4

14 1 0
                                    

"Ben Tanrıyım!" diye öfkeyle bağırıyor, meyve kasalarından birini yola koyup üstüne çıkmış adam. Üstü başı yırtık pırtık. Çıplak ayakları kirden neredeyse siyah... Göğsüne, bıçakla derin bir şekilde kazınmış çarpıya bakıyorum. Derisi pıhtılarla kabarık... Gözlerimi almaya çalışıyorum oradan, midem bulanmış.

Kimse ilgilenmiyor. Bir kişi bile bakmıyor ondan tarafa.

Ağzından köpükler saçarak bağırıyor o yine. "Tanrıyım ben! Tanrı! Sizi gidi pislikler, buraya bakın diyorum!"

Kimse döndürmüyor kafasını. Telaşla yürüyor, telaşla konuşuyor, telaşla tıkınıyorlar.

"Tanrıyım ben!"

Toplanıyor kapkara bulutlar yukarıda. Şimşekler birbiri içine girerken sarhoş bir örümceğin ağını taklit ediyor. Bir homurtu yükseliyor yerin altından. Titriyor beton.

"Adi herifler, beni dinleyin diyorum!"

Duruyor birisi ansızın. Yaklaşıp, cebinden çıkardığı bir lirayı kasanın üstüne koyup hızla uzaklaşıyor.

Suratı değişiyor adamın. Mahcup bir gülümsemeyle, çenesini hızla aşağı indirirken "Çok sağolun," diyor titrek bir sesle. Bağışçının arkasından duygulu bakıyor bir an ve şak diye yine öne çıkarıyor göğsünü, iyice dikilip şöyle bir sallanıyor parmak uçlarında. Gözlerine ateş yürüyor.

"Tanrıyım ben!" diye bağırıyor tükürükle dolu. "Canınıza okuyacağım bir gün, göreceksiniz..."

Durak bizi güneşten kopup belli aralıklarla yerde patlayan koca histeri damlalarından koruyor. İçeriye sığınıp köşeye korkak bir çocuk gibi büzüşmüş gölgeden bize kalan o küçücük alanda otobüs beklerken birbirimize geçiyoruz sıkışmış. Nereye gideceğimi, babamı ilkönce nerede aramam gerektiğini düşünmeye çalıştığım her seferde önüme bir görüntü gelip oturuyor. Taş bir yapıda küçücük pembe bir pencere açılıp, bir tavşan somurtuk suratını dışarı çıkartıyor ve beni görünce göz kapaklarını kırpıştırarak şöyle diyor: "Ne duruyorsun orada aptal gibi, hadi içeri geç." Beynime kuşku oturuyor birden, koluma da tanımlanamaz bir soğuk. Elimi hızla çekip gölgeden kurtarırken, insanları ittirerek öne alıyorum hemen vücudumu. Başlar görünmez bir streç kağıdını ittirirmişçesine belirip yeniden içeri çekiliyorlar ve küçülüyor gölge. Huzursuzluk hissi, kurtulmaya çalışsam gözeneklerime iyice yayılacak kurumlar gibi duruyor uyuşmuş bedenimin üstünde. Karşı kaldırımdan bir haykırış kopuyor o sırada. Delice çırpınıp koşturan bir kadınla karşılaşıyor oraya çevrilen gözlerimiz. Saçlarını çekiştirirken yardım istercesine dört bir yanına bakıyor durmadan. Koşturup geliyor çevrede balık avlayanlardan birkaçı. Duruyor iki üç araba. Bir şey dikkatimi çekiyor o an. Onlardan on metre kadar ileride denizin tam üstünde bağdaş kurmuş, asılı duran küçücük bir bebek! Yerdekilere gülücükler savuruyor ve ben duyuyorum artık kadını.

"Oğlum! Oğlum! Lütfen yardım edin!"

Histerik bir haykırışla dizlerinin üstüne çöküyor hemen ardından. Ve bayılacakmışçasına arkaya atıyor kendini, üstündeki gömleği çekiştiriyor nefes almaya çalışarak. Gülüyor çocuk tatlı tatlı ve yükseliyor biraz daha. Ağzındaki emzikten çıkarttığı şapırtıların kulaklarımıza kadar ulaşması bana tuhaf geliyor.

"Çok şımartmışlar," diyor yanımdaki yaşlı. Dudaklarını büzerek ağzını şaplatıyor ardından. Bir gözü takma olmalı. Direk bana bakıyor kafası denizden yana dönükken.

"Bir ip bulsanıza!" diye bağırıyor deniz kıyısındakilerden biri. "Çabuk."

Çocuğun bir anda elli metre kadar yukarıya çıktığını fark ediyorum o anda. Bir martı gelip kucağına tünüyor. Hiç korkmuyor ufaklık. Uzatıyor yavaşça küçük elini. Gövdesine bastıran küçük parmaklarla çöküp oturuyor martı, başını bir o yana bir bu yana döndürerek çevreyi kesmeye girişiyor. Huzurlu görünüyor ikisi de...

Zamansız Adamın AnılarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin