Tuhaf rüyalar - 5

Start from the beginning
                                    

Ellerimin altındaki kız çocuğu sarsılıyor, küçük ağzından acı dolu bir inilti çıkıyor, gözyaşları çiğ damlaları gibi kirpiklerinden damlıyor. 

Gözlerini istese de açamaz artık, onu zapt etmişken mümkün değil, biraz sonra hücreleri yanacak, kendini acının kollarından ölümün huzuruna atmak isteyecek.

O an, her nasıl yapabiliyorsa ellerinden birini kaldırıyor, onu ölüme sürükleyen elimin üzerine bırakıyor. 

Titriyorum, aklımın iplerini yitiriyorum, akıtmakta olduğum ölüm senfonisi midemi bulandırıyor. 

Kapının ardından bağrışmalar geliyor, birileri avazı çıktığı kadar küfrediyor, yumruk sesleri, tükürükle taşan tehditler, bir kadın çığlığı; bir nevi kıyamet kopuyor. 

İki yana düşen ellerimin ardından kız çocuğu bu kıyametin ortasında bir nefes çekiyor. Gözleri aralanıyor, tam gözlerimin içine, ruhumun orta yerine düşüyor. 

Sahne değişiyor. Tamamen başka bir dünyadayım şimdi. Avlunun ortasında, yağmur sonrası toprak kokusunu içime çekerek cesaretimi toplamaya çalışıyorum. Gökyüzü uzay boşluğunu andırıyor, o koca boşlukta kaybolmaktan korktuğumdan yere, avlunun çizik mermerlerine bakıyorum. Yanağıma sert bir darbe aldığımda eğitimim gereği milim kıpırdamıyorum.

"Eline yüzüne bulaştırdın." diyor ustam, öfkeden titreyerek. "Bizi nasıl bir çıkmaza soktuğundan haberin var mı?"

Sahne yeniden değişiyor. Şimdi kolumu yarım kalmış bir inşaatın kolonuna dayamış, batan güneşi izliyorum. Sırtımda güven verici bir sıcaklık var. Güçlü, körpeliğine rağmen dağ kadar dayanıklı bedenimin, böyle küçük bir sıcaklığa ihtiyaç duyması garip. Sırtımdaki sıcaklığın sahibi her nefes aldığında, nefesim dudaklarımdan daha bir güçlü akıyor sanki.

"Ben..." diyor, küçük bir kız sesi. "Eski radyoların hep eski şarkılar çalacağını düşünürdüm önceden." Gülüyor. "Senden yana duyulmayacak kadar eskidiğimde, beni hatırlamaya devam eder misin?"

Onun yaşında bir kız, nasıl böyle laflar edebilir? Dilim tutuluyor, yüzümü saran kumaşın ardında kekeliyorum. Alışkın değilim böyle sorulara, bana cevabını bilmediğim sorular sorma, küçük...

Bu kez karanlık sardı her yanımı, uykunun kollarından çekildim; bilinçaltımın karmaşık dehlizlerinden, bilincimin boşluğuna doğru aktım. Kapalı göz kapaklarımın ardında kendime geldiğimde etrafta hiçliği andıran bir sessizlik kol geziyordu. Yattığım yer yumuşak, rahattı. Yüzüme çarpan sıcaklık ayak uçlarıma kadar ısıtıyordu beni. Gözlerimi güçlükle araladım, işlemeli tavan buğulu suretinden arınıp netleşti. Güçsüzce öksürdüğümde boğazımdaki acı had safhaya vardı. 

Kendimden geçmeden önce olanlar bir film şeridi gibi akıp gitti gözlerimin önünden. Kadının boğazına yapışan eller. Uzun zamandır savurmadığım için körelen yumruklarım. Koruyucular. Ölümcül bir acı. Sıcak dizler. Kim olduğumu soran bir ses. Bir an panikle ellerimi saçlarıma götürdüm.

"Şapkam..." dedim, acınası bir bağımlı gibi. "Şapkam..."

Sayıklar gibiydim, dönen başıma rağmen doğrulup etrafıma bakındım. Yattığım çekyatın üzerini, küçük odayı çevreleyen rafları, çekyatın tam karşısında yanan şöminenin etrafını gözlerimle taradım. Hiçbir yerde yoktu, bu yokluk göğsümde sıkışmaya neden oldu, başka bir şey düşünemez haldeydim neredeyse. 

Ayağa kalkıp tökezleyerek ilerledim ve duvarlara sıra sıra dizilmiş rafların yanına gittim. 

Cilalı, minyatür, tahta bir at. El yapımı olduğu bariz matruşka bebekleri. Porselen filler. Eski model oyuncak arabalar. Parmak boyutunda kitaplar. Kurutulmuş bir deniz atı. Birbiriyle alakasız boncuklardan dizilmiş bir bilezik. Bir kaset. Küçük bir radyo. Postişler. Ve daha akla hayale sığmayan yüzlerce küçük şeyle donatılmıştı raflar. Onlara bakarken kendimden geçerek aradığım şapkamı dahi unutmuştum. Bu çer çöp yığını dünyanın bir köşesine çiziktirilmiş ayrı bir dünyaydı sanki. 

BulvarWhere stories live. Discover now