.

9 2 0
                                    

Gözleri yorgundu, ama ne zaman kapatsa gözünün önüne gelen görüntülerden bıktığı için zihnini dolu tutmaya çalışıyordu.

Kafasını eğdiği kağıttan kaldırmamaya çalışıyordu, ama harfler biçimsiz şekillere dönmeye başladığında, bu anlamsız çabayı bırakıp kapılı kapılar ardındaki sese kulak verdi.

Yağmur, bardaktan boşalırcasına yağıyor, yere çarpan damlaların çıkardığı yoğun ses çığlığa benziyordu. Sanki doğa farkındaydı olan bitenin, acısını bu şekilde belli ediyordu. Savaş alanındaki kanları temizleyecek, acı demir kokusunu götürecekti şiddetli yağmur. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi görünecekti savaşların yapıldığı ovalar. Toprak kanı çekecek, bitkiler hiçbir şey olmamış gibi büyüyecek, bir günde yüzlerce kişi ölmemiş gibi canlılar yaşamlarını sürdürecekti üstünde. Doğa unutacaktı. Peki ya acılı aileler? Çocuklarını, kocalarını askere gönderen, evlerinde sabır ve korkuyla bekleyen kadınlar.

Cesetleri görmek zorunda olmak yeterince zor değilmiş gibi bu ölümlerin peşinden gelecek şeyleri düşünmek korkunçtu. Savaşın ortasındaydılar, cephelerde kazananlar farklıydı ama iki taraf da kaybediyordu.

''Majesteleri, eğer buraya bakabilirseniz-''

Altları çökmüş gözlerini kaldırdığında yardımcısıyla göz göze geldiler. Genç adam, sanki gözlerini gördüğü an düşündüğü her şeyi fark etmişti. Nasıl etmezdi? Bu lanet savaş başladığından beri çektiği acıyı gören tek kişi oydu.

Masanın etrafındaki herkes genç prensin yüzündeki yorgunluğu fark etmiş olacak ki, huzursuzca kıpırdandılar. Herkesin aklından geçen düşünceler farklıydı- genç prensin de öyle. Masanın etrafında sıralanmış yüksek rütbeli askerlerin, astlarının ölümlerinden bahsederken nasıl böyle soğukkanlı olabildiklerini hayretle izliyordu. Sanki herkes için savaş, yaşamanın getirdiği bir yükümlülüktü. Yemek, içmek, yürümek hatta nefes almak kadar sıradan, nefes almak kadar kolay. Ne için savaşıyorlardı peki? Bu topraklar, üstünde dökülen kanlara değer miydi?

''bırakalım majesteleri dinlensin. Toplantıyı yarın öğleden sonraya erteleyebiliriz. Yağmur da iyiden iyiye bastırıyor.''

askerler ve bakanlar birkaç onaylama homurtusuyla prensi selamlayıp masadan ayrıldılar. Prensin onların gidişini fark edecek hali bile yoktu. Her gün bir öncekinin aynısı olan bir kabusun içine sıkışmıştı sanki. Her sabah tüm bunların bir rüyadan ibaret olmasını umuyordu.

Herkes odadan ayrıldığında, yardımcısı Vincent büyük sürgülü kapıları kapattı ve üstünde savaş taktikleri gösterilen kağıtları ve haritaları toplayıp kitaplıktaki yerlerine yerleştirdi.

Vincent'in kronik hareketlerini izlerken, genç prens savaştan önceki hayatını düşünmeye daldı. Siyasetle ilgilenmediği- ilgilenmesine gerek olmadığı zamanlar. Savaştan uzak, rahat bir asilzade hayatı yaşadığı zamanlar.

Buraya ait olmadığını biliyordu. Tüm hücrelerinde hissediyordu bunu. Savaş taktikleri konuşulan bu ceviz ağacından yapılmış, büyük masadan, etrafındaki haritalardan, savaş meydanlarından, kurumuş kanın cansız cesetlerin üstündeki görüntüsünden, yeni dökülmüş kanın acı kokusundan, silahların çarpışmasından, ağlayan, acı çeken seslerden nefret ediyordu. Eskiden sesinde huzur bulduğu yağmur, artık savaş alanlarında kalan kanları yıkıyordu. Gün batımlarını resmederken, tuğla duvarları tuvale aktarırken kullandığı kırmızı boya, artık ellerinden silenemeyecek kadar çok bulaşmıştı.

Yıkasa da geçmeyecek lekeler.

Savaşa sürüklenen kendi halkının kanı.

the great warWhere stories live. Discover now