyerek herkesi güldürürken, bakışlarımla sana yalvardığımda durdun mu? Yapmaman gerektiğini anladın mı?"

Yanaklarımdan düşen birkaç damla yaşın sebebi aklıma gelen son hatıraydı.

"Ablamın..." Yutkunup nefesimi düzenlemek zorunda kaldım.

"Ablamın doğum gününde yaptığım çiçek demetini çöpe attığınızda size yapmayın, demiştim. Lütfen yapmayın."

Başımı öne eğdim, yüzlerine bakmak dahi istemiyordum. Ağladığım için kendime kızdım. Gücüm kalmamıştı, elimin tersiyle yanaklarımı sildim.

Sonra birden kaldırdım kafamı, dimdik durdum karşılarında.

"Şimdi sadece zor bir durumdasınız diye sizi affetmemi, aynı evde yaşamamı bekliyorsanız yapamam. Sizin gibi pisliklere bakmak bile midemi bulandırıyor."

Hızlıca babamı geçip girişteki askılıktan ceketimi aldım, salonda çıt çıkmıyordu. Sonra onlara kapıdan baktım, pişman olacağımı bile bile araladım dudaklarımı.

Anneme sarılan Ji Soo'ya ve elini tutan Ji Won'a baktım. Alaycı bir tavırla güldüm.

"Alın cici annenizi de sizin olsun." dedim.

"Zaten hiç benim annem olmamıştı."

Ve evden çıktım. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Neredeyse koşar adımlarla evden uzaklaştım, sokağı geçip merkezdeki parka doğru gittim. Ağlamıyordum. Çok sinirliydim, içimde fokurdayan bir yanardağ vardı. Tüm yaşananlar film şeridi gibi gözümün önünden geçerken koşmaya başladım.

Evet, biliyorum. Sunya olmayı bir yerde ben kabul etmiştim, her şeyiyle. Kabuğuma çekilmek de benim suçumdu. Ji Soo ve Ji Won'u düşününce beni kabuğuma itenlerin onlar olduğunu gördüm, zorbalık gören çocuklar ya kendileri de zorbaya dönüşür ya da toplumdan silinip gider. Onlar beni tamamen silmek istemişti.

Belki onlar da beni kıskanıyordu, bilmiyorum. Annemin bir şekilde öz çocuğu olmam onları sinir ediyordu. Yine de yaptıkları hiçbir şeyin açıklaması yaşadıklarımı düzeltmeyecekti.

Kendime geldiğimde gözyaşlarımdan göremediğim manzara bir anda düzeldi,  karşı kaldırıma geçip Han Nehri kıyısına yürüdüm. Hava kararmıştı, yol boyu elimde tuttuğum ceketimi giydim. Kalabalıktan uzak bir banka oturdum.

Sarılacak birileri olsaydı, diye düşünüyordum. Bu yorgunluğumu bir tek Jungkook'a sıkıca sarılmak unutturabilirdi. Biraz da onun benden uzakta olmasına ağladım, tüm sene böyle olacaktı. Ne zaman onu yanımda istesem Busan'da olduğunu hatırlayıp daha çok üzülecektim.

Ağlamaktan yorulunca yanaklarımı sildim, ceketimin cebindeki peçetelerle burnumu sildim. Saçımdaki tokayı çözüp saçlarımı yeniden at kuyruğu şeklinde topladım. Birazcık olsun rahatlamıştım.

Olanları düşünürken yürümek iyi gelebilirdi ama koştuğum ve doğru düzgün bir şey yemediğim için pek enerjim kalmamıştı.

Gökten düşen bir melek gibi yanıma gelen kişi, sıcacık bir balık keki uzattı.

"Düşler diyarından bir kız kaybolmuş."

İzin almadan yanıma oturmadı, bana gülümseyerek baktığında kenara kayıp ona da yer açtım.

Uzattığı keki aldığımda yanıma yerleşti.

"Buralarda haberler çok ç-ç-çabuk yayılıyor."

Yang Yoo Geun kullandığı ilaçlar yüzünden bazen kekeleyerek bazen de sol gözü seğirterek konuşuyordu.

Gülümsedim.

"Küçük yer tabii, sana hangi kuşlar haber gönderdi?"

Kekten bir ısırık aldığımda midem bayram etti, sabahtan beri vücuduma doğru düzgün bir şey girmediğinden çölde su bulmuş kadar mutluydum.

Yoo Geun bu sorumla durup düşündü, normalde yanında biri olmadan uzak yerlere gitmezdi. Incheon'dan buraya neden geldiğini anlamamıştım.

"Kalbim k-ko-kocamandır. Kalp gözümle gördüm."

Ben ona bakınca güldü.

"Yürüyüş yolundaydım, ağladığını gördüm. Ağlayan biri görünce balık k-k-keki verilir."

"Teşekkür ederim."

Sessizce keki yedim, ağzımda biraz yağlı bir tat kaldığından birkaç kez yutkundum, Yoo Geun onu da düşünmüş olmalı ki bir şişe suyu uzattı.

"Ağzın kurudu değil mi?" Güldüğünde başımı salladım.

"Ah... Bilirim..."

Suyu da içtikten sonra biraz sessizleştik.

"Bana bunu ablan öğretmişti," dedi birden.

"Min Nayeol."

O hastaneden çıktığından beri bu konuyu hiç konuşmamıştık. Ne diyeceğimi bilemediğimden sustum.

"Ağlayan biri görünce balık keki verilir, hasta biri görünce neyi olduğu sorulmaz, salı günleri satranç oynanmaz."

Kucağındaki elleriyle oynuyordu gergince, dayanamayıp ellerini tuttum.

"Buradayım."

Ellerimize baktı, gülümsedi. Ellerimi biraz sevdi, sonra alıp dizlerimin üstüne bıraktı.

"Bazen düşünüyorum, yaşasaydı hayatlarımız nasıl olurdu diye."

Kafasını kaldırıp nehir manzarasına dikti gözlerini. Gözlerinin içinde olabilecek her şeyin bir fragmanını izledim sanki.

Ablam ölmemişti, Yoo Geun ve o belki de aynı üniversitede okuyorlardı, Minjae hayatımızdan öylesine gelip geçen biriydi, Yoo Seul zorba değildi, ben hiç Sunya olmamıştım, babam ve annem ayrılmamıştı, gözlük yerine lens kullanan sıradan biriydim ama Sunya değildim.

Tüm bunları düşünürken bu durumlar sebebiyle hayatımıza giren insanları düşündüm. Bunlar olmasaydı, Soo Hyun'la hiç tanışamazdım, Jungkook ve Bangtan'ın geri kalanıyla böyle yakın arkadaş olamazdım, belki o derneğe gidip çocuklarla hiç oynamamış, o kazayı hiç yapmamış ve hastanede geçirdiğim süre boyunca hayatı anlamlandırmaya çalışmamış olurdum.

Böyle olması gerekiyormuş, diye fısıldadı kadere inanan bir ses içimde.

"Bundan çok farklı." deyiverdim birden.

Yoo Geun elini omzuna koyup hafifçe bastırdı. Bir süre öyle kaldı, bir şey demedi. Ama hala Nayeol yaşasaydı kendi hayatının ne kadar iyi olacağını düşündüğüne emindim.

"Onlara kızıyorsun değil mi?"

Yüzüne bakamadım, Yoo Geun benden daha ağır şeyler yaşadığı halde ailesini affetmişken belki de benim serzenişlerim aptalcaydı ona göre.

Cevap vermedim.

"Kapat gözlerini. Hepsini gözünün önüne getir, ne yapmak istiyorsun onlara?"

Birkaç saniyeliğine gözlerimi kapattığımda Ji Soo, Ji Won ve annem mutlu bir aile tablosu çiziyordu. Gözlerimi açıp derin bir nefesi dudaklarım arasından serbest bıraktım.

"Bilmem."

Düşününce onlara vurmak, fiziksel zarar vermek, herhangi bir şekilde kötü hissetmelerini sağlamak istemiyordum. Ölmelerini hiç istemiyordum, sadece dünyadan, benim dünyamdan tamamen ve birden yok olmaları güzel olurdu.

"Yok olmalarını isterdim. Birden kaybolmalarını."

Yoo Geun omzumdaki elini çekti. Yavaşça ayağa kalktı, bana doğru eğilip gülümsedi.

"O halde neden öyle davranmıyorsun? Yok olsunlar senin için, görme onları. İnan bana bu dünyanın en iyi cezası, y-y-yok sayılmak, görünmez olduğuna inandırılmak."

Yoo Geun'ın güzel yüzüne bakarken sol gözünün seğirdiğini fark ettim, kafasını çevirip kendine gelmeye çalıştı.

Ona biraz zaman tanıdım, bir dakika sonra yeniden bana dönmüştü. Gülümsüyordu.

"G-g-gel seni eve bırakayım."

"Gerek yok aslında," diyecek oldum ki geç olduğunu söyledi. Kendisi de otobüse binecekmiş. Birlikte kaldırıma geçip yürüdük, yürürken havadan sudan, şehirdeki değişimlerden bahsettik.

Belki Yoo Geun haklıydı, belki de gerçekten sadece bir süreliğine onlar görünmezmiş gibi davranarak daha kötü hissetmelerini sağlayabilirdim. Ya da daha iyisi, bana yaşattıklarının ne olduğunu anlamalarını sağlardım.

Jungkook'u aramak isteme içgüdümle savaşırken zaten evden çıkarken telefonumu almadığımı fark ederek üzüldüm. Şimdi istesem de onu aramak için eve gitmek zorundaydım.

"Min Na Ri!"

Sol taraftaki caddeden bana doğru koşan Jungkook'un bedeni bir mucize gibi geldi. Kocaman gülümsedim.

"Jeon Jungkook!"

"Neredeydin?"

Jungkook'un yanıma ulaşan bedeni beni omuzlarımdan yakalayıp soluklandı, telaşlı bir hali vardı.

"İyiyim, biraz hava almak için dışarı çıkmıştım."

Derin nefesleri arasında bana öyle bakıyordu ki biri karnıma sert bir tekme atmış gibi hissettim.

"Ne oldu?" diye sordum sakince.

"Baek So Hye." dedi Jungkook.

"Hastaneye kaldırıldı. Aramalarıma cevap vermeyince eve gittim, ambulansı görünce de..."

Jungkook daha pek çok şey söylemeye devam etti, kelimeleri algı duvarıma çarpıp kaldırım taşlarının üzerine düşüyordu.

Yok olmasını isterken bunu kastetmediğime emin olsam da içimde müthiş bir suçluluk ve huzursuzluk içimi kemirmeye başlamıştı.

Benim yolumun dikenli kısımları hiç bitmiyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

1.5K 144 4
Issız sokaklar, uyuşturucu kullanmaktan hissizleşmiş bedenler, vücudu delik deşik olmuş insanlar, milyar dolarlık servetler, zaaflar, bir ağır ceza a...
40.2K 3.6K 60
"Mutluluk..." dedim koyu gözlerine bakarken. Düşlediğim bir zamanın içindeydim. "Bu anı ileride hatırladığımda, senin hâlâ yanımda olacağını bilmek...
856K 84.8K 64
Hayran kurgu #1 Ben sadece yeni bir başlangıç yapmak istemiştim. Hayatımın eskisinden daha da kötü olabileceğini nereden bilebilirdim ki?
119K 9.5K 34
❝Sen içimde eskimeyecek en güzel hatırasın❞ Başlangıç:220617 Bitiş: 191117 [#1 in #yoonnie]