Sonunda annemle bir anlaşmaya vardık ve bitmeyecek gibi görünen bu tembelliğime son verebilecek bir yol bulduk. Neredeyse ilkokuldan beri atmayıp sakladığım kitap ve defterlerimi kullanılabilirliklerine göre bir kenara ayıracaktım. İşe yarayabilecek olanları benden küçük teyze çocuklarına yollayacaktık. Önce uğraşmam filan desem de benim de aklıma yatmıştı bu fikir. Hem faydalı bir iş yapmış olacaktım. Fakat kilere girip kontrol etmem gereken yüzlerce defter ve kitap olduğunu görünce bir an vazgeçecek oldum bu fikirden. İyi ki de vazgeçmemişim. O defter ve kitap yığınının arasında yeniden Mehmet'e denk gelebileceğimi nereden bilebilirdim.

Neler neler çıktı karşıma o kilerde. Küçükken ne kadar güzel bir el yazımın olduğunu fark ettim mesela. Bilgisayar başında yazmaktan ne de kötü el yazım vardı şimdi. Yedinci sınıfta yaptığım bir kuru boya resmimi buldum. Evimizin arka balkonundan görülebilen manzarayı çizmişim. Hatta bir ara farkında olmadan lise tarih kitabını bile okurken buldum kendimi. Ancak hayatımın en güzel ve buruk sürprizi hiçbir zaman kullanmadığım sekizinci sınıf trafik kitabının arasından çıkacaktı. Bu kitabı Mehmet'ten almıştım. Benden yaşça büyük olduğundan onun artık işine yaramayan ders kitaplarını ben alırdım. Bu kitap da onlardan biriydi. Ancak bu kitabı, trafik diye bir dersimiz olduğu halde hocası olmadığından ötürü hiç kullanamamıştım. Kullanmadığım için de kitabın arasındaki bir mektubu yıllar sonra şimdi fark edebilmiştim. Mektup Mehmet tarafından yazılmıştı. Sümbül'e yazıyordu mektubun başında. Bu, hiç aşk mektubuna benzemeyen bir aşk mektubuydu. Sümbül'e ulaşmamış, bir şekilde bana ulaşmış bir aşk mektubu.

Sümbüle,

Bugün yoktun. Merak ettim seni. Gizem'e sordum neden gelmediğini. Gelmedi işte ne yapacaksın diye tersledi beni. Bir de ağzından bir şeyler kaçırdı. Gelmeyecek artık dedi. Neden gelmeyecekmiş dedim. Cevap vermedi önce. Sonra yine kızdı bana. Beni ne ilgilendiriyormuş. Ne diye durup dururken merak etmişim seni. Halbuki durup dururken merak etmemiştim seni. Ardından babası filan işte, gelmeyecekmiş okula dedi. Anlamadım ne demek istediğini. O yüzden bu mektubu yazmaya karar verdim. Sadece neden gelmediğini sormak için yazmıyorum bu mektubu. Sen gelmeyince bir şey fark ettim. Ben hep senin oturduğun yere bakıyormuşum. Öğretmenleri dinlemiyor hep seni izliyormuşum. Ben aslında hep sana bakıyormuşum. Seni düşünüyormuşum tüm gün boyunca. Uçlarına doğru sarılaşan o kıvırcık saçlarını düşünüyormuşum. Yuvarlak siyah gözlerini, ince uzun parmaklarını, güldüğün zaman dudağının hafifçe yanlara kıvrılışını, sol gözünün altındaki beni, biriyle konuşurken hep yere bakmanı düşünüyormuşum. Geleceksin demi? Hasta olmuş olmalısın. Bu aralar herkes hasta. Dikkat et kendine.

Mehmet,

Mektubu birkaç defa okudum. Mektup kitabın arasında kaldığına göre demek ki Sümbül'e ulaşmamıştı. Ya da Sümbül'e verebilmiş, ama Sümbül tarafından geri iade edilmişti. Ben Mehmet'in mektubu hiç veremediğini düşünüyordum. Mektup apaçık bir aşk mektubu olmasına rağmen, hiçbir yerinde Sümbül'e aşkını ilan etmemişti. Onu sevdiği her kelimesinden belli olduğu halde bir kez olsun seni seviyorum diyememişti. Çok kısa yazmış, utanmış, sıkılmıştı belli ki. Muhtemelen de mektubu hiç veremedi. Ne garip ki şimdi benim elimdeydi.

Sümbül'ü düşündüm günlerce. Mehmet'ten ziyade onu düşünüyordum. Mektubu hiç alamamış mıydı hakikaten. Kimdi bu kız? Belki de şimdi evlenmişti. Nerede, ne işle meşguldü? Evinde çocuklarına mı bakıyor yoksa dışarıda arkadaşlarıyla gezip tozuyor muydu? Mehmet'i öğrenmiş miydi acaba? Günlerce anlamsızca düşünüp durdum bu soruları. Bir yandan da Mehmet'i kıskanmıştım sanki. Birine mektup yazacak kadar sevmemiştim kimseyi ben hiç. Şimdi Mehmet yanımda olsa da anlatsaydı bana nasıl sevdiğini Sümbül'ü.

Bir gün anneme Mehmet'in yaşadığı yere gideceğimi söyledim. Nereden çıktı şimdi bu dedi. Oradaki arkadaşlarımı özledim, hem Mehmetlerin ailesini de ziyaret etmek istiyorum dedim. Önce anlamadı hangi Mehmet'ten bahsettiğimi. Hatırlayınca, unutmuş olmasının getirdiği utanmayla tamam git dedi.

İki gün sonra babamı da çoktan ikna etmiş şekilde bir süreliğine yaşadığım o kasabaya gittim. Birkaç gün kalıp geri dönecektim hemen. İlk olarak Mehmetlerin evine uğradım. Geleceğim haberi önceden verildiği için şaşırmadılar beni görünce. Beni çok güzel ağırladılar ve onları ziyaret etmeme çok sevindiler. Mehmet'in annesi beni görünce ağladı. Ben de ağlamak istedim ama ağlayamadım. Sadece başınız sağ olsun diyebildim. Mehmet hakkında pek konuşamadık. Havadan sudan, benim okulumdan konuşuldu daha çok. Ne iş yapmak istediğim soruldu. Daha düşünmedim dedim. Gerçekten de düşünmemiştim.

O gün orada kaldım. Sabah uyandığımda Mehmet'in annesini balkonda ağlarken buldum. Beni görmemişti. Tek başına balkonda ağlıyordu. Benim gelmemden ötürü mü böyle oldu acaba diye düşündüm. Beni görünce oğlunu mu hatırlamıştı. Bilmiyorum, hiçbir zaman da bilemeyeceğim.

Orada bir gün daha kalıp ayrılmaya karar verdim. Ama önce birini daha görmeliydim. Çarşıda, neredeyse iki saate yakın dolaşıp, tanıdığım tanımadığım herkesle konuşarak sonunda Mehmet'in ortaokuldan bir arkadaşını buldum. Kendimi tanıttım. Akrabasıyım dedim. Bende bir emaneti var şehidimin, sahibini bulmam lazım dedim. Konuşurken başımı öne eğip ağlamaklı gibi konuşmaya çabaladım. Üzülerek kimi aradığımı sordu. Sümbül dedim. Anlamadı. Mehmet'in mektupta tarif ettiği şekilde tarif edip Sümbül işte sizin ortaokul arkadaşınız dedim. Birkaç saniye yüzüme baktı. Tamam, gel seni götüreyim dedi. Emanetin ne olduğunu sormadı bile.

Bu evde mi yaşıyor dedim. Yarım saat yürüdükten sonra eski ahşap bir eve ulaşmıştık. Evet burada yaşıyor; ama çok kalma, evlidir, söz olmasın sonra dedi. Allah'a emanet deyip beni tek başıma bıraktı.

Demek bu evde yaşıyordu. Acaba kocası evde midir diye düşündüm. Evdeyse mektubu nasıl verecektim. Eğer kocası evdeyse Mehmet'in polis arkadaşıyım. Bütün arkadaşlarıma selam söyle demişti, son dileğini yerine getirmeye geldim diye bir yalan atmaya karar verdim. Bunu söyledikten sonra ne diyebilirdi ki bana.

Dememe gerek kalmadı. Kapıyı bir kadın açtı. Biraz çekinerek buyurun, kime baktınız diye sordu. Sümbül Hanıma bakmıştım dedim. Sümbüldü karşımdaki. İsmini benden duyunca daha da bir çekindi. Mehmet'in mektubundaki gibi gözlerini yere kaçırıp Sümbül benim dedi. Size Mehmet'ten bir mektup getirdim lütfen vermeme izin verin dedim. Birden gözlerini bana dikti. O an fark ettim gözlerinin çok güzel ve sol gözünün altında bir beninin olduğunu. Tek kelime etmeden kapıyı ardına kadar açıp içeri buyur etti beni. Mehmet kim oluyor, ne mektubu diye sormadı bile. Sadece içeri girdiğimde kapının açık kalmasını söyledi. Anladım ki bir laf gelmesinden korkuyordu. Aslında evine değil evin genişçe bahçesine buyur etmişti beni.

Mektubu cebimden çıkarıp Sümbül'e uzattım. Zarfa filan koymadan olduğu gibi verdim. Mektubu sakince okudu. Okurken ki mimiklerini göremiyordum başını eğdiğinden ötürü. Birazdan ağlamaya başlayacak diye beklemiştim ki ağlamadı. Hatta beklediğim hiçbir tepkiyi göstermedi. Mektubu geri bana uzattı. Mehmet okul arkadaşımdı. Allah rahmet eylesin çok iyi bir insandı dedi. Kocası birazdan gelebilirmiş o yüzden çıkmamı ima etti nazikçe. Bunları yine yere bakarak söylemişti. Konuşurken gözlerini göremedim. Teşekkür edip ayrıldım oradan. Elimde mektup boş boş dolaşmaya başladım mahallede. Herkes bana bakıyordu. Kim bu yabancı adam diye düşünüyorlardı. Sümbül'ün evinde ne işi var diye içleri içlerini yiyordu muhtemelen. Ben ise kimseyi umursamadan Sümbül'ü düşünüyordum. Neden böyle vurdum duymazca davrandığını merak ediyordum. Ama ne yapacaktı ki başka. Mektubu alıp boynuma mı sarılacaktı. Mehmet'i ben de çok seviyordum mu diyecekti. Evli barklı bir kadındı sonuçta. Ne yapmasını bekliyordum ki.

Bu şekilde dolanıp dururken bir ara kafamı kaldırdım. Farkında olmadan yine dönüp dolaşıp Sümbül'ün evinin önüne gelmişim. Artık bir sıkıntı çıkmadan buradan ayrılayım diye karar vermiştim ki bir erkek çocuk çıkıverdi karşıma. Gülümseyerek bana baktı. Meğerse önünde duruyor yolunu engelliyormuşum. Geri çekilip yol verdim. Ne büyük tesadüf ki Sümbül'ün oğluymuş. Kapıyı çalıp anne diye seslenmeye başlayınca anladım. Mektubu çocuğun eline tutuşturup kaçsam mı diye bir fikir geldi aklıma bir an. Ama nasıl olduysa adın ne diye soruverdim fikrimi gerçekleştiremeden. Yine gülümsedi. Napcan dedi dalga geçer gibi. Hiç dedim merak ettim işte. Söyle adın ne bakim? Gülmeyi kesip annesi gibi yere baktı:

- Mehmet benim adım napcan ki!

SümbüleWhere stories live. Discover now