Küçük Mucizeler Müzesi

By zihninardindakiler

4.9K 525 6.8K

Her ayın belirli bir günü bir olup rezil pijamalarla sokaklarda âdeta birer manken edasıyla yürüyen, gerçekli... More

1. Bölüm: Koltuk Altındaki Tüylü Kelepçe
2. Bölüm: Pijamalı ve Tehlikeli Bir Tarikat
3. Bölüm: Dantelli Ayşe ve Takımı
4. Bölüm: Ömeriye
5. Bölüm: Gizel Bakkal
6. Bölüm: Sıcak Karantina Günleri ve Sıcak Ayı Savaşları
7. Bölüm: Gidenler ve Kaybedenler
8. Bölüm: Seni Seviyorum
9. Bölüm: Küçük Mucizeler Pavyonu
10. Bölüm: Yıllar ve Yollar
11. Bölüm: Behzat Amca ile Evleneceksen Ge
12. Bölüm: Geçmişe Rastlandıran Şehir
13. Bölüm: Aşk Bir Sefalet Midir?
15. Bölüm: Eskişehir Pavyonlarına Son Mektup...
16. Bölüm: Yeni Masallar, Eski Kâbuslara

14. Bölüm: Liman Bulma Hikâyesi

177 14 222
By zihninardindakiler

Meerrrhaaabbaaa!! Hissederek, severek, mutlu ola ola okursunuz umarım, oy verip yorum yapmayı da lütfen unutmayın 🖤

Ve, ufak bir rica... Bu bölümün başında ve sonunda size belirttiğim şarkılar eşlik edebilir mi? Umarım beni kırmazsınız.


Bölüm Şarkıları
Sezen Aksu, Masum Değiliz
Pilli Bebek, Haram Geceler

14. Bölüm: Liman Bulma Hikâyesi

🥂

Toplumun kabul etmiş olduğu normlar, birleşerek her kafaya belirli bir normali sunarken; zaman akmaya, çağlar değişmeye, denizler yenilenmeye ve dünyanın bir köşesinde insanlar, 'normal' ya da diğer bir deyişle 'aynı' olmadıkları için dışlanmaya devam ediyorlardı. Zamane büyüklerinin, şimdiki gençlere bir yemek masasında üstten bakışlı konuşmalara girerken söylediklerinin aksine hayır, her zaman, her alanda, her çağda diklenen bir baş vardı, sadece sayısı belki biraz daha azdı. Bir çağ vardı, kadınlar gülemiyordu; bu çağda erkeklere verilen görev ise her zaman öldürmeye hazır olmaktı. Bir başka çağda psikolojik sorunlara sahip insanlar şakaklarına çivi çakılarak, işkenceyle tedavi ediliyordu. Şiddet her çağın ortak sorunuydu. Sevgisizlik, ahlâksızlıktan öte saygısızlık, kıskançlık cinayetlerine sebebiyet(!) verildiği öne sürülen sadakatsizlikten öte her şeyin en âlâ suçlusu kendi kendini yetiştirememekti. Peki insan olmanın bu denli zor olan tarafı neydi? Zorbalığa uğrayan birini korumak zorunda hissetmek yerine, zorbalığın ta kendisine kelimelerin tetiğin ucunda olduğu bir savaş açmak daha mantıklı ve insancıl değil miydi?

Gizel, yanağını mezarın soğuk mermerine yasladı. Gözlerindeki doluluğa meydan okumadı, gözyaşlarıyla savaşmaya çalışmadı ama zamandı ya işte, gözyaşlarını alıp götürmeye gücü yetmese de ağlarken eskisi gibi bağırmıyordu artık. Öfkesi yerini terk etmemişti, kini bir mezarlıkta olan biri için fazla diriydi ama artık kelimeler daha az firar ediyordu dudaklarından. Zaman buydu. Koca bir 'artık'.

Mermerin soğuğu, zaten bir ölü kadar beyaz yüzünü iyice soldururken, sessiz sessiz gözyaşı dökmeye devam etti. Dizleri toprak zemine basıyor, elleri onun toprağını ağır ağır okşuyordu. Gözyaşlarının parlattığı masmavi gözlerini kaldırdı, mezar taşına baktı ve derin, içli, titrek bir nefes doldurdu ciğerlerine. Bir ölünün ardından artık sadece titrek bir nefes alabiliyor olmak ne büyük acizlikti böyle... Buğulu gözleri mezar taşındaki harfleri netledi, kalbindeki yaranın ismini yıllar sonra, yeniden ve yeniden okudu.

Martin Dewsard. 1997 - 2015.

Toplumun bazı normlarına uygun değildi Martin, 'normal' olmaktan men edilmesi ise kaçınılmazdı. Sapsarı, yumuşacık saçları, Ege denizini anımsatan gözleri vardı. Gözlerinde yük gemileri kalkardı, sahi, kim bilebilirdi ki onun bir gün o gemilerden birine atlayıp kendi gözlerinin denizinde intihar edeceğini? Belki bir gün birisi, sadece birisi onu anlasaydı, elini omzuna koysaydı, gülümseseydi ona, bir hemcinsinden hoşlanıyor olmanın değil de onu bu yüzden yargılamanın asıl namussuzluk, ahlaksızlık olduğunu söyleseydi, mutlu etseydi, gülümsetseydi ve ileride de mutlu olabileceğine inandırsaydı şimdi aramızdaydı. Sevgi dolu kalbine bir kere dokunsaydı birisi, sevgisini anlar gibi değil, gerçekten anlayarak ve onu arkasına alıp gövdesini ona yapılan tüm kötülüklere siper etseydi, aramızdaydı. Oysa bunu kimse yapmamıştı. Gizel tek başına yetememişti ki ona. Zaman onun üzerine örtülmüştü, artık aramızda değil toprağın altındaydı.

"Benim canım dostum," diye fısıldadı Gizel, sesini sadece toprağın duymasını istermiş, kelimelerini bu çirkin dünyadan sakınırmış gibi. "Sana bir söz vermiştim, hatırladın mı?"

Parmaklarıyla toprağı yavaşça eşeledi, ölü çiçekler avuçlarına battı.

"18 yaşındaydık o zaman. Sen sadece sevdiğin için suçlandığında, seni kendinle baş başa bıraktıkları, ardından da tekmeleriyle, yumruklarıyla, sözleriyle dövdükleri o mahkemede tek avukatın yoktu. Hâkim kimdi? Tanrı mı? Bunu sadece sen bilebilirsin, sana orada iyi davrandı mı?" Burnunu çekti. "Annen olduğumu düşünmüştüm o zamanlar. Elimden gelen tek şey sana sadece kol kanat olabilmekti, yalnızlığını iki kişiye bölüştürebilmekti, biliyorum, varlığım hiçbir anlam ifade etmedi ama... Belki bu bir şeyler ifade eder."

Ömer'in varlığından bihaber kurduğu bu acı dolu cümleleri, az uzağından dinliyordu karnındaki bebeğin babası olan adam. Hissettiği suçluluğun altında öyle ezilmiş hissediyordu ki uzun zamandır, tek adım atıp toprağına bile dokunamıyordu Martin'in. Oysa Ömer bir zorba değildi, hiç olmamıştı ki. O sadece sıradan bir liseliydi, ne yargılamış ne de korumuştu. Yargılamadığı için bir tebriği hak etmiyordu ama korumadığı, yanında olmadığı, elinden tutmadığı için kendi yüzüne tükürebilseydi keşke. O zamanlara geri dönebilseydi, omzuna elini koyabilseydi, buradayım, deseydi. Sevgini anlıyorum, ne yanlışsın, ne de yalnız... Oysa onu yalnız bırakanlar adlı listenin sonsuz katılımcısından birisi olmanın yükü, onu asla terk etmeyecekti.

"Sana demiştim ki..." dedi Gizel titrek bir sesle, mezarın üzerinde olmayan elini karnına koydu, o an öyle büyük bir his bulutu onu içine hapsedip kalbini fırtınalandırdı, gözlerini yağmurlandırdı, yüzünü güneşlendirdi ki; onun mezarının üzerinde dikilen gökyüzünde gökkuşağının çıktığına yemin edebilirdi. Gözündeki yağmurun tuzu dudaklarının içinden sızdı. "Bir gün bir anne olursam, çocuğumun ismi senin ismindir. Davası senin davandır, sevgisi senin sevgindir. Ona olduğu kişi olarak yaşayabilmesi için izin vereceğim, benim güzel dostum, izin vermeyen herkesin karşısında bir duvar gibi dikileceğim. Asla yıkılmayacağım, yılmayacağım, bu acıyı bir kere daha yaşamayacağım..."

"Ve tüm bunları yaparken, asla yalnız olmayacaksın."

Sesini duyduğu adamı yüreğinin kuytularından tanıyordu. En kutlu yerinden, en buruk köşesinden, en acılı gününden, ilk mutluluktan ağlayışından... Karnındaki bebekten tanıyordu, şu an olduğu ve olmaya hazırlandığı kadından tanıyordu. Ömer ona doğru yürümeye başlarken doğrudan mezara bakıyordu, gözleri biraz dolu doluydu, ağlıyor muydu? Gizel gözlerini kaldırarak ona baktı, artık onu, ona bakarken bir mezarlıkta bile aşkla parıldayan gözlerinden de tanıyordu. Ömer mezara vardı, burnunu çekti; gözünden intihar eden bir damla gözyaşı yüzündeki ifadesizliğe balta vururken, dişlerini sıkarak arkadaşlarının, tanıdıklarının, birlikte gülüp eğlendiği insanların alay konusu yapıp yalnız bırakarak elde ettikleri mezara baktı.

"Hani giderken demişsin ya, mutlu kalamayacağımı bildiğim için, mutlu olduğum ilk an boşlukta sallanacak ayaklarım, diye," Sertçe yutkundu Ömer. Gizel'in ona olan bakışlarının yoğunluğunu bir köşeye ittirdi ve içine derin bir nefes çekti. "Uzun süre çok düşündüm. Sen gittikten sonra, insanlara belli etmeden ama onları sorgulayarak, kendimi suçlayarak, nefret ederek, tiksinerek çok düşündüm. Okulun sosyal medya sitesine atılan intihar mektubunla bile dalga geçildiğinde çok düşündüm, anneannen 'neden intihar etti?' sorularına bir ölüyü bile yargılayacaklarından emin olduğu için gerçek cevabı hiç veremediğinde çok düşündüm. O zamanlar büyümek istememeye, bunu iğrenç bir şeymiş gibi görmeye devam ediyordum ama bak, şimdi yanımda karım ve aylar sonra doğacak bir bebeğim var."

Gizel gözlerini sıkıca kapattı ve onu ne kadar sevdiğini düşündü. Onun olmadığı, yüzünü güldürmediği, gülmediği bir dünyadan öylesine korkuyordu ki...

"Ben büyüdüm. Kendi doğum günümde kendi kendimin palyaçosu olarak, asla gerçekleşmeyecek hayallerin peşinden koşarak, sessizce isyan ederek ama asla baş kaldıramayarak. Büyüdüm. Artık doğum günlerinde palyaçosu olacağım bir çocuğum olacak, en büyük hayalim evimde, kalbimin içinde, benimle. Artık baş kaldırıyorum. Güzel uyu, Martin." Dizlerinin üstüne, Gizel'in dibine çöküp onun saçlarını okşadı. Gizel tir tir titreyen göz bebekleriyle ona baktı ve Ömer'in onun alnına değen dudaklarını kalbinin hızlanan atışlarıyla karşıladı. "Hatıran benimle ve yaşayacak çok anımız var."

Gizel ona sarıldı. Hayattan kalkıp zihninin içinde gerçekleşen bir tiyatroya yol alan o otobüsü beklediği duraktı sanki, belki de o otobüsün ta kendisiydi. Onunlayken hayat toz pembe bir toz bulutundan ibaretti; yeri göğü inleten kahkahaları, birbirlerine sarılı kolları, gülüşleri, öpüşleri... Onların evinde hayat öyle güzeldi ki, gerçek dünyadan uzaktı sanki. Gizel yanağını Ömer'in göğsüne bastırdı. "Evimi seviyorum."

Ömer burnunu onun saçlarına bastırıp, derince soludu. "Evin sensiz bir beton yığınından ibaret."

"Bizsiz."

Ömer, Gizel'in sırtındaki elini sürüyerek karnına bastırdı ve içinde sıcak bir duygu bombası patladı. "Bizsiz," diye fısıldadı karnını okşayarak. Gözyaşları boğazına dizilmiş bir paragraf kelime yığını gibiydi, ağzını açtığı anda hüngür hüngür ağlamaya başlayacaktı sanki.

Güçlü, diktatör bir babanın oğluydu Ömer; hiç babasına benzememiş, onun o hep mahkeme duvarlarına benzettiği suratına ve ciddi cümlelerine kulak asmamaya çalışmıştı. İdolüydü annesi. Sesiyle, nefesiyle, neşesiyle öyle yaşam dolu bir kadındı ki, ölüm üzerinde hâlen daha çok eğretiydi. Ondan geriye ne kalmıştı, neşesiyle büyüttüğü, şefkatini ruhuna yaydığı oğlundan ve Ömer'in evinin duvarlarında hâlâ asılı olan kasetlerinden başka? Ömer varolduğu sürece, her aynaya bakışında onu hatırlamak istiyordu. Ölse bile gülmek istiyordu. Elinin değdiği herkesin yüzünü güldürmek istiyordu. Yaşamak istiyordu ve bu, nefes almaktan bağımsız bir tutkuydu.

Gizel ise hayatının hiçbir döneminde susan birisi olmamıştı. Ağlardı, bağırırdı, sesli kahkahalar patlatır, insanların bakışlarını umursamadan eğlenirdi. Özgürdü ve herkesin özgürlüğü için çabalayabilir, varlığını ortaya koyabilirdi. Ömer onun karşısına çıkan bir liman gibiydi; birlikte bindikleri gemi hangi ülkeye yol alsa bile, önemli olan birlikteyken hızlanan kalpleri, yıllar geçse bile hâlâ her yakınlaşmalarında titreyen elleri, varlıklarıydı. Onların evi bir seyyahtı ve artık bir kürkçü dükkanı vardı.

Ona verecekleri ismi, daha doğmadan bile biliyorlardı.

"Ona şarkı söylesene," diye fısıldadı Gizel, zaman üzerlerine örtülmüş, onları ölümün soğuğundan yeni bir doğumun sıcaklığıyla ayırmıştı artık. Ondan yavaşça ayrılıp, alttan alttan bakıp gülümsedi. "Okul münazaralarından birisinde şarkı söylemiştin, o kadar beğenmişti ki sesini... Ben biliyorum, hâlâ duyuyor o, inanıyorum. Söylesene."

Ömer gözlerini gökyüzüne kaldırdı, soluklandı. O okul münazarasını hatırlıyordu, onu izleyen Martin ve Gizel'i de öyle... En çok da söylediği şarkıyı hatırlıyordu. O zamanlar sadece sesinin fazlasıyla uyduğu bir şarkıyken, artık ne kadar da anlamlıydı.

"Kan ter içinde uykularından uyanıyorsan eğer her gece," diye söylemeye başladı, bu onun için zordu. Bazen bazı şeyler onun gibi biri için bile çok zordu, onun bile aynadaki aksinin kendinden şüphe etmesine neden oluyordu. "Yalnızlık sevgili gibi boylu boyunca uzanıyorsa koynuna. Olur olmaz yere ıslanıyorsa kirpiklerin artık her şeye..." Sertçe yutkundu, sanki kelimeleri yutmuştu. "Anneni daha sık anımsıyorsan hatta anlıyorsan."

Gizel ona yanaştı, koluna girdi ve başını omzuna bıraktı. "Kalbini bir mektup gibi buruşturup, fırlatılmış," diye fısıldadı kendi kendine. "Kendini kimsesiz ve erken unutulmuş hissediyorsan..."

Ömer, avucunu onun karnına yavaşça bastırdı. "İçindeki çocuğa sarıl," dedi, gözlerini kaldırarak sevdiği kadının dolu gözlerine dolu gözleriyle baktı. "Sana insanı anlatır."

Eller günahkâr, diller günahkâr
Bir çağ yangını bu bütün dünya günahkâr...

Aynı anda birbirlerine sarılıp, deli gibi ağlamaya başladıklarında Tanrı, mezarların üzerinde ne kadar ölmüş çiçek varsa hepsi dirilsin ister gibi bir yağmur yağdırmayı emretti bulutlarına. Bulutlar ağlıyordu, Ömer ve Gizel ise onların gözyaşlarının altında bir yerlerde gözyaşı döküyordu. Ömer ona o kadar sıkı, o kadar tek çaresiymiş gibi sarılıp bedenini bedenine kenetleyerek onun yüzünü öpmeye başladı ki bu an bir güneş doğumuydu ve birkaç dakika sonrası gökkuşağına gebeydi, bundan bu mezarlıktaki ölüler bile emindi. Birbirlerine hissettikleri acı, heyecan, suçluluk, korku, aşk ve diğer tüm duygularıyla sarılmaya devam ederlerken, Gizel biliyordu; Martin bir yerlerde onları dolu gözleri ve sevgiyle çarpan yüreğiyle izliyordu.

Eller günahkâr, diller günahkâr
Bir çağ yangını bu bütün dünya günahkâr...

"Ben belki insanların hâlâ çocuk olarak nitelendirdiği, içten içe 'bundan bir bok olmaz' dediği, en büyük korkusu büyümek olan ucube herifin tekiyim ama seni çok seviyorum. Sizi çok seviyorum. Her şeyine varım, ne yapmam gerekiyorsa, neyden ödün vermek zorundaysam, neyden vazgeçeceksem tek bir an daha fazla gülümseyebilmeniz için, hepsine varım. Ben sizi çok seviyorum. Sizin için varım." Gizel artık hüngür hüngür ağlıyordu, Ömer de ondan pek farklı sayılmazdı. "Yaşayacağız, tamam mı? İnsanlara inat, normallere inat, kendi normalimizle yaşayacağız. Özgürce. Her gün yılbaşı kutlayacağız, canımız ne zaman hediye almak isterse, o kadar doğum günü. Tüm kasetler bizim, zaman bizim, müzik bizim, bu hayat bizim. Beni anlıyorsun, değil mi? Tek bir an olsun, ne sana ne de ona, başkasına aitmiş gibi hayatlarınızda söz hakkına sahip olmalarına izin vermeyeceğim." Gizel'in alnını öpüp, saçlarını kokladı. "Sen her zaman benim özgürlüğüm olacaksın."

Gizel ağzını açıp tek kelime etmek istedi, bunu gerçekten istedi ama dudaklarını araladığı an çıkan tek ses bir hıçkırık olmuştu. Ona sarıldı. Kocasına, bebeğinin babasına, sevgilisine, lisede arka sıradaki onu hep güldüren sınıf arkadaşına, yoldaşına ama en çok da özgürlüğüne. Bir gün gelecekti, içinde oldukları evden bağırışlar yükselecekti ama biliyorlardı, birkaç saat sonra dinecekti; belki kahkahaları zamanın herhangi bir sekmesinde duraklayacaktı ama onlar birlikte oldukça yaşamanın bir yolunu her zaman bulacaklardı. Bulurlardı. Bunu o ev bile biliyordu.

El ele o mezarlığın kapısına vardıklarında, Ömer omzunun üzerinden Martin'in mezarına baktı. Yağan yağmurun onun toprağına diktikleri yeni çiçekleri tez vakitte büyütmesini diledi ve içine doğru derin bir nefes çekti. Arabanın kapılarını açtığında, Gizel daha fazla ağlamak istemediğini belli eden bir aceleyle hızlıca arabaya atladı ama Ömer'in gözleri hâlâ omzunun üzerinde, yağmurların beslediği çiçeklere sahip çiçeğin mezarındaydı.

"Masum değiliz," diye fısıldadı ağzının içinde, yutkundu. "Hiçbirimiz."

🥂

Hayat garipti, hayatım daha da garipti. Koca bir mücadelenin içine, aslına bakılırsa bir nevi yalnızlığa doğmuş bir çocuktum. Benim gibi milyonlarca insan vardı, bu anormal bir durum değildi, yaşadıklarım da öyle ama görüp deneyimlediğim çoğu şey zihnime birer travma olarak iz bırakmış olmalıydı. Aslında bir nevi ben seçmiştim; şimdimin zeminini çocukluğumda hazırlamış, yaşıtım binlerce insanın yaptığının aksine okuyup burslu, yüksek puanlı okullara yerleşmeye çalışmak yerine yer yer bazı krizleri fırsata çevirip insanlara hadlerini onları dolandırarak bildirmeyi ben seçmiştim. Şimdi çıkıp da tüm bunları kaderin boynuna yük edemezdin.

Ancak itiraf etmeliydim ki, yaşam ve mahalle kavgaları arasında mekik dokuyan zorlu yaşamımın en enteresan yılını yaşıyordum. Mutsuz değildim, etrafımda kandan bağımsız ailem vardı, gözlerine bakarken kalbimin yerini bulduğum bir sevgilim ve öyle ya da böyle nefes almaktan bağımsızca yaşadığım, özgür bir hayatım vardı. İnsanları dolandırıyorduk, bunu yaparken çok mutluyduk; bu gerçekten çok enteresan bir durumdu. Âşık olmuştum, bu da gerçekten inanılmaz bir durumdu, hâlâ google'a 'âşık olduğumuzu nasıl anlarız' diye sormayı ve hissettiklerimle karşılaştırıp, âşık olup olmadığımı anlamayı düşünmüyor değildim. N'apayım, ben de yalnızca dolandırıcılık planları yaparken zekiyim...

Ama yine de, tüm bunlara rağmen, kurduğumuz bu dolandırıcı çetesine ve içinde her birimize düşen delice görevlere rağmen en garip hissettiğim an bu andı. Amca oluyordum lan.

Buna yeni ayıkmıştım.

Korku filmlerindeki o olmazsa olmaz sahnelerden birindeymişçesine gözlerimi açtım ve tavana, sanki ırxıma geçmeye yeltenen bir üç harfliymiş misali bağırdım: "HÜSEYİNSU AMCA OLUYOR LAAAAN!"

Bir anda ayağa fırlayıp, telefondan açtığım Adana Merkez Patlıyor Herkes şarkısıyla ritmik ve sanatsal bir dansa giriştiğimde, odamın kapısı gürültüyle açıldı ama bu gram sikimde olmamaktaydı şu an. Kıçımı Haydi Çalkala dizisindeki Zendaya edasıyla bir sağa bir sola çalkalar iken, odaya dolduklarını hissettim bizim malların. Umursamadım ve ritmik sanatsal dansıma devam ettim. Her alanda olduğu gibi dans konusunda da yeni bir çağ açıyordum şu an. Harika ötesiydim. "Zıpıttıçıktı, zıpıttıçıktıı!" diye bağırdım ellerimi bir açıp bir kapatırken, şu an resmen saçlarımda olmayan joleyi hisseder gibiydim. "ADANA, ADANA, ADANA, ADANAAAAA! ADANA MERRRKEZ..."

"Ben bu çocuğun deli sikmiş hareketlerine alıştım artık gibi ya," dediğini duydum Murat'ın, borazan sesi bir müzikal harika olan şarkıyı bastırınca sanatıma focuslanışım da sona ermişti. Oflana poflana müziği kapatarak onlara döndüm. Murat, Ayaz ve Ömer üçlüsü odamın içinde bana bakıyorlardı şu an.

Ben zaman güncellemesini yine unuttum be beybigörl kızlar, kusuruma bakmayacağınızı umuyorum artık, e alışın bir zahmet. Gizel'in o efsanevi, dillere destan, muhteşem ötesi bebek duyurusunun üzerinden üç gün geçmişti; ilk bir buçuk gün Ömer ayılıp bayılmaktan bir kasa kaçak rakı içmiş, götünü deli sikmiş gibi olsa da şu an gayet iyiydi. Gevşek hallerine bakılırsa normale dönmüş ve baba olacağı gerçeğine alışmıştı. Bu bahsettiğim ayılıp bayılma durumlarının hiçbirinde hastaneye gitme hatasını tekrarlamamıştık bu arada. Murat yatırdı Ömer'i yere, vay anam babam yer misin yemez misin diye bir koydu, Ömer'in gözünü açışı pir oldu. Murat bu konuda üst düzeydi gerçekten. Saygılar Transformers.

Durum böyle olunca da, Ömerlerle beraber bizim evde kalmıştık dün gece. Ömer her sohbete BABAYIM BEN BABA diye dalıyor, cümlesini ise KARIM ANA OLACAK ANA diye sonlandırıyordu. Bir ara biz bunun gözünü çok korkutunca babalık konusunda bu yine bayılır gibi oldu, biz de onu çarşafla kundaklayarak salladık salladık evin öteki ucuna şutladık. Bir baktık ses seda yok amına koyayım. Yine bayılmış.

"Sanat icra ediyorum üç başlıklı yarraklar sizi, geldiniz bölüyorsunuz valla kafam attı dalaca'm size, DALACA'M SİZE!" diye bağırıp yastıklarımla birlikte saldırdım onlara. Ayaz, ağzını içinde sanayi çalışması yapılabilecek denli bir genişlikle açınca ona tip tip baktım. Ben bu çocuğun 20'likleriyle bakışmak zorunda mıydım acaba ya?

"Oğlum geldin yattın kendi başına 30 kişi genişliğinde yatağında, beni de gittin Nesil'in yattığı yatağa koydun. Ya bizim Nesil ile aramızda YARIM METRE VAR HÜSEYİN. YARIM METRE VAR YA. YA ALLAH'IN YOK MU, ALLAH'I BIRAK İÇİNDE İNSANLIK NAMINA KIRINTI DA MI YOK YA? BU YATAĞIN YAYLARI POPONDAN GİRSİN DE AĞZINDAN DIŞARIYA EL SALLASIN İNŞALLAH!"

Ona şok içinde baktım. "Popomdan mı?"

Ayaz kendini, çarşafları kıskandıracak bir aşkla serdi geniş yatağıma ve dudağını büktü. "Bozdurdun yani şu ağzımı benim ya..."

Hüseyinsu takar mı? Heheyt sayın dostlarım, tırı vırı. Ağzım bozukken ve koca yatağımdan öğlen saatlerinde anca kalkarken daha mutluydum. Ayaz tam yastığına sarılmış, gözlerini kapamış, bacaklarını aygır gibi yatağın iki tarafından taşırarak yatıyordu ki, benden tarafa olan burnuna doğru ayağımı kaldırmamla birlikte onun burnuna sürttüm. Ayaz ilk başta bir anlamadı, galiba sinek falan sandı. Mal. Kovalamaya çalıştı ayağımı. Ayağım inatçı ve takıntılı, hayırdan anlamıyor. Ömer arkadan ciyaklayarak gülünce Ayaz gözlerini açtı ve benim 44 numara, gri çizgili çoraplı ayaklarımla göz göze gelmiş bulundu.

Ayak parmaklarımı hareket ettirip, sesimi incelterek konuştum: "Haydi, bütün çocuklar uykuya..."

"YA ULAN SENİNLE ARKADAŞ OLDUĞUM GÜNÜN!"

Kendimi yatağa devirip, karnımı tuta tuta Güldür Güldür izleyen amca gibi anırmaya başladığımda sevgili seyircilerim olan Murat ile Ömer dangalakları da benimle gülüyorlardı. Gülmeye devam ederken kendimi yatak boyunca yuvarladım ve yatağın sonuna geldim. Bir baktım, ahan da bizim Transformers Murat, Ömer'e dönmüş bir şeyler konuşuyor. Anlık bir göt kaşıntısı vuruverdi. Ayağımı kaldırdığım gibi Murat'a doğru uzattım.

Sesimi tekrardan inceltip, ayak parmaklarımı hareket ettirdim. "Nasıl yumruk atılıyoy Muyat abiy? Geçen güyn Haşan'a döveyim seni dedim gel lan çıkışa dediy, çıkışa gittik dövdü beni abiy..."

Murat ayağıma baktı, baktı, baktı... Adeta ayağım ile burun burunalardı. Anlık bir göt korkusu vurdu beni. Ve her şey, işte o saniyeler içerisinde gerçekleşti.

Ayağımı geri çekeyim derken Murat'a en hasıllısından bir tekme geçirmiş bulununca, Murat boş bulunup geriye doğru savruldu ve tam da o anda odanın içindeki tuvaletten çıkan Ayaz'a onu görmeden yanlışlıkla kafayı koydu. Ayaz şok içinde bağırdı ama o sırada Murat yan tarafa geçmişti ve eski yerinde artık Ömer vardı. Ayaz, Ömer'i tuttuğu gibi onu ittirince Ömer bağırdı: "LAN BENİ İTTİRME, VURACAĞIM KAFAMI ORAYA BURAYA BAK YEMİN EDİYORUM KAFANIZA KALIRIM, ÖLÜRSEM KAFANIZA KALIRIM! HÜSEY- AH! AYAZ ON KATIR GÜCÜNDE MİSİN LAN, O BOYUN POSUN NEDİR AMINA KOYAYIM ALDIN BENİ BAŞTAN AŞAĞI SABAHIN 9'UNDA GÜNEŞİM KESİLDİ, GÖLGELERDEYİM OĞLUM! HÜSEYİN! KURTAR!" Ayaz onu yerlerden yerlere çalarken, bu sefer Murat da Ayaz'ın üzerine atladı sırf keyfinden ve altta kalanın canı çıkmış oldu. Ömer feryat etti... "OĞLUM HELP AMINA KOYAYIM LAN!"

Yaktığı mahalleyi kendi penceresinden izlerken saçını tarayan kız gibi hissediyordum kendimi. Hüseniye... Hüshal... Hüsral... Ayaklarımı sallaya sallaya çıkardığım muhteşem anarşiyi seyrederken oldukça keyifliydim ama birkaç saniye sonra sadece seyretmenin beni tatmin etmediğini fark ettim. Penguenli pijamalarımın paçalarını yukarıya çektim, burnumu havalı havalı çekmeye çalışırken yanlışlıkla sümkürdüm ve 3. Dünya Savaşına bedenimle atıldım.

"ALLAH ALLAH ALLAH ALLAAAAAAH!"

Ömer, altta kalmanın ona vermiş olduğu yetkiye dayanaeak kıpkırmızı kesilen suratıyla, su aygırlarını anımsatacak bir sesle bağırdı. "OĞLUM BENİ DÖVMEYİN LAN BEN N'APTIM, AHA HÜSEYİN'İ DÖVÜN LAN MAL MISINIZ LAN?"

Ayaz ve Murat, gözlerini kısarak birbirlerine baktılar. Sonrasında da onların üstünde olan bana... Onlara en tatlı gülümsememi atıp yavaşça doğruldum, tam benimle birlikte doğruluyorlardı bir anda kendimi onların üzerine doğru savurdum.

"KIRIN ULAN BİRBİRİNİZİ, KÖLELER!"

Ömer, yerde bulduğu yastığı aldığı gibi suratıma çaldı. "Hüseyin sen ne gavat adamsın, bu kadar adam sevdiğin kadının, Ömeriye'nin üstünde duruyor, sen... Sen ise... Ah... Artık devam- AMCIK HERİF VURMA LAN BOŞLUĞUMA!"

Ayaz, büyük bir hınçla önüne geleni yastıklarken bir yandan da bağırıyordu: "BEN ARAYAYIM DANTELLİ'Mİ DE GÖRÜN SİZ!"

Murat çaresiz bir nefes üfledi dışarıya doğru, ben onun sırtında, benimle boğuşurken... "Oğlum ben daha geçen gün bir kamyon güvenlikçi herifi paket etmiş adamken, buraya nasıl düştüm? Boğma lan, it herif!" Ben onun üstüne düştükçe daha da bağırıyordu, benim haşin boz ayım... "Hüseyin elini ayağını sikeyim. En çok da o babamın tarla işlerinde kullandığı devasa küreği andıran ayaklarını sikeyim y-'' Ben onu şakacıktan biraz boğunca, gülerek kaçıştı. "Tamam lan, boğma hayvanat,"

Ayaz, Yeşilçam filmi çekeyim diye gittiği sette Tarık Akan'dan bir kamyon dayak yemiş gibi bir edayla ayağa sallana sallana kalkınca, içimdeki ona çelme takıp o yere düşerken kıçına şaplak atma isteğini durdurma durumunda kaldım. Bazen vicdanımı hatırlayabiliyordum. Birkaç saniyeliğine...

"Kalkın amına koyduklarım, kalkacağız adam dolandıracağız daha," diyerek ahan da tüm bu anarşiyi kendi başına yaratmış olan 44 numaralık ayaklarımın üstüne basarak ayaklandım. Kafamı çevirdiğim an Ayaz'ı yine yataktan taşarcasına yatarken buluvermiştim. Ömüş'e döndüm, bunu fark edince o da bana döndü ve öpücük atıp kaş göz işaretleriyle yatağımı işaret etti. Şoklar içinde penguenli pijama üstümün önlerini birbirine kavuşturdum. Pis adamlar.

"Ya oğlum bu nasıl arkadaş grubu ya, ben sizi nasıl evime aldım aklım almıyor. Birinin arzusu yatağım diğerinin arzusu beni yatağa atmak, kaldım ortada arımlan namusumlan..."

Murat bana tip tip baktı, bir yandan da tekmelediğim suratından nadide ayaklarımın izlerini silmeye uğraşıyordu. Pislik. Senin yanağın böyle kraliyet ayağı görmüş olabilir mi acaba? Minnetsiz işte.

"İnsanlar böyle derler ya bazen, Hüseyin," dedi Murat, yanağını, suratında Ömer'i Ömeriye kılığında pisuvarda işerken yakalamış gibi bir ifadeyle ovmaya devam ederken. "Bir arkadaş edindim hayatım değişti, diye... Bir arkadaş edindim, aha da sen, hayatımın zincirleme götüne kayıyorlar lan. Bir de yetmezmiş gibi bugün çıktın bana ayağını koklatıyo'n. Ya ananı dananı sikeyim Hüseyin." O kadar sakince sövüyordu ki onu ciddi ciddi saygıyla dinliyordum şu an. Kendi kendine atarlara girdi bir anda. "Çok felfenayım gerçekten..."

Ömer onun kader ortağı olaraktan, ilk başta bir iki carladı KOCAMA LAF YAPMA ÇIKARIRIM VURURUM ŞİMDİ MASAYA diye ama sonra karşısındaki adamın birilerinin götüne masa soktuğunu hatırlayıp Mevla'sına kavuşmaya gider gibi topukladı odadan. Kaldık mı Trasformers ile baş başa? Arka da Ayaz horluyor. Ayı. Murat'a şirin şirin gülümsedim, şu an çok tatlıyım. Sonra Murat da bana gülümsedi ve yüzündeki tatlı gülümseme yerini kaybetmeden terliği fırlattı üstüme üstüme. Terliği alayım derken arkaya doğru savrulunca yatmış bulundum, sonra hazır yatmışken yattım da yattım. Ayaz ile en sonunda burun buruna uyanıp, birbirimize yanlışlıkla kafa attığımızda homurdana honurdana ellerimiz burnumuzda kalktık yataktan.

İçeri geçtiğimizde durdum ve önüme serilen manzaraya baktım. Ayaz, sanki bu iki günde onu bebek gibi yataklarda yatırmıyormuş da tahtaların üzerinde uyumaya mahkûm ediyormuşum gibi yine kendini koltuğa atmıştı, ben de onun ayak ucuna tabii. Murat telefona bakarken gülümsüyordu, shipper kalbim pır pır etti ve kalktığım gibi onun yanına gittim. Meryem'le yazışıyordu, bu sefer kesin emindim... Bir de ne göreyim?

Aynı muzu iki farklı taraftan ısıran maymun çift...

Ona baktım. Ona yalnızca baktım. "Senin kafanı sikeyim."

Murat beni mezeleyip önüne döndü ve güle oynaya maymun çifti izlemeye devam etti. Bir sonraki rotam Ömeriye'ydi... Onu gözüme kestirdim, sırıttım ve ayağa fırladığım gibi kendimi onun yanına attım. Suratında mayhoş bir gülümsemeyle, öylece camdan dışarı bakıyordu ve çok huzurlu görünüyordu. Dudaklarını büzdü masum Hüseyinsu. Kesin baba olacağı ânı düşünüyordu...

"Ne düşünüyo'n la, kara toprağım?"

İrkilerek bana döndü ama beni görünce hemen gevşek gevşek sırıttı. "İnsan karısına toprağım der mi lan, gavator?"

İçimdeki espri makinesini tutamadım o an. "Sadık yârimsin diye dedim Ömeriye'm..."

İlk başta dediğimi anlamadı, ben kendimi o taraftan bu tarafa, duvarlardan duvarlara vura vura gülerken bana öylece baktı. Sonra kafası esprime bastığı an o da benimle birlikte horlaya horlaya gülmeye başladı. Üstüme yıkılıyordu gülerken hayvanın evladı. Onu tartaklaya tartaklaya gülerken gözlerim cama kaydı ve yeniden Hüseyinsu oldum. "Az önce cama dalgın dalgın bakarken ne düşünüyordun?"

Ömer, ağzını üst dudağı tavana, çenesi göğsüne değene dek açtıkça açtı. "Ne düşüneyim kanka ya? Yasak Elma'nın yeni bölümünden fragman geldi de, onu düşünüyordum. Caner fav yani. Bir sen bir o bir de bebek..." Olmayan saçlarını savurarak, bana öpücük attı. "Yani ben."

Maldı...

🥂

Para gerekiyordu. Hayatın her alanında. Bir dolandırıcı olsanız bile, dolandırma işine donanımlı şekillerde devam edebilmek adına bile para gerekiyordu. Çok para gerekiyordu. Adamlar peşimizde, kaçmak lazım; kaçmak için para lazım, para için her türlü şeref yoksunluğu, efendime söyli'm haysiyet kıtlığı ve biraz da zekâ. Ticari olanından. Yani, kısaca... Hüseyinsu...

Bu meslek için doğduğumu düşünüyordum gerçekten ya.

Mirza, Ayaz ve Sıla yanımdalardı; Tuğçe ile Nesil ise Mirza'nın yanında getirdiği -daha doğrusu kendileri gelen- heyecanlı kızların yanında, benim evimdelerdi. Onlarla vedalaşalı daha birkaç dakika olmuştu, bir daha görüşmeyeceğimizden neredeyse emindim ama o kadar tatlı insanlardı ki sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi sıcacık hissediyordum. Umarım hayat onlara gerçekten iyi davranırdı.

Ömer, Meryem ve Gizel ise Ankara'ya geçmişlerdi birkaç saat öncesinde. Bu plan gerçekleştikten hemen sonrasında biz de yanlarına gidecektik ve bu muhtemelen temelli olacaktı. Bu planı yapıyor olmamızın temel sebebi de zaten buydu: Ankara'ya taşınmak ve şu anki düzenimizi orada devam ettirmek ama düzen buyken ne kadar sağlıklı şekillerde devam edebilecektik açıkçası bilmiyordum. Düşünmüyordum da. "Hayat kısa," diye mırıldandım yanımdakilerin duyamayacağı kadar kısık bir sesle. "Yanalım gitsin."

Ayaz, içinde kostümlerimizin bulunduğu büyük çantayı sırtına atarak omzunun üstünden bana baktı. "Kanka şu planı tekrar etsene bi'. Bende kopuk kopuk bir şeyler," Önüne dönüp Sprite şişesinden büyük bir yudum aldı. Ona bakarken gülümsedim. Ne tatlı adamdı lan. "Yine gidemedim antrenmana ya," diye homurdandı dertli bir sesle.

Son dediği şeyi, daha sonrasında uzun uzun tartışmak ve onu azarlamak üzere görmezden geldim ve planı tane tane, tekrar anlatmaya başladım: "Ömer'in babasının kaymak tabaka bir avukat olduğunu biliyorsunuzdur, Mirza kanka belki sen bilmiyordun ama şu an öğrenmiş oldun." Kafasını, devam etmemi talep edercesine salladı Mirza. Devam ettim. "Aslında gönül isterdi ki Behzat amca gibi kral bir adam olsun kendisi ama gerçek bir davar, o yüzden düşündüğünüzün aksine hayır, ondan yardım istemedik. Hatta bir nevi oğlu ve arkadaşları tarafından dolandırılmış bile olabilir... Ankara'ya taşınmak için gereken parayı nasıl bulabileceğimizi düşünürken Meryem bir arkadaşından bahsetti. Kadının adı Meral, Meryem'e olduğu gibi ona da dananan bir sapık varmış. İş adamının biri, epey de başarılı ve tam olarak filmlerdeki pavyona gidip avucundan para tomarları saçan godoman modeli.

"Meryem bu kadından adamımız için bazı bilgiler aldı, şirketini öğrendik, tüm her şeylerini didik didik inceledim ve bir arsaya ihtiyacı olduğunu öğrendim yeni projesi için. Daha birkaç gün öncesinde, ortaya epey yüklü bir miktar para koyarak bir arsa satın almaya çalışıyor ama satıcı adam için önemli bir yer olduğundan götünü de satsa alamıyor. İşte biz de, tam bu noktada devreye girdik."

Hepsi, söylediklerimi teker teker hikâyeleştirmeye çalışıyor gibi bir odakla dinliyorlardı. Sıla bana hayran bakışlarından yollarken elleriyle tapınıyormuş gibi bir hareket yaptı, ona gülüp göz kırptım. Mal karı yav.

"Ömer, babasının dosyalarını talan edip içlerinden bir tapu devretme belgesi buldu ve sekiz yüz elli farklı açıdan fotoğrafını çekerek elimize ulaştırdı. İşlemleri Ömer'in babasının adıyla yaptık, adam zaten hukuk dünyasının taşaklısı olduğundan herhangi bir güven sorunu yaşamış sayılmayız. Zaten Ömer'i plana dahil etmedik ki babası bu durumdan bir şekilde haberdar olursa oğlunu suçlayamasın. Mirza evrağın sahtesini hallederken Sıla makyajla beni biraz yaşlandıracak, babam yaşında karizmatik bir herif gibi görünmeliyim, aralara beyaz atarız diye Gratis'ten geçici gri boya bile aldık lan." Yüzümü buruşturdum. "Hazır lafı açılmışken, aşırı pahalı..."

Sıla gülerek bana omzumu içeri göçertecek bir tane vurdu ve kolunu omzuma atmaya çalıştı. Kolu çok yukarıda kalınca onu bozmamış ve dizlerimin üzerinde biraz çömelmiştim. Bunu yapar yapmaz yanaklarımı sıktı ve havalı havalı sözüne girdi: "O iş bende, karizma timsali canım Hüsoşum,"

Yeniden yürümeye başladığımızda, bu şekilde düzgün adım atamadığımı fark ettim ve doğrulup ben kolumu onun omzuna attım. Bu onu güldürmüştü ve birlikte, seke seke yürümeye başlamıştık. Hareketlerimize bakar mısınız ya? Gören adam dolandırmaya değil de lunaparka falan gidiyoruz sanır.

"Yine aşırı iyi plan kanka, sen bayağı anlıyo'n bu işten," dedi Ayaz, çantayı tutmayan elinin parmaklarını birleştirip öperken. "Ömer burada olsa iki saat bas bana, diye dolandırdı etrafında. Salak herif ya," Gülerek önüne döndü tekrardan. "Hüsoseksüel..."

Güle oynaya, itişe kakışa ama bir şekilde sağ salim varmıştık Mirza'nın evrakları halledeceği mekâna. Burası daha geçen gün, bana Murat'ın adresini verdiği, eski ve içinde uzun bir masanın bulunduğu depo tarzı bir yerdi. Etrafından hiç birilerinin geçtiğine şahitlik etmemiştim ve böyle bir durum için ideal gibiydi. İçimdeki dolandırıcı dişlerini zevkle gıcırdattı, bizimkilere baktığımda herkesin işine hazırlanıyor olduğunu fark ettim. Sıla makyaj malzemelerini çıkarmıştı ve bir yandan da saç boyasının arkasını okuyordu, Mirza ise hemen resmî belgenin fotoğrafını bir köşeye koymuş, işe koyulmuştu. İşine fazlasıyla odaklı görünüyordu, zaten bize oranla oldukça ciddi bir tipti, bu yüzden bunu yadırgamamıştım.

Ayaz ise masanın üzerine yatmış, Tuğçe ile mesajlaşıyordu. Vallahi maldı bu çocuk ya.

"Lan sol taşşağım," dedim onun dizine bir tane vurup, odağını bana çevirmesini sağlarken. İçi adeta diva aşkıyla yanan gözleri bana dönünce bıkkın bir tavır aldı, yüzünü buruşturdu. Bu bana aşırı zevk vermişti. Sırıttım. "N'aaabbbeerrr laaaan?" dedim elimi ensesine atıp, alımlarınızın çarpışmasını sağlayarak.

"Keko adam, uzak dur benden, keyif katili,"

Dudaklarımı büzüp, ayaklarımı salladım aşağı yukarı doğru. Onunla biraz daha uğraştıktan sonra Sıla beni çağırınca üzgün üzgün yanından ayrılmak zorunda kalmıştım şu hayattaki tek aşkımın ama üzülmesindi, ben onu asla bırakmayacaktım... Sıla çağırır çağırmaz beni kıza doğru fırlatması dışında bir sorun yoktu tabii. "Biliyorum, senin de gönlün var!" dedim ona tınısından aşk taşan bir sesle.

"Bak şu ağzımı bozdurma bana, koyun kokulu dondurma seni,"

Mide özsuyumu ağzımda hissedince ona dehşet içinde baktım. "Ne diyorsun lan, dingil?" diye bağırdım ona, ayakkabımı çıkardığım gibi kafasına fırlatırken, "İNSAN İNSANA BÖYLE DER Mİ LAN?"

Ayakkabımı kafasından alıp, bir ayakkabıya bir bana bakmaya başladı boş boş. "Diyene bak ya. Bana sol taşşağım diyorsun oğlum sen!"

Kaşlarımı çattım şakacıktan. "Solak olmak suç mu lan, insan ayrımı mı yapıyorsun sen?"

Bana baktı, bir şey diyecek gibi oldu ama demedi, Ömer'e bakan Murat misali sabır dilendi ve yumoş yumoş olmak üzere Dantelli Ayşesine geri döndü. Bu sırada Mirza kişisi de büyük bir odaklanmayla yapıyor olduğu evraktan kafasını kaldırmış, oğlum siz mal mısınız lan diye bağıran gözlerle bize bakmaya başlamıştı. Gülüp ona öpücük attım. "Gözlerini yapma öyle manyak gibi, bebişim,"

Bana tip tip baktı. "Ben senin bebişine koyayım,"

Onu sikime sallamadan kalçamı iki yana salladım ğzımı yırtılmak üzere olduğunu hissedene kadar açarak esnedim, havaya yumruklar sallayarak gerildim ve sonunda da minik bir bebek gibi Sıla'nın önüne oturdum tıpış tıpış. Sıla ilk başta saçıma, aldığımız gri sprey boyayı sanki duvarmışım da üzerimde graffiti yapıyormuş gibi bir edayla sıktı. Saçımı henüz görmemiştim ama resmen tel tel boyamış olduğu için sonucun hayli iyi ve gerçekçi olduğundan emindim. Ona bakarken gülümsedim.

Çok farklı biriydi Sıla. Hayatınız boyunca karşılaşabileceğiniz çoğu kadından çok daha farklıydı. Onun hiç âşık olduğunu ya da kendini tüm benliğiyle avuçlarına kalbini bıraktığı kişiye adadığını görmemiştim, işi gücü çapkınlık olurdu ve bu konuda da hep çok benzediğimizi söylerdi bana ki haklıydı da. Onun kadar harika bir arkadaş mıydım bilmiyordum ama genel hatlarıyla kafa yapımız hep benzemişti; ikimiz de hayatı hak ettiğinden fazla ciddiye almayan ve içinde bulunduğumuz her kötü durumu öyle ya da böyle serçe parmağından tutup halaya kaldıran tiplerdik.

Yüzümdeki gülümseme genişledi. Ne kadar belli ediyordum bilmiyordum ama onları çok seviyordum.

Sıla'nın bana yaptığı yaşlandırma makyajı saatlerimizi almıştı, bu süre zarfında Mirza sahte evrak işini halletmişti ve şimdi Ayaz ile bir olmuş önümüzde tavla atıyorlardı. Aklıma Ömer'in kaçırıldığı gün hep beraber okey oynamaya oturduğumuz gün gelince kendimi tutamayıp gülmeye başladım ve bu, Sıla'nın büyük bir titizlikle yapıyor olduğu makyajın hafifçe kaymasına neden oldu. "Hüsoş Müsoş demem, bir daha gülersen ağzını yüzünü yırtarım şu cadı tırnaklarımla!" diye homurdanarak kayan yeri sildi ıslak mendille.

Bunu gerçekten yapacağını bildiğim için sustum ve gözlerimi yeniden kapadım. Az daha uyuyakalacakken makyaj bitmişti. Sıla uğraşmaktan, diğerleri, özellikle de Ayaz beklemekten ne haldeydiler bilmiyorum ama ben o kadar uzun süre gözlerim kapalı makyajın bitmesini beklemiştim ki mal gibi hissediyordum. "Zaten öylesin kanka, yabancı hissetme," dediğini duydum Ayaz'ın; sanırım yine konuşarak düşünmüştüm. Ayakkabımı çıkardığım gibi onun kafasına fırlattım. Şerefsizin evladı herif ya, masum dedik bağrımıza bastık seni.

"Kanka," diyerek döndüm Sıla'ya, sesim yalvarır gibiydi. "Allah Kuran aşkına bir ayna, bir bi' şey verin lan. Merak sıçacağım şuraya, sen benim suratımda bu kadar uzun ne yapmış olabilirsin diye düşünmekten valla merak sıçacağım ya..."

Sıla, bana heyecanlı bir cırıltı kopararak arkasındaki aynayı uzattığında, diğerleri de Sıla'yı bu yaptıkları iş için övüyorlardı ama buraları kulaklarım filtrelemişti. Kendim dışındaki kimsenin aldığı iltifatlarla ilgilenemiyordum. "Şerefsiz seni, sugar daddylere döndün haberin olsun," dedi Rıfkı denen orospu evlâdı kafamın içinden, "Genç kızlara limitsiz kredi kartı gösterip pantolon sıyıran heriflere döndün lan. Çiçeksepeti'nden çikolatalı kutu yollayan amcılara döndün."

Ona bir cevap vermek yerine, kafama rastgele bir tane geçirmekle yetindim. O da sustu. Galiba ırgalanan beynim böyle yapınca sesine çarpıyor ve onu etkisiz hâle getiriyordu. Bir an için mal olup olmadığımı sorguladım kendi kendime. Bir gün onu susturayım derken beyin felci geçirecektim lan.

Aynaya baktığımda, Rıfkı'nın haklı olduğunu görmüştüm. Sıla beni gerçekten hayli değiştirmiş, adeta yaşlandırmıştı. Onu kafasından tuttuğum gibi, İbrahim Tatlıses edasıyla alnını emcüklediğimde hepsi bir ağızdan kahkaha attılar. Ben de gülüyordum çünkü gerçekten de sugar daddy gibi hissediyordum şu an... "Gelin babacığa!" dedim kollarımı kaldırarak ve bir grup sarılması gerçekleştirmiş bulunduk. Ayaz, Mirza'yı bu sarılmaya dahil edebilmek adına bize doğru biraz itip kakalamış olsa da bunu başarabilmiştik!

Ayrıldığımızda, Mirza'nın şehrine dönme bizim de planı işleme geçirme vaktimiz artık gelmişti. "Kanka sağ ol lan yardımların için," dedim kolumu omzuna atarak, bana güldü ama bu daha çok lafı mı olur dalyarak der gibi bir gülüştü. Bakışıyla söylediği şeyi tekrar etme gereği duymadı ve, "Yolunuz bizim oralara düşerse uğrayın, asıl biz teşekkür ederiz," dedi ceketini giyerken. Ceketinin yakalarını boynunu kapatacak şekilde yukarı kaldırdı ve ellerine hohladı. "Hadi Allah'a emanet göte mukayyet."

Sonrasında ona, Sezen Aksu - Gitme (Hüso Cover) yaptım. İlk başta bak oğlum siktir git, dedim, o da bak giderim görürsün diyerek diklendi. Kuyruğu dik tuttum, git diye bağırıp durdum. Tam arkasını dönmüştü ki, daddy kılığımdan, boyumdan posumdan utanmadan kendimi yerlere attım. "GİTME DUR YALAN SÖYLEDİM!

Ama o, beni dinlemedi ve arkasına bile dönmeden terk edip gitti... "Amaan," diye homurdandım o gidince, bizimkiler bu ufak konserime gülerken, "Giderse gitsin ya. Sikimden aşağı Kasımpaşa. Kalkın şu kostümleri giye'k."

Ayaz, giyecek olduğumuz kıyafetleri çıkardı ve boşalan sırt çantasına Mirza'nın büyük bir özenle yapmış ve dosyalamış olduğu sahte evrakları koydu. Olduğumuz yerin yakınındaki tuvaletlerde giyindik, bok kokan tuvalette pahalı bir smokin takım giymek gerçekten çok enteresan bir deneyimdi ama hayat işte... Bok kokusunu acilen unutabilmek ve kıyafetlerden de silebilmek amaçlı, yanımıza getirdiğimiz ve kaç para bayıldığım aklıma gelince komaya girdiğim parfümü görgüsüz gibi sıktım her yerime. Sıla ve Ayaz'a baktığımda onların da damar yoluyla parfüm aldıklarını görmüş ve sıçana kadar gülmüştüm...

Sıla'nın üzerinde bej rengi saten bir üst, toprak tonlarında ve tüm hatlarını ortaya çıkaran bir kalem etek vardı. Ayaklarındaki sivri, upuzun topuklu stilettolarla nasıl yürüyeceğini ben bile dert ediyordum şu an. Parfüm banyosu sonunda bittiğinde elime aynayı tutuşturdu ve kan kırmızısı ruju dudaklarına yedirdi. Yüzünün geri kalanını boş bırakmış, tüm dikkati dudaklarına toplamıştı ki bu plandaki görevi göz önünde bulundurulduğunda son derece mantıklıydı. Dudaklarındaki kırmızı ona farklı bir hava, albeni katmıştı.

Birkaç gün öncesinde turuncudan sıkılarak kumrala geri döndürdüğü uzun saçlarını sıkı bir at kuyruğu yaptı ve kulaklarına iki küçük inci küpe taktı. O tüm bunları yaparken ben de Ayaz'a döndürdüm bakışlarımı. Ben Ömer'in babası olan Erkan Bey amca olarak gidecektim, Ayaz benim yanımdaki yeni mezun stajyerdi ve Sıla da asistanımdı. Sıla'nın tıpkı Kenan denen piçin evladına yaptığı gibi bu herifin de gözünü boyaması ve bize soracağı iş konulu soruları en aza indirgemesi gerekiyordu, aksi hâlde bocalayabilirdik. Ayaz masum bir stajyeri oynadığı için bize oranla çok daha mütevazı giyinmişti; siyah bir ceket, ceketin altına gri boğazlı kazak ve aynı tonlarda bol, kumaş bir pantolon. Milli bir basketbolcu olduğu için, onu olabildiğince az göz önünde tutacaktık ki zaten asıl görevi adama arsayı tanıtmaktı, kafasına taktığı kasketle yüzünü olabildiğince gizlemeyi düşünüyordu.

"Taş gibi olduğumuza kanaat getirdiğimize göre gidelim mi artık?" dedi Ayaz sırıtarak, kafasındaki kasketin ucunu hafifçe öne çekti. "Adamla buluşma saatimiz yaklaşıyor çünkü."

Aynayı, Sıla'ya geri verdim ve arkamdan bir sihirbaz edasıyla Sprite şişesi çıkardım bir anda. Ayaz şaşkınlıkla bana bakarken, ona ara sokaklarda uyuşturucu satmaya çalışan bir torbacıymışım gibi Sprite şişesini verdim ve konuştum: "İç şunu, kafan yerine gelir..."

Ayaz kafasını arkaya atarak bir kahkaha patlattı. "Uçurüyü mi abi?"

"Kanat taküyü gardaşım..."

Ayaz'ın elinde Sprite şişesi, ben olmuşum part-time sugar dady, Sıla basmış amino asidi taş gibi, koyulduk mu yollara? Kiraladığımız arabaya yerleşip yola koyulduğumuzda karnımda baş gösteren ağrı bana garip hissettirmişti ama bunu umursamak için vakte sahip değildim. Bu parayı alacaktık, sonrasına dokunmayacaktık ve kendi kurallarımızı çiğnemeden ama devlet kurallarına da sadık kalamadan Ankara'ya taşınacaktık. Sonrasında ne olacaktı bilmiyordum ve düşünmek de işime gelmiyordu. Gerek duymadım, gaza bastım, direksiyonu Eskişehir çıkışlarına yakın bir yerde olan araziye kırdım ve asfalt, üzerinde olduğumuz lüks arabanın tekerlerinin altında ezilmeye başladı.

Üstüme başıma bakıyordum da bazı bazı, sanki o yetimhanede hiç doğmamışım, o sanayide küçücük bedenimle hiç çalışmamışım, annemin kapısında gururumu onun paspasının altına yedek hir anahtar gibi koyarak ağlamamışım gibi geliyordu. Sonra kafamı kaldırarak aynaya bakıyordum ve hatırlamıyor, görüyordum. İzlerim vardı. Gözümün etrafında gülerken çıkan çizgiler henüz bu yaşta buradaysalar nedeni akmayan gözyaşlarımdı. Sırtımda bir çocuk işçinin yaraları, kollarımda sokağın nefesini asla unutmamamı sağlayan kavgaların izleri vardı. Hepsinin üzerini bir şekilde dövmeyle örtmüştüm, bu benim işimdi ama örtmüş olduğum gerçeğini kapatamıyordum. Belki biraz büyüyordum, belki mekân değişiyordu ama ben hâlâ aynı çocuktum ve düşününce fark ediyordum da, değişmek de istemiyordum.

Arabayı yaklaşık olarak bir saat sonra durdurduğumda saat akşam yediye varmak üzereydi, yedi buçukta buluşmaya karar verdiğimiz içindir ki henüz burada değildiler ve bu bizim işimize gelirdi. Kapıyı açıp, dışarı çıktığımda art arda kapanan kapılar bana bizimkilerin de çıktığını fark ettirdi ve havayla temasım tenimin altına yavaşça işleyen soğuğu beraberinde getirdi. "Bu soğuk ne amına koyayım ya," diye homurdandı Sıla, omuzlarına attığı ceketin içine kollarını sokup, cekete sıkıca sarılarak. Ona bakarken güldüm. "N'oldu, az önce Yasak Elma'daki Enver gibi havalı havalı yürüyordun ceketi duvak gibi kullanarak..."

Bana dil çıkarıp mezeledi, gülüştük. "Kanka sana bu şekilde hiç sataşasım gelmiyor ya," dedi Ayaz, gözleriyle daddy bedenimi adeta yerle yeksan ederken. Ah canım Ömüşüm olsa bedenini öne atar, ona saldırırdı şimdi... Gizel de ona saldırırdı sonra.. Dudaklarımı büzdüm... "Duruyo'n karşımızda aynı Erkan Petekkaya gibi..."

Ben daha ona bir cevap veremeden, bir arabanın yaklaşırken çıkardığı sesleri duydum ve hemen ardından son model BMW araç gözümün odağına girdi. Sırıttım. "Sataşma zaten, stajyer parçası seni," dedim gülerek, "Yaşıtlarım geliyor..."

Sıla ellerini birbirine sürterek, sinsi sinsi gülümsedi. "Sikiş başlasın!"

Ona göz kırptım ama araç yakınlarımızda durduğunda yüzüme resmi bir ifade yerleştirdim. Şoför koltuğundan bir adam indi, arabanın etrafında döndü ve arka koltuğun kapısını açtı; artık Halil Demirel arabadan sağ ayağını çıkarmıştı. Siyahına beyaz dökülmüş saçları, pahalı rugan ayakkabılarından sonra ikinci görüş alanıma giren yeri olurken, tek hareketle arabadan ayrıldı ve bize doğru ağır ağır yürümeye başladı. Ayaz'ın, kasketinin ucunu hafifçe aşağı eğdiğini göz ucuyla gördüm ama bu dışarıdan bir saygı gösterisi gibi duruyordu, yüzünü göstermemeye çalışıyor olduğu belli olmuyordu.

"Hoş geldiniz Halil Bey," dedi Ayaz robotik, saygılı bir sesle. Tavrı, Halil Demirel'in hoşuna gitmiş olmalıydı ki suratında memnun bir ifade belirdi. "Hoş buldum, delikanlı," dedi Halil, ardından elini yavaşça bana doğru uzattı. "Erkan Bey?"

Elimi, kendimden emin bir tavırla onun tombul ellerine değdirdim. Ömer'in babası şaka sevmeyen, diktatör ve kibirli bir adamdı; buna uygun davranmak da açıkçası işime gelirdi. "Hoş geldin faslını geçiyorum, Halil. Arazi burası."

Erkan bu tavrıma şaşırmadı, beklediği tam da bu gibiydi ama suratında gevşek bir ifade seziyordum. Gözleri ara sıra Sıla'ya değiyordu ama bunu fark etmemizi istemediğinden midir bilinmez, usulca geri çekiyordu. Bunu her gördüğüm an onun suratını tekerleğin altında ezmek istiyordum ama dışarıya çizdiğimiz ifadesiz, sarsılmaz görüntünün bozulmadığından emindim. Hissettiklerini yüzüyle dışarı vuran biri hiç olmamıştım ve bunun ekmeğini yemeyi de iyi biliyordum.

Erkan'a araziyi gezdirirken suskundum, Ayaz konuşuyor, Sıla da ara sıra onun söylediklerini onaylıyor ya da benim yerime bazı boşlukları dolduruyordu. Erkan'ın araziyi beğendiği oldukça âşikardı, dudaklarını aşağıya doğru büküp kendi etrafında döndü ve temiz havayı içine çekti. "Keşke şöyle dönerken sana gerilsem, gerilsem, bir vursam buradan Fizan'a uçursam seni," diye tısladım ağzımın içinde.

Erkan bir anda gözlerini araladı. "Biriniz bir şey mi söyledi?"

Resmi bir şekilde gülümsedim. "Hiç. Şuradaki ufak kulübeyi görüyor musun? Küçük bir lokanta. Hava soğudu," Gösterdiğim yere, ahşap kulübeye bakıyordu. "İstersen işin devamını orada konuşalım. Soba da yanıyor olmalı."

Kulübede Murat vardı, aslında orasının bir lokanta olduğu falan da yoktu ama sabah buraya gelmiş ve elimizden geldiği kadarıyla bir köy lokantasına çevirmeye çalışmıştık. Tuğçe sağ olsun, bir menümüz bile vardı. Yemekleri Meryem ile Murat yapmıştı, diğerlerimiz de tahtadan sandalyeler ve hatta masalar falan eklemiştik. Ona bakarken sırıttım. Bu hizmetin bedelini fazlasıyla ödeyecekti. En çok da bir kadının sapığı olmayı.

"Hay hay," dedi Halil, ellerini birbirine sürterek. "İçimiz ısınır." Gözlerini Sıla'ya çevirdi ve o an, ilk defa tüm arsızlığıyla, içindeki sapığı saklayamadan o kadar kabarmış bir iştahla baktı ki ona, yanında biz olmamıza rağmen Sıla'nın fark etmeden bir adım geri gittiğini gördüm. Artık boynumdaki damar derimi tekmelemeye başlamıştı. "Bize yolu sen gösterir misin, bayan?"

"Yol burada, önünde," dedi Ayaz sert bir sesle, sonra kendini toparladı. "Yani önünüzde. Yüz metre sonrasında varacağınız bir kulübe için rehbere gerek yok sanıyorum?"

Yumruğumu, kabanımın cebinin içinden açıp kapatırken gözlerimdeki siniri fark etmemesi adına ona bakmamaya uğraşıyordum. "Ah," dedi Halil, gözlerini Ayaz'a çevirirken. "Ben orayı fark etmemiştim... Daha uzak bir yer sandım. Yürüyelim o zaman."

"Ne yürüyelim o zaman? Bir de sırtımızda mı taşıyacaktık seni?" dedim en sonunda sert bir sesle, kendimi tutamadan.

Sıla ve Ayaz, kocaman gözlerle bana döndüklerinde, her şeyin içine sıçmamam gerektiğini fark edip seeli bir şekilde güldüm, bu, Halil'in de yumuşayıp gülmesine ve, "İyiydi, Erkan," demesine neden olmuştu. Bana bakarak gülmeye devam etti. "Şaka yapabiliyormuşsun."

Başımı sağ omzuma doğru düşürerek, "Bazen," dedim, bu sayede resmiyeti yeniden aramıza bir duvar gibi örmüş ve suratındaki gevşek ifadenin silinmesine neden olmuştum.

Kulübenin kapısını Ayaz bizim için aralayınca, yukarıdaki süs etrafında dönerek tatlı bir sesle şangırdadı ve birlikte kapının önünde durduk. Arkası dönük, oduncu gömlekli, saçı üç numara kesilmiş olan, kalıplı adam Murat'tı, onu tanımıştım. Çıkan şangırtıyla bize doğru döndüğünde suratında yumuşak, babacan bir ifade vardı. "Hoş gelive'miş'iniz," dedi Murat'tan gerçek hayatta Meryem kişisi değilseniz asla duyamayacağınız kadar tatlı, adeta şirin bir sesle. Ege şivesini o kadar iyi yapmıştı ki dudaklarımı hayretle büzmemek için kendimi kasmıştım. "Oturmaz mıydınız?" dedi aynı şirin sesle, beline bağlı mutfak önlüğünü çıkarırken.

"Biz şuraya oturalım, menü getir." dedi Halil Demirel buz gibi bir sesle, adeta emir vermiş olması, ceplerimdeki sıkılı yumruklardan birini onun yüzüne kondurmam için beni hayli tahrik etse de, dişlerimi sıkarak bu isteği hasıraltı etmeyi başarabildim. Beni ilk gördüğü an, ünlü bir avukatın kimliğinin gölgesinde olduğum için nasıl da kibardı oysa...

Kendinden ekonomik olarak düşük olan bir insana, üstten bakan herkes çok alçaktı. Bunu bana üstten baktıklarında da öğrenmiştim, gözümün önünde birileri cüzdanı için aşağılandında da. Bilmiyordum, sanırım bu onların kaymak tabakası için çok doğal, normal bir durumdu, üstte oldukları, istedikleri her şeyi elde edebildikleri için bir şeyler adına çalışanları aşağıda görüyorlardı ama onların perspektifine güneş ışığı hiç yansımamıştı.

Halil Demirel'i takip ederek dört kişilik masaya oturduk ve Murat, yalnızca birkaç saniye sonrasında önümüze daha birkaç saat öncesinde yapmış olduğumuz el yapımı menüleri getirdi. "Ben bir kahve istiyorum," dedi Halil, Murat onu kafasıyla onaylarken eline menüyü geri verdi. "Bir Macchiato alırdım aslında ama burada yoktur, düz kahvenin olması bile şaşırtıcı..." Aşağılar gibi gözlerini Murat'tan çekti. "Filtre kahve getir."

Murat'ın bürünmüş olduğu pamuk gibi adama ayak uydurmaya zorlandığını fark ettim, dişlerini sıktı ama gözlerini kaldırıp adama bakmadı, yine de siniri yan profilinden oldukça barizdi. Saliseler içinde kendini yenileyip yine o şirin Egeliye dönüştürdü ve bize döndü. "Siz ne alıver'ce'niz?"

"Şöyle yapalım, hepimize birer kahve getirin siz," dedim Murat'a dönerek, onu tanımıyormuş rolü yapmak bir an için beni az daha güldürüyordu. Aynı durumda olacak ki, daha fazla masada durmayıp bizi onayladı, elimizden menüleri aldı ve gitti.

"Evet, Halil," dedim iki elimin parmaklarını birbirine geçirip, tahta sandalyeye yaslanırken, "Arazi hakkında ne düşünüyorsun? Seni tatmin etti mi?"

Halil parmaklarını, tıpkı benim gibi iç içe geçirip dirseklerini masaya yasladı ve kulübenin camından dışarı, araziye baktı. Ayaz ile göz göze geldiğimizde bana imzayı atsa da siktir olup gitsek der gibi bir bakış attı, tabii o bunu 'def olup' ya da 'yürüyüp' olarak dillendirirdi ama olsundu... Gülmemek için gözlerimi ondan ayırdım ve yeniden Halil'e çevirdim. Artık gözleri arazide değil, Sıla'daydı ve bedeninde öyle açık açık dolaşıyordu ki, artık gerçekten kendimi zor tutmaya başlamıştım.

"Halil Bey?" dedi Ayaz, onun sesini duyan Halil, bir rüyadan uyanır gibi gözlerini kırpıştırarak bana döndü.

Kaşlarımı kaldırdım. "Cevap?"

Halil, birleştirdiği parmaklarının üzerine çenesini yaslarken Murat da kahveleri önümüze koymuştu. Kısa bir afiyet olsun'dan sonra yanımızdan ayrıldı. Kahve fincanının kulbunu tutup dudaklarıma götürürken gözlerimi Halil'e bir çatal gibi batırdım, sapladım ve gözlerimin merceğine hapsettim. O bir kadının, hatta belki de birçok insanın çaresizlik nedeniydi. Cüzdanı kabarık olduğu için içindeki leş şehveti herkesin üzerinde söndürebileceğini düşünüyordu ve devlet büyüklerinden, kesilmeyen cezalardan, korunan katillerden, içindeki caniyi dışa vurup hâlâ dışarıda gezmeye devam eden herkesten güven alıyordu. Biz ise bir kadının umuduyduk, belki bu işin iyi tarafı bize de dokunacaktı ama o kadını öyle ya da böyle bundan kurtarmış olacaktık. Bu gerçek beni duraklattı.

"Arazi süper," dedi Halil, kahvesinden büyük bir yudum alarak. "İstediğim şeyi yapabilmem için de oldukça elverişli..."

"İstediğin şey?" diyerek böldüm lafını.

Halil, kahveyi tabağına geri bırakarak tamamiyle bana döndü. "Karım varlığını cinsiyet eşitliğine adamış biri," dedi. "Evliliğimizin başından beri zamanını derneklerde, seminerlerde, mağdur kadınlara el uzatabilmek için geçirip durdu. Burası onun derneği olacak. Büyük bir proje ve tüm ipler onun ellerinde olsun istiyorum."

"Karına çok değer veriyorsun sanırım," dedim dilimi kahvenin ıslaklığının bulaştığı dolgun dudaklarımda gezdirirken.

Sıla'nın üzerinde gezinen gözlerini bana çevirdi. "Elbette. O benim karım, onun için her şeyi yapabilecek bir adamım. Bu dernek de göstergesi olacak."

Suratını görmek midemin bulunmasına neden oluyordu. Gözlerini her kız kardeşim dediğim insana diktiğinde, bir daha göremeyecek hâle gelene kadar, her yere kanı bulaşana kadar onu yumruklamak istiyordum ama yine de tüm bunları yüzüme yansıtmadım. "Gösterge?" dedim, güldüm. Komikti. "Gösterge mi yoksa bir nevi vicdan azabını susturabilmek için geliştirmiş olduğun telafi yöntemin mi?"

Halil'in yüzündeki ifade sarsıldı, dudaklarını muhtemelen bağırıp çağırmak için araladı ama yüzümü yüzüne yaklaştırıp kelimeleri onun ağzına geri tıktım. "Şu çok sevdiğin, uğruna dernekler inşa ettiğin karının kızın yaşındaki asistanımı gözlerinle saatlerdir taciz ettiğinden haberi var mıdır, Halil?" dedim kısa tırnaklarımı masada tıngırdatarak. "Bunu tahmin etmiş midir?"

"Ne saçmalıyorsun sen?" dedi şoklar içinde, bana bakarken. "Anlam veremiyorum, kimi taciz etmişim? Bunlar ne yersiz, ne seviyesiz ithamlar böyle?"

Dudaklarımı umursamaz bir edayla aşağı doğru sarkıttım. "Yanılıyor muyum sence? Yanıldığımı mı düşünüyorsun?" Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. "Bir şeylerin, özellikle de bireysel değil toplumsal olan bir şeylerin yalnızca cümle içinde savunulmasını sevmem. Dünyanın değişmesi için bir adım atıyorsan, Halil," Tam gözlerinin içine baktım. "Kendinden başlayacaksın."

Halil boğa gibi bir nefes aldı, artık sinirlendiğini ve bağırıp çağırmak üzere olduğunu fark edebiliyordum. "Ne şimdi bu, kişisel gelişim kitabı kesidi mi? İş yapalım diye geldik, adam gibi karşımda durup iş konuşacağına karşında çocuğun varmış gibi hayat dersi mi veriyorsun?" diye bağırdı bir anda ve öyle hiddetli kalktı ki masadan, oturduğu sandalye yere düştü. Tüm uzuvlarıma büyük bir hızla yayılan siniri hissediyordum artık, bu her ne kadar şu anda bilmese de, hiç onun hayrına bir durum değildi. "Yanına da getirmişsin zaten orospunun tekini, kız kıçını gözümün içine sokuyor, aranıyor, çıkmış benim evliliğimi sorguluyorsun! Kişisel gelişim konuşmalarına yanındaki orospulardan başla!"

Parmaklarımın arasındaki kahve fincanı hangi ara parçalara ayrıldı bilmiyorum ama patlarken çıkardığı sesi duydum, bu beni daldığım ve içinde ona saldırarak parçaladığım öfke nöbetinden uyandırmadı ama Ayaz'ın şok içinde bana doğru yaklaştığını fark edebilmiştim. "Seni öldürürüm." dedim mermer gibi bir sesle ve içinde fincanın kırıldığı elimin yumruğunu sıktım, parçaların etime gömülerek daha fazla kanı doğurduğunu fark ettim ama şu an istediğim tek şey zaten kandı. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda, nasıl göründüğümü bilmiyordum ama Halil'in gözlerindeki korku öyle saf ve barizdi ki, bana içimde uyuyan canavarın bedenime hükmetmeye başladığını fark ettirmişti. "Şakam yok, abartım yok. Seni öldürür, bu araziye gömerim ve bu benim senin sikindirik derneğine yaptığım en büyük bağış olur."

Kendimi tutmaya çalışmadım, sanırım Ayaz bunun için uğraşmak üzere bana yaklaşıyordu ama bunu beklemedim, izin vermedim ve kendimi bir anda, karanlık bir gölge gibi Halil'in üstüne çökmüş halde buldum. Attığım yumruğun şiddetiyle yere yığıldı ama çenesinden gelen kırılma sesi beni durdurmadı, bana durmam gerektiğini bile düşündürmedi, etrafa sıçrayan kanı gördüm ve Sıla'nın çığlığını duydum, daha fazlasını istedim ve aksi için kendimi durduramadım. Kafasını, ensesinden tuttuğum gibi ahşap zemine bir çatalı saplarcasına sapladığımda yayılan kanın hızı çok fazlaydı, bir ses çıkarıyorsa da duyamıyordum. Bunu kaç defa yaptığımı, adamı bir paçavra gibi kavrayıp yere çaldıkça çaldığımı gerçekten bilmiyordum ama en sonunda beni Halil'den uzaklaştırabildiklerinde hareket etmiyordu.

"LAN!" diye bağırdı Murat şoklar içinde adama bakarken, yerle bir bütün olmuş gibi öylece orada duruyordu. Yavaşça ayılmaya başladığımda öfkeyi hâlâ hissediyordum ama artık getirisi olarak yalnızca kanlı ellerimin titreyişi vardı. Sakinleşmiştim. Sakinleşmiştim ve adam hareket etmiyordu.

Adam. Hareket. Etmiyordu.

Onu ne kadar süre dövdüğümle alakalı bir fikrim yoktu ama elle tutulur bir süre olmalıydı, yoksa içeri giren Tuğçe ve Nesil'in açıklamasını yapamazdım. Adamı görünce öyle büyük birer çığlık attılar ki, dedim ben... Yarrağı yedin Hüseyin, dedim...

"NE OLMUŞ BURADA?!"

Tuğçe şoklar içinde adamın başına çömerken, Nesil'in yanıma koşmaya başladığını fark ettim. Gözleri, kan damlayan ellerim ve benim aramda mekik dokuyordu. Önümde durdu, bizimkilerin attığı çığlıkla adamın yaşıyor olduğunu öğrenmiş oldum ama ikimiz de buna en ufak bir tepki bile vermedik. Gözleri gözlerimdeydi, bir duygu koparmaya çalışan küçük bir çocuk gibi bakıyordu.

Bakışlarına karşılık verdiğimde, güzelliğini gördüm. Öyle bir büyüsü vardı ki... Her şeye rağmen, tam burada bile alıp bambaşka bir diyara kapatabilirdi beni.

Kendimi bir canavar gibi hissetmem gerekli miydi? Bunu bilmiyordum, hayatımda kendimi ilk böyle kaybedişim değildi ama ilk mantıksızca kaybedişimdi. O adam benim kız kardeşime orospu demişti, o adam bir kadını çaresiz bırakmıştı, mecbur bırakmıştı, bakışlarını buğulandırmıştı ve tüm bunlara rağmen gözümün önünde mağdur kadınlara el olmak için bir dernek mi açacaktı? Hadi o bunu yapabilecek kadar ikiyüzlüydü, peki ben gerçekten buna sessiz kalmayarak doğrularıma olan sadakatimi mi beyan etmiştim yoksa bir çuval inciri berbat mı etmiştim? Ben ne bok yemiştim böyle?

Nesil kanlar içinde kalan elimi kavradığında, Murat, Sıla ve Ayaz bana doğru birer adım atmışlardı ama Tuğçe, Nesil'i işaret ederek durdurmuştu onları. Sonrasında da dışarı çıkarmıştı. Bu süre zarfında adam hâlâ az ötemde öylece yatıyor, etraf kan kokmaya devam ediyordu ve biz Nesil ile hâlâ göz gözeydik. Gözleri diğer her şeyi buğulandırıp, ifadesinin yoğunluğuyla dünyada sadece o varmış, ben varmışım ve tüm kötülüklerden uzakta olmasak bile tüm kötülüklere savaş açmışız gibi hissettiriyordu.

Güzeldi. Yüzü güzeldi, ellerim kanlı ve cam kırıklarıyla doluyken de ellerimi tutabilen elleri güzeldi, varlığı güzeldi, kokusu kanın kokusunu bile gölgesinde bırakıp sana açık yaralarını unutturabilecek kadar güzeldi. Belki sadece bana güzeldi, ama bilmiyorum. Çok güzeldi.

"Sinirlendirdiler mi seni?" dedi sanki bir çocukla konuşur gibi, dingin ve temkinli bir sesle. Dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirip yumruklarımı sıktım, bunu yapınca tenimin altındaki cam kırıkları biraz daha derine gömülmüşlerdi ama buna aldırmamıştım.

"Konuşmayacak mısın?"

Gözlerimi onun gözlerinden alıp bir ceset gibi yatan ama hâlâ canlı olduğunu az önce arkadaşlarımdan öğrendiğim adama çevirdim. Yüzüm buruştu. "Kötü bir manzara," dedim ruhsuz bir sesle.

"Ama sen çizdin," dedi Nesil, büyük elimi ellerinin içine hapsederek ve parmaklarımızı iç içe geçirdi, bir düğüm gibi. "Sen hep çok güzel şeyler çizersin." Elimi usulca dudaklarına yaklaştırıp, yarılmış eklemime bastırdı ufak busesini. O an belki o yara hâlâ oradaydı, hâlâ kan kaybediyordu ama benim içimde kapanmıştı. Sızısı yoktu, kanı kurumuştu, öyle bir öpücüktü bu... Kirpiklerimin agırlaştığını hissettim. "Bunu neden çizdin?" dedi beklenti dolu gözlerle bana bakarken ve öptüğü elimi hafifçe uzaklaştırıp, yeniden tuttu. "Anlatmak ister misin?"

Yutkundum. "Çok..." dedim, duraksadım, bunun bir açıklaması var mıydı bilmiyordum. "Çok sinirlenmiştim." Boynumu büktüm. "Ben bazen böyleyim işte."

Bana baktı, ona baktım. Birlikte girdiğimiz bu yılın ve bu yolun her adımında beraberdik, o benim yanımdaydı, yandaşım değil artık yoldaşımdı ama bazen söyleyecek hiçbir şey olmuyordu, bazen kendimi anlatamıyordum... Ben zaten kendimi hiç anlatamazdım. "Her zaman sandığın adam değilim," dedim dudaklarımı birbirine bastırarak. "Hayat da hep aynı hayat değil. Bir gece gülerek uyuruz, aynı yataktayızdır ama birkaç saat sonrasında yataktan kalkıp ağlamaya giderim. Dinlerim, anlarım, öperim ama bazen..." Elimle Halil'i gösterip, histerik bir şekilde güldüm. "Bazen de böyleyim işte."

Yutkundu, dizlerinin üzerinde doğruldu ve ellerini omuzlarıma koydu, ilk defa omuzlarımda bir yük değil rahatlık hissettim; burnu burnuma değdiğinde boyumca bir dert değil de gölgesiyle yakıcı güneşten koruyan bir deva hissettim, onu hissettim. Bu, içimdeki canavarın yavaşça bedenimi terk edip bir köşeye çekilmesine ve kanlı elleriyle bir sigara yakıp, bizi izlemesine neden olmuştu.

"Ben seni bu hayat, hayat değilken de seviyorum," dedi kemikli elleri yüzümü avuçlarken. Gözlerimin dolduğunu hissettim. "Ben istiyorum ki biz gülerek uyuyakaldığımızda sen ağlamak için yataktan kalkma, bana sarıl, birlikte ağlayalım. Sen tek bir kişi değilsin ki. Ben seni herkesken seviyorum."

Gözlerimi kaldırıp yüzüne çevirdiğimde, kirpik diplerime batan gözyaşını daha fazla tutamadım ve gözyaşım ikimizin arasındaki tek nefeslik boşluktan aşağı bıraktı kendini. Bu onun yanında ilk ağlayışımdı, bu birinin yanında ağlarken ilk utanmayışımdı. Dudaklarım dudaklarına kapandığında, avucunu kaldırıp tam kalbimin üstüne koydu.

Bu, göğsümdeki geminin kendine ilk liman buluşuydu.

🥂

Çok özel bir bölümdü benim için... umarım sizin için de öyle olmuştur. 🤍

Continue Reading

You'll Also Like

738K 39.4K 52
En candan gördüğün insanlar en çok canını yakanlardır...🥀🍂 -Mübrem ●●●Ferman Miroğlu ve Jiyan Miroğlu'nun hikayesine hoş geldiniz:)●●● Çoğu sahne...
6.4M 206K 103
Karan Haznedaroğlu. 27 yıldır her istediğini elde eden, sadece adıyla bile bütün kapıları açabilecek bir adam. Şimdi her şeyden çok istediği bir şey...
2.9M 102K 65
"Hiç boşuna çabalama sen benimsin!" diye tıslayınca utanmasam oturup ağlayacaktım. Neden bu bana aşık oldu ve başıma bela oldu. "İstemiyorum anlamıy...
46.2K 5.6K 12
Bir kaldırımın köşesinde buldum hayalimi. Gözlerimi kapattım, bıraktım avucuna kalbimi. Dedi ki, sonuna kadar tutacak mısın elimi? İçimden cevapladı...