● Prolog ●

964K 13.5K 3.1K
                                    

2004


Antalya'nın kış yağmurları vardır. Gökyüzü tüm acısını o zaman kusar, tüm öfkesini o zaman boşaltır sanki. Eğer yolunuz Antalya'ya kışın düşmüşse, bilinen sakin gökyüzünü tahmin edemeyeceğiniz bir halde bulacaksınız.

Küçük kız gök gürültüleriyle inleyen şehrin vaziyeti kar- şısında büyülenmişti.

Annesinin yol boyunca süren huzursuzluğu onu da sessizliğe itmiş, dudaklarında biriken soruları dillendirememişti. Apar topar yola çıkmışlardı, ellerinde küçücük bavulların- dan başka bir şey yoktu. Annesi müdürü arayarak okuldan izin almış ve dakikalar sonra havaalanına gitmek için çağır- dıkları taksiye binmişlerdi.

Dedesinin evine gelmişlerdi. Onu bağrına basan dedesinin kulaklarında gümbürdeyen kalp atışları, etrafta koşuşturan yardımcıların fısıltıları ve bir köşede, annesinin titreyen ellerini tutan dayısının yüz ifadesi aklına kazınmıştı.

Henüz sekiz yaşında bir çocuksanız; bilinmez karanlığı bir tabak sıcak yemekle unutabilir, masumluğun tadını çıkarırdınız. Bu onun için de geçerliydi. Karnı doyduktan sonra tek derdi dışarı nasıl çıkacağıydı. O yaşta bile severdi yağmuru ama bunca yağarken hiç dışarı çıkmamıştı.

Aklında tilkiler cirit atıyordu. Kimseye yakalanmadan dışarı çıkmanın yollarını arıyordu.

Oturma odasında bir an için yalnız kaldığında başını yasladığı camdan kaldırdı, etrafa bakındı ve saniyeler içinde dışarı attı kendini. Yüzüne çarpan rüzgâr ve omuzlarından aşağı inen damlalar soluğunu kesse de vazgeçmedi. Hırkasını başının üstüne aldı ve seraların arasına doğru hızla yürüdü. Annesinin, zihninde canlandırdığı resmi kendi gözleriyle görmek istiyordu.

Hırkasındaki suyu sıkarken yakalanırsa annesinin gazabına uğrayacağı gerçeğini bir kenara bıraktı ve ortalıkta kimsenin olmamasından cesaret bularak seralardan birine girdi. O an tüm neşesi ve heyecanı fırtınayla süpürülmüştü. Çiçekler henüz açmamıştı.

Huysuzlanarak ayağını yere vurdu ve çıkmak için geri döndü. Fakat duyduğu bir kahkahayla olduğu yerde kaldı. Ardından birkaç takırtı işitti ve bir adam bağırdı. "Bana nerede olduklarını söyle!"

Ses evin girişinde tanıştığı Ahmet Amca'nın sesiydi. Buradaki en sert mizaçlı insandı. Aynı çocuk kahkahasını tekrar duydu. Adamın buz gibi sesi, bu mesafeden kendisini bile ürkütmüşken bu kıkırdamalar onu şok etmişti. Böyle bir durumda tüm gücüyle gülen birinin deli olması gerekirdi.

Sabırsızlıkla seslerin geldiği yöne, seranın arkasına yürüdü. Önündeki şeffaf plastiği kaldırdı ve birbirine tezat iki bedenle karşılaştı.

Ahmet Amca iri gövdeli, kırklarının sonunda bir adamdı. Karşısında durup bağırdığı halde korkutamadığı kişi ise kendi yaşlarında bir çocuktu. Nazik hatlı yüzü, parlak, badem şekilli gri gözleri, zayıf bir bedeni vardı. Ama belli ki bu çocuk bu savaşı kazanacaktı. Bunu bakışlarından anlamıştı. O kadar parlaktılar ki... Gümüş gibi!

Çocuk onu fark etmişti ama arkası dönük olan Ahmet Amca onu yakalarından tuttuğu gibi kaldırmış ve ileri geri sallamaya başlamıştı. Öyle bir sarsıyordu ki çocukcağızın başı kopacak gibi ileri geri gidip geliyordu.

Daha fazla bekleyemedi, tiz bir sesle bağırdı. "Ne yapıyorsun sen Ahmet Amca?"

Adam şaşkınlıkla omzunun üzerinden arkaya baktığında onu gördü, yavaşça çocuğu yere bıraktı. Az önceki halinin aksine sesi zayıflamış, omuzları düşmüştü. "Küçükhanım..."

"Neden dövüyordun onu?" İşini kaybetme korkusuyla adamın etekleri tutuşmuştu. "Hayır, hayır! Vallahi dövmüyordum."

"Ne yapıyordunuz o zaman oyun mu oynuyordunuz?" diye sordu sesini yükselterek.

Adamın omuzları daha da düşmüştü. "Tohumları çalıyordu. Yaşı küçük diye hırsızlığını görmezden mi geleyim?"

Bu sefer çocuğa döndü. "Bir de sen söyle, ne oldu?" Soğukkanlı bir tavırla konuştu çocuk. "Tohum filan çal- dığım yoktu. Hikmet fırtınada dışarıda kaldı, burada ona yer yapıyordum. Eşyaları çekiştirince bazı tohumlar döküldü, onları toplayayım derken bu adama yakalandım. Hem neden kendi seramızın tohumlarını çalayım ki?"

Hikmet buranın köpeğiydi, çocuk da büyük ihtimal haklıydı. Köpeğin kendine ait bir kulübesi olmadığını duymuştu kuzeninden.

"Bir de hep aynısını söylüyor. Sen kimsin, nesin de burası senin?" diye sordu Ahmet Amca.

Kızın gözlerinin içi güldü. "Sen Sedat Amca'nın oğlu mu- sun?" Sedat Amca dedesinin ortağıydı. Adam babası öldüğünde işi devralmış, dedesiyle ortak olmuştu.

Çocuk anlaşılmanın verdiği rahatlıkla salladı başını. Küçük kız mutlulukla ellerini çırptı. "Gördün mü Ahmet Amca, bir de patronun oğlunu hırpalıyormuşsun. Hadi hadi, sen git de biz de Hikmet'e yer yapalım."

Adam sıkıntıyla özür diledi, hızla dışarı çıktı. İkisi de bu haline gülerek eşlik ettiler.

Sonra sessizce etrafı düzenlediler, Hikmet'i içeri aldılar. Küçücük bedenleri yorgun düşünce serdikleri kilime, Hikmet'in yanına uzandılar. Gözleri kapanıp kendilerini tatlı bir uykuya bırakmadan önce, sanki aralarında bir konuşma geçmişçesine birer kelime mırıldandılar.

"Giray."

"Zühre." 

Portakal ÇiçeğiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin