Bölüm 1: Ölüm

En başından başla
                                    

Ellerini boynuma dolayıp, ''Minik pandam, somurtma artık. İşte dönüyoruz,'' dediğinde sırıtır gibi dişlerimi gösterdim.

''Somurtmuyorum.''

İsim takma konusunda başarılı olan Marcus, uyuşuk yaşam tarzımdan ve sabahlara kadar dizi izlediğim için gözümün altında oluşan koyu halkalardan dolayı bana 'panda' diyordu.

Somurtmamın nedenine gelirsek, annem ve babam beni okulun tüm yaz sürecek olan ders çalışma kampına yollamışlardı. Bu aptal kampa gönderip beni hiç aramamaları sinir sistemimi alt üst ederken Marcus'un kamp boyunca beni eğlendirebilmek için yapmadığı şey kalmamıştı. Böyle bir en iyi arkadaşa sahip olduğum için çok şanslıydım.

On bir yaşımdayken başıma gelen kötü bir olaydan sonra yaşadığımız yeri terk edip Boston'a taşınmıştık. Yeni taşındığımız yerde, annem beni üzerimdeki durgunluğu atabilmem için komşumuz Marcus'un doğum günü partisine götürmüştü. Çok utangaçtım ve hiçbir çocuk benimle oynamıyordu.

Marcus bana pastasından uzattığında nasıl mutlu olduğumu hala çok iyi hatırlıyorum. O gün bugündür ayrılmadık ve hep beni kollayan kardeş rolünü üstlendi.

Yaşadığım kötü olaya gelince, kaçırılmıştım. Hafızam bana bir iyilik yapıp yaşadığım o kötü anları unutmuştu. Doktor o sırada şoka girdiğim için böyle bir şey olabileceğini, bunun kendimi koruma yöntemim olduğunu söylemişti.

Gerçekten çok iyi bir yöntem, çünkü insana hatırlamadığı şeyler acı vermiyor.

Neden kaçırıldığıma gelirsek, hala bilmiyorum. On bir yaşındaki çocuktan kim ne ister ki?

Tek bildiğim, hasta ruhlu birinin sapık düşüncelerini hayata geçirmek için yapmadığıydı. Çünkü cinsel istismara uğradığıma dair hiçbir kanıt yoktu. Bu beni bir hayli rahatlatmıştı. Hayatım boyunca taşıyacağım izler kalırsa unutsam bile bunu atlatamazdım.

Başka neden ararsak, ailemden para koparmak için de olamazdı çünkü benden önce kaçırılması gereken tonlarca zengin aile kızı vardı. Ben o listenin sonunda bile olamazdım.

Açıkçası neler olduğunu zaten öğrenmek istemiyordum. Bilmek isteseydim unutmama gerek kalmazdı.

Marcus yol boyunca ağzını ayırıp uyumuştu ve sonunda dayanamayarak telefonumu çıkarıp fotoğrafını çektim. Birbirimizin komik fotoğraflarını çekmeyeceğimiz konusunda anlaşma yapsak da bu görüntüyü kaçıramazdım doğrusu. Fotoğrafını çektiğimi hissetmiş gibi ağır çekimle gözünü açtığında telefon elimden düştü ve şaşkın ördek bakışlarımı görünce hemen uykulu gözleri kısıldı.

''Bunu yapacağını biliyordum!''

Cama yapışırken üzerime atılıp göbeğimdeki gıdıklandığım noktayı ele geçirmeye çalışan Marcus'u kahkahalar eşliğinde durdurmaya çalışıyordum. Sonunda okula vardığımızda ikimizde kahkahalarımızı bastırmıştık.

Aşağıda iki tane polis memurunun beklediğini görünce, kalbimde bir sıkışma hissettim. Neden böyle hissettiğimi bilmiyordum fakat içimdeki sıkıntı şu an doruk noktasına ulaşmıştı. Herkesten önce inerek polislerle konuşmaya başlayan Bayan Gwen, otobüsten indiğimde dönüp bana baktı.

Acıyan gözlerle bana bakarken yavaş bir el hareketiyle yanına çağırdığında bedenim iyice gerilmişti.

Yanına gittiğimde gözünden kayan gözlüklerini düzeltip, ellerimi ellerinin arasında aldı. Bayan Gwen böyle şefkat gösteriyorsa beni neyin beklediğini bilmek istemiyordum.

''Dinle, Jefferson. Ben... Biraz önce bir haber aldım, '' dediğinde vücudumu yavaş yavaş bir sıcaklık kaplarken, ''Ne haberi?'' diye sordum. Sesim çok cılız çıkmıştı.

''Ben nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Bu sabaha karşı evinizde bir yangın olmuş ve ailen... ''

''Aileme ne olmuş?'' Soruyu sorarken dudaklarım bir kukla gibi hareket etmişti. Vücudumu hissetmiyordum.

''Kaybın için üzgünüm.''

Sessizlik...

Tüm dünyadaki sesler kara bir deliğin içine hapsolmuş, ben de o deliğe çekiliyor gibiydim. En son duyduğum kelime karşısında düşünce sistemim tamamen yok olmuştu.

''Ne dediğinizi anlamadım,'' dedim kısık sesle. Anlamak istemiyordum.

Sesim o kadar kısık çıkmıştı ki, edebiyat öğretmenim ne söylediğimi anlamak için başını bana doğru eğdi. ''Yangında ailen...''

''Susun!''

Kesik kesik aldığım nefesler dışında soğuk terler yüzümden aşağı doğru akmaya başlamıştı ve kalbim deli gibi atıyordu. Üzerime örtünen karanlık, kalbimi sıkıp un ufak ederken dengemi kaybederek yere düştüm.

''Anna!'' Marcus yanıma gelmiş beni kollarımdan tutuyordu.

''Bu doğru değil. Hayır, hayır, hayır...''

Aynı kelimeyi almaya çalıştığım nefeslerin ortasında hızla söylüyordum.  Bu olamazdı... onlar... beni bu dünyada tek başıma bırakamazlardı. ''Hayır,'' dedim başımı iki yana sallayıp kesin bir sesle. Göz yaşlarım yanaklarımda yol çizmeye başlamıştı.

''Üzgünüm, Jefferson.''

Bayan Gwen'in bakışlarını görünce içimde biriken duygular gerçeği kabul etti ve kontrolümü tamamen kaybettim. Her şey tam da o anda oldu.

''Hayıııırr!''

Neredeyse boğazımı parçalayacak çığlığımla içimdeki duygu dalgası öyle bir dışarı çıktı ki içimden bir parçanın koptuğunu hissettim. Tüm gözler bana döndü fakat bu umurumda bile değildi. Ardından yer sarsılmaya başladı ve bu sefer herkes şok olmuş gözlerle etrafına bakındı.

''Hayır, lütfen, doğru değil. Doğru olamaz, hayııır!'' diyerek haykırdığımda yerin sarsıntısı şiddetlendi. Bir çığlık daha kopardım, o sırada Marcus kollarını bana dolamıştı. Parmaklarımı onun koluna geçirdim ve sonu gelmeyecekmiş gibi derin hıçkırıklarla ağlamaya başladım.

Birden büyük bir gümbürtüyle otobüsün camları patlayıp küçük parçalar halinde dışarıya doğru savrulunca, insanlar çığlık çığlığa otobüsün etrafından kaçışmaya başladılar. Deprem insanları daha da paniğe sokmuştu. Bense şu an bunun nasıl mümkün olduğunu ya da neden olduğunu düşünecek durumda değildim. Kalbimdeki acı dışında dünyamdaki her şey yok olmuştu.

Marcus kaçmıyor, aksine kollarıyla beni tutarken aynı zamanda dehşet dolu gözlerle bana bakıyordu. Tüm gücüm tükenmiş şekilde gözümdeki yaşlarla etrafıma bakındım. Emin olduğum tek şey, artık bütün dünyamın karardığıydı.

-

AVHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin