Papatya Tarlası

15.3K 1.1K 578
                                    

1374, Londra.

Yaz günü olmasına rağmen, üç yüzüncü yıl dönümüne dört sene kalmış bir kulenin zindanlarında acıtıcı bir soğuk hâkimdi.

Londra Kulesi. Çoğu zaman asilzadeleri, kimi zaman halkı geçirmiş kapısından. Satranç tahtasının orta kareleri olmuş, kazananı belirlemiş kanlı iç savaşlarda. Kule, taç ve saltanatın demir yumruğu, hem de kâbuslarda inşa edilen bir hapishane - kralın, yüksek rütbeli düşmanları için hazırlattığı özel bir misafirhane.

Öğlen vaktiydi, ne var ki buraya bir damla bile güneş ışığı vurmuyordu.

Yerler ve duvarlar taştan yapılmıştı, hücrelerin kapısı ise demirden. Hücreler tek kişilikti, ayağa ancak kalkılabilecek kadar alçak tavanlı ve uzanıp yatılınca ayaklar duvara değecek kadar dardı. Köşede tuvalet için ayrı bir bölme vardı, fakat çeşme bulunmuyordu.

Elinde bir sığırın kuyruğunu andıran kırbaç ve içinde bitmeyen bir hiddetle yürüyen iri yapılı gardiyanın önünü görmesini sağlayan tek kaynak, her iki kapı arasına konmuş meşalelerdi.

Çıplaktı ayakları gardiyanın. Soğuk zemin, her adımında rahatlatıcı bir serinlik veriyordu insana. Varmak istediği kapının önünde durdu zindancı. Sol elindeki su dolu matarayı biraz daha sıktı ve sağ elindeki kırbacı diğer elinin parmaklarına sıkıştırarak boş yer olmayan deri kemerinde anahtarı aradı.

Eski kilit takırdayarak açıldı. İçeride diz çökmüş bir adam görünüyordu. Kıyafetleri yeni, fakat parçalanmıştı. Parmakları yerdeydi. Ne yaptığına dikkatlice baktı gardiyan, birkaç dakika sonra anlayabildi. Yerin kirini kullanarak yazı yazıyordu genç mahkûm.

Aklı başından giden zindancı, matarayı attı bir kenara. Saçından yakaladı mahkûmu. "Sana... Buraya... Yazı... Yazılmayacak... Demedim mi?"

Her kelimesinde başını bir kez duvara çarpıyordu.

"Dur, ne olur!" dedi can havliyle mahkûm. Gardiyan onu bıraktığında burnundan kan sızıyordu. Konuşabilecek gücü topladığında "Ben sadece insanımızın refahı için gerekeni yapıyorum." dedi, "Fikirlerimden de dönmeyeceğim."

"Aferin sana." Gardiyan alaylı konuşuyordu. "Hele şu mahkeme bir geçsin de, göreceğiz. Bakalım çöpçünün kızında..." - söylediği, zanlının omurgasını kırmakla meşhur yuvarlak bir işkence aletiydi - "... inlerken de bu kararlılığın olacak mı üzerinde tatlı çocuk? Ah, yetkim olsa, ah! Ellerim kaşınıyor resmen!"

Gardiyan, bütün suyu yerlere saçılmış olan matarayı mahkûmun önüne attı.

"Bay John Joseph Daisy, hazır ol. İki saat sonra mahkemen var."

Açılmasıyla içeriye meşalenin ışıklarından zayıf bir huzme bırakan kapı, ağır ağır kapanarak içeriyi yeniden karanlığa teslim etti.

"Tanrım..." diye mırıldandı Joseph. Yerdeki matarayı alıp içinde kalmış olan birkaç damlayla ıslattı kupkuru dudaklarını. "Biliyorsun tanrım..." dedi. "Biliyorsun."

Mahkeme saatine kadar dilinden çıkan tek cümle bu oldu.

Hınca hınç dolmuştu çevre. Fakir Londra halkı, tek eğlencesi olan toplumsal olaylardan birini daha izlemek üzere toplanmıştı, duruşmayı gören yerlere. "Vay be..." fısıltıları dolaşıyordu, "Doktora bak sen!" Daha bir hafta önce hayranlıktan tüylerinin diken diken olduğu biricik hekimleri, artık nazarlarında küçümsenecek haldeydi. Çoğunluk, iyi bir yol arkadaşı değildi, bağlayıcı bir şuurdan yoksunsa eğer. Kayan bir yıldız, güneşsiz göğün karanlığını ne kadar bölebilirse bilinçsiz kitlelerin sevgisi de bireye o kadar çare olurdu.

Papatya Tarlasında Rönesans | RAFLARDAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin