18. BÖLÜM - GÜNEŞ'İN KANI VE BUZ TUTMUŞ KALP

Zacznij od początku
                                    

"Ama-"

"Aması yok Elvis!" diye dişlerimi birbirine bastırarak tısladım. "Onlarla yalnızca ben başa çıkabilirim. Eğer yanımda kalırsan beni alt etmek için sana saldırırlar. Arya bana zarar veremez." Gözlerimi kapatıp sakinleşmek adına derin bir iç çektim. "Sana gitmeni söylediğim anda gideceksin. Eğer beni ikiletirsen..." Uyarıcı bakışlarımın sözlerimi bitirmesine izin verdim.

"Siz ne derseniz odur, efendim."

Alt dudağımı dişleyerek gergince başımı salladım. Ritüele başlamadan önce odaklandım ve ne olur ne olmaz diye bizi kimsenin bulamaması için ikimize de koruyucu bir büyü yaptım. Saraylardan çok uzak olduğumuz için zaten zayıf olan enerjiyi daha da zayıflattım. Kimsenin kapının enerjisini hissetmemesi gerekiyordu.

Elimde tuttuğum yapay Ay ışığını bir kez daha kitaba yaklaştırdım ve esas büyülü sözleri önce içimden tekrar ettim. Ardından ses tellerimden sihirli bir melodi kopmasına izin verdim.

Elimde tuttuğum yapay Ay ışığına gerek kalmayacak kadar parlamaya başladım. Tenim, sanki damarlarımda kan yerine ışık akıyormuşçasına parlarken saçlarım yer çekimine meydan okuyarak dalgalandı. Büyülü ezgiyi mırıldanırken etrafımızda dönen rüzgâr ağaçların dışa doğru savrulmasına sebep olup bizim için daha fazla alan açıyordu. Veliaht simgemde Ay'ın döngüleri parıldamaya başladı. Buz mavisi auram akıp önümdeki boşluğa doluştu. Zihnimde, bir portasyon yarattığım gibi geçit kapısını hayal etmek daha güçtü. Oturduğum yerden havalandım. Yaklaşık iki metre havalandıktan sonra lotus pozisyonumu bozdum ve parmak uçlarımı yere doğrulttum. Bir peri misali zarifçe parmak uçlarımı toprağa dokundurduğum an bir saniyeliğine sonsuz bir sessizlik oldu, ardından auramdan akan enerjinin milisaniyeden daha kısa bir sürede yoğunlaşıp aniden parlamasıyla boyut kapısı bütün görkemiyle açıldı.

Sessizlik bozuldu, kapının anormal derecedeki parlak ışığı yavaşça normalleşti. Ben de elini bana uzatan Elvis'in elini tutarak çok yavaş bir şekilde ayaklarımı toprağa bastım.

İkimiz de resmi kıyafetlerimiz yerine bol cepli, silah kemerli deri savaş kıyafetlerimizi giyinmiştik. Elvis'in belinde bir kılıç ve elinde bir yay vardı. Sırtına taktığı ok kılıfı dışında boynuna astığı bir de su matarası bulunuyordu. Benim de belimde iki tane zift karası, keskin mi keskin obsidyen hançerlerim ve elimde sıkı sıkı tuttuğum kılıcım vardı.

Sıradan bir portasyondan giriyormuşuz gibi hiçbir sıkıntı yaşamadan kapıdan girdik.

Yeniden kendi Öz'üme ayak bastığımda kalbim kırk parçaya ayrıldı.

Burada her şey bıraktığım gibiydi. Gerçi, nasıl olmasını bekliyordum ki? Rigel çiçeklerle donatacak değildi buraları.

Beni asıl yaralayan şey, Öz'ün beni tanımamış olmasıydı. Önceki gelişimde de tanımamıştı ama bu defa bilmediğim bir umut zerresiyle buradaydım.

Kızıl Gökyüzü. Kana bulanmış, kurumaktan çatlamış toprak. İsli hava. Yerde yatan cesetler... Rigel, kendi ölen askerlerine onurlu bir şekilde sahip çıkma zahmetine bile girmemişti. Hala nasıl oluyor da onun arkasında duran kocaman bir ordu vardı anlamıyordum.

Gözlerim yerde yatan çürümeye başlamış cesetlere takıldı. Öz'ün büyüsü çok zayıf olduğu için bedenler korunmuyordu. İçlerinde barındırdıkları kendi özlerini evrene geri iade etmedikleri için de ruhları hala acı çekiyor olmalıydı. Bu çok kötüydü. Ölü bile olsalar, bu kötüydü.

Duygularım onlar için hızlıca bir ritüel hazırlamamı söylüyordu. Mantığım ise bir an önce işimi halledip buradan gitmem gerektiğini söylüyordu. Ama ne olursa olsun onlar da birer candı. Askerlerimi, halkımı öldürüyorlardı ama ben onların da Tanrıçasıydım. Bütün evrenden sorumlu olacaktım. Bir annenin çocuklarını ayırt edememesi gibi bir şeydi bu. Yalnızca birkaç gün önce her birinin keskin bıçakları beni hedef alıyor olsa da...

Gökyüzü'nün İçinde - 2Opowieści tętniące życiem. Odkryj je teraz