2. Bölüm

66 5 1
                                    

Yolda önceliğimizin mahsur kalmış insanları çıkarmak olduğu konusunda mutabık kalmıştık. Hiç temenni etmiyorduk ama boğulmuş ya da başka bir nedenle vefat etmiş birileri varsa cesetlerini gömmekle daha sonra ilgilenecektik. Ayrıca buzdolaplarının içine su girmediğini umuyorduk, gıda maddelerini çıkarıp kuru bir yerde istiflemek de işlerimizden biri olacaktı.

Cep telefonu ışıldaklarının gösterdiği kadarıyla otel binasında derin çatlaklar oluşmuş ve doğu yönünde küçük bir çökme meydana gelmişti. Yıldızlar nedense ortadan kaybolmuş, rüzgâr dinmişti. İlk aşamada bir cesetle karşılaşmamak hepimizi memnun etti. Deprem olur olmaz birçok kişinin arabalarına binerek oteli terk ettiğini tahmin ediyor ve yolda tsunamiye yakalanmadıklarını umut ediyordum. Bu arada gökyüzünün kızıllığı artmış görünüyordu.

İçeriye girmeden önce otelin çevresini kolaçan etmenin uygun olacağını kararlaştırmıştık, Nihan'la birlikte kimsenin cesaret edemediği deniz tarafını kontrol etme görevini üstlendik. Denize doğru on metre ya yürümüş ya yürümemiştik ki ağaçlardan birinde bir kedinin acı acı miyavladığını duyduk. Zavallı hayvan tsunami sırasında galiba ağaca tırmanmış ve orada mahsur kalmıştı, onunla hava aydınlandıktan sonra ilgilenmeyi kararlaştırarak yürümeye devam ettik. Kumsalda gördüğümüz kıyıya vurmuş iki çocuk bedeni moralimizi bozdu. Karşılaştığımız andan itibaren metanetini takdirle izlediğim Nihan'ın yanaklarından yaşlar süzüldüğünü gördüm. Çocukların küçük bedenlerini kucaklayarak denizden uzaklaştırdık ve bir ağacın altına yatırdık. Anne ve babaları en azından mezarlarını ziyaret edebilmeliydi.

Sahilden genişçe bir yay çizerek otele doğru yöneldiğimizde gökyüzü iyice karardı ve hiç beklemediğimiz bir şey oldu: Önümüze elma büyüklüğünde bir taş düştü ve toprağa gömüldü. İstemsiz olarak başımızı kaldırıp yukarıya baktık. Gökyüzünün kızıla çalan karanlığı içinde her şey normal görünüyordu. Birkaç saniye sonra ilerideki ağacın dibine düşen bir cismin kurşun vınlamasını andıran sesini duyduk. Şimdi hafif bir rüzgâr esmeye başlamış ve uzaklardan sanki havasız, tozlu bir bodrum katının kokusunu getirmişti. Galiba ikimiz de devamında olacakları sezmiştik; tüm gücümüzle otele doğru koşmaya başladık. Kelimenin tam anlamıyla başımıza taş yağıyordu ve bir tanesi galiba Nihan'ın omzuna isabet etmişti, kurşun yemiş gibi haykırarak yere düştü. Bir an canımı kurtarmakla ona yardım etmek arasında kararsız kaldım. Neyse ki onu orada bırakmamaya karar verdim, yoksa ömrüm boyunca vicdan azabı çekerdim. Gecenin karanlığını yırtarak düşmeye devam eden taşlara aldırmadan onu kucakladım ve cephedeki yaralı arkadaşını kurşunlardan kaçırmaya çalışan bir asker gibi ilerlemeye başladım. Bu arada sırtıma bir taş isabet etti, kaburgalarıma arkadan bıçak saplanmış gibi bir ağrı hissettim. Her yanımı ateş basmıştı, nabzımı şakaklarımda hissediyor, yere sağlam basmaya çalışarak otele doğru ilerliyordum. Nihan'ı ve kendimi küçük bir mucize eseri otelin verandasına sağ salim olarak ulaştırmayı başardım. Bir an taş yağmuru altında kalmış olması muhtemel olan diğer insanlara yardım etmeyi düşündüm, hatta bunun için nasıl bir yöntem kullanacağımı da değerlendirdim ancak güvenli bir yol bulamadım. Taş yağışı zaman ilerledikçe yavaşlamak şöyle dursun daha da hızlandı. Canımızı kurtarmak için Nihan'la birlikte yarı belimize kadar suya gömülmeyi göze alarak otelden içeriye girdik. O kesif karanlıkta bir köşeye büzülmüş bir halde otelin bütün camlarının şangur şungur yere indiğini, açıkta kalan arabaların üzerlerine bomba atılmış gibi parçalandıklarını duyduk. Nihan'dan birkaç dakika boyunca hiç ses çıkmadı; gözleri açık bir halde karşı duvara bakıyordu, galiba şoka girmişti. Sonra birdenbire hıçkırarak ağlamaya başladı. Hiç ara vermeden öylesine büyük bir acıyla ağlıyordu ki sebebini sormaya cesaret edemedim. Canım fena halde yanıyordu ve moralim bozulmuştu, Nihan'a arkamı dönerek ben de sessizce ağlamaya başladım.

Orada öyle ne kadar ağlaştığımızı bilmiyorum, ancak ağlama faslı bitip sakinleştiğimizde gökten taş yağmaya devam ediyordu.

"Oğlumu anneme bırakmıştım. Yatak odası üst katta. Oğluma bir şey olduysa ben yaşayamam" dedi Nihan.

Çöktüğüm yerden güçlükle doğrularak "Şimdi kötü ihtimalleri düşünmeyelim" dedim.

Bu kadar büyük miktarda taşı göğe kimin çıkarmış olabileceği tam bir muammaydı. Aklıma ilk aşamada Tanrı'nın günahlarımız nedeniyle bizi cezalandırdığı geldi. Öte yandan, olup bitenleri dini bir gerekçeye bağlamak zihnimdeki Tanrı tasavvuruna uymuyordu. Her şeye gücü yeten yüce bir varlık herhalde masumlarla günahkarları ayırt etmeksizin böyle bir kırıma girişmezdi. Uzaylı işgali ya da düşman bir ülkenin saldırısı da olası senaryolar arasındaydı. Herhangi bir ülkenin durduk yerde bize saldırması bana pek olası gelmiyordu. Acaba dünyamıza uzaylılar mı saldırmıştı? Uzaylılar gerçekten varsa ve dünyamıza gelmişlerse, böylesine zalim bir eyleme neden kalkışmışlardı? Madenlerimize mi ihtiyaçları vardı? Böylesine uzun bir yolculuğu başarabilen bir uygarlık dünyayı bombalamak gibi vahşice bir eyleme kalkışır mıydı? Belki de en iyisi yanıtını bulamayacağımız sorularla uğraşmak yerine kendimizi kurtarmaya odaklanmaktı.

Nihan'a "Yürüyebilecek durumda mısın?" diye sordum.

"Benim yüzümden ölebilirdin."

"Bana su vermiştin."

"Gerekçen bu mu yani? Şaşkınım."

"Bu ortamda buna mı şaşırdın?"

"Beni oğluma götürebilir misin?"

"En azından denerim, bana su verdin, hiçbir mecburiyetin yoktu."

"Ne suymuş arkadaş, bilsem daha çok verirdim" dedi Nihan, ardından yaslandığı duvardan güç alarak doğruldu. Onu taklit ederek ayağa kalkarken sırtıma bir ağrı saplandı, galiba kaburga kemiklerimden biri çatlamıştı. Savaşta yara almış askerler gibi birbirimize yaslanarak suyun içinde ilerledik ve merdivenleri ağır adımlarla tırmanmaya başladık. Ekibin geri kalanı resepsiyonun bulunduğu giriş katındaydı. Pencerenin kenarındaki koltukları içeriye doğru çekmiş, bileklerine kadar suya gömülmüş bir halde oturuyorlardı. Ortalıkta kesif bir rutubet kokusu vardı, gecenin karanlığı içinde parlayan ışıldaklar ortama hüzünlü bir hava katıyordu. Taş ve toprak yağışı ansızın bastıran yaz yağmuru gibi ortalığı birbirine kattıktan sonra kesilmişe benziyordu, otel yeniden derin bir sessizliğe gömülmüştü.

Yanlarına ulaştığımızda "Ülgen hocayı kaybettik" dedi Salih Abi hüzünlü bir sesle.

Güvenlik görevlisi Yavuz "Abi siz iyi misiniz?" diye sordu, ses tonundan halimize acıdığı anlaşılıyordu.

"Artık hiçbir şeyden emin değilim" dedim.

"Bence bunu Amerikalılar yaptı. Türkiye'nin bağımsız politika izlemesini hazmedemediler" dedi Yavuz.

"Amerikalılar başımıza taş mı yağdırdı?" diye sordu aşçıbaşı Salih Abi.

"Hiroşima'ya atılandan onbin kat güçlü bombalar var, atıldığı yerin taşını toprağını komple havaya kaldırıyor" dedi Yavuz.

"Değişik bir düşünce yapın var" dedi Nihan.

"Sence ne oldu peki abla? Kim yaptı bu işi? Bu millete böyle boyun eğdireceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. Türk intikam timleri çoktan harekete geçmiştir" dedi Yavuz.

Tepede dua ederken gördüğüm iki adamdan biri "Din âlimi değilim ama kıyamet âlâmetlerinin ne olduğunu biliyorum. Söylemeye dilim varmıyor ama Allah-u Teala bizi cezalandırıyor. Daha gökten taş yağmaya başlamadan önce duaya ve tövbeye başlamıştım. Hakkımızda hüküm verilmişse benim gibi aciz bir kulun duası işe yarar mı, bilmem. Naçizane tavsiyem sizlerin de bir an önce tövbe edip Hak yoluna girmenizdir. Sadullah kardeşinize sorarsanız çoluk çocuğumuzun kurtulması için tövbe ve ibadet şart derim."

Nihan gözlerinden adeta ateş saçarak, "Çocukların başına taş yağdıran bir Tanrı'ya ibadet edecek kadar korkak değilim" dedi.

Böyle bir tepki beklemeyen Sadullah önce şaşırdı, ardından aynı özgüvenle sözlerine devam etti. "Belli ki bir imtihana tabi tutuluyoruz. Allah hepimize sabır ve metanet ihsan eylesin."

Kıyametin Yedi GünüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin