İstemeden tebessüm ettim, o zaman kuş tüylü yastıklarımız yoktu fakat Eftelya vardı, ikimiz vardık. Çok eğleniyorduk. Şimdi yastık savaşı yaparsam kuş tüylerinin havada uçuşabileceği bir yastıkta yatıyordum. Tek eksik, Eftelya'nın olmamasıydı. 

Öylece uzanırken Rüzgar içeri girdi, ''Ne düşünüyorsun bakalım prenses?'' dedi. 

''Hiç.'' dedim. Sesimdeki burukluğu anlamış gibiydi.

''Biliyorum alışmakta çok zorluk çekiyorsun fakat daha geleli 1 saat bile olmadı Mira, alışacaksın. Alışacağız. Benim de böyle rahat olduğuma bakma. İlk defa yurt dışına geliyorum.'' dedi. Sözleri rahatlatmıştı. Daha sonra başımın ucuna oturdu, ''Yeni bir hayat...Yeni bir sayfa...Yeni dostluklar...'' saçlarımı okşamaya başlamıştı. ''Ve yeni bir aşk...'' derken tam bana doğru eğildi, ilk öpücüğümü alacaktım ki, DİN DON! Kapı çaldı! Bu da neydi şimdi? Tam öpecekken kapının sinir bozucu şekilde çalma sahnesi sadece filmlerde olur sanırdım. Meğer gerçekmiş. Lanet olsun! Peki gelen kimdi? Tanışmadığımız komşularımız vardı demek ki. Ne hoş. Rüzgar kalkıp kapıya doğru gitti, bende meraklı Pakizeler gibi arkasından koştum, kapıyı açtık. Hafif tombul, sarı saçlı, gözlüklü tatlı bir kadın elinde bir kase -ne olduğunu anlayamadığım yiyeceklerle- bize bir şeyler söylüyordu. İngilizce bir şeyler. Ben az çok biliyordum fakat kadının aksanından olsa gerek çok hızlı konuşuyordu. Tek anladığım ''Hoş geldiniz'' oldu. Rüzgar anlıyordu ve gülümseyerek cevap veriyordu. Uzun uzun konuştular, sonra kadın bana döndü, İngilizce olarak ''Merhaba, hoş geldin. Alıştın mı yeni evine bebeğim?'' dedi. Bende ona alışmaya çalıştığımı, teşekkür ettiğimi ve onu çok samimi bulduğumu söyledim. Yüzünde annemin TANER'LE EVLENECEĞİNİ SÖYLEDİĞİ GÜN BENİM ODAMA GİRDİĞİNDE YÜZÜNDEKİ GÜLÜMSEME GİBİ ''Muz büyüklüğünde'' bir gülümseme oluşmuştu. Elini uzattı, samimice tokalaşırken diğer elini de elimin üzerine koydu. Daha sonra Rüzgar'a da bir şeyler söyleyip gitti. Kadın gittikten sonra kendimi tutamadım, bir kahkaha attım. ''İnanamıyorum ya, geleli bir saat olmadı fakat samimi komşularımız iş başında!'' dedim kahkahayla karışık bir şekilde. Rüzgar da gülmeye başladı, ''Aynen öyle.'' dedi. Daha sonra mutfağa geçtik, kadının getirdiği şeylere baktık. Bu arada kadının adı ''Johanne'' imiş. Ne olduklarını hala anlayamamıştım fakat Rüzgar bunların ''donut'' olduğunu söylemişti. Güzel görünüyorlardı. Üzerinde çikolata parçacıkları olanı elime alıp bir ısırık aldım. Mmmm! Oldukça lezzetliydi! ''Johanne'yi en sevdiğim komşum ilan ediyorum!'' dedim bir ısırık daha alırken. Rüzgar bana bakıp bir kahkaha attı, ''Daha çok şey yiyeceğiz burada prenses!'' dedi. Bana prenses demesi çok hoşuma gidiyordu. Donutları bitirdikten sonra ''Bir yerlere gitmeye ne dersin? Yani, sana mekan ismi veremiyorum ama bir dolaşmaya ne dersin?'' dedi Rüzgar. ''Seve seve kabul ederim'' dedim. Üzerimizdekileri çıkarmadan kapıdan çıktık. Binadan çıktığımda kimsenin ''Üzerimdeki -bu yaşantıya uymayan kıyafetlere- baktığını göremiyordum'' yani kimseye garip gelmemiştim anlaşılan. Hatta bazıları bana tanımadıkları halde samimi şekilde gülümsüyor, yolda yürürken ''Günaydın'' diyenler bile oluyordu. Çok samimi görünüyordu herkes! Bu iyiydi, yabancılık çekmemi engelliyorlardı. Çok hoş. Bir kaç sokak dolaştıktan sonra şunu anlamıştım, buradaki insanlar çıplak dolaşsanız bile sizi takmayacaklardı. Ne giydiğiniz yada ''Ne giymediğinizin'' bir önemi yoktu. Siz hoşgörülü davranıp, gülümsüyorsanız, aynı davranışın karşılığını alacaktınız. İşte bunu sevmiştim, çok sevmiştim. Bir kafeye oturduk. Hoş bir yerdi, etrafta az önce yediğim mükemmel donut'lar ve güzel pastalar vardı. Garson geldi, Rüzgar bir şeyler sipariş etti. Rüzgar'ın fazlasıyla iyi derecede İngilizce konuşabildiğini fark ettim. Garson bir kaç dakika sonra donut, pasta ve çörekler getirdi. Çok güzel görünüyorlardı! Sanırım New York'da çok kilo alacaktım! Afiyetle yerken, arka masadaki birilerinin Türkçe konuştuklarını duydum. Refleks olarak kendi dilimden konuşan birilerini duyunca hemen bakmıştım, Türk olduğumu anladıklarında ''Merhaba'' dediler. Bizde gülümseyerek ''Merhaba'' dedik ve onlar yoğun konuşmalarına döndüler, biz de yemeğimize. 

''Burada Türk olduğunu bilmiyordum'' dedim şaşkınlıkla.

''Biz neyiz? Bizim gibi gelenler olamaz mı prenses?'' dedi Rüzgar sırıtarak.

''Biz haricinde canım, anladın sen.'' dedim ukalaca gülerek.

''Anladım CANIM'' dedi, ''Canım'' kelimesini bastırarak söyledi.

Yemeğimizi bitirdikten sonra kafeden çıktık, bir taksi çağırdık ve büyük bir binanın önüne geldik. Kapıda kocaman ''Welcome To Ardsley High School'' yazıyordu. Buranın bir okul olduğunu anlamıştım. New York gibi güzel bir yerde, yapılabilecek onca ''Mükemmel'' şey varken bir okula kaydolmak ''sıkıcı şeyler'' listesinde 1. sırayı alırdı sanırım! 

İçeri girerken Rüzgar açıklama beklediğimi anladı, ''Burada okula gitmemiz gerektiğini biliyorsun'' dedi. Evet biliyordum, bilmez olaydım! 

Okulun kapısından içeri girdik ve bir asansöre binerek -Asansör mü? Vay canına!- kapısında ''Director'' yazan bir odaya girdik. İçeride gözlüklü bir adam vardı. Yoğunca çalışıyor gibi görünüyordu.Önünde bir sürü kağıt parçası, bir sürü kalem vs. vs! Sıkıcı şeyler diyeyim, siz anlayın. Bizi görünce gülümseyerek yerinden kalktı. Rüzgar'la konuşmaya başladılar. Rüzgar kayıt işlemleriyle ilgili şeyler sordu, ardından okulun müdürü olan adam bir kaç kağıdı imzalamamızı istedi. Ve bize ''ailemizin numaralarını'' yazmamızı söyledi. AİLEM YOKTU Kİ BENİM. Ne yapacağım diye düşünürken aklıma Eftelya'nın anne babasının telefonlarını yazmak geldi. Her hafta izin koparabilmek için gerek annesini, gerek babasını defalarca aradığımızdan numaraları ezberimdeydi. Onları yazdım, gülümsedim ve odadan çıktık. Artık New York'da okula gidecek olan iki insandık. İğrenç! Daha sonra yine taksiye binerek eve geldik. İkimizde yataklarımıza yattık ve derin bir uykuya daldık... 

ERTESİ GÜN.

Bugün okula gidecektik. Biliyorum, okulda bütün sürtüklerin gözü Rüzgar da olacaktı. Buna kendimi şimdiden hazırlamalıydım. Ön yargılı bir insan değilimdir fakat New York'da ki bir okuldaki kızların genelinin ''sürtük'' grubuna girdiğinden emindim. İşte o gruptaki tüm sürtükler, Rüzgar'ıma bakacaktı! Rüzgar'ım mı? Ne diyordum ben ya. O henüz benim Rüzgar'ım değildi. Henüz? Of! Ne saçmalıyorsun sen Mira? Henüz değil de ne demek ya? Sevdiği çocuğu zorla elde etmeye çalışan sürtükler gibi konuşma. Kendi iç sesimle kavga ediyorum resmen. Neyse, sakinim. Şu an çok sakinim. O okula gideceğim, Rüzgar'ın elinden tutacağım ve tüm sürtüklere ''Sevgilimmiş'' gibi göstereceğim. Çünkü yakında öyle olacak. Tamam mı sürtükler ?

Giyindim, Rüzgar da giyinmişti. Kapıdan çıktık, yine taksiye binip okula gittik. Evet. Merhaba okul. Merhaba yeni insanlar. Merhaba hiç tanışmadığım , yeni ''en iyi dostum'' ve son olarak size de merhaba Rüzgar'ın peşinde dolanacak sürtükler. Çok beklersiniz.

Okulun kapısından girdiğimiz gibi -tahmin ettiğim şekilde- bütün kızlar Rüzgar'a bamaya başladılar, aralarında bir şeyler fısıldaşıp Rüzgar'ı etkilemeye çalışan gülüşler atıyorlardı. Rüzgar onlara bakmıyordu bile, hatta aksine daha fazla bana yaklaşıyordu. Elimi sıkıca tutup bana sarılarak yürüyordu. Bu onlara iyi bir cevap olmuştu sanırım? Ve o an, o an hiç beklemediğim bir şey oldu... Öyle bir şey olması mümkün olmasa bile sanki Rüzgar'a karşı bir rakibimmiş gibi bir kız gelip hızlıca koluma çarpıp onu düşürmüşüm gibi yere düştü, kısacık eteğinden bacakları ortadaydı. Rüzgar'ın ayağının önüne atmıştı resmen kendini! Ne yapıyordu bu geri zekalı? Rüzgar onu kaldırmak için eğildiğinde ona engel oldum, kolundan sıkıca tutarak ayağa kaldırdım kızı. (Oflayıp puflamasından kızın Türk olduğunu anlamıştım.) ''Ayakların altında dolanmaya çok meraklıysan benim ayağımın altını da denemek ister misin?'' demiştim sessizce. Ama etrafımıza toplanmış meraklı pakizeler bunu duymuştu tabii. Kolunu sıkıca tutarken canını fazlasıyla yakıyordum, kız şımarık kızlar gibi ciyakladı. ''Bıraksana kolumu be!'' dedi. Sertçe kolunu bıraktım ve ona gülümsedim. Sinsice gülümsedim. 

Sanırım okuldaki ilk düşmanımı kazanmıştım...

İntikamWhere stories live. Discover now