Sevinçle kabul etti: Bu genç adamın buraya geldiğinden beri ilk kez bu güzel manzarayı gördüğü ve fark ettiği anlaşılıyordu. Şimdiye kadar ağır ve ter kokan kasinonun boğucu havasından, çirkin, çarpık suratlı insanlardan, haşin, gri ve çalkantılı denizden başka bir şey görmemişti. Fakat şimdi kızgın güneşin altındaki kıyı yelpaze gibi açılmıştı, gözlerimizle kıyının bir ucundan diğer ucuna keyifle bir gezinti yapıyorduk. Yavaş yavaş giden fayton (o zamanlar otomobil henüz yoktu) muhteşem yolda ilerliyor, villaların ve insanların önünden geçiyordu: Her evin, yeşil çamların gölgesindeki her villanın önünden geçen kuşkusuz yüz kez içinden şunu geçirmiştir: İnsan burada sessiz sakin, mutlu ve dünyadan uzak yaşayabilir.

Hayatımda hiç o an olduğumdan daha mutlu olmuş muydum? Bilmiyorum. Arabada yanımda genç adam oturuyordu, daha dün ölüme ve kötü yazgısına tutunmuşken, şimdi güneşin beyaz ışınlarının keyfini çıkarıyordu: Bütün yılları üzerinden atmış, tıpkı küçük bir oğlan çocuğuna benziyordu, duyarlı nezaketinden büyülendiğim coşkulu ve aynı zamanda saygılı gözleri olan, güzel, oynayan bir çocuğa: Araba yokuş yukarı çıkarken atlar zorlandığında, çevik bir hareketle aşağıya inip arabayı arkadan itiyordu. Yolda bir çiçeği işaret ettiğimde koşup onu koparıyordu. Dünkü yağmurun dışarıya çıkardığı küçük bir kaplumbağayı yolun ortasında gördüğünde arabaların altında ezilmesin diye yerden alıp yeşil çimenlerin üzerine koydu. Arada bir coşkulu bir şekilde komik, hoş şeyler anlatıyordu: Sanırım böyle gülmesi bir tür kurtuluştu onun için, çünkü gülmese, şarkı söyler, sıçrar ve çılgınca şeyler yapardı herhalde, ani gösterdiği bu taşkınlıkta öylesine mutlu ve sarhoştu.

Yolun yukarısında küçücük bir köyün içinden ağır ağır ilerlerken birden kibarca şapkasını çıkarıp selam verdi. Şaşırdım: Kimi selamlamıştı, yabancılar içindeki bu yabancı – sorum karşısında yüzü hafif kızardı ve neredeyse özür dilercesine, bir kilisenin önünden geçtiğimizi, memleketi Polonya'da, tüm katı Katolik ülkelerde olduğu gibi çocukluktan itibaren her kilisenin, her ibadethanenin önünden geçerken şapka çıkarmayı öğrendiğini söyledi. İnanca karşı gösterdiği bu hoş saygı beni derinden etkiledi, aynı anda o bahsettiği haç geldi aklıma ve ona inançlı olup olmadığını sordum. Utangaç bir hareketle, mütevazı bir şekilde evet dediğinde ve Tanrı'nın lütfundan mahrum olmamayı ümit ettiğini söylediğinde, birden aklıma bir fikir geldi, arabacıya 'Durun!' dedim ve aceleyle arabadan indim. Şaşkınlıkla beni takip etti. 'Nereye gidiyoruz?' 'Gelin benimle,' dedim.

Onunla birlikte arkamızda bıraktığımız kiliseye gittim, tuğladan inşa edilmiş küçük bir taşra kilisesiydi. Kireçli, gri ve boş iç duvarlar pek ayırt edilmiyordu, kapı açıktı, öyle ki bir parça sarı ışık içeri sızıyor, küçük mihrabın çevresinde mavi gölgeler yapıyordu. Buhur gibi sıcak bir alacakaranlıktan iki mum, peçeli bir çift göz gibi bakıyordu. İçeriye girdik, o şapkasını çıkardı, elini günah çıkartma kabına soktu, istavroz çıkardı ve dizlerinin üzerine çöktü. Tam ayağa kalkmıştı ki, kolundan tuttum. 'Gidin,' dedim, 'mihrabın önüne ya da sizin için kutsal olan bir resmin önüne ve orada söyleyeceklerimi tekrarlayarak yemin edin.' Şaşırarak, neredeyse korkarak bana baktı. Fakat söylediğimi çok çabuk anlayarak içinde heykel olan bir oyuğun önünde durdu, istavroz çıkarıp diz çöktü. 'Söylediklerimi tekrar edin: Yemin ederim,' – 'Yemin ederim,' diye tekrarladı ve ben devam ettim: 'Ne tür olursa olsun para karşılığında bir oyun oynamayacağıma, hayatımı ve şerefimi bu tutkuya kurban etmeyeceğime yemin ederim.'

Titreyerek bu sözcükleri tekrarladı: Net ve yüksek bir ses tonuyla söylediği bu sözler tamamıyla boş mekânda çınladı. Sonra bir an sessizlik oldu, öyle bir sessizlik ki, dışarıda rüzgârın yapraklarına değdiği ağaçların hışırtısı duyuluyordu. Derken genç, bir tövbekâr gibi, daha önce hiç duymadığım biçimde kendinden geçmiş bir halde anlamadığım Leh dilinde hızla ve arka arkaya bir şeyler söyledi. Bu bir dua olmalıydı, teşekkür ettiğine ve pişman olduğuna dair bir dua, çünkü coşkulu biçimde günahlarını itiraf ederken başını kürsünün önünde eğiyor, her defasında daha büyük bir tutkuyla yabancı dilde dua ediyor ve gittikçe daha ateşli ve tarif edilemez bir içtenlikle duasını tekrar ediyordu. Daha önce ve daha sonra dünyanın hiçbir kilisesinde böyle bir dua etme görmedim. Elleri, bütün gücüyle ahşap dua kürsüsünü kavramış, bedeni içindeki kasırganın etkisiyle sarsılıyor ve kâh doğruluyor, kâh yine yere kapanıyordu. Bir şey görmüyor, bir şey hissetmiyordu: İçindeki her şey başka bir dünyada gibiydi, değişimin arafında ilerliyor, çok daha kutsal bir boyuta yükseliyor gibiydi. Sonunda yavaş ayağa kalktı, istavroz çıkarıp güçlükle döndü. Dizleri titriyordu, yüzü çok bitkin bir insanın yüzü gibi bembeyaz kesilmişti. Fakat beni gördüğünde, gözleri parladı, saf ve gerçekten inanan bir insanın gülümseyişiyle aydınlandı yüzü; yaklaştı, Ruslar gibi yerlere kadar eğildi, iki elimi tuttu ve saygıyla dudaklarına götürdü. 'Sizi bana Tanrı yolladı. Bunun için ona teşekkür ettim.' Ne diyeceğimi bilemedim. Fakat o anda kilisenin orgunun bu mütevazı duygulara eşlik etmesini arzu ettim, çünkü her şeyi başarmıştım: Bu insanı sonsuza kadar kurtarmıştım.

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört SaatHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin