•AHUDUDU•1.BÖLÜM

21.1K 720 44
                                    

#Bağzıları-Zaten Kırılmış Bir Kızsın

BİRİNCİ BÖLÜM: "Bühtan"

    Yüksek ökçeli ayakkabılar, ıslak asfaltta "tık tık" sesleriyle kulağa hoş bir ezgi sunarken, geç kalmışların şehri İstanbul, sabahın o saatinde de aceleciydi.

-Durur musunuz? Şey, lütfen!!" Şemsiyesiyle beraber koşturdu, yetişemeyeceğini bildiği otobüsün ardı sıra. Bacakları, artık tutmuyor; kırık sapından dolayı, pembe şemsiye de ikide bir ters dönüyor, zerre fayda sağlamıyordu.

Otobüsün kapıları yüzüne kapandı ve ciğerlerinde sakladığını bilmediği nefesi iri etli, mora çalan, çatlamış dudakları arasından salıverdi. Gözleri rüzgar nedeniyle dolmaya başlarken, ağlamasına izin vermemek için dudaklarını birbirine bastırdı ve derin bir nefes aldı.

-Hadi..." teskin eden ses tonu, kendini yatıştırmak içindi. "Hadi...Sorun yok. İş yerine yetişeceksin. Sakinleş, derin nefes a..." lafını kesen şey, yüzüne gölcük haline gelen birikmiş suyu, acımasızca fırlatan arabaydı.

Baştan aşağı, ıslanırken, ağzı şokla aralandı ve kahverengi gözleri iricene açıldı. An itibari ile, Dünya'nın en şanssız ilk 100 insanı sıralamasında yer alabilir miydi?

Yine de, kararlı adımlarını durağa yöneltti ve gelecek otobüsü beklemeye başladı. Islak, siyah ceketinin kollarını çekiştirirken, ortaya çıkan saatine baktı. Mesaisinin başlamasına sadece 20 dakika kalmıştı. Otobüsün gelmesi ve binmesi düşünülürse, 1 saatten kısa sürede gitmesi, anca uçacak bir otobüsle mümkün kılınabilecek bir düştü.

İş yerindeki arkadaşı Seren'e mesaj attı, soğuktan ve kansızlıktan kızarmış uzun parmaklarını, tuşlarda gezdirirken.

"Ben biraz gecikeceğim. Her şey hazır zaten, idare et." Aldığı yanıt, basit bir onaylama emojisi olurken, içinden kalkan yükle beraber nefesi daha kolay çekti içine.

İstanbul'un, hatta Türkiye'nin, en saygın şirketlerinden birinde çalışıyordu. Üniversite sınavına bile giremeden, başladığı işte, yaptığı şey yönetici asistanlığı, genel ve herkesin tabiri ile sekreterlikti. Bu konudaki tek avantajı, lise zamanı boyunca deli gibi çalıştığı Fransızca ve İngilizce olmuştu.

Paraya ihtiyacı vardı. Üstelik kendisi için değildi bu ihtiyaç. Eğitimini, feda etme sebebi kıymetliydi.

Gelen otobüsle, daldığı düşüncelerden bir çırpıda çıktı ve çantasından hızla kartını çıkarıp bastı. Arka taraflara -şoförün sürekli söylediği komutla-ilerlerken, ıslak saçlarını omuzlarının arkasına atarak cam kenarına geçti. Oturmayı aklından geçirmiyordu bile.

İstanbul hep kalabalıktı. Her yeri, insan kaynardı. Öyle bir kalabalıktı ki bu, Ahu, bazen İstiklal'in ortasında öylece dururdu. Hayattan kendini bir anda soyutlar, düşüncelerini havada asılı tutar, gürültüye, karmaşaya, aceleye seyirci kalırdı.

Bu saniyeler süren keyifin sonunda, yine o sorumluluklarını omuzlarına yüklenir, tanıdık sokakları, iş çıkışı değiştirdiği spor ayakkabılarıyla arşınlardı.

Çok şanslı(!) olduğundan mıdır bilinmez, tahmin ettiğinden daha erken vardı iş yerine. Koşturarak şirkete girdiğinde, insanların baştan aşağı kupkuru ve kusursuz haline baktı ilk önce. Kendisi büyük ihtimalle durulan fırtınadan sonra ormanın ortasında kalmış, sevimsiz bir sıçanı andırıyor olmalıydı.

Utanmadı durumundan, başını dik tuttu ve topuklu ayakkabılarını hafifçe girişteki zemine yapışık, ince halıya sürttü. Çantasından giriş için çıkardığı şirket kartını okutarak, cam turnikeden geçti ve güvenlik görevlisine selam verdi.

AHUDUDUWhere stories live. Discover now