KELEBEK

55 7 58
                                    

Bu hikaye bir proje ödevi için yazılmıştır.

Ne hissediyordum şu an? Umutsuzluk, hüzün, acı, üzüntü, hayal kırıklığı... Hangisi? Kanser olduğu için çok sevdiğinden vazgeçmek zorunda olan bir genç kız nasıl hissediyorsa öyle hissediyorum şu an. Üzgünüm, hangi kelimeyi kullanmam gerektiğini bilemiyorum. Ve üzgünüm, böyle bir duyguyu tarif etmem gerektiği için.
***
Beremi başıma geçirip, boynumdaki atkımı düzelttikten sonra ellerimi kabanımın cebine koydum. Başımı yerden kaldırıp, gözlerimi yere düşmüş ıslak çınar yaprağından ayırdım. Kasım soğuğunu iliklerime kadar hissettim. Yüzüme vuran poyraz, bu kez saçlarımı savuramadı. Yüzüme düşen yağmur taneleri, bu kez saçlarımı ıslatıp bozamadı. Çünkü bu kez saçlarım yoktu. Çünkü ben yaklaşık yarım saat kadar önce, kan kanseri olmam ve gördüğüm tedavilerin benden saçlarımı alması sebebiyle saçlarımı tamamiyle kazıttım.
Bu bende bir miktar hüzün etkisi yarattı.
Peruk takmak istememiştim. Çünkü saçlarımın yokluğu bana hastalığımı hatırlatıyordu. Hatırlamak her ne kadar üzsede unutamıyorumda zaten. Ama her an hastalığımı hatırlamak daha az üzülmeme sebep oluyordu.
"Çınar." diyerek ismimi söyledi ailem, kardeşim, annem, babam, ikizim... Ondan başka kimsem yoktu benim. O da benden pek farklı değildi. Bizim birbirimizden başka bir arkadaşımız bile yoktu. "Çınar." diyerek ismimi tekrar edince başımı ona çevirip "Efendim." diye cevapladım onu. "Daldın yine." deyince cevap vermedim. "En büyük, en çılgın hayalin ne?" diye sordu sonra. "Bilmem." dedim. "Yaşamak galiba." bunu dememi beklemeyerek afalladı, biraz da gözleri doldu. Onu daha da üzdüğümü farkederek, "Heykel yapmak." dedim bu sefer. Tekrar şaşırdı. "Nasıl?" dedi. "Ne heykeli?" "Kelebek." diye cevap verdim ona. "Kelebek heykeli yapmak istiyorum." dedim. "Yapalım." dedi o da. "Hemen yapalım hemde." güldüm. "Saçmalama biz nasıl heykel yapalım?" diye sordum. "Yapacağız." dedi Toprak. "Yapacağız..."
***
Toprak, internet üzerinden bir araştırma yaparak bir heykeltraşa ulaşmış, onunla tanışmıştı. Ve biz şu an o heykeltraşın atölyesinde kelebek heykeli yapmak için bulunuyorduk. Tabii ki çoğunluğunu heykeltraş yapacaktı. Ancak biz de küçük şeylere yardım edecektik. Toprak benim bir hayalimi gerçekleştirebildiği için o kadar mutluydu ki...
Ben tedavi olmayı Toprak istediği için kabul etmiştim. Tedavi olmayı reddettiğimi söylediğimde Toprak, "Beni bırakma." diye ağladığı için kabul etmiştim. Yoksa bu tedavinin ağırlığını kaldırabilecek kadar güçlü biri değilim tabii ki. Hem bedenen, hemen ruhen...
Bana hep iyileşeceğimi söyler Toprak. Ama hayır, ben iyileşemeyecektim. Dedim ya zaten, sırf o istedi diye kabul etmiştim tedavi olmayı zaten ama hastalığıma çok geç teşhis konulmuştu, çok geç kalınmıştı ve o kadar ilerlemiştiki doktorumun bile pek umutlu olduğunu söyleyemem. Kendini iyileşeceğime inandıran Toprak bile her ne kadar bunu düşünmeyi bile ısrarla reddetsede biliyorum, o da farkında iyileşemeyeceğimi. Sadece buna inanmak istemiyor. Yoksa bu hayali gerçekleştirmek için bu kadar acele etmez, çok zamanımız olduğunu düşünürdü. Fakat bizim sayılı günlerimiz kalmıştı belki de.
Ben sadece o "Beni bırakma Çınar." diye ağladığı için kabul ettim bu tedaviyi. Biliyorum, hissediyorum, iyileşemeyeceğim ben. Benim bu üzüntüm, hastalığıma değil. Benim bu üzüntüm, ölecek olmama değil. Benim bu üzüntüm; benim diğer yarımı, ikizimi bu dünyada bir başına bırakıp gidecek olmama.
Çünkü ikizler ayrılamaz. Çünkü bizim birbirimizden başka kimsemiz yok. Çünkü bizim bir annemiz, babamız, yahut başka bir akrabamız yok. Çünkü benim anne babam o. Onun anne babası ben. Ben onu tek başına bırakamam. Bırakmamalıyım. Ona bu yalnızlığı yaşatmamalıyım. Bizim birbirimizden başka bir arkadaşımız bile yokken onu böylesine yapayalnız bırakamam bu hayatta.
Toprak ve benim hiçbir ayırt edici özelliğimiz yoktu. Birbirimizin yansıması, aynasıydık biz. Fakat şimdi o benim saçları olan yansımam olmuştu. Saçları olan bu yansımama bakarak onun ne kadar ciddi bir şekilde, var olmaya çalışan kelebeği izlediğini görüp ben de izlemeye koyuluyorum. Birkaç saattir burdaydık ve artık kelebeğimizin son dokunuşlarına sıra gelmişti. Onları da ben ve Toprak yapacaktık. Bir kanadıyla ben diğer kanadıyla Toprak ilgileniyordu. Kelebeğimiz bittiğinde heykeltraş olan yaşlı adama bize böyle bir anı yaşattığı için teşekkürlerimizi sunup eski atölyeden ayrıldık. Sonra anılarımızı arttırmak için birde kelebeğimizle fotoğraf çektirdik. Arada dönen başımı umursamayarak yolumuza devam ettik. Çünkü Toprak'a başımın döndüğünü belli ederek bu anı bozmaya hiç niyetim yoktu. Gördüğüm ağır tedaviler yüzünden bu sıkça oluyordu zaten. Normal olduğunu düşünüyordum ve Toprak'ın böyle düşünmeyeceğini bildiğim için ona söylemeyi hiç istemiyordum. Her anımızı hastalığım yüzünden bozmak istemiyordum. Zaten her konuşmamızda konusu açılan bir şey haline gelmişti artık. Ve ben bundan fazlasıyla rahatsızdım. "Çınar." diyerek ismimi söyleyince yine, "Efendim." diyerek yanıtladım onu tekrar. "Hastaneye gidelim." deyince de "Neden?" diye sordum. "Baksana bir haline; düşüp, bayılacak gibi bir halin var şu an." dedi ve bende "Gitmeyelim." diyerek itiraz ettim. Öyle deyince "Gidiyoruz o zaman." dedi ve hastaneye gitmek için bir kez daha yola koyulduk. Düşüncelerim doğru çıktı. Doktorum gördüğüm tedavilerin ağırlığından dolayı bunların normal şeyler olduğunu söyledi. Fakat dinlenmem gerektiğini söylemeyi de ihmal etmedi tabii. Hastaneye ne zaman gelsem iyileşeceğimi düşünmek yerine aksine aklıma yine, iyileşecemeyeceğimi getiriyorum.
***
Ben Çınar Buluter:
Sarı saçlı, -en azından son birkaç güne kadar- mavi gözlü ve beyaz tenli. Yağmuru seven, bulutu seven, ıslanmayı, koşmayı seven. Bana devletin verdiği soy ismimi seven. Renkleri seven. Çiçekleri, gökyüzünü seven. Güneşi, yıldızları seven. Yaşamayı seven ama ölmeyi de seven. Hep seven, çok seven. Sevmeyi seven o kızım ben.
Kendimi bildim bileli yetiştirme yurdundayım. Orda doğdum, orda büyüdüm ben. Annemi, babamı tanımadım ben hiç. Sanırsam istemediler de beni, bizi tanımayı. Ama ikizim... Gözümü onunla açtım. Muhtemelen de onunla kapayacağım. Tek arkadaşım, tek kardeşim, tek ablam, annem, babam, ailem... Diğer yarım. Aynam o benim. Yansımam. Ve bizim birbirimizden başka kimsemiz yokken, onu yapayalnız bırakacağım sanırım bu dünyada.
Ve Toprak Buluter:
O, benim aynım. O, benim aynam. İkimizi ayrı ayrı anlatmaya gerek duymayacak kadar aynıyız birbirimizle.
Yalnız ona eklemem gereken bir şey var.
İkizini, ölümün aldığı kız Toprak...
***
Hastaneye gidişimizden birkaç gün sonrasındaydık. Ve benim baş dönmelerim sıklıkla artıyordu. Birkaç gün içinde birkaç kez bayılmıştım ve şimdi hastaneye gidiyorduk. Yatışım için. Gözetim altında tutulacaktım. Nasıl olduğumu soran Toprak'a, "Dünden hallice." diye bir cevap verirken hastane binasından içeri girdik. Doktorumun yanına gittiğimizde yine, umutlu konuşmadı. Hatta kibarca çok dayanamayacağımı bile söyledi diyebilirim. Şu an da dakikaların bile önemi o kadar büyüktü benim için. Benden çok Toprak için.
Toprak, benden daha fazla yıkıktı. Toprak' ın hali bi'çare. Toprak, çaresiz. Toprak, üzgün. Toprak, korkmakta. Toprak, ne yapacağını bilemez bir durumda. Toprak, ağlayamayacak kadar kötü durumda. Toprak, bana onun gözünün önünde eridiğimi söyledi. Ama Toprak, benim gözlerimin önünde eriyor. Toprak'ın hali revan. Toprak şaşkın. Toprak perişan. Toprak, inanmak istemiyor. Toprak; ikizini, bu hayattaki tek varlığı kaybetmekten deli gibi korkuyor. Toprak... Toprak, ciddi anlamda çok kötü durumda.
***
"Çınar..." dedi Toprak. "Çınar, gitme n'olur. Gitme. Beni bırakma Çınar." dedi. Bir cevap veremedim. Bırakın yanıt vermeyi, parmağımı kıbırtadacak halden yoksundum. Daha önce kendimi, hiç ölüme bu kadar yakın hissetmemiştim. Ölümün kıyısında olduğumu, daha önce hiç bu kadar farketmemiştim. Toprak, tahminimden de beterdi. Benden daha kötü durumdaydı. Toprak, "Gitme." demekten başka bir şey söylemiyordu. Toprak, gideceğimi kabullemiş ama umudunu hala yitirmemişti.
***
Pek fazla bir şey hatırlamıyorum bundan başka. Sonrası hep hastanede geçti. Bir hafta dört gündür hastanedeyiz. Toprak ile "ölümü" konuşmak istiyordum. Kanser olduğumu ilk öğrendiğimiz gün, ölümden bahsetmek istemiştim ama Toprak daha kelimeyi söylemeye niyetlendiğimde susturmuştu beni. Ölümden bahsetmek yok demişti. Bunu art arda, defalarca tekrar etmiş, ısrarla bundan bahsetmemem, ölümün adını ağzıma almamam konusunda tembihlemişti beni. O günden sonra açmamıştık konusunu bir daha. Çok istemiştim ama bahsetmemiştim ölümden. Ama artık bahsetmeliydim. Ölümün kıyısındayken, ölümden bahsetmeliydim. Toprakla konuşmalıydım artık. Çünkü belki de son konuşmalarımızdan biri olacaktı 'ölüm." Bu konuyu açmak istediğimden emin olduğumda ismiyle sesleniyorum ama aynı anda o da bana ismimle sesleniyor. Onun başlamasını söylüyorum ama konuya bir türlü giremiyor. Dudaklarını açıp, kapatıyor. En sonunda titrek bir nefes aldı ve "Çınar," dedi. "ya iyi şeyler olmazsa, sana kötü bir şey olursa, ya gidersen ben n'apacağım? Nasıl dayanacağım ki buna? Sensizlik nasıl bilmiyorum ki ben. " diyerek diyeceklerini söyledi. Böylece benim açacağım konuyu da açmış oldu. Ama asla ölümün adını ağzına almadı. Ne diyeceğimi bilemedim ben de. Sonra, ben de titrek bir nefes aldım aldım onunki gibi. "Toprak," dedim. Ama cümlemin devamını getiremedim. Aldığım titrek nefesi, geri verdim. Sonra kollarımı açtım, iki yanıma. Sarılması için... Sarıldı. Biraz öyle kaldık. Diyebilecek hiçbir şey bulamadım. Toprak'a, onun hayalini sordum. "Yaşaman." dedi. Yine bir cevap veremedim. Ne diyebilirdim ki..? Siz olsanız ne diyebilirdiniz ki..?
***
Açıkçası, öleceksem eğer bir an önce ölmek isterim. Beklemek zor. Her an ölümü düşünmek korkunç. Ölümün tam yanımda olduğunu bilmek zor. Ölüm, her zaman yanı başımızda ama böylesi korkunç. Her an ölümü beklemek, bir an önce öleyim dedirtiyor çünkü insana. Bekleyiş, ölümü bekleyiş... Ne zaman gerçekleşeceğini bilmediğin ama yakın zamanda olacağı bir şeyi bekleyiş. Hayatını planlandıramamak o kadar zor ki. Hayal kuramamak, çok zor. Hayatını şekillendirememek çok, çok zor. Sana gitme diyen birine, beni bırakma diye ağlayan birine gitmeyeceğim diyememek, seni bırakmayacağım diyememek, çok güç. Yavaş yavaş ölüyorum. Her geçen an ölüme biraz daha yaklaşıyorum. Bunu hissediyorum. Gücüm kalmadı. Hem ruhen, hem bedenen. Dayanacak gücüm kalmadı. Bana destek olan tek kişiye benim destek olmam gerekiyor. Çünkü onun benden daha çok ihtiyacı var bir desteğe. O, bana destek olmak isterken, destek olunacak hale gelmişti. Ve bunun sorumlusu bendim. Onu bu hale getiren bendim.
***
Ben, çaresizim. Ben üzgünüm. Ben, korkuyorum. Ben, ne yapacağımı bilemez bir durumdayım. Ben... Ben, daha önce hiç bu kadar çaresiz kalmamıştım. Hiç bu kadar delirecek kadar düşünmemiştim. Üstelik, düşünmelerim boşa çıkıyordu. Ben artık ne tepki vereceğimi bile şaşırmıştım. Ne yapacağımı bilemez durumdayım. Benim artık ne bir takatim, ne dayanma gücüm vardı. Ne bu tedavilere, ne bu duygulara.
***
Toprak, hastaneye gelirken yanımızda getirdiğimiz kelebeğimizi hastane komodinine koyduğu sıra da içeri elinde raporlarımla doktorum girdi. Kan değerlerimin yükseldiğini söyledi. Bu iyi bir şeydi elbette. Fakat her an düşebileceğini de söyledi. Çünkü genelde bu tür hastalıklarda kan değerlerinde bir dengesizlik olduğunu ve sürekli bu gibi hadiselerle karşılaştıklarını söylemişti. Ve yine, pek umutlanmamız gerektiğini söylemişti. Birkaç aydır tanıdığım doktorumun hayat felsefesi kesinlikle "Kötü düşün, umutlanma. İyi olursa sevinir, kötü olursa hayal kırıklığına uğramazsın."dı. Sevinemiyordum. Sağlık açısından durumum şu an iyiye gidiyordu fakat ben tekrar kötüye gitme ihtimali yüzünden sevinemiyordum bile. Ama Toprak'ın, sanki tamamen iyileşmişim gibi bir sevinci vardı. Ve ben de, doktorumun hayat felsefesinin doğruluğunu görmüş oldum böylece. Toprak, bir kez daha hayal kırıklığına düşecekti...
İki gün sonra ne yazık ki kan değerlerimin tekrar düştüğünü öğrendik. Hemde öncekinden daha da fazla düşüktü bu kez. Ve Toprak, dediğim gibi yin hayal kırıklığına düşmüştü. Ama hala kendini umudu varmış gibi gösterip, beni de umutlandırmaya çalışıyordu. Fakat ne yazık ki başarılı olamıyordu. Ben iyileşemeyeceğimi en başında anlamıştım zaten.
***
Aralık aynın üçüncü günü, akşamüstü, yağmur en sağnak olduğu an bedenim farklı tepkiler veriyor. Ve hatırladıpım kadarıyla, halimi gören Toprak'ın telaşla doktorlara haber verdiğini, ve gelen doktorların bana yaptıkları müdahaleleri hatırlıyorum en. Ha birde Toprak'ın telaşla ve yanlışlıkla, elini komodinin üzerindeki kelebeğimize çarpışını hatırlıyorum. Kelebiğimiz benim son dokunuşlarını yaptığım kanadının çatlayışını hatırlıyorum. Zaten ağlayan Toprak'ın kelebeğimize bakarak, hıçkırarak ağlayışını hatırlıyorum. Sonrası yok. En son gördüğüm gözler Toprak'ın gözleri, en son duyduğum ses Toprak'ın sesi oluyor. Sonra... Sonra gözlerim ebediyen kapanıyor. Ruhum karanlıkla boğuluyor. Bedenim işlevlerini yerine getiremiyor. Ben... Ölümü tadıyorum...
***
Toprak, hastane koridorunda dizlerinin üzerine düşmüş ve hıçkırarak ağlıyordu. Gelip geçen, hastanedeki herkes ona bakıyordu. Toprak, deli gibi ağlıyordu. Toprak, yapayalnızdı. Toprak, ikizini, aynasını, yansımasını kaybetmişti. Toprak, kelebeğinin bir kanadını kaybetmişti. Kelebek, yarım kalmıştı. Toprak, Çınar'sız olamazdı. Yapamazdı. Dayanamazdı onsuzluğa. Toprak delirirdi. Toprak, delirdi. O gün, kimse onu o hastane avlusundan kaldıramadı. Koridordan kalktı. Avludaki çınar ağacının dibine oturup, delicesine ağladı. Yağmurun altında sırılsıklam oldu. Bulutlar eşlik etti ona.
Toprak, Çınar'sız kaldı.
Ama ikizler ayrılmadı. Çünkü ikizler, kardeşler ayrılamazlar. Onları ölüm bile ayıramaz...

SON

KELEBEKWhere stories live. Discover now