[ Bölüm Otuz Sekiz: İyi ]

Start from the beginning
                                    

"Abi, kes sesini! Neden gitmek istediğimi hiç düşündün mü?" diye cırlayan Amber, küçük banyoyu dolduruyor, sabunların ürpermesine, köşedeki temizlik malzemelerinin devrilmesine sebep oluyordu.

"Siktiğimin mülteci Caner'i yüzünden gitmek istiyorsun, amına koyayım."

"Hayır, asıl senin yüzünden gitmek istiyorum!"

Kilden yapılma bir biblo gibi donmuş vaziyette, istesem de sindiğim köşeden ayrılamayacağımın bilincinde, deprem niteliğindeki patırtıları dinliyordum; fırıldak gibi dönen başımdan, dört duvar arasında gidip gelen, ancak hiçbir şekilde odaklanamayan gözlerimden bu kavgayı kaldıramayacağımın sinyalleri veriliyordu.

"Kaç yaşında olduğunu sanıyorsun lan sen?" diyen kişinin Amas olduğunu çıkarmak, inşaat benzeri sesler yüzünden oldukça güç olmuştu benim için.

"Bunun yaşla bir ilgisi yok!"

"Çok biliyorsun."

"Senden sıkıldığımı, bunaldığımı, artık seninle birlikte yaşamak istemediği söylüyorum sana. Caner'in ailesi Caner'e evinin anahtarını verdi; senin kısıtlamaların, bugünden sonra geçersiz olacak." Amber'in sözleri yarım yamalaktı, fakat gizlenen kelimeler tahmin edilebilirdi.

"İyi, aferin Caner pezevengine," diye bağırdı Amas, küfrü iyice vurgulayarak. "Artık biricik evinde doya doya..."

Gerisini duymak istediğim şüpheliydi; sarsak adımlarla banyodan çıkabildiğimde dış kapıya kadar yürüyebilmiştim ve Amber'in söyledikleri bu sırada kulağıma varmıştı: "Seni neyin beklediğinden haberin yok Amas Akbulut."

Bu lafı, kapıyı açtığım anda bana da uygun düşmüştü: Caner, omzunun arkasındaki iki gardiyanla ve kıstığı siyah gözlerindeki ölümcül sıkkınlık ile hemen karşımdaydı.

Tutulan dilimle konuşmaya çalıştım. "Sen ne..."

"Çekil önümden Ecrin," diyerek iki adım yaklaştı ve kapıyla dışarısı arasında sıkışan bedenime, en az ses tonu kadar acımasız bir 'def ol' hareketi çekti.

"N'apıyorsun burada?" diye direttiğimde, geçmesine izin vermeyeceğimi belirtircesine kapıya abandım.

"İşimi zorlaştırma," dedi ve kapıya elini koydu.

"Ne işin olduğunu söyle," diye her sözcüğü bastırmak için kendimi zorladım, fakat konuşma yetimi kaybetmiş olmalıydım ki, çıkan kelimeler Caner'in siyah montuna çarptığı gibi bana geri döndü.

"Amber'le bir ilişkim olduğunu unutuyorsun herhalde," diye sabırsızca çıkışması, sessiz kalamayacağım bir durumdu.

"Bundan beş ay önce ablamla sevgili olduğunu hatırlatmama gerek var mı?"

Caner'in suratını tehlikeli kılan düz kaşları, gergin çenesi ve sıkıp bıraktığı alt dudağı dediklerimin ardından herhangi bir şekil değişikliğine uğramadı; doğrudan bana baktı. "O artık yok, bunu kafana sok," dedi.

Gözlerimi kırpıştırdım; sözcükleri kopyala-yapıştır işleminin basit bir örneği, fakat küçük bir sırrın büyük bir bulgusuydu: "Ona değer vermediğini hiçbir zaman sesli sesli itiraf etmemiştin."

"Bunu tartışmayalım istersen," diye kapıyı hızlıca ittiğinde, sendelememi fırsat bilerek yanındaki iki oğlanla içeriye daldı.

"Tartışmanın vaktini de mi sen belirliyorsun?" diye ona seslensem de Caner, basamakları delercesine tırmanmakla meşgul olduğundan yanıt vermedi.

Benzersiz bölgelerde yetişen mucizevi bir meyve gibiydi o; sıradan halkın aklını başından alır, kızların etrafında dört dönmesini sağlar, fakat her zaman ulaşılmazı oynardı. Ve daha çarpıcı olanı, hatalarının üstünü nazikçe, giydiği imajı bozmadan kapamasıydı; dediklerinin ona kâr kalmayacağını biliyordu.

NOKSAN | ✓Where stories live. Discover now