"Çâresâz! Yalnız dökülen göz yaşları acıdır. Sen hiç bir derdini benden gizlemezken, bu Fıztırabının sebebini niçin saklıyorsun? Memleketinde geçen bir şey mi hatırına geldi? Yoksa çocukken annenin kucağında ağladığını mı hatırladın? Sen kalbini bana da açmazsan, burada hâline hanımlar mı acıyacak, beyler mi ağlayacak?"

  "Oh! Yok yok! Onların nazarında, ağlayan bir esir mutlak dayağa, cezaya lâyıktır. İnsanın ıztırabına, hastalığına inanmayıp da yatağından kaldırarak, hasta hasta hizmet ettirenlerde kalb mi olur? Merhamet mi bulunur?"

  Dilber'i kucaklayıp bir kaç kez öptükten sonra:

  "Hemşireciğim. Senin gönlün pek yumuşaktır. Bana acırsın bilirim... Bir şey yok, şimdi susar, yatağıma girerim. Sen rahatına bak. Bir şey yok!"

  İkisi de yataklarına girdiler.

  Daha büsbütün sabah olmamıştı ki, odaya bir kadın girerek Dilber'i yatağından kaldırdı. Dilber "Ne istiyorsunuz?" diye sorduğu zaman, "Kalk, bohçanı topla. Yaşmağını yap. Senin bu evde kısmetin bu kadarmış..." yanıtını verdi.

  Dilber dağınık saçlarıyla yatağın ayak ucunda durup, sevgi sabahı gibi yeni uyanan gözlerini elleriyle uğuşturarak, büyük bir şaşkınlıkla, "Ne söylüyor bu... Anlamıyorum!" diyordu.

  Çünkü bu genç zihin, iki gün önceki bir mutluluk gününü böyle bir yasın izleyeceğini anlayamazdı. Bu kadın, bir idam mahkûmunu ölüm yerine çağıran bir gardiyan gibi kızın baş ucunda her türlü duygudan uzak duruyor ve boyuna, "Çabuk ol... Sabah olmadan bu evden çıkacağız... Efendilerin emri böyle..." sözünü yineliyordu.

  Dilber odasındaki çekmecesinden yaşmağını, ferâcesini çıkarıp da aynanın karşısında, ağzından aldığı iğnelerle saçlarını kaldırdığı sırada bu kadın yerinden kımıldamadan duruyor, odanın köşesindeki halayık ise, artık işitilecek bir sesle ağlıyordu.

Dilber'in gözlerinde acı göz yaşları görünmüyordu. Yalnız renginin, yaptığı yaşmaktan farkı kalmamıştı. Ferâcesini giyerek ilerleyince, Çâresâz arkasından yetişerek bir süre birbirlerinin yüzüne baktıktan sonra kucaklaştılar.

Dilber'in yüzündeki soğukluk, arkadaşının dudaklarına hafif bir titreme vermişti.

  Dilber önde bu kadın arkada olarak bahçeye indiklerinde, (kadın) "Hani bohçan kızım?" diye sordu. O âna kadar hiç bir şey söylemeyen Dilber, "İstemem!" dedi. (Dilber) kabul etmezse bohça kendisine kalır umuduyla (kadın) yeniden odaya çıkarak bohçayı koltuğuna alıp döndüğünde, Çâresâz ağlamasından sözünü tamamlayamaz ve konuşamaz bir durumda parmağından bir yüzük çıkararak, "Al, bunu benim tarafımdan ona ver," diye yalvardı. Dilber, bir gün önce bir sevinç cenneti saydığı (bu) bahçede sabah(ın bütün) güzelliği ve parlaklığıyla kuşlar büyük bir coşkunlukla ötmeye başladıkları hâlde hiç bir şey duyumsamayarak, zihni düşünme, ciğerleri soluk alma gücünü kaybettiği için insana korku verecek kadar uçuk olan rengiyle, bahçenin bir tarafına konmuş Venüs heykeline benziyordu.

  Kadın döndüğünde Dilber'i bıraktığı yerde bularak, ikisi birlikte yürümeye başladılar. Bir az uzaklaşınca, iki tarafı büyük ağaçlarla çevrili olan bir yolun sonunda, sabahın hafif sisleri arasında görünen bu köşke, bu aşk yuvasına, Dilber son bir özlem bakışıyla baktı.

  Yıllarca oturduğu ve özellikle bir kaç aydan beri kendisini mest eden yüce duyguları yaşadığı bir yer olan bu ev, ağaçların arasında, sisli bir göğün altında, derin bir sessizlik içinde, yalnız başına duruyordu.

  Dilber, oradaki bir köşeye, bir taşın üzerine oturup da sonsuza dek veda ettiği bu eve, bu aşk tapınağına saatlerce bakarak, birdenbire gelen üzüntünün şiddetiyle, ayrılığın sarsıntısı ve özellikle aşağılanarak ayaklar altına alınan aşkının onuruyla oracıkta yok olmak istiyordu. Yanındaki kadın bu duruşuna engel olunca, hayatın son dakikalara yaklaştığı zaman duyumsanabilen korkunç bir acıyla bahçe kapısından çıktılar.

SergüzeştWhere stories live. Discover now