İKİNCİ BÖLÜM/İKİNCİ KISIM

Start from the beginning
                                    

   O gün de anneannem pazara gidince aklıma hınzırlık yapmak düştü. Hemen oturduğum yerden kalkıp odalara bakındım. Dedem anneannemin yatak odasında, köşedeki kanepenin üzerinde uyuyordu. Üzerindeyse bir tek battaniye vardı. Gizlice dedemin üzerinden o battaniyeyi sıyırıp kıkırdayarak yeniden tavan arasına koştum.

   Tavan arası… Benim asıl ruhumu, benliğimi bulduğum yerdi, orası. Kafamı dinleyip, penceremden yıldızları saydığım, annem ve babamı ağırladığım mabedimdi. Suçumu da, günahımı da, üzüntü ve sevinçlerimi de gizleyen sırdaşımdı! Anneannemle kavga ettiğim zaman kendimi buraya hapseder, mutlaka o gece orada kalırdım. Tavan arasında işime yarayacak eski bir yatak, bir iki kırık dökük iskemle ve küçük bir masa vardı, gerisi hurdalıktı. Oraya kendimi kilitlediğim an, masamın başına geçerdim. Çoğu zaman aklıma geleni yazar, içimi kâğıtlara dökerdim.
Yine yastığımın altındaki, defterimi çıkarıp karalamaya başladım. Fakat bu defa yazacak çok şeyimin olmasına rağmen, elim bir türlü kaleme gitmiyordu. Kâğıda öfkemi, nefretimi, hırçınlığımı yazıp çizemiyordum. Çünkü bu defa hislerimin yoğunluğu arasına sıkışmıştım. Kutsal saydığım bu yer, beni huzur âlemine götürmüştü. Saflığa, sevgiye ulaşmak istiyordum o an. Ne var ki o da mümkün değildi. Kalbim körelmişti, istesem de yazamıyordum. Ağladım. Üstelik bu duygudan mahrum kalışıma ilk ağlayışım değildi! Tavan arasında bu kaçıncı ağlayışımdı, bilmem. Bir süre sonra, hayıflanıp kalemimi kırdım. Yazmaktan vazgeçince, eski karyolaya uzandım. Beynimde bin tane uğultuyla nihayet uyumuşum.

   Uyandığımda, pencereden sızan ışık kaybolmuştu. Hemen doğrulup, camdan içeriye vuran ay ışığına baktım. Rüzgâr vardı. Bahçedeki ağaçlar rüzgârın etkisiyle savruluyorlardı. Bedenimse bu soğuk odayla hemhal olmuştu. Usulca kapının kilidini açıp, aşağıya indim. Anneannemi kömür sobasının başında ağlarken bulmuştum. Senem ile Saliha da yemeğin başındaydılar. Ben bir anda, sol tarafımın sıkıştığını ve bunun acı verdiğini hissettim. O dönemlerimde bu acının, vicdan azabı olduğunu bilmiyordum tabi. Yine de suçluluk duygusuyla yemeğin başına geçip, iki lokma bir şeyler yiyip köşeme çekildim. Anneannem de artık bana ne diyeceğini, beni kötü işlerden nasıl uzaklaştıracağını bilemiyordu besbelli. Bu sebeple benimle hiç konuşmamıştı. O akşam erkenden yer yatağımızı salona yapıp, tek kelime etmeden odasına çekilmişti.

   Sabah erkenden kalkıp, okul kıyafetlerimi giyindim. Anneannem çoktan sobayı yakmış, evi bir güzel ısıtmıştı. Dışarıda sabah ayazı vardı. Hemen yerdeki kahvaltı sofrasına oturup, aceleyle kahvaltımı yaptım. Sofrada zeytin, peynir ve çay olmasına rağmen, sanki mükellef bir sofra kurulmuşçasına iştahım kabarmıştı. Tıka basa yiyip, Saliha ve Senem’i de alarak okula koştum. Sabah güneşi, o hoyrat rüzgâra rağmen bulutların arasından göz kırpıyordu.

Ders zili çalınca herkes ite kaka sıra oldu. Sabah merasimi bittikten sonra, herkes arkadaşının koluna girerek sınıfa koştu. Bense her zamanki gibi yalnızdım. Ama bu durumumdan gocunmuyordum. En azından kimseye halimin vehametini göstermemek için bir çaba içerisinde değildim. Sınıfıma sessizce girip, sırama oturdum. Türkçe öğretmenimiz derse girmişti. Yanında oldukça uzun boylu, etine dolgun, vücut hatlarına bakılırsa yaşça da bizlerden büyük, sarışın ve solgun benizli olmasına rağmen çok alımlı bir kız vardı. Herkes uğuldamaya başladı. Kimisi bu kızı daha önceden tanıdığını ve zavallı biri olduğunu, kimisi aşağı mahallenin okulundan atılarak bu okula getirildiğini, kimisi çok garip bir kız olduğunu, kimisi de okula geç başladığını söylüyordu. Oysa ben tanımıyordum. Aşağı mahallenin belalısı olsaydı mutlaka tanırdım. Çünkü aşağı mahalledeki çocuklarla kavgalarım meşhurdu. Ayrıca onu iyi bir süzdükten sonra bana hiç de baş belası biri gibi görünmemişti. “Yo, yo”, dedim içimden; “Herkes uyduruyor.” Neyse ki çok geçmeden Nihal hocamız, bu kızı bizimle tanıştırmıştı:
“Evet, çocuklar uğultuyu kesip beni dinleyin! Bu arkadaşınız bazı özel nedenlerden dolayı bu sınıfta sizinle beraber okuyacak. Bu yeni arkadaşınızın ismi, Nermin. Ona karşı lütfen nazik olun olur mu? Eğer yanlış bir hareketinizi görürsem, külahları değişiriz haberiniz olsun!”

   Nihal öğretmenimizin bu telkinlerinin işe yaramayacağını şimdiden anlamıştık. Çünkü aşağılayıcı cümleler teker teker kızın üzerinde birikiyordu. Kendini çok beğenmiş biri:
“Öğretmenim onu tanıyorum. Aşağı mahallenin en garibanıdır.” deyiverdi.
Bir diğeri ise:
“Anlaşılan okuldan atılmış. Buradan da kısa zamanda atılır muhakkak!” dedi.
Gaye ise oldukça alaycı bir kahkahayla:
“Görmüyor musunuz hocam, o bizim arkadaşımız değil, ancak bu yaşta ablamız olur!” deyip, sınıftaki diğer üstün zekâlılarla birlikte kahkahayı basmışlardı. Nihal Hoca bu duruma iyice köpürerek, kızla alay eden herkesin tüm sınıf önünde ondan özür dilemelerini istedi. Bu defa da bu duruma maruz kalan kız, Nihal öğretmene dönerek:
“Önemi yok öğretmenim, ben bu tip durumlara alışkınım.” dedi.

   Nihal öğretmen sınıfa kısa bir öğütten sonra sırada tek başıma oturduğum için onu benim yanıma oturtmuştu. Bense bütün gün, sessizce oturmayı tercih ettim. Yeni tanıyacağım bu kıza karşı utangaç bir iki kaçamak bakış atmaktan kendimi alamadım. Nihayetinde yabani birisi sayılırdım. Yine de ona karşı sevgi dolu bir his uyanmıştı bende. Bu daha önce hemen hiç tatmadığım bir duyguydu. Ona herkese uyguladığım gözdağı verecek tavırlarla yaklaşamadım. Onu da herkes daha şimdiden dışlamıştı. Tıpkı beni dışladıkları gibi. Sanırım bu kızda kendime benzer yönler keşfetmek hoşuma gitmişti. Ona olan sıcaklığın dostane olduğunu henüz fark etmemişken gözlemlemeye devam ettim. 

Tüm dersler bitmiş, herkes evlerine çoktan dağılmıştı. Bense dar sokaklarda avare avare dolanmaktaydım. Nedense eve gitmek gelmiyordu içimden. Kaldırım taşlarından birinde oturup, etrafı izlemeye koyulmuştum ki, altı kişinin bana yaklaştığını fark ettim. Bunlar onlardı. Ellerinde irili ufaklı taşlarla bana yaklaşıyorlardı. Ben yavaş bir hamleyle ayağa kalkıp üzerimi silkeledim. Kısacık saçlarımı koluma taktığım tokayla bağlayıp, onların karşısına dikildim. Onlar belli bir mesafeden sonra durmuşlardı. Bense onların ne yapacaklarını iyi biliyordum. Üzerlerine doğru koşmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu. Onlarsa ellerindeki taşlarla hücuma kalktılar. Başıma koluma darbeler yiyordum. Acı çektiğim doğruydu. Ama onlara bunu, öfkemi daha da artırarak gösteriyordum. Ağlamak benim için bir yenilgiyi ifade ediyordu. Bu yüzden isyanımı, acımı hep içime gömüyordum.

Yılmadan koşmaya devam ettim. Onlara yaklaştığımda, neler olacağını biliyorlardı. Bu korkuyla da, ellerindeki taşlar tükenene kadar atmaya devam ederken kaçmışlardı. Ben bir iki tanesini yakalayıp haklamayı başardım ama diğerleri çoktan toz olmuştu. Peşlerine düşmedim. Yarıladığım yolu tekrar dönüp, çantamı alarak eve gittim.

Eve geldiğimde, anneannem börek açıyordu. Saliha da çoktan üzerini değiştirmiş, anneanneme yardım ediyordu. Benim eve yine tartaklanmış halde döndüğümü görünce kızılca kıyamet koptu. Anneannem, elindeki oklavayla beni tavan arasına kadar kovaladı. Onun bana acıyacağını düşündüğüm zaman, o her defasında tam tersini yapıyordu. Bense onun gerçekten gaddar biri olduğunu düşünüp, lanet ederdim. Saliha anlatırdı, onun arkamdan gözyaşı döktüğünü.

MİHRİCAN #Wattys2017 (Akademisyen Yayımlarından ÇIKTI)Where stories live. Discover now