Benim kulaklarımdaki sessizlik ise âdeta bir fırtına öncesini andırıyordu. Yalnızca saniyeler önce kulaklığımda, Tekin'in "Hazel! Ah, Hazel!" diye dişlerinin arasından öfkeyle söylenişini duymuştum. Hemen ardından gelen, "Bunu sen istedin!" cümlesi ise boş bir tehditten öteye geçemiyordu.

Pervasız bir gülüş kondurdum dudaklarımın kıyısına. Bu dakikadan sonra söylediği tek bir kelime bile ilgimi çekmiyordu. Gecenin koyu gölgelerinin arasında, Lazarenko'dan uzak durması gerekiyor, diyerek, dört kelimeyle her hareketinin ardında yatan anlamı özetlemişti. Şimdi kırmızı görmüş boğa gibi davranması, yalnızca içimdeki Truva Atı'nı uyandırıyordu.

Dudaklar bir namluysa, kelimeler kurşundu. Namludan çıkıp hedefine yönlendirilen bir kurşunun, o andan sonra geri dönmesine imkân yoktu. Bu yalnızca hedef yer değiştirirse ya da bir kalkan, aşılamaz bir kale gibi hedefin önünde durursa söz konusuydu.

Bazense dudaklar kabzayı tutan bir el, kelimeler ise bir bıçaktı. Darbeyi bir kez aldığında, artık kaçış neredeyse imkânsızdı. Bıçağı saplandığı yerden söküp atmak istersen eğer, açık yaradan tüm şiddetiyle kıpkırmızı, kopkoyu bir kan fışkırırdı. O yüzden önce daima sağlam bir tampona ihtiyacın vardı.

Kelimelerin, en az bir bıçak kadar keskin ve yaralayıcı olabileceğini ilk öğrendiğimde dört yaşındaydım. Yara aldığımda, tamponumun aynı şiddette can acıtma isteği olduğunu anladığımda da...

Yalnızca annem, ben ve Hazar'dan oluşan üç kişilik bir dünyamız vardı Milano'da. İstanbul'dan bir süre önce taşınmıştık. Annem kendi markası için yoğun çalışırken, Hazar ve ben de evin yakınında bir kreşe gidiyorduk. Üniversiteyi İtalya'da okuyan annem, konuşmaya başladığımız andan beri bize İtalyanca da öğrettiğinden dil zorluğu çekmiyorduk. Yeni arkadaşlar edineceğimiz için heyecanlıydım fakat bu heyecanın beni hızlıca terk edeceğini henüz bilmiyordum.

İlk günler güzeldi. Zaten o yaşta bir çocuk, oyun oynamaktan başka ne isterdi ki? Fakat birkaç hafta geçmemişken, kızlar beni aralarına almamaya başlamışlardı. Ne yazık ki çocuk acımasızlığı, her coğrafyada aynıydı. Babasız bir çocuğun toplumda yarattığı izlenim, medeni olduğu düşünülen Avrupa'da bile henüz değişime uğramamıştı.

Çok geçmeden babamızın olmadığı keşfedilmişti tabii. Hoş, zaten kimse bunu saklama çabasına girişmemişti. Kızların her fırsatta sordukları, "Baban nerede?" soruları beni gitgide sessizleştiriyordu. Oyunlara katılma çabam sonuçsuz kalıyor, eğleneceğimi düşündüğüm o ortam benim için her geçen gün daha can acıtıcı bir hâle geliyordu.

Hazar için durum farklıydı. Cüsseli bir çocuktu ve daha erkek çocuklarının arasına katıldığı anda onların lideri gibi bir şey olmuştu. Tek bir ters davranışta herkese diklenip üzerlerine yürüdüğünden, ondan dayak yemekten deli gibi korkuyorlardı.

Benim durumumu ise Hazar henüz fark etmemişti. Saklamıştım sır gibi. Aynı yaştaydık sonuçta, abim değildi. Onun arkasına sığınmak, istediğim son şeydi. Fakat bir gün, yine kızların arasına katılmaya çalıştığım sırada bahçedeydik. Ve kızlardan biri bu kez beni istemediklerini yalnızca sözleriyle değil, hareketleriyle de yeterince belli etmişti. Cılız bir çocuktum ve kızın tek bir itişiyle kendimi yerde bulmuştum. Dizim yerdeki büyük taşa çarpmış ve taş tenimde kocaman bir yarık oluşturmuştu. En güzel elbisem vardı üzerimde oysa, annem dikmişti. Ve o anda bembeyaz elbisemin etekleri, dizimden bulaşanlar yüzünden kan içindeydi.

ARHAVİLİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin