Aralardan bir kaç poz daha isteyen ve detay vermediğini söyleyenleri, hatta yaşımı soranları aynı güçlü ton, sertçe kesmişti.

"Gösteri bitti. Çıkın, hepiniz!"

Asılan suratları zihnimin perdesinde bir bir hayal edebilirken yüzümü sakladım ve dişlerimi sıktım. Aynı zamanda sözünü efor sarfetmeden, kolayca herkese geçirebilen Cesurun ortama hakim duruşunu ve kudretinin elle tutulur sekilde yansıdığı gözlerini de görüyordum.

Durgunluk oluştu, kimseden çıt çıkmıyordu.

Ayak sesleri birbirini takip etmeye başladığında, tam bir alfa erkeğinin kucağına düşmüş olduğumu düşünüyordum. Kapı açılıp elden ele geçerek kapandığında, "Sen de çık." Dedi Cesur. Düğmeme basılmış gibi gözlerimi açtım. Açelya iki eli ağzına örtülmüş kocaman ıslak gözleriyle bana bakıyordu. Korkmuştu. Az uzağımdaydı. Ve titriyordu.

Anlaşılan bu planı yaparken, nasıl büyük bir kumpas olduğunu tahmin edememişti. Ne düşünmüştü ki, başımın çaresine her şekilde bakacağımı mı?

Neydim ben, her daim onun kurtarıcısı olan süper güçlü bir kahraman mı? Kahretsin ki değilim!

Halledemedim işte bu defa, diye bağırmak istiyordum yüzüne avaz avaz. Hakkından gelemedim!

Bomboş baktım. Tam anlamıyla olmasa da bir bakıma onun yüzünden bu noktaya varmıştı işler. Ne olursa olsun ben meraktan ölürken, haber verebilirdi. Başıma gelecekleri biliyordu ya da bilmiyordu, önemli değildi ki. Hiç yoktan sadık bir dost olup önlem almamı sağlamalıydı, ama yapmamıştı. O yüzden özür dilerim diye bağıran bakışlarından çevirdim başımı. Cesur da bunu beklermiş gibi tekrarladı tehditkar tonlamasıyla.

"Çık, Açelya." Çıkmayacak oldu ama Cesurun sabırsız nefes alışverişleri korkutmuş olmalı ki gidişinin bıraktığı tok sesi duydum. Kapıyı çekip beni kaderimle başbaşa bıraktı.

Yapayalnız kaldık sayısız kez daha. Başbaşa oluşlarımız eskisi kadar korkutucu gelmiyordu neyse ki.

Çok vakit geçmeden kaldırıp söndürdüğü göğsünden omuz başlarımı tutarak uzaklaştırdı beni. Tek gayesinin gözlerime bakmak olduğunu başını alabildiğine alçaltmasından anladım. Yerdeki granit desenli taşlara bakıyordum. İki parmağı küçük çenemi tutup yüzüne kaldırdığında bana yine tepeden bakmanın rahatlığını sürdürdü.

Dudaklarını, dilini kaydırarak yaladı. Düşülmesi gereken bir kuyu dibi gözlerine çakılmamak nasıl elde olsundu ki? Ya ben ne zaman, hangi ara ona bu kadar müptela olmuştum.

"Kaçınılmaz sonunum ben senin Lavinya." dedi kalbim sıkışırken. "Umarım artık anlamışsındır."

Üzerinde tek bir dalganın dahi kımıldamadığı ve asla hırçınlaşmayan gözlerimi biraz kuşkuyla biraz da gizliden beslediği umutla süzüşü midemde felaketler yaratıyordu ama durmuştum öylece.

Kurulmuş bir robot gibi gözlerinin en derinine inercesine bakıyordum kımıldamadan. Çene çizgimden yukarı kaydırdığı ve yüzümü tamamıyla kaplayabilecek büyüklükteki avucu saçımı kulağımın gerisine sıkıştırırken parmakları ömürlük kalmak ister gibi yavaş, kelimeleri son nefesini verecekmiş gibi aceleydi.

"Şu güzel ağzını açıp bir şey söyle bana. Hadi..."

Ne yapacaktım bu raddede? Şu an ne söylesem yerinde olurdu? Beni bitirdiğini haykırıp tokatı basmalı mıydım ya da asıl derdini öğrenene dek yakasına mı yapışmalıydım? Ağlarsam mı yoksa gülersem mi tuhaf kaçardı?

Ben bende değildim ki doğru olanı zihnimin karanlığından çekip çıkarabileyim. Ne olursam olayım düşüncelerim beni saptırarak kuytuya çekiyordu. Batıyordum. Neticede dilim ettiği kelamla asıl bana, kesinlikle uymamıştı.

S O N B A K İ R EDonde viven las historias. Descúbrelo ahora