Annesine baktı gözünün ucuyla. Annesini kaybetmemek için değil, yanından ayrılmasına çok kızdığı içindi bakışı. Fakat bu pazar onun için karnaval alanı gibiydi. Az ilerde Jonklör çekmeye başladı ilgisini, ateş soluyan adam, bezden pamuk dolgulu bebekler satan adam derken nerede olduğunu artık bilmiyordu. Annesini de göremeyince bir süre çömelerek ağladı. Ağlamasının nedeni çevresinden hissettiği korku değildi, o kadar güzel şey vardı ki burada, korkacak bir şey yoktu.

Ağlamasının nedeni; annesinin, yanından ayrıldığını farkedip bulmaya çıkması, bulduğunda ise kızma oranını azaltmaktı. Kimse gelmeyince, bu kalabalığa rağmen kendisi ile de ilgilenilmeyince çömeldiği yerden kalktı ve bilinçsizce sağa, sola yürümeye başladı.

Geçtiği yerleri hatırlamaya çalıştı. Sağa gitse hatırlayamadı, sola gitse, diğer yönlere de gitse hiçbiri çağrışım yapmadı. Son çare bağırmaktı;

"Anneeeee!" tüm gücü olmasa da bağırmıştı. Bir süre daha cevap gelmeyince, bu kez biraz daha yüksek sesle bağırdı;

"Anneeeeeeeeeeee!" söylerken, bir taraftan da "Souqish" sesini duymak için kulak kabartmıştı. Pazarda o kadar çok gürültü vardı ki, tüm gücünü kullanmalıydı;

"Anneeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee!" artık bunu duymalıydı. Herkesin duyabileceği bir yükseklikte olduğundan da değil, tüm gücü bu olduğundan.

Bir süre daha bekledi ama yoktu işte kimse. Beş yıllık hayat tecrübesine göre; üzgün değildi, kırgındı. Nasıl merak etmezdi, nasıl duymazdı ki onu. Tek isteğinin bu karmaşadan çıkmak olduğunu farketmesi, ara bir sokağa girip de seslerin azalmaya başlamasıyla hayat buldu. Bu nedenle iyiden iyiye uzaklaşıyordu umutlarından.

Birkaç sokak ilerlemişti ki, yerde bir paçavraya benzeyen kalın bir çuha buldu. Görünce üşüyüp üşümediğini düşündü; üşümemişti. Hava sıcaktı; asıl, uykusu gelmişti. Çuhaya yaklaşıp üstüne sararak gözlerini kapadı ama çok geçmeden sarsılarak uyandırıldı.

Sarsılmadan dolayı gözünü hafif aralayınca, birinin başında durmuş, homurdandığını gördü. O kadar uykusu vardı ki, anlamaya çalışmadı, kapattı iradesizce gözlerini.

Fakat tekrar sarsılıyordu, biraz daha merakla açabildi tekrar iri siyah gözlerini, ne kadar zaman geçtiğini bilmeden. Saçı sakalı birbirine geçmiş, üstündeki giysiler çuhadan da kötü iri sayılabilecek biriydi sarsan. Tanımadığı, hırpani görünümlü biri de olsa korkmadı hiç, tekrar uykuya yenik düştü; büyülenmemişti, uykusu vardı.

Küçük bir çocuğa Gulyabaniyi anlatamazdınız. Kalk kaçman lazım, "o bir Gulyabani" demeniz bir işe yaramazdı, siz yeteri kadar bağırıp çağırmazsanız. Büyükler bilirdi Gulyabaniyi, asıl onlar korkardı. Çocuğun anlatılanlardan çok, anlatandan başlardı korkusu. Gözünü belertmesi, sesini alçaktan yükseğe çıkarması, dişlerini göstermesi korkuturdu.

Aslında sarsmıyordu Gulyabani onu, çuhayı almaya çalışıyordu. Ne vardı ki çuhada bu kadar önemli olan. Çok uykusu varsa o da altına gelsindi hem büyükse ne yapsındı, kendi sorunuydu. Konuşacak hali bile yoktu, sadece çuhanın zaten açılmış tarafını kaldırarak davet etti. Souqish ne kokuya bakıyordu, ne de çirkinliğe, korkunçluğa desen korkmuyordu ki. Uyumaktan başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktu; o an için annesine bile.

Gulyabani, Souqish'in davetiyle karşılaşınca, durdu, afalladı bir süre. Sonra çuhayı bıraktı, hatta yüzünde endişe/korku karışımı bir hal belirdi. Az ötedeki iki duvarın birleştiği, duvarlardan birinin biraz daha geride kaldığı bir kuytuya sırtını dayayıp sürtünerek, yere bıraktı kendini. Sanki tek ihtiyacı oymuş, başka hiçbir şey yerini tutamazmış gibi düşündüğü çuhasına son bir kez daha baktı, sonra gözleri kapanmaya başladı ve o da uyuyakaldı.

GulyabaniHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin