DOKUZUNCU BÖLÜM

En başından başla
                                    

O gece onu hastaneden çıkarmadılar. Kalp krizi geçirmişti. Bir hafta boyunca tek bir defa yüzünü görebilmiştik. Ameliyatı pek başarılı geçmemiş. Ellerinden geleni, yapmışlar ama devamlı kontrole gitmesi gerekiyormuş. Sonunda hastaneden çıktı. Yüzü biraz değişmişti. Ağzını zor oynatıyordu. Artık işe yarar gibi görünmüyordu. Anneannemin yeniden evde olması yüreğime su serpmişti. Yine de ona karşı acıma hissim gün geçtikçe yok oluyordu. Sanırım yine değerini unutmanın verdiği rahatlamaydı bu. Artık eskisi kadar asi olmasam da ona merhametimi göstermekte zorlanıyordum. Birkaç gün sonra yeniden fenalaştı. Hastaneye gitmedi. İlaçlarını verdim. Uyudu. Kalktığında daha iyiceydi. Benimle eskisi gibi konuşup kendini paralamıyor olması benim işime yarıyordu. İstediğim gibi davranıyordum. Saliha ile kavga etmesem de ona buyruklarım bitmek bilmiyordu. Ama o bundan şikâyetçi değildi. Anneannem benimle konuşmak için yeltendiğinde kaçacak delik arar olmuştum. Onunla konuşmak istemiyordum ama sorumluluklarımdan da kaçmıyordum. Elimden geldiği kadar ailevi sıkıntılarını kendim çözmeye çalışıyordum.

Anneannem gün geçtikçe daha da kötüleniyordu. Benzi atmış ve zayıflamıştı. Onun bu hali gözümü korkuttuğu için daha düşünceli davranıyordum. Ananem hastane yolunu mesken tutalı bir ay olmuştu. Ambulans alıyor bir iki gün sonra yine ambulans getiriyordu. Biz de onunla birlikte perişan olmuştuk. Komşuların ayağı kapımızdan eksik olmuyordu. Anneannem olmadığı zaman komşu evinde kalıyor, onların tasından ayran içiyorduk. Böyle yaşamak bana daha ağır gelmişti. Minnetimiz çoğaldıkça ben altında eziliyordum. Sonunda bir akşam anneannemin yeniden fenalaşması üzerine acile kaldırıldı. Üç gün, beş gün, bir hafta... Anneannem gelmiyordu. Onu taburcu etmediler. Artık tam olarak anlamıştım ki ben tüm zorluklarla tek başıma mücadele edecektim. Başarabilir miyim bilmezken mecburiyetlerim bu soruyu ağzıma tıkadı. Nihayetinde artık tek başınaydım. Evde bir büyük olarak ben, Saliha ve Senem'e bakıyordum. Onun kısmen felç olduğunu duyduğumda elim ayağım buz kesmişti. Bir an için anneannemi kaybetmekten korktuğum doğruydu. Çünkü her ne kadar onu sevmesem de onsuz da olmayacağının farkındaydım. İyi olması için dua ettiğim günler oldu. O kadar sıkıntıyla başa çıkmak ağır gelmişti omuzlarıma. Saliha'nın da yardımı olmasa isyan edebilirdim.

Bir anda her şeyin alt üst olmasını anlayamıyordum. Her şey iyi giderken Nermin'in o kara haberiyle yıkılmaya başladım. Ondan haberler beklemekten vazgeçmiştim ama kalbimde onun ismi hala tazecik duruyor, yarası durmaksızın kanıyordu. Umut etmekten başka ne yapabilirdim ki? Göz pınarlarım en fazla onun için ıslatıyordu tenimi. Kalbimdeki sızı tarifi imkânsız bir acı ile pareleşiyordu. Nermin, can parem! Onu hatırlamadığım tek günüm yoktu. Arada sırada bir ümitle evlerine kadar gider onları bulamayınca ağlayarak geri dönerdim. Bu alışkanlığım, bir mezarı ziyaret eder gibi hiç değişmiyordu.

Kalbim, ruhum onu hep arayan bir derviş gibi kavrulana değin yanacaktı.
Günler geçtikçe yalnızlığımın oturduğu boşluk derinleşti. Güneşli günlerin en rehavetli zaman dilimine, mutlu insanların yaz tatili diye nitelendirdiği o en berbat günlere girdiğimiz gündü. Okuldan ellerinde beyaz kâğıtlarla zıplaya hoplaya eve giden bir gurup çocuğa takıldı gözlerim. Pencerenin kenarında onları seyrederken karnem geldi aklıma. Sonra iç sesime yönelip duydum dediklerini. Acı bir tebessümle tekrar etti dudaklarım. " Ah anneciğim, eğer siz olsaydınız biz de o şen çocuklar gibi verirdik karnelerimizi sizin ellerinize. Hediye de istemezdik. Ah siz olsaydınız bize hediye." Çocuklar işte. Anne babanın Allah'ın kendilerine bahşettiği büyük bir armağan olduklarını ne yazık ki bilmiyor. Ayağı taşa takıldığında canı yanacak bir anneleri ve onu ayağa kaldıracak bir babaları var. Yine de onlardan hediye bekliyorlar. Bilemiyorum, belki ben de onların yerinde olsaydım, sahip olduklarımla yetinmez daha fazlasını isterdim. İnsan, böyle aç gözlü bir varlıktı demek ki...

Artık yavaş yavaş olgunlaşıyorum galiba. Gündüzüm de gecem de kardeşlerim olmuştu. Bizi koruyup kollayacak kimsemiz yoktu. Kardeşlerime sahip çıkmak zorunda olduğumu biliyordum. Ama nasıl? Daha ben kendimi kötülüklerden koruyamıyordum ki. Nihayetinde onların tek sığınacağı liman bendim. Eski aylak ve kendini bilmez davranışlara bir son verme zamanıydı. Belki de ilerisi için ön hazırlık aşamasındaydım. Yakında kıyametler kopar mıydı bilmem ama yalnız başımıza kalacak olma tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Durumumuz bununla da sınırlı değildi üstelik! En tehlikeli olanı da onların bana muhtaç olma zorunlulukları. Durum gerçekten ciddiydi.

Sabah en güzel gömleğini üzerine giymiş, bana göz kırpıyordu. Ne var ki gözlerimi kırpıştırarak uyandığımda yorgun ve düşünceli bir edayla kalkıp giyindim. İçimden gülmek gelmiyordu. dolu dolu bir günaydın demek, hele hiç! Saate baktım. Yediye on vardı. Her gün aynı saatte ve ertelenmiş saat gibi dakikada bir kapı çalıp duruyordu. Bu Gülten Teyze'nin âdetiydi. İsteksizce açtım kapıyı. Gözlerimi ovuşturup;

"Günaydın." Diyebildim.
Gülten teyze, çok sakin ve yaşlı bir kadındı. Anneannem ona "Ahretim!" derdi. Örtüsünü garip bağlama biçimi beni her defasında güldürüyordu. Ak saçlarının üzerini gelişigüzel bir biçimde örtüp bir ucunu diğerine çenesinden kıstırarak horoz gıdığı gibi sarkıttığı diğer ucuna bağlayıveriyordu. Neyse ki o gün bu komik haline gülmek istemedi canım. Onun içeriye girmesini söyledim. O ise telaşlı bir halde bana:

"Yok be gızım. Hele sen kardeşlerini uyandır. Bize gidiyoruz." dedi.
"Niçin?"
"E gızım olmuyor böyle. Siz orda ben burada. Elim ayağım tutmuyor her defasında sizi çağırmaya gelemiyorum. Zarife kadın iyi olana kadar bizde yiyiverin. Akşam da bizde yatıverin."
Bu fikir hoşuma gitmemişti. Ben eve bakabiliyordum. Kendimi kimsenin himayesine sokmak istemedim. Saliha ağzıma lafı tıkadı bile.
"Evet, lütfen abla Gülten teyzede kalalım. Geceleri korkuyorum ben!"

MİHRİCAN #Wattys2017 (Akademisyen Yayımlarından ÇIKTI)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin