"Hayır. Ben kendim gideceğim." Geçen seferki gibi 'Sana fikrini sormadım. Bırakacağım dedim.' gibi bir tepki bekliyordum ama sadece "Tamam o zaman. Dikkatli git." cevabını aldım. Aynı durumla iki kez karşılaşıp her seferinde birbirine tamamen zıt tepkiler verdiği için ona dengesiz diyip duruyordum işte.

Belli belirsiz kafamı salladım. Benimle vedalaşmak için bana sarılması çok ani olduğundan anayasamın birinci maddesini ihlal etmek zorunda kalmıştım. Neyseki bunu sadece içimdeki ben -Böyle söyledikçe birini yemiş gibi hissediyordum.- biliyordu. Kendimi ondan uzaklaştırmaya çalıştığımda iki gözüme de düzgün bir şekilde eyeliner çekmenin daha kolay olduğuna karar vermiştim. Ben uzaklaşmak için geri çekildikçe onun gerilen kol kaslarını sırtımda hissedebiliyordum ve inanın bana, bu kasların size yumruk atmak için gerilmesini istemezdiniz. Aklıma Berk geldiğinde yüzümü buruşturmadan edemedim.

Tam kolları gevşediğinde ondan uzaklaşacakken beni yanağımdan öptü ve öyle geri çekildi. Bense daha beş dakika önce oluşturduğum anayasama karşı, yanağımda başlayıp bütün hüclerime yayılan isyanı bastırmaya çalışıyordum. Vücudum tamamen isyancı hücrelerin eline geçmeden arkamı döndüm ve oradan uzaklaşmaya başladım. Anayasa falan kalmamıştı. İktidarlığım, bir çift mavi göz tarafından baltalanmıştı.

***

Vizeler, vizeler... Evde oturmuş, kalemle yaptığım topuzumu da yanıma almış vizelere hazırlanıyordum. Kalemimin silgili olan tarafını periyodik bir şekilde masaya vurarak o tok sesin uykumu getirmesine göz yumuyordum. Böylelikle eğitim hayatımda ilk kez ders çalışırken uyuyakalabilirdim. Ama vicdanım bu oyunu görmezden gelemiyordu maalesef. Bu nasıl bir çileydi ya hu? Bu okul hayatı ne kadar da uzundu böyle. Hayır onu geçtim, 16 yıl okuduktan sonra sadece 2000 Tl maaş alıyoruz. Böyle düşününce daha doğmamış meslek hayatımı aldırmak istedim.

Benim ders çalışma anlayışım, 'Geçecek kadar not alayım, bana yeter.'den çok 'Vicdanımı rahatlatacak kadar çalışayım, bana yeter.'e daha yakındı. O yüzden pek fazla dikkatimi vermiyordum.

Kulağım dersten kurtulmamı sağlayacak kapı ya da telefondaydı. İçlerinden biri o melodik sesi çıkartıp bu zulme son verebilirdi ama onlar benim acı çekmemi seçmişlerdi. Neden çalmıyordu bunlar cidden? En sonunda dayanamayarak kitapları kapattım ve yemek yeme bahanesiyle işkenceyi ileri bir saate erteledim.

Notlarımın çoğu eksikti zaten. Bu vize haftası, bir sürü küfür yemişimdir muhtemelen. Bildiğiniz üzere, herkesin, onun notlarını almak için peşinde dolaştığı çocuk vize haftası benim yüzümden hastanelik olmuştu. Hem de hiçbir suçu yokken. Ahhh, bu yüzden de sarhoş maviyi boğmak istiyordum. Tusunami olsa yine onu suçlu çıkartacak bir şeyler bulurdum belki, kabul. Ama bu sefer gerçekten saçmalamıştı ve onu tam dört gündür görmediğim için ben de çıldıracaktım.

Mutfağa girdiğimde bu sefer sandiviç yapmak istemediğimi farkettim. Kendime güzel bir kahvaltı sofrası hazırlayacaktım, hem de akşam vakti? Buzdolabını açtım ve elime geçen kahvaltılıkları mutfaktaki küçük beyaz masaya dizmeye başladım. Çay için ocağa suyu koyduğumda bir kahvaltı için olabilecek en önemli şeyin eksik olduğunu farkettim. Ekmek! Ve maalesef, fırına gitmemek için kavga edip sonunda kazanabileceğim ne bir ev arkadaşım ne de kardeşim vardı. Yani bugünün kaybedeni de bendim.

Mutfaktan çıkarken balkon kapısını kilitleyip odama doğru gittim ve altımdaki şortu çıkartıp yerine kot pantolonu geçirdim. Üstümdeki tişörtü değiştirmeye gerek yoktu. Normal bir AC/DC tişörtüydü. Üstümü hallettikten sonra yatağımın yanındaki çekmeceden ay başında babamın yolladığı paradan geriye kalanları aldım ki bu son param oluyordu. Kesinlikle hem bir ev arkadaşı bulmalı hem de bir işe falan girmeliydim. Sanki kış ayında sobayı odun yerine parayla tutuşturuyormuşum gibi hızlı bitiyordu annemlerin yolladıkları.

Kapıya geldiğimde saçımdaki kalemi bir anda çektim ve saçlarımın dağılmasına izin verdim. Bu sefer kapının üzerindeki anahtarı unutmamak için insan üstü bir çaba göstererek kapıyı kapattım ve onu da kilitledim. Ne olur, ne olmaz.

Ellerimi ceketimin ceplerine sokarak sokakta ilerlemeye başladım. Yaz gelmek üzereydi ama bu, yine de akşamları esip ortalığı serinleten rüzgarlara mani olamıyordu. Hava kararmıştı. Saat sekiz falan olmalıydı herhalde. Ahhh, ders çalışmaktan akıl mı kaldı bende(!)? Sokak pek kalabalık değildi ama yine de hava karardığı için yanımdan geçen her insana potansiyel sapık gözüyle bakarak kendi içimi karartıyordum. Neyse ki fırın yakındı.

Fırına girdiğimde gözlüklerim olsa camlarının buhardan dolayı beyaza döneceğinden emin olduğum bir sıcaklıkla karşılandım. Bir çiftli ekmek isteyip elimi cebime daldırdım ve bir an önce buradan çıkmayı diledim. Gözlüklerimdeki buhardan hiçbir şey göremiyordum. Şaka şaka, gözlüğüm falan yoktu ya hu.

Fırıncının bana uzattığı poşeti kaptım ve elimde son param olan yirmiliği ona uzattım. Bir yandan da ben buraya gelmeden önce ekmek fiyatlarında büyük bir düşüş olduğunu falan söylemesini bekledim umutsuzca. Ama tık yoktu. Zaten uzattığı para üstü de 'İndirim mi, ekmekte mi? Güldürme beni!' diyordu resmen. Görüyorsunuz değil mi? Mali durumum o kadar berbat ki onu da bir zamanlar kalbimi kaldırdığımız hastaneye yatırmayı düşünüyorum. Offf.

Eve doğru dönerken aklıma giren buram buram ekmek kokusuna uyup ekmeğin ucundan küçük bir parça kopardım. Cidden acıkmıştım.

Kapımın önüne geldiğimde bir dilim daha almak için eğdiğim başımı kaldırdım ve gözlerim direk balkonun kapısıyla buluştu. Hadi amaa! Cidden mi? Kapı açıktı. Yine mi evime gelmişti? Hem de balkondan? Mutfaktaki kahvaltı sofrasına dokunduysa onu boğacağımı kendi kendime hatırlatırken bir yandan da anahtarımı arıyordum. Anahtarı apartman kapısına soktuğumda vakit kaybetmeden sarhoş maviyi arayıp telefonu kulağımla omzum arasına sıkıştırmıştım. Onu arıyordum çünkü yemek masam için çok geç olmadan ona engel olmak istiyordum. Önümdeki birkaç basamağı ikişer ikişer çıkıp evimin kapısına ulaştığımda telefonun hala çaldığını bildiren ses kulaklarıma doluyordu. Kesin masama kurulmuştu ve telefonu açınca konuşamayacak kadar dolu bir ağızla etrafta geziyordu. Offf.

Kapıyı açıp salona girdiğimde sarhoş mavi sonunda telefonu açmıştı, birazdan yüz yüze gelecektik gerçi. "Alo?" Sesi hafif uykuluydu. "Neden evime balkondan girip duruyorsun? Nereye saklandın, hadi söyle!" Etrafa bakıyordum ama onu göremiyordum. Belki de geçen seferki gibi odamdaydı? Özel hayat denen bir şey de kalmamıştı. Ben yavaşça odama doğru yürürken telefondan kulaklarıma onun sesi doluyordu. "Ne saçmalıyorsun sen? Ben evdeyim. Kendi evimde." Birkaç saniye sessizlik olduktan sonra  sanki sesi gerçeği kavramış gibi uykudan arınmıştı. "Bir dakika, evinde biri mi var? Lanet olsun. Hemen dışarı çık. Duydun mu Derin?! Hemen!"

Sanırım biraz geç kalmıştık. Çünkü odama daldığımda kıyafetlerim etrafa saçılmış, bazı çekmeceler ardına kadar açık bir şekilde bana merhaba diyordu. En önemlisi de karşımda duran adamdı! Yaşadığım korkuyla omzumla kulağım arasındaki telefon yerinden ayrıldı ve yerle bütünleşti. Adam az önce, içindeki son parayı da cebime attığım çekmeceyi karıştırırken suç üstü yakalanmışlığın şaşkınlığını yaşıyordu. Ama hiç para bulamayacaktı. İçimdeki ben kikirdedi. Şanslı günümdeydim(!). Ahhh, evime gerçekten hırsız girmişti ve benim elimde bir vazo bile yoktu. Kahretsin! Kahretsin!

Merhaba. Geçen bölüm de yorum ve vote gelmedi. Beğendiğiniz yada beğenmediğiniz bir yere yorum yapmak çok zor olmasa gerek diye düşünüyorum. :( Lütfen yorum yapın. :(

Mavi Huydur Bende -Ara Verildi.-Where stories live. Discover now